İMAN'IN ARTMASI ve EKSİLMESİ

Artıp eksilme sonucu imanda üstünlük birkaç türlü olabilir.

1 - Zahîr amellerdir, insanların bu konuda birbirlerinden farklı oldukları açıktır. Bu tür amelleri artıp eksilebilir. Bu hususta artıp eksilmenin söz konusu olduğu, insanlar tarafından ittifakla kabul edilir. Fakat anlaşmazlık konuları bunun iman adının kapsamı içerisine girip girmediği hakkındadır.

Girmediğini söyleyenler, "bunlar imanın meyveleridir ve gereğidir" derler. Bu bakımdan onlar bu amelleri mecazen imanın kapsamına sokmuş olurlar. Onlara göre imanın artıp eksilmesinin anlamı budur. Yani imanın meyvelerinde artış ve eksilme söz konusu olur. Buna karşılık olarak şöyle denilir:

Bunların imanın gereklerinden olduğu daha önceden açıklanmıştı. Zahîri bir söz ve amel olmadığı sürece, kalpte tam bir imanın olması imkânsızdır.

Bunların imanın gereği veya imanın bir kısmı olmasına gelince, bu da iman lafzının tek başına veya İslâm ve amel lafzıyla bir arada kullanılmasına göre değişiklik gösterir. Nitekim bu hususu daha önce açıklamıştık.

Artışın zahîr olan amelde olup onun gereğinde ve muktezasında olmadığı hakkındaki sözleri ise yanlıştır. Çünkü artışın sebebi eşyadır. Bunların gereği ise, özleri itibariyle aralarında üstünlük olmasıdır. Aksi takdirde gerektirici sebepler birbirinin aynı olursa, bunların gereği ve muktezasının da aynı olması gerekir, insanların zahîri amellerdeki farklılık ve üstünlükleri, bunun gereğinde de birbirinden üstün olmasını gerektirir, işte bundan şu husus açıkça ortaya çıkmaktadır:

2 - İmanın artıp eksilmesinin ikinci yönü kalbî amellerin artıp eksilmesidir. Her mü'minin zevk yoluyla bildiği bir husus şudur:

Allah'ı ve Rasulünü sevmek, Allah'tan korkmak, Allah'a yönelmek, Allah'a tevekkül etmek, amellerini onun için ihlâsla yapmak, kalblerin riya, kibir, kendini beğenmek ve benzeri hususlardan uzak durması, insanlara karşı merhametli olmak, onlara samimi olarak öğüt vermek ve buna benzer imanî huylar bakımından insanlar birbirlerinden üstündürler.

Buharî ile Müslim'de, Peygamber (s.a.v)'in şöyle dediği kaydedilmektedir:

"Üç husus vardır ki, bunlar kimde olursa, o kişi imanın güzel tadını alır. Allah'ı ve Rasulünü onların dışında kalan her şeyden daha çok seven, sevdiği kişiyi ancak Allah için seven ve Allah kendisini küfürden kurtardıktan sonra küfre geri dönmekten, cehenneme atılmaktan nefret ettiği kadar nefret eden kimse." (Buhârî, İman, 9,14; İkrâh.1;Edeb, 42;Mûslîm İman, 66; Nesaî, İman, 2-4; İbn Mâce, Fiten 23)

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, elinize geçirdiğiniz mallar, durgunluğundan korktuğunuz bir ticaret, hoşunuza giden meskenler size Allah'tan, Rasulünden ve onun yolundaki bir cihaddan daha sevgili ise, o halde Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun..." (Tevbe,24)

Rasûlullah (s.a.v) da buyurur ki:

"Allah'a yemin ederim ki, ben aranızda Allah'tan en çok korkan ve O'nun sınırlarını en iyi bileninizim" (Buhârî, Nikâh 1; Mûslîm, Siyam. 74,79; Ebû Dâvûd, Savm,36)

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Sizden herhangi bir kimse beni çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha çok sevmedikçe iman etmiş olamaz." (Buhârî, İman, 8; Eyman, 3; Mûslîm, İman, 69,70; Nesaî, İman, 19; İbn Mâce, Mukaddime 9 )

Bir gün Hz. Ömer:

"Ey Allah'ın Rasulü! Gerçekten seni kendi nefsim dışında her şeyden daha çok seviyorum" der.

Hz. Peygamber:

"Hayır, olmaz ey Ömer! Beni kendi nefsinden de daha çok sevmedikçe olmaz." diye karşılık verir.

Bunun üzerine "Gerçekten seni kendi nefsimden de çok seviyorum" der. Rasûlullah (s.a.v):

"Şimdi oldu ey Ömer" diye cevap verir.

Bu hadislerle sahih kitaplarında yer alan benzerleri sevgide ve haşyette artış ve fazlalık olacağını açıklamaktadır.

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"İman edenler ise, Allah'ı en çok sevenler onlardır." (Bakara, 165)

Bu, insanın içinde hissettiği bir durumdur. Aynı şeyi bazan, başka bir seferine göre daha fazla sevebilmektedir. Kimi zaman da ondan diğer zamanlara göre daha çok korkabilmektedir. Bundan dolayı marifet sahibi olanlar, imanla ilgili artış ve eksilmenin söz konusu olduğunu en ileri derecede ifade eden kimseler arasında olmuşlardır. Çünkü onlar bunu esasen kendi içlerinde hissetmektedirler.

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir:

"Onlar öyle kimselerdir ki, insanlar kendilerine: (düşmanınız olan) insanlar size karşı bir ordu hazırladılar. O halde onlardan korkun dediklerinde bu onların imanlarını artırdı ve: Allah bize yeter, O ne güzel vekildir, dediler." (Âl-i İmran, 173) ve bu durum onların sadece huzur ve sükunlarını artırmaya yaradı.

Rasulllah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler arasında imanı en kamil olanlar, ahlakı en güzel olanlardır." (Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Tirmizî Radâ; 11 İman, 6; Dârîmi, Rikâak, 74, Mûsned, II,250,472; VI, 47,69)

3 - Kalbî tasdik ve iman:

Kalbteki tasdik ve ilim de icmalî ve tafsili olmak bakımından artıp eksilir. Rasûlullah (s.a.v) 'ı onun verdiği haberlerin tafsilatını bilmeksizin icmalî olarak tasdik edenin bu tasdiki, onun Allah'ın isimlerine, sıfatlarına, cennete, cehenneme, ümmetlere dair verdiği haberleri bilip bütün bunlarda onu tasdik eden kimseninki gibi değildir. Genel olarak ona itaate bağlanan ve kendisine neler emrettiğinin ayrıntılarını bilmeden ölen bir kimsenin durumu, bunları ayrıntılı olarak bilip de bu hususlarda Hz. Peygamber'e itaat edebilecek duruma gelene kadar yaşayan gibi değildir.

4 - İlim ve tasdikin kendisinde de üstünlük söz konusudur. Hayat sahibi olan kimsenin kudret, irade, semi, basar ve kelâm gibi diğer sıfatlarında farklılık olduğu, hatta hareket, siyahlık, beyazlık ve buna benzer diğer arazlarda farklılık olduğu gibi, bunlarda da farklılık vardır. Bir şeye güç yetirebilmek, farklı olduğu gibi, ona dair haber vermek de farklı farklıdır. Bir kişi aynı şeyi bilmek bakımından bir artma veya eksilme olmaz diyecek olursa, onun bu sözü aynı şeye güç yetirmek bakımından da farklılık yoktur. Aynı şeyin görülmesi arasında bir farklılık yoktur demesine benzer. Bilindiği gibi insanlar tarafından görülen bir hilali görmekte, insanlar arasında üstünlük bakımından fark vardır. Aynı sesin işitilmesinde de insanlar arasında farklılık vardır, iki ayrı kişinin söylediği aynı sözde de o sözü telaffuz etmek açısından farklılık vardır. Aynı şeyi koklamak, tadına bakmak arasında da kişiler arasında farklılık olur.

Hayat sahibinin bütün sıfatları, bütün idrakleri ve bütün hareketleri ve hatta canlılık sıfatı dışında kalanlar bile mutlaka üstünlük ve farklılık gösterir ve insanların bunları etraflı bir şekilde tesbit etmelerine de imkân yoktur. O kadar ki, şunu bile söyleyebiliriz:

Yaratıklardan hiçbir kimse, hiçbir şeyi her bakımdan Allah'ın bildiği gibi bilemez. Daha doğrusu Allah'ın bir şeyi bilmesi, başkasının o şeyi bilmesinden keyfiyet ve miktar bakımından çok daha mükemmeldir, kıyas edilmez, iki bilgi arasındaki üstünlük sonradan meydana gelmek veya kadîm olmak açısından farklılık arzetmekle kalmıyor, başka yönlerden de farklılık gösteriyor, insan kendi içinde bildiği şeye dair bilgisinin artıp durduğunu hisseder. İşittiği şeyi işitmesinde de, görmesinde de durum böyledir. Güç yetirmesinde, sevmesinde, nefret ettiği kimseye nefret etmesinde, hoşnut olduğu kimseye razı oluşunda, kızmasında, dilediğini yerine getirmek istemesinde, hoşlanmadığı şeyden tiksinmesinde de hep böyledir...

Bütün bu gerçeklerde üstünlük olduğunu kabul etmeyen bir kimse safsatacıdır.

5 - Üstünlük gerektirici sebeplerle meydana gelir:

Bu gibi hususlarda üstünlük, bunu gerektirici sebeplerden dolayıdır. Tasdiki ve sevgisi yakini gerektiren delillere dayalı olup arızî şüphenin tutarsızlığını açıkça anlamış olan bir kimse hiçbir zaman daha aşağı sebepler dolayısıyla tasdik eden kimsenin durumunda olamaz. Hatta kendisinin reddetmesine imkân bulamadığı kesin (zarurî) bilgiler edinen bir kimse şüphelerle karşı karşıya kalan ve tetkik ve inceleme sonucu bunları ortadan kaldırmaya çalışan kimse durumunda değildir. Hiçbir akıllı şüphe etmez ki, çokça ve güçlü delilleri bilip bu delillere karışıp şüphelerin tutarsızlığını bilen, bunlara karşı delil getirenlerin delilinin tutarsızlığını açıklayabilen kişinin bilgisi, karşıt şüpheleri bilmeksizin tek bir delile dayanarak sahip olunan bilgiden daha güçlüdür. Çünkü bir şeyin sebepleri güçlü olup çoğaldıkça, engelleri ortadan kaldırılıp çürütüldükçe, o şeyin mükemmelliği, güçlü olması ve eksiksizliği daha da artar.

Bu hususlarda üstünlük bunun devamı, sebatı, hatırda tutulması ve zihinlerde canlandırılmasıyla gerçekleşir. Nitekim nefret de o şeyden gafil olmak, yüz çevirmekten meydana gelir. Bilgi, tasdik, sevgi, tazim ve bunun gibi kalbte olan hususlar sebeplerinin devamı ve sebeplerinin meydana gelmesiyle devam edip meydana gelen araz ve hallerdir. İyi her ne kadar kalbte ise de, gaflet onun gerçekleşmesine aykırıdır. Bir şeyi bilen bir kimse gafleti halinde o şeyi bilip de hatırında onu tutandan daha aşağıdadır. Rasûlullah (s.a.v) ashabından olan Umeyr b. Habib el-Hatmî bir seferinde iman artar ve eksilir der. Yanında bulunanlar artması ve eksilmesi ne demektir diye sorunca, şöyle der:

Allah'a hamdedip onu andığımız ve tesbih ettiğimizde bu imanın artışıdır. Gaflete düşüp unutup zikrini hatırımıza getirmeyişimiz ise imanın eksilişi demektir.

6 - İnsanın sahip olduğu şeyler arasında iman kadar hiçbir şey artıp eksilmez ve farklılık göstermez. Değişmez kabul edilen bütün sıfat ve fiiller arasında ne kadar farklılık olursa olsun, imanın üstünlük göstermesi bundan daha da büyüktür. Meselâ insan bizzat kendi içinde kalbindeki sevginin arttığını bilmektedir. Bu ister çocuğuna, ister karısına, ister liderine, ister vatanına, ister arkadaşına, ister herhangi bir şekle, yahut atına, bahçesine, altına, gümüşe ve benzeri herhangi bir mala duyduğu sevgi olsun, farketmez.

Bilindiği gibi sevgi, ilk olarak kalbin sevilen şeye ilgi duymasıyla başlar daha sonra kalb ona doğru akar. Arkasından borç isteyenin borç istediği kimseden ayrılmaması gibi, kalb ondan ayrılmak istemez. Arkasından kalbin sevdiğine köle olmasına kadar sürecek aşk ortaya çıkar. Nihayet kalb sevdiğinin kulu olur, ona itaat eder, emrinden dışarı çıkamaz.

Surete aşık olan birçok kimse, bildiğimiz gibi bu türden pek çok değişik davranışlar göstermiştir. Kimisi kendisini öldürmüş, kimisi aşık olduğu kimseyi öldürmüş, kimisi kâfir olmuş veya İslâm'dan dönmüş, yahut sonunda çıldırmış, veya aile, servet, başkanlık gibi sevilen büyük şeyleri elinin tersiyle itmiş veya bedenen onu hasta etmiştir.

Sevgi artıp eksilmez diyen bir kimsenin bu sözü, tutarsızlığı en belirgin sözlerden birisidir. Bilindiği gibi Allah'ı sevmek bakımından insanların birbirlerine üstünlükleri, sevilen her şeye göre daha ileri derecededir.

Yüce Allah ibrahim'i halil edindiği gibi, Muhammed (s.a.v)'i de halil edinmiştir.

Nitekim Rasûlullah (s.a.v)'ın şu buyrukları çok bilinen hadisler arasındadır:

"Eğer ben yeryüzü insanlarından halil (candan dost) edinecek olsaydım Ebû Bekr'i edinirdim. Fakat sizin bu arkadaşınız (Hz. Peygamber kendisini kastediyor) Allah'ın halilidir." (Buhârî, Salât 80-, Fedailu's-Sahabe3,5; Mûslim, Mesacid, 28; Vedailu's - Sahabe 2-7; Tirmizî, Menâkıb, 14-16; İbn Mâce, Mukaddime, 11)

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Allah, İbrahim'i nasıl halil edindiyse, beni de halil edinmiştir." (İbn Mâce, Mukaddime, 11)

Halillik ise mutlak sevgiden daha özel bir anlam ifade eder. Çünkü peygamberler ve mü'minler Allah'ı sever, Allah da onları sever.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah öyle bir topluluk getirir ki, o onları sever, onlar da onu severler." (Mâide, 54)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Mü'minler, en çok Allah'ı severler." (Bakara, 165)

Yüce Allah takva sahiplerini, adalet yapanları, çokça tevbe edenleri, yolunda birbirlerine kurşunla kaynatılarak kenetlenmiş bina gibi saf saf çarpışanları sevdiğini haber vermiştir. Rasûlullah (s.a.v) birden çok kimseye sevdiğini bildirmiştir. Nitekim sahih hadiste belirtildiğine göre o,Hz. Hasan ile Üsâme hakkında şöyle demiştir:

"Allahım! Ben gerçekten bunları seviyorum, sen de onları sev, onları sevenleri de sev." (Tirmizî, Menakıb, 30)

Amr İbnü'l-As Hz. Peygamber'e:

İnsanlar arasında en çok kimi seviyorsun? diye sorunca, Hz. Peygamber:

"Aişe'yi" der.

Amr: Hayır erkeklerden sordum deyince, Hz. Peygamber:

"Babasını" der. (Buhârî, Fedailu's-Sahabe, 6)

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Allah'a yemin ederim ki, ben gerçekten sizi seviyorum." (Bkz. Ebû Dâvûd, Vitr, 26; Tirmizî, Zühd, 30; Mûsned, 3,141; V, 229, 236, 239, 245...)

Allah'ı sevmek hususunda insanlar arasında mahlûkatın en faziletlileri olan Hz. Muhammed ve Hz. İbrahim -ikisine de selam olsun- insanlar arasında bu hususta en aşağı derecede olan kimse -mesela kalbinde zerre ağırlığı kadar imandan eser bulunan kişi- arasında değişip durmaktadırlar. Bu iki sınır noktası arasında ancak yerin ve göklerin Rabbinin bilebileceği kadar birçok dereceler vardır. Çünkü yaratıkların türleri arasında Ademoğulları kadar biri ötekine üstünlük sağlayarak fark gösteren başka bir tür yoktur. Çünkü mesela bir tek atın bir milyon ata bedel olduğu görülmemiştir.

Halbuki Buharî ile Müslim'de Ebû Zerr'den gelen rivayete göre Peygamber (s.a.v) 'in yanında oturduğu bir sırada insanların şereflilerinden bir adam yanından geçer. Hz. Peygamber:

"Ey Ebû Zerr! Bunu tanıyor musun?" diye sordu. Ben:

"Evet ey Allah'ın Rasulü! dedim.Bu öyle bir kimsedir ki evlenmek üzere bir kıza talib olursa, o kızı ona vermeye değer. Konuşursa sözü dinlenir. Eğer bir süre görülmezse, durumu sorulur."

Daha sonra zayıf müslümanlardan bir kişinin yanından geçer. Hz. Peygamber:

"Ey Ebû Zerr!Bunu tanıyor musun?" diye sorar. Ben evet ey Allah'ın Rasulü dedim.

"Bu insanların zayıflarından birisidir. Böyle bir kimse bir kıza talip olursa evlendirilmez. Konuşursa sözünü dinleyen olmaz. Görülmezse kimse onu sormaz."

Hz. Peygamber şöyle buyurdu:

"Ey Ebû Zerr! Andolsun ki, bu öteki gibi yer dolusu kadar kişiden hayırlıdır." (Buhârî, Nikâh, 15; Rikaak 16; Tirmizî, Nikâh 5; İbn Mâce, Zühd 5)

Söylediklerinde haddi aşmayan o doğru sözlü kişi bize haber vermiştir:

Ademoğullarından bir tek kişi yine Ademoğullarından yer dolusu kadar kişiden hayırlı olabilmektedir. Onların sadece bir kişisi, meleklerden daha faziletli ve yine onlardan bir kişi hayvanlardan daha kötü olduğuna göre, onların aralarında fazilet farkı meleklerin aralarındaki fazilet farkından daha büyüktür demektir. Onların arasındaki fazilet farkının esası ise Allah'ı bilmek ve tanımaktır. Böylelikle bu hususta aralarındaki fazilet farkını ancak Yüce Allah'ın tesbit edebildiğini öğrenebiliyoruz. Onların sevdikleri şeyler arasında o şeye duyulan sevgi hususunda birbirlerinden üstün olduklarını bilen herkes şunu da bilsin ki, Allah'ın sevgisi hususunda birbirlerine üstünlükleri daha ileri boyuttadır.

Korktukları şeyden korkmak hususunda önünde zilletle boyun eğdikleri şeye karşı zilletle boyun eğmek hususundaki birbirlerine üstünlükleri de böyledir.

Bildikleri şeyler bakımından tasdik edip ikrar ettikleri şeyler bakımından da durum aynıdır. Eğer melekleri ve sıfatlarını tanımakta, onları tasdik etmekte, birbirlerinden üstün iseler, şunu bilmek gerekir ki, Allah'ı ve sıfatlarını bilmek ve O'nu tasdik etmek hususundaki üstünlükleri daha ileri boyutlardadır.

Aynı şekilde insanın ruhunu ve niteliklerini tanımak, onu tasdik etmek, yahut cinleri ve niteliklerini tanıyıp onları tasdik etmek veya ahirette bulunan nimet ve azabları tanımak -kendilerine haber verilen şekliyle yenecek, içecek, giyilecek, evlenilecek ve mesken olarak kalınacak şeyleri- olduğu gibi bilip tanımakta birbirlerine üstünlükleri olduğu gibi, Allah'ı ve sıfatlarını tanımakta, onu tasdik etmekteki üstünlükleri bundan daha da büyüktür. Yine bu alandaki üstünlükleri nefs-i natıka demek olan ruhu tanımaktaki üstünlüklerinden ahiretteki nimet ve azabı tanımaktaki üstünlüklerinden daha da fazladır.

Hatta eğer kendi bedenlerini, niteliklerini, sıhhat ve sağlığını ve buna bağlı olan diğer hususları bilmekte birbirlerine üstün oldukları gibi, Allah'ı tanımak hususundaki üstünlükleri çok daha büyüktür. Bilinen ve söylenen her şey Allah'ı tanımanın kapsamı içerisindedir. Çünkü onun tarafından yaratılmadık bir varlık yoktur. Bütün yaratıkların nitelikleri, isimleri, takdirleri ve fiilleri şanı Yüce Allah'ın güzel isimleriyle yüce sıfatlarına işaret eden belgelerdir. Çünkü mahlûkattaki bütün kemal, onun kemalinin etkisiyle varolmuştur. Herhangi bir mahlûk için söz konusu olan bir kemale, yaratıcı daha lâyıktır. Herhangi bir mahlûkun münezzeh olduğu her eksiklikten, yaratıcının münezzeh olması daha yerindedir. Bu ise her taifenin izlediği yola ve kullandığı terimlere göre değişir. Kimisi der ki:

Ma'lülün kemali, illetinin kemalinden dolayıdır. Kimisi de der ki:

Yaratılmış sanat eserinin kemali, o sanatın sanatkarının ve yaratıcısının kemalinden gelir.

İmam Ahmed'in Müsned'de İbn Hibban'ın Sahih'inde, İbn Mes'ud'dan rivayet ettiği hadise göre Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Herhangi bir kula bir keder ve bir üzüntü isabet eder ve o da: "Allahım! Ben senin kulunum. Senin kulunun oğluyum. Mukadderatım senin elindedir. Ben senin hükmünün mahkûmuyum. Hakkımdaki hükmün adaletlidir. Kendine ad olarak verdiğin yahut kitabında inzal buyurduğun veya yarattıklarından birisine öğrettiğin, ya da gayb bilgisinde kendi katında sadece kendine sakladığın bütün isimlerinle senden Kur'an'ı kalbimin baharı, göğsümün nuru, kederimin gidericisi, üzüntü ve gamımın yok edicisi kıl" diyecek olsa mutlaka Allah onun keder ve üzüntüsünü giderir ve onun yerine bir sevinç verir."

Ashab-ı kiram sorar:

Ey Allah'ın Rasulü bunları öğrenmeyelim mi? Hz. Peygamber de:

"Elbette öğreniniz! Bunları işiten kimsenin öğrenmesi gerekir" (Mûsned, 1,391,452) buyurdu.

Bu hadis-i şerifte Yüce Allah'ın gayb ilminde sadece kendisi için sakladığı, yalnız kendisinin bildiği birtakım isimlerinin bulunduğunu haber vermektedir.

Allah'ın isimleri ise onun sıfatlarını içermekte olup sadece özel isimden ibaret değildirler. Aksine Yüce Allah'ın Âlim, Kâdîr, Semi, Basir, Rahim, Hakim ve buna benzer isimlerinin her birisi, öteki ismin işaret etmediği sıfatlarından birtakım manalara işaret etmektedir. Bununla birlikte Allah'ın zatına işaret etmek, hepsindeki ortak özelliktir. Allah'ın isimleri arasında yalnızca kendisinin bildiği birtakım isimler olduğuna ve yine onun isimleri arasında kullarından dilediği kimselere öğrettiği isimler de bulunduğuna göre, Allah'ı tanımakta insanların birbirlerine üstünlüğünü bildikleri bütün şeyler arasında birbirlerine üstünlüklerinden daha büyük olduğu da anlaşılmış olur.

Böylelikle kelâmcı ve felsefeciler arasından Allah'ı hakkıyla tanıdıklarını ve artık Allah'ın tanımadıkları bir sıfatının kalmadığını, onların tanımadıkları bir sıfat hakkında sübutuna dair bir delilin bulunmadığını iddia edenlerin bu iddiasının esasen söz konusu olamayacağı da açıkça anlaşılmış olmaktadır.

Böyle bir iddiada bulunanlar yanlış yapıyorlar, hata içerisindedirler, bid'atçidirler, sapıktırlar, buna dair delilleri de çürüktür. Çünkü bir şey konusunda kesin ve zannî delilin bulunmaması -onun sabit olması mutlaka o delili gerektirici olduğunun bilinmesi hali dışında- yokluğuna delildir. Eğer bir şey varsa, onun çeşitli yollarla varlığının nakledilmesi gerekir. Bu da o şeyin sübutunu gerektirir. Gerektiricinin yokluğuyla gerekenin yokluğuna delil gösterilir. Mesela Şam ile Hicaz arasında Bağdat ve Kahire gibi büyükçe bir şehir bulunmuş olsaydı, insanların buna ilişkin haberi nakletmeleri gerekirdi. Bir veya iki, ya da üç kişi böyle bir haberi aktaracak olursa, o takdirde onların yalan söyledikleri bilinir.

Yine eğer Peygamber (s.a.v)'in döneminde Müseyleme, Esved Ansî, fuleyha ve Secah gibi bazı kimseler peygamberlik iddiasında bulunmuş olsaydı, bu gibi kimselere ilişkin haberlerin aktarıldığı gibi o kimsenin de haberlerinin nakledilmesi gerekirdi. Eğer bir kimse Kur'an'ın benzerini meydana getirmek için ortaya çıksa ve insanlar tarafından onun Kur'an'ın bir benzerini meydana getirdiği zannedilecek olsa, bu da yalancı Museylime'nin uydurma Kur'an'ı gibi mutlaka nakledilirdi. Ebû'l-Ala el-Maarrî'nin "el-Usûl ve'l-Gayat" ının ve bunların dışında kalan aklı başında olan kimsenin Kur'an'ın benzeri olacağını asla kabul etmeyeceği türden bile olsa Kur'an'a benzer metinler ortaya koymak isteyen kimselerin sözleri nakledildiği gibi, bunlar da nakledilirdi. Böylelikle benzerliğin açıkça görüldüğü nakiller adeten daha güçlüdür. Bu konuda insan tabiatı -ister seven, ister buğzeden olsun- daha isteklidir. Bu Ademoğlunun yapısında olan bir husustur.

Bilindiği gibi, eğer Hz. Ali, Hz. Ebû Bekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman dönemlerinde halifeliği isteyip bunun için savaşmış olsaydı, bunlardan sonra meydana gelen olayları naklettiği gibi insanların bunu da nakledip aktarmaları gerekirdi. Peygamber (s.a.v) eğer Hz. Ali'ye (hastalığı esnasında) insanlara namaz kıldırması emrini vermiş olsaydı, bunun da aktarılması gerekirdi. Tıpkı Hz. Peygamber'in, Hz. Ebû Bekir'e emir verip insanlara namaz kıldırmasını naklettikleri gibi. Eğer Hz. Ali'ye halifelik ahdini vermiş olsaydı, bunu da daha önemsiz hususları naklettikleri gibi naklederlerdi.

Diğer taraftan Hz. Peygamber ve ashabının def dinlemedikleri, alkış tutmadıkları, raksı seyretmek ve çalgıyı dinlemek için bir araya gelmedikleri de bilinen bir husustur.

Yine namazlardan sonra ashabıyla birlikte dua etmek, el kaldırmak ve buna benzer işler yapmak üzere toplanmadıkları da bilinmektedir. Çünkü o böyle bir şeyi yapmış olsaydı, elbette bunu naklederlerdi.

Ayrıca yolculuk esnasında öğle, ikindi ve yatsı namazlarını dört rekat olarak kılmadığı da bilinen bir husustur.

Yine Rasûlullah (s.a.v) yolculuk esnasında bazı vakitleri dört rek'at olarak kılmış olsaydı, onun bazı vakitlerde ikişer namazı bir arada cem'ettiğini naklettikleri gibi, bunu da naklederlerdi.

Rasûlullah (s.a.v)'ın farz namazları tek başına değil de cemaatle kıldığı bilinen bir husustur. Ashabı ile birlikte teyemmüm etmek için yolculukta toprak taşımadıkları, her gece ölmüş müslümanlara namaz kılmadıkları, namaz kılmak kasdıyla mescide girdikleri her seferinde itikafa niyet etmedikleri de bilinmektedir. Necaşî dışında kimsenin gaib namazını kılmadığı bilindiği gibi, eğer o her zaman sabah namazında veya diğer namazlarda açıktan ve sünnet olan bir kunut okuduğu bilinmiş olsaydı, bunu da naklederlerdi. Nitekim belli bir kavme dua ettiği ve belli bir kavme de beddua ettiği arızî kunutlarını nakletmiş bulunuyorlar. Ve hatta bu nakilleri öbüründen daha sağlamdır, öte taraftan Hz. Peygamber'in, Arafat ve Müzdelife'de namazlarını kısaltıp cemederek kıldığı bilinen bir husustur. Eğer arkasında namaz kılan bir kimseye namazını tamamlamasını emretmiş olsaydı veya kendisi gibi namazları cemetmemesini emretmiş olsaydı insanlar bunu, bundan daha önemsiz şeyleri naklettikleri gibi, elbette naklederlerdi.

Diğer taraftan Rasûlullah (s.a.v)'ın ay hali ilk olarak başlayan kızlara bir gün ve bir gece geçtikten sonra gusletmelerini emretmediği, ashabına bedenlerine ve elbiselerine isabet eden meniyi yıkamalarını emretmediği, yine insanlar için nikahta, alışverişte, icarede ve benzeri şeylerde muayyen bir lâfız tayin etmediği de bilinen bir husustur.

Veda haccını yaptıktan sonra haccın akabinde umre yapmadı, Mina'dan Mekke'ye kurban bayramının birinci günü geçince önce tavaf ve sa'yi yapıp arkasından ikinci defa bir tavaf yapmadı.

Buna benzer daha birçok husus vardır ki, eğer bunları yapmış olsaydı, elbette nakledilecekti.

Buharî ve Müslim gibi güvenilir eserleri tetkik edip ashabın, tabiînin ve onların yolunu izleyen -eski ve yeni- kendilerinden razı olunan imamlardan yollarını izleyenlerin sözlerini yakından tanıyan bir kimse, bizim bu konuda verdiğimiz bu örneklerin doğruluğunu yakından görmüş olacaktır.

Burada anlatılmak istenen şudur:

Eğer medlulün varlığı delilin varlığını gerektiriyorsa, delilin yokluğu da o medlulün yokluğuna delildir. Varlığı mümkünse ve bizim de onun sübut delilini bilmemiz imkân dahilinde olursa, bizim onun varoluş delilini bilmeyişimiz yokluğunun delili değildir. Allah'ın isim ve sıfatlarına dair bizim elimizde bize bunları gösterecek bir delil bulunmuyorsa, bu onların yokluğunu gerektirmez. Çünkü şeriatte olsun, akılda olsun, bizim Yüce Allah hakkında sabit olan bütün isim ve sıfatları bilmemizin kaçınılmaz olduğuna işaret eden bir delilimiz yoktur. Aksine yaratıkların en faziletlisi ve Allah'ı en iyi bilenlerin sahih hadiste şöyle dediği sabittir:

"Ben seni gereği gibi övüp bitiremem. Sen kendi zatını medh ü sena ettiğin gibisin." (Müslîm, Salât, 222; Ebû Dâvûd, Salât, 148; Vitr,5; Nesaî, Kıyâmu'l-Leyl, 51; Tirmizî, Deavat, 75,112)

Yine şefaatle ilgili olarak sahih hadiste şöyle buyurmaktadır:

"Secde ederek yere kapanır, Rabbime şu anda sayıp dökemeyeceğim kadar bana ilham edeceği hamd ü senalar ile hamdederim." (Buhârî, Tevhid 19,36; Tefsir.17; Sûre 5; Müslîm, İman, 326,327; Tirmizî, Kıyame,10)

Yaratıkların en faziletlisi Yüce Allah'a hamd ve senayı sayıp bitiremediğine ve şu anda şefaat etmek üzere secde edeceği vakit Allah'a ne şekilde hamd ve senada bulunacağını bilemediği halde, ondan başkaları nasıl olur da Allah'a yapılacak bütün hamd ve senaları, O'nun sahip olduğu bütün güzel isimleri bilebilirler?

Çünkü bunlar da O'na yapılacak hamd ve senaların kapsamı içindedir. Durum böyle olduğuna göre, Allah'ın isim ve sıfatlarını daha iyi bilip tanıyan bir kimse diğerlerine göre Allah'ı daha iyi bilip tanıyor demektir.

Hatta Peygamber (s.a.v) 'in isim ve sıfatlarını daha iyi bilen bir kimse Peygamberi daha iyi bilip, tanıyor demektir. Onun peygamber olduğunu bilen, resul olduğunu bilen gibi değildir. Onun rasul olduğunu bilen, rasullerin sonuncusu olduğunu bilen gibi değildir. Onun peygamberlerin sonuncusu olduğunu bilen, Ademoğlunun efendisi olduğunu bilen gibi değildir. Bunu bilen Yüce Allah'ın Peygamber Efendimize özel olarak verdiği şefaati, havzı, makam-ı mahmudu, İslâm milletini ve buna has özel faziletleri verdiğini bilen gibi değildir. Onun özelliklerinden herhangi birisini bilmeyen her kişi de kâfir olmaz. Hatta mü'minlerin pek çoğu, onun birçok fazilet ve özelliğini işitmemiştir.

Aynı şekilde Yüce Allah'ın bazı isim ve sıfatlarını bilmeyen her kişi de kâfir olmaz. Çünkü mü'minlerin birçoğu Allah'ın peygamberinin vasfettiği haberlerin bir çoğunu işitmemiştir.

Bu ve benzeri hususlar kalbte bulunan imanın üstünlük gösterdiğini açıklamaktadır. Zahîr olan söz ve amellerde insanlar arasında üstünlük bakımından fark olduğunda ise hiçbir kimsenin anlamayacağı bir durum yoktur bu konuda kimsenin şüphesi olmaz.

Doğrusunu en iyi bilen Allah'tır.