Namaz ve diğer ibadetlerin iman olarak adlandırılması

Ben derim ki:

O sanki bu konuda ashab-ı kiramın ve onlara tabi olanların icmaını kastetmiş gibidir. Veya hükümlerde ona mü'min denilmeyeceğini anlatmak istemiş ve bu hükümlerden herhangi birisini inkâr etmesi halinde müslüman olamayacağını söylemek istemiş olabilir. Ya da Rasûlullah (s.a.v)'ın bunları haber verdiğini bildiği halde, onu tasdik etmemesi halinde veya o heva ehlinin muhalefetini icmaa muhalefet olduğu görüşünde olmadığından böyle demiş olabilir. Yoksa Ebû Talib (yani Ebû Nasr el-Mervezî) onların neler söylediklerini bilen birisiydi.

Her şeyin en iyisini Allah bilir ama, onun kastettiği bu olmalıdır. Çünkü sözü geçen eserinin "33 ncü faslı" nı İslâm ve imanın ayrıntılı bir şekilde ve kalblerin itikad olarak amellerini cemaat ehli görüşü doğrultusunda açıklanmasına ayırmıştır. Onun bu söyledikleri birçok kimsenin söylediğinden daha güzeldir.

Fakat iki hususta onunla anlaşmazlık söz-konusudur.

1 - Sevabı hak eden müslüman kimsenin Cibril hadisinde zikredilmiş tafsilatlı ve farz olan imana sahip olması kaçınılmaz bir şeydir.

2 - Peygamber (s.a.v) müslüman kelimesinden ayrı olarak "mü'min" adını da mutlak olarak kullanır. Peygamber (s.a.v)'ın; "Müslüman mıdır?" buyruğu buna örnektir. Çünkü o kişi mü'minlerin havassından ve faziletlilerinden değildi. Şöyle diyor gibidir:

Bu kimse mukarreb olan ilk müslümanlardan olmayıp orta yollu hareket eden iyi kimselerden olduğundan dolayıdır. İşte bu iki husus ilim adamlarının çoğunluğunun anlaşmazlık içerisinde olduğu hususlardır.

Derler ki:

Peygamber (s.a.v) o kişi hakkında "müslüman mıdır?" sözünü,o mü'minlerin, ilk müslümanlar ve mukarrebler gibi mü'minlerin havas ve faziletlilerinden olmadığından dolayı söylemiş değildir. Çünkü durum böyle olsaydı, imanı orta yollu hareket eden takva sahibi yemin ashabından olup Sabikûn ve Mukarrebun'dan olmamakla birlikte azabsız olarak kendilerine cennetin vadolunduğu iyi kimselerden mutlak imanı nefyetmesini gerektirirdi. Durum ise böyle değildir. (Ashab-ı Yemîn, Sâbikûn ve Mukarrebûn için bk. Vakıa, 5-11 vd. ile 88 vd)

Aksine mukarreb olan sabikûn ile birlikte bütün ashab-ı yemine azabsız olarak cennet vadedilmiştir. Böyle olan herkes müslüman ehl-i sünnet ve ehl-i bid'at olan bütün müslümanların ittifakıyla mü'mindir.

Eğer imanı itibariyle bir başkası kendisinden daha faziletlidir diye bir başkasının imanını nefyetmek caiz olsaydı, Allah'ın takva sahibi velilerinin bir çoğundan imam nefyetmemiz gerekirdi. Hatta birçok peygamberden bu imanı nefyetmeliydik. Bu ise son derece tutarsızdır. Bu görüş, "ismin nefyedilmesi müstehab olan kemalin nefyedilmesi dolayısıyladır" diyenlerin sözünü andırmaktadır.

Bu şekilde tutarsız sözlerin Allah ve Rasülünün sözleri arasında bulunmadığını daha önce belirtmiştik. Aksine bu hadis hakkında, "müslümandır fakat mü'min değildir" denilen kimseyi özellikle zikretmiştir. Dolayısıyla böyle bir kimsenin cennet ehli arasında orta yollu hareket eden "Ebrar" derecesinden ve imanının da bütün bu sınıfların imanından daha eksik olması kaçınılmaz bir şeydir. Böyle bir kişi, bütün bunların yerine getirmekle emrolundukları imanı tümüyle gerçekleştirmemiştir.

Diğer taraftan eğer böyle bir imanı gerçekleştirmeye güç yetirebildiği halde, farz olanı terketmişse, yerilmeyi hak etmiş demektir. Eğer onun bu gibi kimselerin kendisiyle vasfolundukları imana kadir olmadığı kabul edilirse, onların imanı gibi bir imanı gerçekleştirmekten aciz olur ve bu onun üzerinde farz olmaz. Bu kişi cennete girse bile, icmalî bir imanı elde edip de imanın tafsili hallerini bilmeden ve bunları gerçekleştirmeden ve amel olarak bunun herhangi bir şeyini de yerine getirmeden, öldüğü kabul edilen bir kimse gibi olmaz. Böyle bir kişi cennete girer, fakat ötekiler gibi değildir.

Fakat şöyle denilebilir. "Ebrâr" (iyi olan kimseler) ashab-ı yemindir. Bunlar aynı zamanda derecelerin de sahibi olan kimselerdir.

Nitekim Peygamber (s.a.v)'den gelen sahih hadiste o şöyle buyurmuştur:

"Güçlü mü'min zayıf mü'minden daha hayırlıdır ve Allah tarafından daha çok sevilir. Bununla birlikte hepsi de hayırlıdır." (Müslim, Kader, 34; İbn Mâce, Mukaddime, 10, Zühd, 14; Müsned, II, 366, 370)

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Mü'minlerden özür sahibi olmaksızın oturanlarla Allah yolunda... cihad edenler bir olmaz." (Nisa, 95)

Buna göre güçlü olan mü'minin cennetteki derecesi daha üstündür. Her birisi üzerinde fara olanı eksiksiz olarak yerine getirmiş olsa dahi böyledir. Bu mü'minlerin havas olanlarından değildir şeklinde sözleriyle Ebû Talib (Muhammed b. Nasr el-Mervezî) ve başkaları şu manayı anlatmak istemiş olabilirler:

Yani onun imanı has bir imanı gerçekleştirmiş kişinin imanı gibi değildir. İster ebrardan olsun ister mukarreblerden, velek ki aciz olduğundan yahut da onunla emrolunmadığından dolayı farz olan bir şeyi terketmiş dahi olsun o yerilmiş bir kimse değildir. Bununla birlikte ötekiler gibi de övülmez. Ayrıca sözü geçen mukarreblerden olması da gerekmez.

Şöyle denilir:

Bu da aynı şekilde ondan imanı nefyetmez. Yine o mü'min değil, müslümandır da denilir. Nitekim:

O kişi alim de, müşkil de değildir, ictihad ehlinden de değildir denildiği gibi.

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Sizden herhangi bir kimse Uhud dağı kadar altın harcayacak olsa dahi onların (ashab-ı kiramın) herhangi birisinin bir avuç kadar yahut onun yarısı kadar yaptığı harcamasına dahi ulaşamaz." (Buhârî, Fedâilu Ashâbin-Nebiyy, 5; Müslim, Fedâilu's - Sahâbe, 221, 222; Ebû Dâvûd, Sünne, 10; Tirmizî, Menâkib, 58; İbn Mâce, Mukaddime, II, Müsned, III, 11)

Bunun benzerleri pek çoktur. Çünkü faziletli bir kimsenin kendisi sebebiyle üstünlük sağladığı her şey kendisinden daha alt derecede olanların altından kalkabileceği bir iş olmayabilir, işte imanın hakikatleri de böyledir, insanların birçoğu bunların altından kalkamaz. Hatta çoğunluğu bunu yerine getiremez. Bunlar ise şanı Yüce Allah'ın kendileri sebebiyle başkalarını üstün ve faziletli kıldığı imanın hakikatlerini gerçekleştirenlerden olmamakla birlikte cennete girerler. Kendilerine farz olan bir şeyi -başkalarına farz olmakla birlikte- terk etmiş değillerdir, işte bundan dolayı, imanın bir kısmı Allah tarafından verilen bir bağış ve bir lütuftur. Bu da ilim türünden bir şeydir. Açık olan İslâm ise, amel türündendir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hidayet bunlara gelince, Allah onların hidayetlerini artırdı ve onlara takvalarını verdi." (Muhammed, 17)

Bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Allah hidayet bulanların hidayetini artırır" (Meryem, 76)

"İmanlarına iman katmaları için mü'minlerin kalbine huzur ve sükunu indiren odur." (Fetih, 4)

İşte bu huzur ve sükun (sekine) un bir benzerini gerçekleştirmek insanın gücü çerçevesinde bir şey olmayabilir. Fakat Yüce Allah bunu kendi katından bir lütuf ve daha önceki bir amele mükafat olmak üzere o kişinin kalbinde meydana getirir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer onlar kendilerine öğüt verilen şeyi yapsalardı, elbette haklarında çok hayırlı ve (imanlarını da) sağlamca kökleştirmiş olurdu. O zaman biz de kendilerine katımızdan pek büyük bir mükafat verirdik ve onları elbette dosdoğru yola iletirdik." (Nisa, 66-68)

Nitekim bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Allah'tan korkun, Rasûlüne de iman edin ki rahmetinden size iki pay versin. Sizin için aydınlığı ile bürüyeceğiniz bir nur kılsın." (Hadid, 28)

"İşte bunların kalplerine imanı yazmış ve kendi katından bir nur ile onları desteklemiştir." (Mücadele, 22)

Bunun için şöyle denilmiştir. Kim bildiğiyle amel ederse, Allah onu bilmediklerine de mirasçı kılar, işte bu, kulun güç yetirebileceği şeyler türündendir. Eğer kulların güç yetirebilecekleri zahir ve bâtın ameller türünden olursa, yine bu da Allah'ın lütfü, yardımı ve onlara bu konuda güç vermesiyle olur. Fakat işler iki türlüdür.

Kimisi, Allah'ın yardımcı olmasıyla güç yetirilebilen,

Kimisi de güç yetirilemeyen şeyler türündendir.

Eğer "Yüce Allah, itaat edenlerin kalblerinde ve bedenlerinde öyle bir güç verir ki, başkasının güç yetiremeyeceği şeylere bu güç sayesinde güç yetirir" denilirse, şunu söyleriz:

Bu da doğrudur ve bu hususun kapsamına giren bir şeydir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Hani Rabbi meleklere: 'Ben sizinle birlikteyim, iman edenlere sebat verin' diye vahyediyordu..." (Enfal, 12)

Yüce Allah ayrıca şöyle buyurmuştur:

"Bir kesim ile karşılaştığınızda sebat gösterin." (Enfal, 45)

Burada onlara sebat göstermelerini emretmiştir. Diğer taraftan ise Allah'ın meleklere mü'minler için gerçekleştirmelerini vahyettiği bir sebat gösterecektir.

Anlatılmak istenen şudur:

Bazı insanların yerine getirmekle emrolundukları ve terketmeleri halinde yerilmelerinin söz konusu olduğu, bununla birlikte buna güç yetiremeyen bazı insanların bundan dolayı da yerilmedikleri bir iman türü söz konusu olabilir. Bu iman sebebiyle Allah birincisini ötekine üstün kılmakla birlikte, daha aşağıda bulunan kişi de farz olan bir şeyi terketmiş olmaz. Bir fiili işlemeye gücü yeten kimseye, o fiili işlemeye gücü yetmeyen kimseye emrolunmayan şeyler emrolunur. Bazı kimselere başkalarına verilmemiş emirler verilebilir. Fakat zahir ameller insana, eğer onlara iman ediyor, onları gerçekten yerine getirmek istemekle birlikte bedeni itibariyle bunları yerine getirmekten aciz ise, o amelleri işlemiş gibi ecir kazandırabilir.

Nitekim Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Medine'de öyle birtakım yiğitler vardır ki, siz ne kadar yol alsanız, hangi vadiyi katederseniz onlar sizinle birliktedir." Ashab:

"Medine'de oldukları halde mi?" diye sorunca şöyle buyurur:

"Evet, bunlar Medine'de oldukları halde, mazeretleri sebebiyle alıkonulan kimselerdir." (Buhârî, Cihâd, 35, Megazi, 81; Ebû Dâvûd, Cihâd, 19; İbn Mâce, Cihâd, 6; Müsned, III,102, 160, 183...)

Nitekim Yüce Allah'da şöyle buyurmuştur:

"Mü'minlerden özür sahibi olanların dışında, oturanlarla Allah yolunda mal ve canlarıyla cihad edenler bir olmaz. Allah mal ve canlarıyla cihad edenleri oturanlardan derece itibariyle üstün kılmıştır." (Nisa, 95)

Burada görüldüğü gibi, özür sahibi olanlar istisna edilmiştir.

Buhari ile Müslim'de Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Her kim bir doğruluğa (hidayete) çağırırsa, ona da kendisine uyan kimselerin ecirleri kadar ecir verilir ve ona uyanların ecirlerinden de bir şey eksiltilmez. Her kim de bir sapıklığa çağıracak olursa, ona uyanların günahlarının bir misli de onun olur. Ona uyanların günahlarından da bir şey eksiltilmez." (Müslim, Zekât, 69, İlim, 15; Nesâî, Zekât, 65; İbn Mâce, Mukaddime, 14, 15; Müsned, IV, 357, 359)

Bu hadisi Tirmizi rivayet etmiş, sahih olduğunu belirtmiştir. Hadisin lafzı şöyledir:

"Dünya dört kişi içindir: Birisine Allah ilim ve mal vermiş, bu malı hususunda Rabbi olan Allah'tan sakınır, akrabalık bağlarını gözetir, Allah'ın ona bir hakkının bulunduğunu bilir. Böyle bir kişi basamakların en faziletlisindedir. Bir kula Allah ilim verdiği halde mal nasip etmemiştir. Bu kişi de samimi bir niyetle şöyle der: Eğer malım olsaydı filanın ameli gibi amel ederdim. Bu kişi de niyetine göre ecir alır. İkisinin de ecri eşittir. Bir kula Allah mal verdiği halde, ilim vermemiştir. Bilgisizce malını saçıp savurur, malında Rabbi olan Allah'tan korkmaz, akrabalık bağını gözetmez. Allah'ın onda bir hakkının olduğunu bilmez. Bu kişi en kötü bir yerdedir. Bir kul da vardır ki, Allah ona mal da, bilgi de vermemiştir. Bu da şöyle der: Eğer malım olsaydı, filan kişinin ameliyle amel ederdim. Bu kişiye de niyetine göre verilir, her ikisinin de günahı eşittir."

İbn Mace'nin lafzı ise şöyledir:

"Bu ümmet, şu dört kişinin örneğine benzer: Allah birisine bir mal ve ilim vermiş, o da ilmi gereğince malında amel eder ve hakkı üzere malını infak eder. Bir diğerine Allah ilim verdiği halde mal vermemiştir. Bu kişi de, eğer benim şu adam gibi (ilmim) olsaydı, onun yaptığının benzerini yapardım."

Rasûlullah (s.a.v) devamla buyurdu ki:

"Bu ikisinin ecirleri birbirine eşittir. Bir diğerine Allah mal verdiği halde ilim vermemiştir. Bu kişi malını gelişigüzel kullanır ve hakkı olmayan yerde infak eder. Birisine de Allah, ne ilim ve ne de mal vermiştir. Bu da şöyle der: Eğer benim şu kişinin malı gibi malım olsaydı, onun amel ettiği gibi amel ederdim. Bunlar da günah bakımından biribirlerine eşittir."

Bunların durumu kalblerdeki imanları açısından marifet, tasdik, sevgi, kuvvet, hal ve makam itibariyle biribirlerine benzeyen iki kişi gibidir. Bunların birisinin ötekinin aciz olduğu bedenî birtakım amelleri olabilir.

Nitekim bir eserde şöyle denilmiştir:

Mü'minin gücü kalbinde, zaafı bedenindedir. Münafığın ise gücü bedeninde, zaafı kalbindedir. İşte bundan dolayı Peygamber (s.a.v) sahih hadiste şöyle buyurmuştur:

"Güçlü kuvvetli olan kişi, başkasının sırtını yere getiren kişi değil, öfke anında kendisine hakim olan kişidir." (Buhârî, Edeb, 76; Müslim, Bin, 107-108;Muvatta, Husnu'l-Huluk, 12; Müsned, II, 236,268, 507)

Yine Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Ben (rüyamda) kendimi bir kuyu başında su çekerken gördüm. Sonra su çekmek işini İbn Ebî Tuhafe (Ebu Bekir) devraldı. Bir veya iki kova çekti. Çekişinde bir zaaf vardı. Bununla birlikte Allah ona mağfiret eder. Daha sonra onu Hattab'ın oğlu aldı. O kova elinde kocaman bir kova halini aldı. (Suyu nasıl çektiğini göremiyordu) Onun çektiği gibi su çeken birini görmedim. Nihayet insanlar susuzluklarını gidermiş olarak ayrıldılar." (Buhârî, Menâkıb, 25, Fedûil'u Ashâbi'n- Nebiyy, 5,6; Tevhid, 31; Müslim, Fedâilu's Sahâbe, 19; Müsned, II, 28, 39)

Hz. Peygamber bu hadisde Hz. Ebû Bekir'in nisbeten daha zayıf olduğundan söz etmiştir. İster bu zayıflık halifelik süresinin kısalığı ve isterse Hz. Ömer'in beden gücüne nisbetle daha az olduğu anlamına gelsin şüphe yok ki, Ebû Bekir'in imanı, Ömer'den daha güçlüydü. Ömer ise ondan amel yönünden daha güçlüydü.

Nitekim İbn Mes'ud şöyle demiştir.

Ömer İslâm'a girdiği andan itibaren aziz olmaya devam etti. İmanın kuvveti ise, amelin kuvvetinden daha mükemmeldir, iman sahibine, başkasının amelinin ecri de yazılır. Hz. Ömer'in hayatında yaptıklarının bir benzeri Ebû Bekir'e de yazılır. Çünkü onu halife adayı olarak gösteren Ebû Bekir'dir.

Müsned'de iki yoldan Peygamber (s.a.v)'in bütün ümmetle tartıldığı halde, daha ağır bastığı, sonra Hz. Ebû Bekir'in ümmetle tartılıp daha ağır bastığı, sonra Hz. Ömer'in ümmetle tartılıp ağır bastığı konusunda rivayet kaydedilmektedir. (Müsned, II, 76)

Onun vefatından sonra Hz. Ömer, Ebû Bekir dolayısıyla daha önce sahip olmadığı iman ve ilim meydana gelmiştir. Çünkü onun yapmış olduğu hayra çağıran (sebep) o olmuş ve bu konudaki gayretiyle ona yardımcı olmuştur. Bir fiile yardımcı olan kimse, eğer onu kesin ve kararlı bir şekilde yapmak istiyorsa, bizzat onu yapan gibidir.

Nitekim sahih hadiste Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu sabittir:

"Bir gaziyi donatan, gaza yapmış demektir. Hayırlı bir şekilde onun aile halkını gözeten kimse de gaza yapmış demektir." (Buhârî, Cihâd, 38; Müslim, İmare, 135,136, Ebû Dâvûd, Cihâd, 20; Tirmizî, Fedâilu'l-Cihâd, 6; Nesâî, Cihâd, 44; İbn Mâce, Cihâd, 5)

Bir başka hadisinde de şöyle buyurmuştur:

"Bir hayrı gösterene, o hayrı yapan gibi ecir vardır." (Müslim, İmare, 133; Ebû Dâvûd, Edeb,115; Tirmizî, ilm, 14; Müsned, IV,120, V 274,357)

"Oruçlu bir kimseye iftar verene onun ecri gibi ecir verilir." (Tirmizî, Savm, 82; İbn Mâce, Siyam, 45; Dârimî, Savm, 13; Müsned, IV, 114,116; V, 192)

Tirmizi'nin rivayetine göre Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Musibete uğramış bir kimseye teselli eden kişiye, onun ecri gibi ecir vardır." (İbn Mâce, Cenâiz, 56; Tirmizî, Cenûiz, 71)

Bunlar gibi, iki kişi hakkında söz konusu olan durumlarda, zahiri amellerde biribirlerinin benzeri olabilirler. Hatta biri diğerinden üstün olabilir ve bununla birlikte daha aşağıda olan biri, Allah katında ötekinden faziletli olabilir. Çünkü kalbte bulunan imanı itibariyle o daha üstündür. Eğer fazilet farkı kalblerdeki iman için söz konusu olursa, daha az faziletli olan kişi, elbetteki Allah katında daha faziletli olamaz. Çünkü Yüce Allah'ın fazileti daha az olan kimseye, üstün faziletli olana bağışladığı şekilde bir iman bağışlamamış ve onun kalbine o üstün imanı kendileri vasıtasıyla elde edebileceği sebepleri de vermemiştir, işte bundan dolayı Allah, bazı peygamberleri diğer bazısından üstün kılmıştır, isterse üstün kılınmış olanın daha az üstün olana göre ameli de az olsun.

Nitekim Yüce Allah, peygamberlik süresi yirmi yılı aşkın olmakla birlikte peygamberimizi, kavmi arasında dokuzyüz elli yıl kalan Hz. Nuh'dan daha faziletli kılmıştır. Muhammed ümmetini de (diğer ümmetlere göre) üstün kılmıştır.

Bu ümmeti, ikindi namazından akşam namazı vaktine kadar amelde bulunduğu halde, günün başlangıcından öğlen vaktine kadar amel eden, ya da öğlen vaktinden ikindi vaktine kadar amel eden ümmete üstün kılmıştır.

Allah Muhammed ümmetine iki ecir verdiği halde, bu ümmetlerin her birine birer ecir vermiştir. Çünkü onların kalblerinde bulunan iman daha kamil ve daha üstündür, öbürlerinin ameli ise daha fazlaydı. Muhammed ümmetinin ecri ise daha büyüktür. Bu Yüce Allah'ın lütuf ve keremidir. O bu lütfunu dilediklerine vermiştir. Bunu da kendilerine lütfettiği ve onlara tahsis ettiği sebeplerle bağışlamıştır.

Yüce Allah'ın üstün kıldığı diğer kimselerin durumu da böyledir. Onu, mükafat bakımından üstünlüğü hak edeceği sebeplerle, daha üstün kılar. İki kişiden birisine ilim elde edebileceği bir güç ve kendisi vasıtasıyla yakîn, sabır,tevekkül ve ihlâsa nail olacağı bir güç vermesi ve Allahü Teâlâ'nın kendisi vasıtasıyla üstün kıldığı buna benzer diğer hususları bağışlaması gibi. Mükâfaat bakımından onu daha üstün kılması, iman bakımından o kişinin sahip olduğu üstünlük dolayısıyladır.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Kitap ehlinden bir zümre dedi ki: İman edenlere indirilene gündüzün evvelinde iman edin, sonunda da inkâr edin, olur ki dönerler. Ve dininize uyandan başkasına da inanmayın. De ki: Şüphesiz hidayet Allah'ın hidayetidir. Birine size verilenin bir benzeri veriliyor yahut Rabbinizin huzurunda size karşı delil getirirler diye mi böyle yaptınız. De ki: Fazilet Allah'ın elindedir..." (Al-i İmran, 72-73) ,

Bir başka ayeti Kerîmede de şöyle buyurulmaktadır:

"Allah peygamberliği kime vereceğini çok iyi bilmektedir." (En'am, 124),

"Allah meleklerden ve insanlardan rasuller seçer."(Hacc,74),

"Dilediğine mağfiret eder, dilediğine azab eder." (Al-i İmran, 129; Maide, 18).

Birçok yerde de mağfiretin ve azabın sebeplerini açıklamıştır. Aynı şekilde dilediği kimseye hesapsız olarak rızık verir. Yine onun dilediği kimselere rızkın sebeplerini tahsis edeceği de bilinen bir husustur.

İmanın bazı derecelerine insanların çoğu ulaşmaktan aciz olduğuna ve Allah bunu kullarından dilediği kimselere tahsis ettiğine göre, bu, Allah'ın kendisi vasıtasıyla onları üstün kıldığı hususlardan birisidir. Böyle bir iman başkaları hakkında söz konusu değildir. Ancak bu söz konusu olmayış başkalarını yermek şeklinde değil, başkalarına üstün kılmak şeklindedir. Çünkü yermek, emrolunan bir şeyi terketmek, ya da yasaklanan bir şeyi işlemek halinde söz-konusudur.

Fakat Ebû Tâlib'in (Muhammed b. Nasr el-Mervezî'nin) açıkladığına göre şöyle denir:

Bu gibi kimseler bir bakıma mü'min değil, müslümandırlar. Şöyle de denilir:

Bir diğer bakıma göre de bunlar mü'mindir. Buna göre o müstehab olan kemali elde edemeyen kimseden imanı nefyetmektedir. Kullar için güç yetirilemeyen bir şey olsa bile, onu elde edemeyen ve kendisi vasıtasıyla üstünlük sağlanılan kemali (diğerlerinden) nehyetmektedir. Böyle bir kemal, ona sahip olamayan kişi hakkında vacib veya müstehab bile olamamakla birlikte, başkası hakkında vacib olan bir kemali o kişiden nefyetmektedir. Ancak böyle bir husus şâriin sözlerinden bilinemez. Şâri'in sözlerinden bilinen sadece imanın nefyedilmesinin nerede sözkonusu olursa olsun, yerilmeyi gerektirdiğidir. O bakımdan bu (kemal) günahı olan kimselerin dışındakilerden nefyedilmiştir.

Böylelikle Peygamber (s.a.v)'in:

"Müslüman mıdır?" buyruğu bâtınî ve zahiri görevlerin feda edilmesi hakkında olduğu açıkça anlaşılmış olmaktadır. Nitekim büyük kalabalıklar böyle demiştir.

Diğer taraftan bir başka kesim şöyle demektedir:

"(Hz. Peygamberin hakkında) Müslümanda mı?" diye sorduğu kişi, beraberinde imandan eser bulunmayan bir münafık da olabilir. Bunlar ise sözü geçen bedevi araplar münafıktı, beraberlerinde imandan eser yoktu, diyen kimselerdir.

Muhammed b. Nasr gibi bir kesimin desteklediği bir görüştür bu. Çoğunluk ise şöyle demektedir:

Bunlarda bir münafıklık şubesi bulunmakla birlikte hiçbir amelleri kabul olunmayacak münafıklardan değillerdir. Aksine bunlar Allah için işlediklerinin kabul olunmasını sağlayacak bir tasdike de sahiptirler. İşte bundan dolayı, onları müslümanlar olarak değerlendirmiş ve bundan dolayı:

"Eğer siz doğru söyleyen kimseler iseniz sizi imana muvaffak etti diye Allah size himmet eder." (Hucurat 17) diye buyurmuştur.

Bunlar benzeri kanaati tasdike sahip olmakla birlikte imanın kendisinden nefyedildiği zani, hırsızlık ve buna benzer kişiler hakkında da söylemiştir ki bu açıklama şekli bu gibi kimseler hakkındaki üç görüşten en sahih olanıdır.

Ebû Talib (Muhammed b. Nasr el-Mervezî):

Bir vacibi terkettiğinden dolayı yerilen kimseyi kendilerine hiçbir şey verilmeyen müellefe-i kulubten saymıştır. Böyle bir kişiyi başkası kendisinden daha faziletli olan bir mü'min kabul eder. Çoğunluk ise şöyle demektedir:

Bu gibi kimseler hakkında imanın değil de, İslâm'ın varolduğundan söz etmek (hadis-i şerifte) söz konusu edilen o kişinin mü'min değil de, müslüman olduğunu tesbit etmek gibidir ve her ikisi de yerilir. Bunun yerilme sebebi de, onun sadece başkasından daha faziletli olduğundan dolayı değildir.

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Mü'minler arasından imanı en kamil olan, ahlâkı en güzel olanlarıdır." (Ebû Dâvûd, Sünne, 14; Tirmizî, İman, 16; Dârimî, Rikâak, 74; Müsned, II, 250, 472, VI, 47,99)

Bununla birlikte daha aşağıda bulunan kimsede de iman olmadığım söylememiştir.

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Sizden fetihten önce infak edip savaşanlar bir olmaz. Onlar sonradan infak edip savaşanlardan derece itibariyle daha üstündür. Bununla birlikte hepsine de el-Hüsnâ'yı (cenneti) vadetmiştir." (Hadid,10)

Burada Yüce Allah, daha üstün olanın da, daha aşağıda olanın da mü'min olduğunu belirtmiştir. Bu konuda müslümanlar arasında ittifak vardır.

Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

"Hakim, ictihad edip isabet ederse iki ecri vardır. İctihad edip hata ederse bir ecri vardır." (Buhârî, İ'tisâm, 20, 21; Müslim, Akdiye,15; Ebû Dâvûd, Akdiye, 2; Tirmizî, Ahkâm, 3; Nesâî, Kudât, 3; İbn Mâce, Ahkâm, 3; Müsned, 2,187, IV ,198 ,204 ,205 )

Kurayza oğulları halkında hükmünü verince de Sad b. Muaz'a şöyle demiştir:

"Andolsun onlar hakkında, yedi semavatın üstünde mutlak melik (Yüce Allah) ın hükmünü verdim." (Buhârî, Cihâd,168 Megazi 30, Menakibu'l Ensâr, 12, isti'zân, 26; Müslim, Cihad, 65, Müsned, III, 22; VI, 142)

Ayrıca Hz. Peygamber bir ordu, yahut askerî bir birlik başında gönderdiği kimseye şöyle derdi:

"Bir kale halkını kuşattığında, onlar senden Allah'ın küfrü üzere inmelerini isteyecek olurlarsa, Allah'ın hükmü üzere inmelerini kabul etme, çünkü sen Allah'ın haklarında neyi hükmettiğini bilmezsin. Fakat onları senin ve arkadaşlarının hükmünü kabul etmek şartıyla inmelerine izin ver." (Ebû Dâvûd, Cihâd, 82; İbni Mâce, Cihâd, 38, Dârimî, Siyer, 8; Müsned, V, 358)

Bu üç hadis de Sahih Buhari'de bulunmaktadır. Hz. Süleyman'la ilgili olarak nakledilen hadis-i şerifte de şöyle dediği bildirilmektedir:

"Senin hükmüne uygun bir hüküm (vermeyi) dilerim."

Bu ve benzeri diğer naslar ashab-ı kiramın ve güzel bir şekilde onlara uyan tabiînin üzerinde ittifak ettikleri şeyin şu olduğunu göstermektedir:

İki kişiden birisine öyle bir içtihadı lütfeder ki, bunun sayesinde başkasının âciz olduğu bilgiyi elde eder, o bakımdan onun iki ecri olur. Diğeri ise böyle bir ictihaddan âciz kalır. Bunun da bir tek ecri vardır ve günahı yoktur. Bu Allahü Teâlâ'nın ötekine tahsis ettiği bir bilgidir. Onun gereğince zahiren ve bâtınen amel etmek de imanını arttırır, işte bu, onun için farz olan bir imandır. Çünkü buna güç yetirebilir. Başkası ise bundan âcizdir, onun için farz değildir. Bu durumda ictihad eden kişi, kendisi için farz olan bir imanla üstünlük sağlamıştır. Bu iman ise bundan âciz olan kimseler hakkında farz değildir.

Haberle, ya da amelle ilgili meselelerde ümmetin anlaşmazlığa düşüp de Allahü Teâlâ'nın bunlardan birisine hakkın kendisini dinleyip özel olarak lütfetmesi, diğer taraftan ötekinin ictihad etmekle birlikte acze düştüğü bütün hususlarda durum budur. Her iki kesim de övülmeye değer bir sevap alır ve mü'mindir. Fakat Allah, bunlardan birisinin ötekine daha üstün kılmış olduğu şey sebebiyle üzerine farz olan bir imanı tahsis etmiştir. Bu konuda isabet kaydetmeyen kişi ise yerilmeyi de, cezalandırılmayı da hak etmez. Bununla birlikte ötekisi isabet etmeyenin yaptığını yapacak olursa, yerilir ve cezalandırılır. Nitekim Allah bizim peygamberimizin bu ümmetini kendisi sebebiyle üstün kıldığı bir şeriati tahsis etmiştir. Eğer bizler bu şeriatte bize verilen herhangi bir emri terkedecek olursak, bu bizim yerilmemize ve cezalandırılmamıza sebep olur. Bizden önceki peygamberler ise bunu terkettikleri için yerilmezler. Fakat Muhammed (s.a.v)'e Yüce Allah diğer peygamberlere göre bir üstünlük verdiği gibi, onun ümmetine de diğer ümmetlere göre üstünlük vermiştir. Bununla birlikte hiçbir peygamberin yerilmesi ve onlara uyan ümmetlerden hiç bir ümmetin yerilmesi söz konusu değildir.

Aynı şekilde insanın ancak güç yetirebildiği iman ona farz olduğuna göre, o insan bunu yaptığı takdirde Allah'ın onun sebebiyle kendisine vadettiği cennete hak kazanır. Eğer böyle birisine mü'min değil de müslüman adı veriliyorsa, müslüman diye adlandırılan kimsenin cennetin kendilerine vadolunduğu kimselerden olması gerekir. Bedevi araplar ve Peygamber (s.a.v)'in kendisi hakkında "müslüman mıdır" dediği kimse ve müslüman olmakla birlikte kendisinden imanı nefyettiği zina eden, içki içen, hırsızlık yapan, sıkıntılarından yana kendisini emniyette görmeyen komşu, kendisi için sevdiği hayrı kardeşi için sevmeyen ve bunun dışında kalan diğer kimseler gibi müslüman olmakla birlikte kendilerinden imanı nefyettiği diğer insanların durumunda olur. Fakat durum böyle değildir.

Çünkü Yüce Allah cennet vaadini, ancak iman ismine bağlı olarak yapmıştır, İslâm'ı farz kılmakla onu kabul edip beğendiği din olduğunu, ondan başka bir dini kabul etmeyeceğini belirtmekle birlikte cennet vaadini İslâm adına bağlı kılmıştır. Bununla birlikte o:

Cennet müslümânlara vadolunmuştur denildiği gibi, Allah müslümânlara cenneti vadetmiştir de dememiştir. Aksine bu konudaki iman adını zikretmiştir.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Allah mü'min erkeklere de mü'min kadınlara da içinde ebediyyen kalmak üzere, altından ırmaklar akan cennetler vadetti." (Tevbe, 72)

Burada Yüce Allah cennet vaadini mutlak iman adıyla veya şu buyruğunda olduğu gibi "salih amel" kaydıyla vadetmektedir:

"İman edip salih amel işleyenler, işte bunlar muhakkak yaratılanların en hayırlılarıdır. Onların rablerinin yanındaki mükafatları, altından ırmaklar akan Adn cennetleridir..." (Beyyine, 7-8),

"İman edip salih amel işleyenlere şu müjdeyi ver: Gerçekten onlar için altından ırmaklar akan cennetler vardır. Orada kendilerine o meyvelerden rızık olarak her ne verilirse, her seferinde: Ha, bu bizim daha önce rızıklandığımız şeydi, diyecekler..." (Bakara, 25),

"Şüphe yok ki, iman edip de salih amel işleyenler namazı dosdoğru kılanlar, zekâtı verenlerdir. Rableri katında ecirleri vardır. Onlara hiç bir korku yoktur. Onlar üzülecek de değillerdir." (Bakara, 177),

"İman edip de salih ameller işleyenlere ise ecirlerini eksiksiz olarak verecek, birde lütfundan onlara fazlasını da bağışlayacaktır." (Nisa, 173),

"Allah'a iman edip de sımsıkı sarılanlara gelince, kendisinden bir rahmetin ve lütfün içine onları sokacak ve kendisine varan dosdoğru yola ulaştıracaktır." (Nisa, 174),

"İman edip de salih amel işleyenleri ise içinde ebediyyen kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere sokacağız. Orada onlar için tertemiz eşler de vardır. Onları koyu bir gölgeliğe koyacağız." (Nisa, 57)

Diğer ayet-i kerimede ise şöyle buyurulmaktadır:

"Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir?" (Nisa, 122),

"İman edip salih amel işleyenlere ise ecirlerini tamamen verecektir. Allah zalimleri sevmez." (Al-i İmran, 57),

"Allah iman edip de salih amel işleyenlere mağfiret ve çok büyük bir mükafaat vadetmiştir." (Maide, 9),

"Kim iman edip (halini) ıslah ederse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmezler de." (En'am,48),

"İman edip de salih ameller işleyenler ise -ki biz hiçbir kimseye gücünden başkasını yüklemeyiz- işte onlar cennetliklerdir ve onlar orada ebediyyen kalıcıdırlar." (A'raf, 42)

Bu anlamda daha birçok ayet-i Kerîm vardır.

Cennet ahirette rahmet ve azabdan kurtuluş vaadi, bir taraftan mutlak iman adını bağlı olarak verilirken, diğer taraftan da salih amel ve benzeri kayıtlara bağlı olarak verilmiştir.

Daha önce de açıkladığımız gibi, mutlak imanın kapsamına Allah'ın ve Rasûlünün emrettiği şeyleri işlemek de girmektedir. Fakat bu vaadler İslâm adına bağlı olarak verilmemiştir. Eğer kişinin güç yetireceği kadar imanı yerine getirip onun tafsilatını bilmekten âciz kalırsa,böyle bir kimseye mü'min değil, müslüman adı verilebilseydi, bu kişi cennet ehlinden olur ve cennete mü'min adı verilmese bile, müslüman adı verilen kimsenin hak kazanacağı söz konusu olurdu. Halbuki durum böyle değildir. Çünkü cennet, ancak iman adıyla ilgili olarak vaadedilmiştir. işte bu da şu görüşü ileri sürenlerin gösterdikleri deliller arasındadır:

Müslüman olan herkes, kendilerine cennet vadolunan mü'minlerden değildir. Çünkü durum böyle olsaydı, cennet vaadi İslâm adına bağlı olarak verildiği gibi, tıpkı Yüce Allah'ın şu ve benzeri buyruklarında görüldüğü gibi iman, takva ve birr isimlerine bağlı olarak da vaadedilirdi:

"Muhakkak takva sahipleri cennetlerde ve pınarlardadırlar." (Kamer, 54),

"Muhakkak ki Ebrar (iyiler) nimetler içerisindedirler." (İnfitar, 13)

Diğer taraftan Allah'ın velileri (dostları) adına bağlı olarak zikredildiği gibi, islâm adına bağlı olarak da cennet vadedilirdi. Yüce Allah'ın şu buyruğunda Allah'ın velileri adına bağlı olarak cennet vaadolunmuştur:

"Haberiniz olsun ki, Allah'ın velileri için hiçbir korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar iman edip takvaya devam edenlerdir. Onlar için dünya hayatında ve ahirette müjdeler vardır. Allah'ın sözlerinde asla değişme yoktur. İşte bu, en büyük kurtuluşun ta kendisidir." (Yunus, 62-64)

Yüce Allah İslâm adını bu şekilde zikretmediğinden dolayı, İslâm'ın ad olduğu şeyin (müsemmasının) bir takva, Allah'ın velileri gibi isimlerde söz konusu olduğu şekilde, imanın ad olduğu şeyleri gerektirmez, İslâm adı aynı zamanda, Yüce Allah bu ismi alan kimseye kendisine itaat etmesi dolayısıyla sevap verecek olsa bile, tehdide muhatap olan kimseleri de kapsamına alır.

Meselâ kalbinde iman ve onunla azaba uğrayacağı nifakın bulunduğu kimse bu durumdadır. Yüce Allah böyle birisine ceza vermekle birlikte, onu ebediyyen cehennemde bırakmaz. Çünkü onun katında bir zerre ağırlığı kadar veya zerreden daha fazla bir iman bulunmaktadır.

İşte bu şekilde diğer kebair ehli olan kimselerin de imanı eksiktir. Onlardan herhangi birisinin kalbinde münafıklığın bir türü bulunuyorsa ve Allah da onu affetmeyecek olursa, bundan dolayı cezalandırılır, fakat ebediyyen cehennemde kalmaz. Bu gibi kimseler müslümandır, fakat beraberlerinde iman bulunmakla birlikte mü'min değildir. Fakat yine onlarla birlikte imana muhalif olan bir çeşit nifak da vardır. O bakımdan onlara mü'min adını vermeyi münafık adını vermeye tercih etmeye gerek yoktur, özellikle imandan daha çok küfre yakın olmaları halinde durum böyle olur. Bu gibi kimseler dünyada uygulanan hükümler açısından iman adının kapsamına girerler. Katıksız münâfıkın girdiği gibi, hatta ondan da önce, bu kapsama dahildirler. Çünkü bu gibi kimseler Yüce Allah'ın:

"Ey iman edenler..." hitabının kapsamına girmelerine sebep olacak (kısmen de olsa) bir imana sahiptirler. Çünkü bu buyruk onlara faydalı olacak şeyleri emretmekte, zararlı olacak şeyleri yasaklamaktadır. Onların da buna ihtiyacı vardır. Diğer taraftan beraberlerinde bulunan iman hitap lafzının da onları kapsamasını gerektirmektedir. Aksi takdirde bunlar katıksız münafıklardan daha kötü bir durumda kabul edilemezler. Böyle bir münafık bu amellerle muhatab olur. Bunların dünyada ona faydası olduğu gibi, bu ameller sayesinde o, kıyamet gününde mü'minlerle birlikte haşrolur. Bunun sayesinde kıyamet gününde dünya hayatında diğer din mensuplarından ayrıldığı gibi, kıyamet gününde de diğer din mensuplarından ayrılır. Fakat hakikatin ortaya çıkacağı vakit:

"Aralarında kapısı olan bir duvar çekilir. İç tarafında rahmet, dış tarafında ise önünden azab vardır. Onlara şöyle seslenirler:

"Biz sizinle beraber değil miydik?" Derler ki: Evet (zahiren) böyleydiniz. Fakat siz nefislerinizi fitneye bıraktınız ve beklediniz şüphe ettiniz. Allah'ın emri gelinceye ve çok aldatıcı (şeytan) sizi Allah hakkında aldatıncaya kadar kuruntular sizi aldattı. İşte bu gün sizden de, inkâr edenlerden de hiçbir fidye alınmaz. Sığınacağınız yer ateştir. O sizin arkadaşınızdır. O ne kötü dönüş yeridir." (Hadid, 13-15)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz münafıklar cehennemin en aşağı tabakasındadırlar. Onlar için asla bir yardımcı da bulamazsın. Ancak tevbe edenler ve hallerini düzeltenler Allah'a sımsıkı sarılanlar, dinlerini Allah için halis kılanlar müstesnadır. İşte onlar mü'minlerle beraberdirler. Allah ise mü'minlere çok büyük bir mükafaat verecektir." (Nisa, 145-146)

Kul, Allah için salih bir amel işleyecek olursa, işte bu Allah'ın dini olan İslâm'ın kendisidir. Onunla birlikte kıyamet gününde mü'minlerle birlikte kendisi sebebiyle haşrolunacağı bir iman da vardır. Eğer onun kendileri sebebiyle azaba uğrayacağı günahları varsa, azab edilir ve cehennemden çıkartılır. Eğer kalbinde hardal tanesi kadar iman varsa -isterse münafıklığı da bulunsun- (cehennemden çıkartılır).

Bundan dolayı Yüce Allah bu gibi kimseler hakkında şöyle buyurmuştur:

"İşte onlar mü'minlerle beraberdirler. Allah ise mü'minlere çok büyük bir mükafaat verecektir" (Nisa, 146) buyurmuş, fakat sadece bu sebep dolayısıyla mü'mindirler dememiştir. Çünkü Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imanı zikretmemiş, mü'minlerle beraberdir demiş ve sadece salih amelle, bunun ihlasla Allah'a yapılmasını söz konusu ederek:

"İşte onlar mü'minlerle beraberdirler" demişse, onların hükmünü alırlar demektedir.

Başka yerlerde mü'minlerin kendi aralarındaki üstünlüklerini açıklamakta ve sahip olunması gereken imanı gerçekleştirenin sevaba hak kazanacağını, içinde münafıklığın bir türü bulunup da, büyük günah işleyen kimsenin ise tehdide muhatap olanlardan olacağı Allah'ın o imanının faydasını ona göstereceğini, hardal tanesi kadar da olsa, o imanla onu cehennemden çıkartacağını açıklamıştır. Fakat böyle bir iman sebebiyle azapsız olarak cennet vadinin kendisine bağlı olarak zikredildiği mutlak iman ismine hak kazanamaz.

Buna göre insanlar arasında imanın dallarından herhangi birisine sahip olan kimseler olacağı gibi, küfür ya da nifakın dallarından herhangi birisine sahip olanlar da olur ve bunlara imam Ahmed'in de açıkça ifade ettiği gibi "müslüman" adı verilir.

Yine buna bağlı olarak insanda iman dallarından herhangi bir dal ve münafıklığın dallarından herhangi bir şey bulunabilir, ayrıca bir kişi müslüman olmakla birlikte kişiyi bütünüyle İslâm'dan çıkartan küfürden daha aşağı bir küfür bulunabilir.

Nitekim Ashab-ı kiramdan İbn Abbas ve başkalarının:

"Küfürden daha aşağı bir küfür vardır" sözlerinden de bu anlaşılmaktadır. Genel olarak selefin görüşü de budur.

Peygamber (s.a.v)'in, haklarında:

"Mü'min değildir" buyurduğu; hırsızlık yapan, içki içen ve buna benzer kimseler hakkında imam Ahmed'in ve başkalarının açıkça söylediğine göre, bunlara müslümandırlar denilir, fakat mü'mindirler denilmez. Onlara İslâm adıyla birlikte iman adının verilemeyeceği konusunda Kur'an ve sünnetten delil gösterdikleri gibi bir kişi müslüman olmakla birlikte, onu İslâm'dan çıkartmayan bir çeşit küfre de sahip olacağını delil göstermişlerdir. Çünkü küfürden aşağı bir başka küfür vardır.

İbn Abbas ve arkadaşlarının Yüce Allah'ın:

"Kim Allah'ın indirdiğiyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir." (Mâide, 54) buyruğu hakkında şöyle demişlerdir:

Bu dinden çıkartmayan bir küfürdür; küfrün aşağısında başka küfür, fıskın aşağısında başka fısk, zulmün aşağısında başka zulüm vardır. Bu aynı zamanda Buhari'nin Sahihinde gösterdiği deliller arasındadır. Sahih'in başındaki "iman" bölümünde ehl-i sünnet ve'l-Cemaatin görüşünü ortaya koymuş ve bu bölümde Mürcie'nin görüşlerini reddedecek şekildeki hadisleri sıralamıştır. Çünkü o ashabın ve onlara güzel bir şekilde uyan tabiinin görüşü olan ehli sünnet ve'l-cemaatin görüşünü destekleyen kimselerdendi.