İman, namaz ve diğer itaatler

Muhammed b. Nasr dedi ki:

Yüce Allah'ın namaz ve diğer itaatlere "iman" adını vermesi ile ilgili olarak kaydettiğimiz ayet-i kerîmelerde imanın sözü geçen şeyler olduğuna delil göstermişlerdir. Aynı şekilde Yüce Allah'ın Hz. Adem'e secde etmesi emrini verdiği, tek bir şekilde bile Rabbine isyan eden İblis'in yüz çevirişi konusunda Allah'ın bize anlattığı olayı da delil göstermişlerdir, iblis:

"Rabbim beni azdırdığın şeye..."(Hicr, 39)derken,Rabbini inkâr mı ediyordu? Yine o:

"Rabbim, öyleyse bana tekrar diriltilecekleri güne kadar mühlet ver" (Hicr, 36) derken, öldükten sonra dirilişe iman ettiğini, Allah'ın öldükten sonra diriltilecekleri güne kadar kendisine süre verebilecek kudrete sahip olduğuna iman ettiğini ortaya koymaktadır. Acaba İblis Yüce Allah'ın peygamberlerinden herhangi birisini inkâr etmiş miydi?

Yoksa Yüce Allah'ın izzetine yemin ederken, Allah'ın egemenliğinden herhangi bir şeyi red mi ediyordu? İblis'in inkârı, emredilen bir tek secdeyi terketmekten mi oldu?

Yine Muhammed b. Nasr der ki:

Ayrıca Yüce Allah'ın Adem'in iki oğluyla ilgili anlatmış olduğu kıssayı da delil gösterirler:

"Hani onlar yaklaştıracak birer kurban sunmuşlardı da ikisinden birininki kabul olunmuş, öbürününki kabul olunmamıştı... ve hüsrana uğrayanlardan oldu." (Mâide, 27-30)

Derler ki:

Acaba o (Kabil) Rabbini inkâr mı etmişti? Ona kurban sunarken, Rabbini inkâr etmesi nasıl düşünülebilir?

Bu görüşün sahipleri şöyle demişlerdir:

"Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Bizim ayetlerimize ancak kendilerine bunlarla öğüt verildiğinde secdeye kapananlar, Rablerini hamd ile teşbih edenler iman ederler. Ve onlar büyüklük taslamazlar." (Secde, 15) burada görüldüğü gibi onlara ayetlerimiz hatırlatıldığı zaman, onları kabul ederler denilmiyor.

Sadece bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Kendilerine kitap verdiğimiz kimseler, onu hakkıyla okurlar, işte bunlar ona iman ederler." (Bakara, 121)

Onu hakkıyla okumaktan kasıt ona gereği gibi tabi olurlar demektir.

Eğer: Sözünü ettiğim bu buyruklarla birlikte amelin de Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine imanın kapsamına girdiğini açıklayan sabit bir sünnet de var mıdır, diye sorulacak olursa, cevabımız şu olur:

Evet genel olarak bütün sünnetler ve seleften gelen rivayetler bunu dile getirmektedir. Bunlardan birisi Abdülkays'ın durumunu anlatan hadis-i şeriftir. Bunları belirttikten sonra Şu'be ve Urve b. Halid'in Ebû Cemre'den onun İbn Abbas'tan naklettikleri hadisi daha önce geçtiği üzere kaydeder.

Hadisin lafzı şöyledir:

"Sizlere bir ve tek Allah'a iman etmenizi emrediyorum."

Daha sonra şöyle buyurdu:

"Bir ve tek Allah'a iman etmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?"

Onlar: "Allah ve Rasulü daha iyi bilir" deyince şöyle buyurdu:

"Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilâh olmadığına, Muhammed'in Allah'ın Rasulü olduğuna şehadet etmek, zekât vermek, ramazan ayının orucunu tutmak ve aldığınız ganimetlerin beşte birini vermektir." (Buhârî, İman, 40, Eşribe, 4, 8; Müslim,İman, 23, 25, 26, 28 vs)

Ayrıca amellerin imanın kapsamına girmesini gerektiren birçok hadis-i şerif daha zikreder.

Daha sonra Ebû Abdullah Muhammed b. Nasr der ki:

Bizim arkadaşlarımız Peygamber (s.a.v)'in:

"Zina eden kişi, zina ettiğinde mü'min olarak zina etmez." (Buhârî, Mezalim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1;Müslim, İman, 100; Nesâî, Sarık, 1, Eşribe, 42) buyruğunun ne şekilde yorumlanacağı konusunda farklı görüşlere sahiptirler. Onlardan bir grup şöyle der:

Peygamber (s.a.v) onu İslâm'dan çıkartmaksızın ve İslâm adını ondan kaldırmaksızın o kişiden sadece iman adını izale etmek istemiştir. Bunlar, imanla İslâm arasında fark gözeterek şöyle derler:

Böyle bir kişi zina ettiğinde mü'min değil, ama müslümandır. İman ile İslâm arasında fark gözetmelerine de Yüce Allah'ın:

"Bedeviler iman ettik dediler..." (Hucurat, 14) ayetini delil gösterir ve şöyle derler:

İman; özel bir usul olup böyle bir usulü kazanmak tevhid yanında amel ile söz konusudur.

İslâm ise; genel bir isim olup böyle bir isim tevhidle ve küfürden çıkmakla sabit olur.

Bunun için de Sad b. Ebî Vakkas'ın rivayet ettiği hadisi delil gösterirler. Sözü geçen bu hadisi Sad'den gelen rivâyetiyle şöyle zikreder:

Rasûlullah (s.a.v) birtakım kimselere mal verdiği halde onlardan bir kişiye hiçbir şey vermez. Ben (Hz. Sa'd):

Ey Allah'ın Rasulü! Falana filana verdiğin halde, mü'min olan bu kişiye bir şey vermedin?" deyince.

Rasûlullah (s.a.v) "veya o, müslümandır" dedi ve bu:

"veya o müslümandır" sözünü üç defa tekrarladı; sonra şöyle buyurdu:

"Ben birtakım kimselere verdiğim halde, birtakım kimselere de onları verdiğim kişilerden daha çok sevmekle birlikte, vermiyorum. Çünkü cehenneme yüzüstü dökülmelerinden korkarım." (Buhârî, İman, 19; Müslim, İman, 237,Zekât, 131; Ebû Dâvûd, Sünne, 15)

Zührî dedi ki:

Bizim görüşümüze göre İslâm bir sözdür, iman da ameldir.

Muhammed b. Nasr der ki:

Ayrıca Abdullah b. Mes'ud'un, kendisi adına mü'min olduğu konusunda şahitlik eden kişiye tepki göstermesini de delil gösterirler. Bu kişi Abdullah b. Mes'ud'un önünde herhangi bir istisnada bulunmaksızın:

"Ben mü'minim" demişti. Ondan sonra gelen ashabı da böyle idi. Kûfe'nin ileri gelen alimlerinin durumu da buydu. Bunlar Ebû Hureyre'nin rivayet ettiği şu hadisi de delil gösterirler:

"İman ondan çıkar. Eğer geri dönerse, iman da ona geri döner."

Buna benzer diğer rivayetleri de delil gösterirler. Ayrıca Hasen ve Muhammed b. Sirin'in müslüman demekle birlikte mü'min demekten çekindikleri konusundaki rivayeti de delil gösterirler. Diğer taraftan bize İshak b. İbrahim'in anlattığı Ebû Ca'fer'in sözünü de delil gösterirler. Rivayet şöyledir:

Bize Vehb b. Cerir b. Hazim haber verdi. Bana babam Fudayl b. Beşşar'dan rivayetle, Ebû Ca'fer Muhammed b. Ali'ye Peygamber (s.a.v)'ın:

"Zani, zina ettiği zaman mü'min olarak zina etmez" (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudud, 1; Müslim, İman, 100) buyruğu hakkında soru soruldu.

Ebu Ca'fer:

"Bu İslâm'dır" dedi ve genişçe bir daire çizdi. "Bu da imandır" dedi ve büyük dairenin ortasında küçük bir daire çizdi. Kişi zina eder veya hırsızlık yaparsa imandan çıkar, İslâm'a girer. Allah'ı inkâr etmedikçe de İslâm'dan onu bir şey çıkartmaz.

Yine bunlar Peygamber (s.a.v) 'in:

"İnsanlar İslâm'a girdi. Amr b. As da iman etti" (Tirmizî, Menâkıb, 49)hadisini de delil gösterirler.

Bize bunu Yahya b. Yahya anlattı, bize İbn Lehîa, Sureyi b. Hâni'den, o Ukbe b. Amir el-Cühenî'den anlattığına göre, Rasûlullah (s.a.v):

"İnsanlar İslâm'a girdi, Amr b. As ise iman etti" demiştir.

Hammâd b. Zeyd'ten nakledildiğine göre o, imanla İslâm arasında fark gözetirmiş. imanı özel, İslâm'ı ise genel bir çerçeve olarak kabul ediyormuş.

Biz deriz ki:

İşte bunlar uyulacak örneklerdir ve bunlar, ardından gidilmek için yeterlidir. Bununla birlikte yapılacak bir araştırma bu kanaati isbat eder. Çünkü Yüce Allah "mü'min" adını bir övgü, bir tezkiye olarak zikretmiş ve imana karşılık cennetin verileceğini vaad buyurmuştur.

Yüce Allah şöyle buyuruyor:

"O, mü'minler için çok merhametlidir. Ona kavuşacakları gün onlara esenlik dileği selâmdır. Onlar için çok şerefli bir yer hazırlamıştır." (Ahzab, 43)

Yine şöyle buyurmaktadır:

"Ve mü'minlere muhakkak onlar için Allah'tan büyük bir lütuf olduğunu müjdele!" (Ahzab, 47)

Bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"İman edenlere Rableri katında doğruluk makamı olduğunu müjdele" (Yunus, 2)

Yine Yüce Allah, şöyle buyurmaktadır:

"O günde mü'min erkeklerle mü'min kadınların nurlarını önlerinde ve sağlarında koşar görürsün." (Hadîd, 12)

"Allah iman edenlerin velisidir. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkartır..." (Bakara, 257),

"Allah mü'min erkeklere de, mü'min kadınlara da içinde ebediyen kalacakları, altından ırmaklar akan cennetler vadetmiştir." (Tevbe, 72)

(Muhammed b. Nasr) Dedi ki:

Diğer taraftan Yüce Allah büyük günahlar için ateşe girmeyi vacib kılmıştır. İşte bu da iman isminin büyük günah (kebire) işleyen kimseden kalkacağının delilidir. Bu görüşü savunanlar derler ki:

Bununla birlikte Yüce Allah'ın İslâm ismiyle cenneti vacib kıldığını (vadettiğini) görmüyoruz. Böylelikle İslâm isminin, onun için hali üzere sabit olduğu, fakat iman isminin ondan kalktığı sabit olmaktadır.

Bu görüşleriyle ilgili olarak onlara:

Buna göre iman, küfrün zıddı değildi denilecek olursa şöyle derler:

Küfür imanın aslına zıddır. Çünkü imanın bir aslı ve dalları vardır, imanın aslı ortadan kalkmadıkça küfür sabit olmaz. Küfrün zıddı olan odur (imanın aslıdır). Eğer onlara:

Peygamber (s.a.v)'in kendilerin den imanı izale ettiğini iddia ettiğiniz kimselerde imandan herhangi bir eser var mıdır? denilecek olursa:

Evet, onun aslı sabittir, bu olmasa kâfir olurlar derler. Sen Abdullah b. Mes'ud'un, kendisinin mü'min olduğuna dair tanıklıkta bulunan kişinin bu şekildeki sözünü tepki ile karşıladıktan sonra şöyle dediğin duymadın mı?:

Fakat bizler, Allah'a, kitaplarına, meleklerine, peygamberlerine iman ederiz. Bu sözleriyle sana tasdik ettiği yönden gelene iman etmiş olduğunu, fakat bununla birlikte kendisinin taksirat sahibi olduğunu bildiği takdirde mü'min adına hak kazanmadığını haber vermektedir. Çünkü ona göre böyle bir isme, üzerinde farz olan şeyleri eda eden ve kebair olarak bilinen cehenneme girmeyi gerektirici şeylerden vaz geçen kimseler hak kazanır.

Derler ki:

Şanı Yüce Allah bu isme, cenneti hak eden ve Allah'ın kendisine cenneti vadettiği kimselerin hak kazanacağını açıkladığına göre, bizler kendimizin iman ve tasdik ettiğimizi de bildiğimize göre (çünkü tasdikten ancak yalanlamak ile çıkılır ve biz şüphe edip yalanlayıcı olmadığımıza, bununla birlikte ona isyankâr ve azabı gereken kimseler olduğumuzu bildiğimize ve bu da Yüce Allah'ın iman ismi dolayısıyla mü'minlerin lehine sevap verme hükmünün zıddı olduğuna göre) bu durumda bizler kendimizin iman ettiğimizi, bununla birlikte Yüce Allah'ın cennette kendisi sebebiyle hükmü tesbit etmiş olduğumuz ismi kendimize vermekten kaçındığımız -ki bu isim Allah tarafından bir övgü ve bir tezkiyedir ve Allah bize kendimizi tezkiye etmemizi yasaklamış, kendimiz için korkmamızı emretmiştir- isyanımız sebebiyle azabı tesbit ettiğine göre, bu durumda bizler kendimize mü'min adını vermek hakkına sahip olmadığımızı da bilmiş oluyoruz.

Çünkü Yüce Allah iman ismi dolayısıyla övülmeyi tezkiyeyi Allah'ın şefkatine, rahmetine, mağfiretine ve cennetine nail olmayı mükafat olarak tesbit etmiş, büyük günahlar için de cehennemi vadetmiştir. Bunlar ise birbirine zıd iki hükümdür.

Eğer: Sizler kendinize iman adını nasıl vermiyorsunuz?

Halbuki aslı Allah'ın hak ve söylediklerinin doğru olduğunu tasdikten ibaret olan imanın kalbimizde bulunduğunu iddia ediyorsun? diye sorulursa, şöyle cevap verilir:

Allah, Rasulü ve müslüman kitleler eşyaya çoğunluğu göz önünde bulundurarak isim vermişlerdir.

Zaniye "fâsık", zina iftirasında bulunana "fâsık", içki içene "fâsık" demekle birlikte, bunlardan hiç birisine "takva" ve "vera' " sahibi dememişlerdir.

Bununla birlikte müslümanlar böyle bir kimsede "takva" ve "vera'ın" aslının bulunduğu üzerinde de icma etmişlerdir. Çünkü o küfürden ve Allah'a herhangi bir şeyi ortak koşmaktan sakınmaktadır (takva göstermektedir).

Aynı şekilde cünüplük dolayısıyla gusletmeyi, yahut namaz kılmayı terketmekten de çekinmekte, annesi ile ilişki kurmaktan sakınmaktadır, işte o bütün bu durumlarda takva sahibidir.

Yine bize muvafakat ve muhalefet edenler de dahil olmak üzere, müslümanlar eğer ahlâksızlık yapıyorsa, o kişiye takva sahibi ve vera sahibi denilmeyeceğini ittifakla kabul ederler. Bunlar takva ve veraın aslının onda bulunduğuna icma etmekle birlikte haram şeyleri işlemekten çekinmesi gibi asim dışında bir takım fer'i hususlara da fazladan sahib olabilmekle birlikte bazı büyük günahları işlemesi dolayısıyla ona "muttaki" veya "vera" sahibi adını vermezler. Aksine onun kısmen takva ve vera sahibi olduğunu ortaya koymakla birlikte ve bunu bilmelerine rağmen, yine böyle bir kimseye "fâsık" ve "fâcir" adını vermişlerdir. Ona takva sahibi adını vermelerine engel olan, takva sahibinin övgü ve tezkiye ihtiva eden bir isim oluşudur. Şanı Yüce Allah'ın böyle bir kimseye mağfireti ve cenneti vadetmiş olmasıdır.

Bunlar derler ki:

İşte bundan dolayı biz, buna mü'min adını vermeyiz, fâsık, zani adını veririz, isterse kalbinde imanın aslı bulunsun.

Çünkü "iman", şanı Yüce Allah'ın kendisiyle mü'minleri övdüğü, onları tezkiye ettiği ve kendisi dolayısıyla cenneti vadettiği bir isimdir. İşte bundan dolayı bizler müslüman deriz, mü'min demeyiz.

Ayrıca şöyle derler:

Muvahhid müslümanlardan herhangi bir kimse eğer kalbinde imanın da, İslâm'ın da olmamasını hak etmiş ise, elbette buna cehennemi boylayan cehennemlikler arasında en çok hak sahibi olanlar olurlar.

Peygamber (s.a.v) 'in ise Yüce Allah'ın:

"Kalbinde imandan zerre ağırlığı kadar eser bulunan kişiyi cehennemden çıkartınız" (Buhârî, İman, 15; Müslim, İman, 148; Nesâî, İman, 18) buyuracağını bize haber verdiğinden, müslümanların en kötü olan kişisinin bile kalbinde bir iman bulunduğu sabit olmuş demektir.

Bizler ümmetin böyle bir kimse hakkında Yüce Allah'ın müslümanları, yerine getirmekle sorumlu tuttuğu hükümlerle hükmettiklerini, onları tekfir etmediklerini ve bununla birlikte cennetlik oldukları konusunda tanıklık etmediklerini gördüğümüzden, bunların müslüman oldukları sabit olmuştur. Çünkü bu gibi kimseler hakkında, müslümanlarla ilgili hükümlerin uygulanacağı konusunda icma etmişler, ayrıca bunlara mü'minler adını vermeyi hak etmediklerini de kabul etmişlerdir. Çünkü İslâm kişiyi bütün dinlerden ayırıp uzaklaştıran din hakkında sabit olur ve böylelikle İslâm adı dışında o kişi için bütün dinlerin isimleri ortadan kalkar.

Birisi onlara:

Sizler "inşaallah mü'minleriz" derken, imanın kemalini kastettiğiniz gibi, niçin küfrün kemalini kastederek "inşaallah kâfirdir" demiyorsunuz? dese, şöyle derler:

Çünkü kâfir, hakkı inkâr eden kimsedir. Mü'minin imanının aslı ise ikrardır, inkârın ise başı da, sonu da yoktur. Dolayısıyla bu yüzden hakikatlerin yerine getirilmesinin beklenmesi düşünülemez, imanın aslıysa tasdiktir, ikrar ile ikrar ettiği şeyin gereklerini yerine getirmenin hakikatleri beklenip gözetlenir. Tasdik ettiği şeyi tahkik etmesi gerekir. Bu şuna benzer:

İki kişinin bir kişiye ödemeleri gereken borçları vardır. Bunlardan birisinden alacağını ister. Borçlu:

"Senin benim yanımda bir alacak hakkın yoktur" deyip red ve inkâr eder. Artık geride, bunun söylediklerini gerçekleştirecek bir makamı kalmaz. Diğerine üzerindeki hakkını ödemesini isteyince, o da:

Evet, senin benden şu şu alacağın vardır, der. Fakat onun bu ikrarı ona borcunu ödemediği sürece, üzerindeki hakkı sahibine ulaştırmaya yeterli değildir. O bakımdan üzerindeki borcu eda etmesi suretiyle söylediğini tahkik etmesi ve borcunu ödemekle ikrarını tasdik etmesi beklenir. Eğer ikrarda bulunduğu halde yine hakkını ona ödemeyecek olursa manen hakkını inkâr etmiş kimse gibi olur. Çünkü o takdirde edayı (borcu ödemeyi) terketmekte biribirlerine eşit olurlar. Söylediğini tahkik etmesi (gerçekleştirmesi), hak sahibine hakkını ödemesiyle olur. Eğer hakkının bir kısmını öderse söylediğinin bir kısmını gerçekleştirmiş ve ikrarını kısmen eda etmiş olur. Bir kısmını eda ettiği sürece yaptığı ikrarı da daha fazlasıyla gerçekleştirmiş olur. Mü'mine düşen ise, ölünceye kadar ikrarını eda etmektir, işte bundan dolayı inşaallah mü'min deriz, fakat inşaallah kâfir demeyiz.

Muhammed b. Nasr der ki:

Hadis ashabından bir başka kişi bunlar gibi söyler. Ancak onlar böyle birisine küfür dinlerinden çıktı ve Allah'ı kabul ve ikrar ettiği için ve söylediği sözler dolayısıyla müslüman adını verirler, fakat mü'min adını vermezler. Ayrıca derler ki:

Ona İslâm adını vermekle birlikte o kâfirdir. Allah'ı inkâr yoluyla kâfir değil, fakat amel yolu itibariyle kâfirdir. Derler ki:

Bu dinden çıkaran bir küfür değildir. Ayrıca onlar şöyle derler: Peygamber (s.a.v)'in:

"Zani, zina ettiği zaman mü'min olarak zina etmez" (Buhârî, Mezâlim, 30, Eşribe, 1, Hudûd, 1; Müslim, İman, 100; Nesâî, Sârik, 1, Eşribe, 42) demesi, mümkün olmayan bir şeydir.

Çünkü küfür, imanın zıddıdır. Bir kimse hakkında iman ismi zail oldumu, mutlaka küfür onun için ayrılmaz bir isim olur. Çünkü küfür imanın zıddıdır.

Fakat küfür iki türlüdür:

1 - Birisi Allah'ı ve dediklerini inkâr etmek şeklindeki küfür olup bunun zıddı Allah'ın varlığını kabul etmek, onu ve söylediklerini tasdik etmektir,

2 - Diğeri ise amelî küfür olup amelden ibaret olan imanın zıddını Peygamber (s.a.v)'in:

"Komşusu kötülüklerinden emin olmayan bir kimse iman etmiş olmaz" (Buhârî, Edeb, 29; Müslim, iman, 73) sözüne bakmaz mısın?

Böyle bir kimse eğer mü'min değilse, kâfirdir. Bundan başka türlüsü caiz olmaz. Ancak bu amel yönüyle küfürdür.

Çünkü o, amel bakımından iman etmemiştir ve Allah'ın farz kıldığını yerine getirmemesi, kebairi işlemesi ancak korkunun azlığından dolayıdır.

Korkusu ise, Allah'ı tazim edişindeki ve tehditlerinden korkmasındaki azlık dolayısıyla azalır. Böyle bir kimse korkuyu ve veraı ortaya çıkartan taziri imanında gerçekleştirmemiştir.

İşte bundan dolayı Peygamber (s.a.v), eğer komşusu kötülüklerinden yana kendisini emniyette görmüyorsa, iman etmiş olmayacağı konusunda yemin etmiştir.

Diğer taraftan bir grup Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir:

"Müslümana sövmek fâsıklık, onunla çarpışmak küfürdür" (Buhârî, İman, 36, Edeb, 44, Fiten, 8; Müslim İman, 116; Tirmizî, Bin, 52, İman. 15; Nesâî, Tahrim, 27; İbn Mâce, Mukaddime, 7,9, Fiten, 4),

"Müslüman, kardeşine kâfir diyecek olursa ve o da böyle değilse, bu sefer kâfir olur." (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, İman, 111; Tirmizî, İman, 16 )

Burada Peygamber (s.a.v) kişiyi müslüman kardeşiyle çarpışması dolayısıyla kâfir diye adlandırmıştır. Ona kâfir demesi sebebiyle de kâfir olacağını söylemiştir. Bu söz ise zinadan, hırsızlıktan, içki içmekten daha aşağı bir davranıştır. Derler ki:

Bize karşı delil getirerek bizim bir kimseye "kâfir" adını verdiğimiz takdirde, Allah'ı inkâr eden kâfirlerin hükmüyle haklarında hüküm vermemiz, ondan tevbe istememiz, hadleri uygulamamız gerektiğini ileri sürenlerin sözlerine gelince...

Bunlar bu itirazlarına gerekçe olarak şunu da gösterirler:

Böyle bir kimse kâfir oldu mu, mü'minlerin hükümleri ve hadleri onun üzerinden kalkar. Bu ise büyük günah işleyen herkesin üzerinden hadleri ve mü'minlerin hükümlerini kaldırmamızı gerektirir. Ancak bizler onların ileri sürdükleri şeyleri söylemiyoruz.

Bizim söylediğimiz şudur:

İmanın bir aslı, bir de dalları vardır, imanın zıddı ise her anlamda küfürdür,

1 - İmanın aslı ikrar ve tasdik,

2 - Dalı ise, kalb ve beden ile ameli tamamlamaktır,

İkrar ve imanın aslı olan tasdikin zıddı ise Allah'ı inkâr ve söylediklerini inkâr, onu ve onun buyruklarını tasdik etmeyi terketmektir.

Amelden ibaret olup ikrarla ilgisi olmayan imanın zıddı ise, insanı dinden çıkartan Allah'ı inkârla küfrü gerektiren küfür türü değildir. Fakat buradaki küfür, amellerin zayi edilmesi anlamında bir küfürdür.

Nitekim amelin de iman adını alması gibi. Fakat bu adı alan amel Allah'ı kabul etmek demek olan iman değildir.

Allah'ı ikrar demek olan imanı terkeden kişi, kâfir olduğundan dolayı tevbe etmesi istenir.

Fakat zekât, hac ve oruç gibi amel olan imanı terketmek, yahut şarap içmekten, zina etmekten uzak durmak şeklindeki imanı terkeden kişiden, imanın bir kısmı gitmiştir. Bize muhalefet eden ehl-i sünnete göre de bu böyledir, iman tasdik ve ameldir diyen bid'at ehline mensup kimseler de bu kanaattedirler. Bunun tek istisnası Haricîlerdir. Aynı şekilde bizim amel yönüyle kâfirdir sözümüz, o kişiden tevbe etmesini istemeyi gerektirmez ve böyle bir kimseden hadler de kalkmaz.

Nitekim amelden ibaret olan imanın ortadan kalkmasıyla tevbe etmeyi istemek söz konusu değildir. Böyle birisinden hadleri ve mükellef olduğu hükümleri kaldırmak da söz konusu değildir. Çünkü imanın aslı ondan ayrılmamıştır. Aynı şekilde amel yoluyla onun hakkında kâfir adını kabul etmemiz de bizim ondan tevbe etmesini istememizi gerektirmediği gibi, hadleri ve hükümleri de kaldırmak söz konusu değildir. Çünkü o Allah'ı veya söylediklerini inkâr şeklindeki küfrü işlememiştir.

Derler ki: Allah'ı bilmek iman, onu bilmemek küfür, farzları işlemek iman olmakla birlikte, bunların nüzulünden önce onları bilmemek küfür değildir.

Çünkü Rasûlullah (s.a.v)'ın ashabı, Allah'ın Rasûlünü gönderdiği ilk zamandan itibaren Allah'ı kabul etmişlerdir. Fakat daha sonra üzerlerine farz kılman farzları bilmiyorlardı. Onların bunları bilmeyişleri küfür olmaz.

Daha sonra Allah, üzerlerine farzlarını indirdi. Onları kabul etmeleri ve gereklerini yerine getirmeleri, iman oluyordu. Bunları inkâr eden kişinin kâfir olması, ancak Allah'ın haberini yalanlamasıyla olur. Allah'tan haber gelmemiş ise, onları bilmemek kişiyi kâfir kılmaz. Haberin gelmesinden sonra ise, müslümanlardan o haberi işitmemiş olan kişi onları bilmediğinden dolayı kâfir olmaz.

Allah'ı bilmemek ise, haberden önce de sonra da her durumda küfürdür.

Derler ki: İşte bundan dolayı şöyle deriz:

Allah'ı tasdik etmemek küfürdür. Farzları farz kılanın Allah olduğunu tasdik etmekle birlikte, farzların terki de küfürdür, fakat Allah'ı inkâr demek olan küfür değildir. Bu, hakkı terketmek bakımından bir küfürdür. Nitekim bu küfür hakkını ve nimetini nankörlükle karşılayan, gereği gibi teşekkür etmeyen kimseye « ﮐﻔﺭﺘﻧﻰ ﺤﻘﻰ ﻮﻧﻌﻣﺘﻰ » der.

Yine derler ki:

Bu konuda bizim için uyulacak örnek olarak Rasûlullah (s.a.v)'ın ashabından ve tabiinden olup kendilerinden bu konuda rivayet gelenler örnek olarak yeter. Çünkü bunlar aslından ayrı olarak küfrün birtakım dalları olduğunu kabul etmişlerdir ve bu dallar kişiyi İslâm dininin dışına çıkarmaz. Nitekim amel yönünden de imanın aslının birtakım dalları olduğunu tesbit etmişlerdir ki, bu dalları terketmek kişiyi İslâm dininden çıkartmaz.

Bunlardan birisi de İbn Abbas'ın, Yüce Allah'ın:

"Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir" (Mâide, 44) buyruğu konusunda yaptığı açıklamadır.

Muhammed b. Nasr der ki:

Bize İbn Yahya, Süfyan b. Uyeyne Hişam, yani Urve'nin oğlu Huceym, Tavus, İbn Abbas kanalıyla gelen rivayetle:

"Kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte onlar kâfirlerin ta kendileridir" buyruğu hakkında:

Bu onların zannettikleri türden bir küfür değildir, demiştir.

Muhammed b. Yahya ile Muhammed b. Rafi'nin Abdurrezzak, Ma'mer İbn Tavus ve babasından haber vererek anlattığına göre:

İbn Abbas'a Yüce Allah'ın:

"Her kim Allah'ın indirdikleriyle hükmetmezse, işte olar kâfirlerin ta kendileridir" buyruğu hakkında soru soruldu. O:

"Bu, O'nu inkâr ve küfürdür, dedi."

İbn Tavus dedi ki:

"Fakat Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, rasullerini inkâr edenin durumu bir değildir."

İshak'ın Veki, Süfyan, Ma'mer, İbn Tavus, onun babası ve İbn Abbas'a dayanarak şöyle dediğini haber verdi:

Bu onu küfür ve inkârdır fakat Allah'ı,meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini inkâr ise, kâfir olanınki gibi değildir. Yine bize bunu Veki Süfyan'dan, o İbn Tavus'tan o da babasından rivayetle dedi ki:

Ben İbn Abbas'a:

Allah'ın indirdikleriyle hükmetmeyenler... Kâfir mi demektir? diye sordum. O:

"Böylesinde küfür vardır, fakat Allah'ı, ahiret gününü, meleklerini, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr yoluyla kâfir olanınki gibi değil," cevabını verdi.

Bize Muhammed b. Yahya anlattı, Abdurrezzak Süfyan'dan, o bir adamdan, o Tavus'tan dedi ki:

Bize İshak anlattı:

Veki Süfyan'dan, o Seyid el-Mekbi'den, o Tavus'tan haber vererek dedi ki:

"dinden çıkartan bir küfür değildir. Dinden çıkartmayan bir küfürdür."

Bize İshak anlattı. Veki Süfyan'dan o İbn Cüreyc, o Ata'dan haber vererek dedi ki:

"Küfürden aşağı küfür, zulümden aşağı zulüm, fısktan aşağı fısk vardır."

Muhammed b. Nasr dedi ki:

"Derler ki: Ata doğru söylemiştir. Nitekim kâfire, zalim adı verildiği gibi, müslüman isyankarlara da zalim adı verilir. Bir zulüm var ki İslâm dininden çıkartır, bir zulüm vardır ki çıkartmaz. "

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İman edip de imanlarına zulüm katmayanlar..." (En'am, 82)

"Şüphesiz ki şirk, büyük bir zulümdür." (Lokman, 13)

Ayrıca İbn Mes'ud Buhari ile Müslim tarafından ittifakla rivayet edilen hadisini zikrederek der ki:

"İman edenler ve imanlarına zulüm katmayanlar" buyruğu nazil olunca bu Peygamber (s.a.v) 'in ashabına çok ağır geldi ve:

Kendisine zulmetmeyen hangimiz var ki? dediler. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Hayır, kastedilen bu değildir. Sizler Allah'ın salih kulunun:

"Muhakkak şirk büyük bir zulümdür" dediğini duymadınız mı? Burada maksat şirktir." (Buhârî, Tefsir, 6, sûre, 3)

Bize Muhammed b. Yahya anlattı, bize Haccac b. Minhal, Hammad b. Seleme'den, o Ali b. Zeyd'den, o Yusuf b. Mehran'dan, o İbn Abbas'tan rivayet ettiğine göre, Ömer b. Hattab evine girdiğinde açıp Kur'an okurdu. Yine bir gün eve girdi ve Kur'an okudu. Şu:

"İman edip de imanlarına zulüm katmayanlar. " (En'am, 82) ayetini sonuna kadar okuduktan sonra ayakkabısını giydi, ridasını aldı.

Sonra da Ubeyy b. Ka'b'a varıp şöyle dedi:

Ey Münzir'in babası! Az önce şu:

"İman edip de imanlarına zulüm katmayanlar" ayetini okudum ve gördüğüm kadarıyla biz hep zulmediyoruz ve bu tur işleri yapıyoruz.

Ubeyy b. Ka'b şöyle dedi:

Ey mü'minlerin emiri! Burada kastedilen o değildir. Yüce Allah:

"Muhakkak şirk büyük bir zulümdür" (Lokman, 13) buyurmaktadır. Orada kastedilen zulüm şirktir.

Muhammed b. Nasr dedi ki:

Aynı şekilde fısk da iki türlüdür.

1 - Kimi fısk insanı dinden çıkartır,

2 - Kimi fısk da çıkartmaz.

Bu bakımdan kâfire fâsık denildiği gibi, müslüman olup fâsıklık edene de fâsık denir.

Yüce Allah İblis'i söz konusu ederek:

"Rabbinin emrinden çıkarak fâsıklık etti" (Kehf, 50) buyurmaktadır.

Onun bu fışkı küfürdü. Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Fâsıklık edenlere gelince, onların varacakları yer cehennemdir." (Secde, 20)

Burada kastedilenler kâfirlerdir. Buna da Yüce Allah'ın şu buyrukları delildir:

"Ondan her çıkmak istediklerinde oraya geri çevrilirler ve onlara: Yalan saydığınız ateşin azabını tadın denilir." (Secde, 20)

Müslümanlar arasından fâsıklık eden kimselere de fâsık denilmiş ve İslâm'ın dışına çıkartılmamıştır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İffetli kadınlara iftira atanlar sonradan dört şahid getiremeseler o kimselere seksen değnek vurun ve onların ebediyyen şahitliklerini kabul etmeyin. Onlar fasıkların ta kendileridir." (Nur, 4)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Kim o aylarda haccı (ihrama girerek kendine) farz ederse artık hacda kadına yaklaşmak, kötü söz söylemek (küfür) ve tartışmak yoktur." (Bakara, 197)

İlim adamları burada yer alan "küfür (fâsıklık)" in tefsiri ile ilgili olarak:

Bunlardan kasıt masiyetler ve günahlardır demişlerdir.