Kalbin İmanla Düzelmesi

Sonra, asıl olan kalbtir. Eğer kalbte marifet ve irade bulunuyorsa, bu zorunlu olarak bedene de sirayet eder.Kalbin dilediğinden geri kalması mümkün değildir, işte bundan dolayı Rasûlullah (s.a.v) sahih hadiste şöyle buyurmuştur:

"Şunu bilin ki, cesedde bir çiğnemlik et vardır. O düzelirse cesedin diğer kısımları da düzelir. Eğer bozulursa cesedin diğer kısımları da bozulur. Şunu bilin ki,bu kalbtir" (Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsakât, 107; İbn Mâce, Fiten, 14; Darimi, Buyu, 1)

Ebu Hureyre de der ki:

"Kalb hükümdardır, azalar onun askerleridir. Hükümdar iyi ve güzel olursa, askerleri de iyi ve güzel olur. Hükümdar kötü olursa askerleri de kötü olur."

Ebû Hureyre'nin bu sözü konunun anlaşılması için söylenmiştir. Peygamber (s.a.v)'in sözü ise beyanı itibariyle daha güzeldir. Çünkü hükümdar salih olsa bile, askerlerinin bir tercihleri vardır. Bu tercihleri sebebiyle bazan hükümdarlarına karşı gelebilirler veya bunun aksi de olabilir. Yani hükümdar fasid olmakla birlikte, askerler salâh sahibi olabilirler, ya da onda salâh olmakla birlikte askerlerde fesad bulunabilir. Kalbteyse durum böyle değildir. Cesed ona tabidir, hiçbir şekilde kalbin iradesinin dışına çıkmaz. Rasûlullah (s.a.v)'ın buyurduğu gibi:

"Bu bir çiğnemlik et düzelirse cesedin diğer kısımları da düzelir. Eğer bozulursa cesedin diğer kısımları da bozulur." (Buhârî, İman, 39; Müslim, Müsakât, 107; İbn Mâce, Fiten, 14; Darimi, Buyu, 1)

Eğer kalb, içinde taşıdığı -kalbî ilim ve amel ile- imandan dolayı salâh bulmuş ise, cesedin de mutlak îman ile ortaya çıkan zahirî söz ve amelle salah bulması zorunlu bir şeydir.

Hadis imamlarının dedikleri gibi: (İman söz ve ameldir, söz de, bâtın ve zahir, amel de bâtın ve zahir olmak üzere iki kısım) dır. Bâtın düzgün olursa, zahir de düzgün olur, bozuk olursa o da bozuk olur. işte bundan dolayı ashab-ı kiramdan birisi namazında başka şeylerle uğraşıp duran kişi hakkında şöyle demiştir:

"Bunun kalbi huşu duymuş olsaydı, organları da huşu duyardı."

O bakımdan kalbin imanında Allah'ın ve Rasûlünün sevgisinin olması, Allah'ın ve Rasûlünün onların dışında kalan her şeyden daha çok sevilir olması kaçınılmaz bir şeydir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar, Allah'ı sever gibi onları severler. İman edenler ise en çok Allah'ı severler." (Bakara, 165)

Böylelikle Yüce Allah iman edenleri müşriklerin kendi putlarına olan sevgilerinden daha çok ve güçlü sevgi duymakla nitelendirmiştir.

Ayet-i kerîme hakkında iki görüş vardır:

Birisine göre:

Müşrikler, putlarını, mü'minlerin Allah'ı sevmesi gibi severler. Halbuki mü'minlerin Allah'a olan sevgileri, onların putlarına olan sevgilerinden daha çok ve daha sağlamdır.

Diğer görüş de şöyledir:

Müşrikler putlarını Allah'ı sevdikleri gibi severler, iman eden kimseler ise Allah'ı onlardan daha güçlü bir şekilde severler. Doğrusu da budur.

Birincisi çelişkili bir sözdür ve bâtıldır. Çünkü müşrikler putları, mü'minlerin Allah'a olan sevgileri gibi sevemezler. Böyle bir sevgi iradeyi de gerektirir. Kudretle birlikte tam iradeyse fiili gerektirir, insanın Allah'ı ve Rasûlünü sevmekle birlikte Allah'ın ve Rasûlünün sevdiği şeyi kesin olarak isteyip bu konuda gücü olmakla birlikte bunu yapmaması imkansız bir şeydir.

Eğer kişi, gücü yetmekle birlikte, imanı sözüyle söylemeyecek olursa, bu onun kalbinde şanı Yüce Allah'ın kendisine farz kılmış olduğu imanın bulunmadığının işaretidir.

İşte bunda Cehm b. Safvan'ın ve ona uyanların görüşlerinin hatalı olduğu ortaya çıkmaktadır. Çünkü onlar imanın, kalbin yalnızca tasdikinden ve bilgisinden ibaret olduğunu sandılar ve kalbin amellerini imanın içinde değerlendirmediler.

Ayrıca insanı kalbiyle kâmil bir imana sahip mü'min olmakla birlikte:

- Allah'a ve Rasûlüne küfür edebileceğini,

- Allah'a ve Rasûlüne, Allah'ın dostlarına düşmanlık edebileceğini,

- Buna karşılık Allah'ın düşmanlarına dostluk ederek peygamberleri öldürüp mescidleri yıkabileceğini,

- Mushafları tahkir edebileceğini,

- Buna karşılık kâfirlere alabildiğine saygı ve ikramda bulunurken mü'minleri de alabildiğine küçük düşürebileceğini zannetmişlerdir ve şöyle demişlerdir:

Bütün bunlar onun kalbinde bulunan imana aykırı düşmeyen günahlardır. Hatta o Allah katında mü'min olmakla birlikte, bütün bunları yapabilir. Onlar şöyle derler:

Dünyada onun için kâfirlere uygulanan hükümler uygulanır. Çünkü bütün bu sözler ikrar ve şahitlerle hüküm verildiği gibi zahir ile hüküm verebilmek için küfre dair emarelerdir, isterse bâtında onun yaptığı ikrarın ve şahitlerin tanıklık ettiği durum bunun hilâfına olsun. O bakımdan bunlara karşı, böyle bir kimsenin gerçekte kâfir olduğuna ve ahirette azab göreceğine ilişkin olarak kitap, sünnet ve icmadan deliller getirecek olurlarsa şöyle denir:

Bu, kalbinde tasdik ve bilginin bulunmadığının delilidir. Onlara göre ise küfür, tek bir şeydir ve o da bilgisizliktir. Aynı şekilde iman da tek bir şey olup, bilgiden ibarettir. Ya da kalbin yalanlayıp tasdik etmesidir. Diğer taraftan onlar acaba kalbin tasdiki ilimden başka bir şey midir, yoksa bizzat kendisi midir konusunda da anlaşmazlık içerisindedirler.

Bu söz, iman konusunda söylenmiş en tutarsız bir söz olmakla birlikte, Mürcie'ye mensup birçok kelâmcı bu görüşü kabul etmiştir.

Cerrah, Ahmed b. Hanbel ve Ebû Ubeyd gibi seleften birçok kimse de: bu görüşü kabul edenlerin kâfir olduklarını söylemişlerdir.

Ayrıca bunlar şöyle derler:

İblis, Kur'an-ı Kerîm'in nassı ile kâfirdir. Onun küfrü, büyüklük taslamasından ve Adem'e secde etmemekte direnmekten kaynaklanmaktadır. Yoksa bir haberi yalanladığı için değildir. Fir'avn ve kavminin durumu da böyledir. Şanı Yüce Allah onlar hakkında şöyle buyurmaktadır:

"Vicdanları, doğruluğuna kanaat getirdiği halde, sırf zulüm ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (Neml, 14)

Hz. Musa da Fir'avn'a şöyle demiştir:

"Bunları, ancak göklerin ve yerin Rabbinin, doğruluğunu gösteren deliller olarak insanlara indirdiğini pekâlâ bildin." (İsra, 102)

Bundan önce ise Yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu görüyoruz:

"Andolsun ki, biz Musa'ya açık açık dokuz ayet (mucize), vermiştik, işte İsrailoğullarına sor: O, onlara gelmiş, Firavun ona: 'Ey Musa, ben seni büyülenmiş sanıyorum' demişti. O da: 'Andolsun ki bunları, ancak göklerin ve yerin Rabbinin, doğruluğunu gösteren deliller olarak insanlara indirdiğini pekâlâ bildin" Ey Firavun ben de seni gerçekten helak edilmiş görüyorum." (İsra, 101-102)

İşte o doğru sözlü ve sözü doğrulanmış olan Musa (a.s) bunları söylüyordu:

"Andolsun ki bunları, ancak göklerin ve yerin Rabbinin, doğruluğunu gösteren deliller olarak insanlara indirdiğini pekâlâ bildin" diyordu. Bu da Fir'avn'un bu mucizeleri indirenin Allah olduğunu bildiğini göstermektedir. O Firavun, inadı ve azgınlığı dolayısıyla Allah'ın yaratıkları arasında en aşırı gitmiş olan birisiydi. Çünkü onun iradesi ve maksadı bozuktu. Bilgisizliği dolayısıyla bu durumda değildi o. Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz Firavun o yerde büyüklendi, halkını çeşitli gruplara böldü. Onlardan bir zümreyi zayıf düşürmek istiyor, oğullarını boğazlıyor, kadınlarını sağ bırakıyordu. Gerçekten o bozgunculardandı." (Kasas, 4)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onların kalbleri onlara (mucizelere) inandığı halde, sadece zulümleri ve büyüklenmeleri sebebiyle onları inkâr ettiler." (Neml, 14)

Yüce Allah'ın haklarında:

"Kendilerine kitap verdiklerimiz onu (Hz. Peygamberi) öz oğullarını tanıdıkları gibi tanırlar" (Bakara, 146; En'am, 27) buyurduğu yahudilerin durumu da böyle olduğu gibi, kendilerinden:

"Onlar aslında seni yalanlamıyorlar, (senin doğru söylediğini bilirler) fakat o zalimler (sırf inatlarından dolayı) bile bile Allah'ın ayetlerini inkâr ediyorlar". (En'am, 33) bahs diye edilen müşriklerin birçoğunun da durumu budur.

İşte bu görüşleri savunanlar iki temel hususta yanlışlığa düşmüşlerdir:

Birincisi:

İmanı, beraberinde amel, hal, hareket, irade, muhabbet ve kalbte haşyet söz konusu olmaksızın, yalnız başına bir tasdikten ve sade bir bilgiden ibaret sanmaları. Bu, mutlak olarak Mürcie'nin yanlışlığından daha büyük bir yanlışlıktır. Bazılarının hal, makam, yahut Allah'a doğru gidenlerin menzilleri veya ariflerin makamları gibi isimler verdikleri kalbî amellerden Allah'ın ve Rasûlünün farz kıldıkları imanın bir kısmıdır ve bunlar arasında, Allah'ın sevmekle birlikte farz kılmadığı şeyler de vardır, işte bunlar da müstehap olan imanın kapsamı içerisinde yer alırlar.

Birincisi her mü'min için kaçınılmaz şeylerdir. Sadece onlarla yetinen bir kimse, ebrar ve ashab-ı yemindendir. Her kim onları ve ikincileri birlikte yapacak olursa, ileri geçen mukarreblerdendir. Buna örnek olarak Allah'ı ve Rasûlünü sevmeyi gösteririz.

- Allah'ın ve Rasûlünün mü'min tarafından, başka her şeyden çok sevilmesi gerekir.

- Hatta Allah ve Rasulü ile Allah'ın yolunda cihad etmek, mü'min tarafından ailesinden ve malından daha çok sevilmelidir.

- Yalnızca Allah'tan korkmak (haşyet) ve yaratıklardan korkmamak,

- Sadece Allah'tan ummak, yaratıklardan bir şey ummamak,

- Sadece Allah'a güvenip yaratıklara güvenip dayanmamak,

- Allah'a haşyet ile yalnızca O'na dönmek,

- Allah için sevmek, Allah için buğzetmek,

- Allah için dost bilip bağlanmak ve Allah için düşmanlık beslemek de bunlara bir örnektir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte bu sizden (Allah'a) dönen, (nefsini hevasından) koruyan Rahman olan Allah'dan tenhada iken korkan ve dönen bir kalp ile gelen herkes için vadedilendir."

Allah için dost bilmek (muvalât), Allah için düşmanlık etmek (muâdat) de, Allah için sevmek ve Allah için buğzetmek gibidir.

İkincisi ise:

Onların, şâri'in kâfir olduğuna hüküm verdiği herkesin kalbinde ilimden ve tasdikten hiçbir eser bulunmadığından dolayı cehennemde sonsuza kadar kalacağını zannetmeleridir. Onlar bu konuda hem duygulara, hem akla ve hem de şeriate aykırı düşmüşlerdir. İnsanlar arasındaki sağduyu sahipleriyle akıllarını kullanan çoğunluğa da muhalefet etmişlerdir.

İnsan bazan hakkı, başka bir şeyle birlikte bilebilir. Bununla birlikte bunu inkâr edebilir. Onu kıskandığı, ona üstünlük sağlamak istediği, ya da nefsinin arzuları dolayısıyla böyle davranabilir. Bu arzuları onu bu hakka karşı haksızlık etmeye ve onun söylediğini her yolla reddetmeye itebilir. Bununla birlikte o, kalbinde bunun hak olduğunu bilir.

Peygamberleri yalanlayanlar, genellikle onların haklı olduğunu ve doğru söylediklerini biliyorlardı. Fakat ya çekememezlikleri dolayısıyla, yahut üstünlük ve liderlik istekleri veya önceden beri üzerinde oldukları yola sevgileri ve bu sayede elde ettikleri mal, başkanlık, arkadaşlık ve benzeri hususlar dolayısıyla peygamberlere uymayı sevdikleri hevâları terk etmeyi gerektirdiği yahut hoşlarına gitmeyen şeylerin meydana gelmesine sebep gördüklerinden peygamberleri yalanlar ve onlara düşmanlık ederler. İnsanların en azılı kâfirleri olurlar. İblis ve Fir'avn gibi. Kendilerinin batıl, peygamberlerin ise hak üzere olduklarını bilmelerine rağmen böyle yaparlar.

İşte bundan dolayı kâfirler, peygamberlerin doğruluğuna gölge düşürecek herhangi bir delil zikredemezler. Onlar yalanlarken yalnızca kendi hevâlarına uygun değildir diye (peygamberin getirdiklerini) yalanlarlar.

Nitekim Hz. Nuh'a:

"Bayağı kimseler sana uymuşken biz sana iman mı ederiz?" (Şuara, 111) demişlerdi.

Bayağı kimselerin sana uymaları bilindiği gibi peygamberin doğruluğuna gölge düşürmez. Fakat onu yalanlayanlar bu kimselerle birlikte olmaktan hoşlanmadılar.

Nitekim müşrikler de Hz. Peygamber'den Sa'd b. Ebî Vakkas, İbn Mes'ud, Habbâb b. el-Eret, Ammâr b. Yâsir ve benzeri kimseleri yanından uzaklaştırmasını istemişlerdir. Mekke'de iken ashab arasında Suffe Ehli yokken bu istekte bulunmuşlardır.

Yüce Allah bunun üzerine:

"Sırf onun rızasını dileyerek sabah akşam Rablerine dua edenleri (yanından) kovma. Onların hesabından sana birşey düşmez. Senin hesabından da onlara birşey düşmez ki onları kovasın. (Kovarsan o taktirde) zalimlerden olursun. Biz onlardan kimisini kimisi ile böyle sınadık. Ta ki: "Allah aramızdan bunlara mı lütuf etti?" desinler diye. Allah şükredenleri daha iyi bilen değil midir?" (En'am, 52-53)

Fir'avun'un şu sözleri de buna örnektir:

"Onların kavimleri bize kulluk etmekte iken biz, bizim gibi iki insana mı iman edeceğiz?" (Mü'minun, 47)

"Sen bizim aramızda çocuk iken seni beslemedik mi? ömründen nice yıllar aramızda kalmadın mı? Ve sonunda o yaptığını da yaptın, sen nankörlerdensin." (Şuara, 18-19)

Arap müşriklerinin şu sözleri de buna benzer:

"Dediler ki: Eğer biz seninle birlikte hidayete uyarsak, yurdumuzdan çıkarılırız." (Kasas, 57)

Ancak Yüce Allah da onlara şu cevabı vermektedir:

"Biz onlara kendi katımızdan bir rızık olarak her şeyin ürünlerinin toplanıp getirildiği, güvenli, dokunulmaz bir yeri mekân vermedik mi?" (Kasas, 57)

Hz. Şuayb kavminin ona söyledikleri şu sözler de bu türdendir:

"Ey Şuayb dediler, senin namazın mı sana babalarımızın taptığı şeylerden, yahut mallarımız üzerinde dilediğimizi yapmaktan vazgeçmemizi emrediyor?" (Hud, 87)

Genel olarak müşriklerin söyledikleri şu sözler de böyledir:

"Biz babalarımızı bir ümmet (din) üzere bulduk ve muhakkak bizler onların izlerine uyanlarız." (Zuhruf, 23)

Bütün bu gibi şeyler peygamberlerin doğruluğunu inkâr için delil olarak kullanılan şeylerdir. Ancak bunlar, şunu açıkça ortaya koyar:

Peygamberlerin getirdikleri, onların isteklerine, hevâlarına, alışkanlıklarına aykırıdır, işte bundan dolayı onlara uymamışlardır ve bunların hepsi de kâfirdir.

Hatta Ebû Talib ve başkaları Peygamber (s.a.v)'i seviyor, onun dininin üstün olmasını da arzuluyorlardı. içlerinden ona karşı bir kıskançlık da yoktu. Doğru söylediğini biliyorlardı, fakat ona uymanın atalarının dinlerinden ayrılmak, Kureyş'in ayıplamasına hedef olmak olacağını da biliyorlardı. İşte böyle bir adeti terketmeye katlanamadılar ve kavimleri tarafından yerilmeye tahammül edemediler. Bu yüzden onlar, ona iman etmenin doğru bir şey olduğunu bilmedikleri için imanı terketmemiş, aksine nefsi arzuları dolayısıyla imana yanaşmamışlardı. Peki bu durumda, her kâfirin ancak Allah'ı bilmediği için kâfir olduğu nasıl söylenebilir?

Cehmiye, her kâfiri hakkı bilmeyen bir cahil olarak kabul etmekle yetinmeyerek sonuçta:

"Kâfir, Allah'ın gerçekten var olduğunu bilmez" der. Onlara göre küfür, herhangi bir hakkı bilmemek değil, sadece bu muayyen hakkı bilmemektir.

Bizler ve bütün insanlar görüyoruz ki, bazı kâfirler içten içe İslâm dininin hak olduğunu biliyor ve kendilerini imandan alıkoyanı da hissedebiliyorlar. Bu ise ya akrabalarının, yakınlarının düşmanlığı, ya onlar tarafından elde ettikleri bir malın (iman etmeleri halinde) ellerinden gideceği, yahut iman ettikleri takdirde dinlerindeki saygınlıklarına benzer bir saygınlığı müslümanların yanında bulunmamaktan korkmaları ve buna benzer kendilerini imandan alıkoyan sebepler diye açıkladıkları benzeri hususlar bulunabilir. Bununla birlikte bunlar, İslâm'ın hak, dinlerinin de batıl olduğunu bile bile böyle davranabilmektedirler.

Bu durum hak olan bütün hususlarda vardır. Kalbiyle bunların hak olduğunu bilip bunu bile bile inkâr edip hak ehline düşmanlık edenlerde bu durum bulunabilir. Çünkü o, bu şekilde davranmasının kendisine bir menfaat sağlayacağını ve kendisinden birtakım zararları savabileceğim sanmaktadır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Yahudileri de hıristiyanlârı da veli (dost ve başımıza yönetici)'ler edinmeyin. Onlar ancak birbirlerinin velileridirler. İçinizden kim onları veli edinirse, muhakkak ki o da onlardandır. Şüphesiz Allah zalimler topluluğuna hidayet etmez. Kalblerinde bir hastalık bulunan kimselerin: Devranın aleyhimize dönmesinden korkuyoruz diye aralarında koşuştuklarını görürsün. Olur ki Allah kendi katından bir emir verip de onlar da içlerinde gizlediklerinden dolayı pişman olurlar. İman edenler derler ki: Olanca güçleriyle sizinle beraberiz diye Allah'a yemin edenler bunlar mıdır? Onların bütün amelleri boşa gitti ve en büyük zarara uğrayanlardan oldular." (Mâide, 51-53)

Müfessirler ise bu ayet-i kerîmelerin, kalbinde hastalık bulunduğu halde müslüman olduğunu söyleyen bir topluluk hakkında nazil olduğu üzerinde ittifak etmektedirler.

Bunlar İslâm ehlinin yenilgiye uğrayacaklarından korktukları için Muhammed'in yalan söylediğine, yahudi ve hıristiyanların da doğru söylediklerine inandıklarından dolayı değil de, kalplerindeki korku dolayısıyla bir dostluk kuruyorlardı.

Bu konudaki nakillerden birisine göre Übâde b. Sâmit dedi ki:

Ey Allah'ın Rasulü! Benim yahudilerden birtakım dostlarım vardır. Bununla birlikte ben yahudileri dost edinmekten Allah'a sığınırım. Onlardan uzak olduğumu belirtirim.

Fakat Abdullah b. Ubeyy şöyle dedi:

Fakat ben birtakım musibetlerin ve devranın aleyhime dönmesinden korkarım. O bakımdan yahudileri veli edinmekten uzak duramam. Bunun üzerine bu ayet-i kerîme nazil olmuştur.