İmanda istisna konusundaki görüşler

Bir kişinin: "Ben inşaallah mü'minim" demek suretiyle imanda istisnada bulunmasına gelince; bu konuda üç ayrı görüş vardır. Kimine göre istisnada bulunmak vacib, kimine göre haramdır ve kimisine göre de, her iki hususu birden dikkate alarak caizdir. Bu konudaki görüşlerin en sahihi olan da sonuncusudur. İmanda istisna yapmayı haram kabul edenler Mürcie ve Cehmiyye gibileridir. Bunlar imanı ve insanın kendisinde iman olup olmadığını bilir derler. Rabbin tasdik edilmesi ve buna benzer insan kalbinde yer alan hususlar gibi. Böyle bir kimse der ki:

Ben şüphesiz mü'min olduğumu biliyorum. Nitekim şehadetini söylediğimi de biliyorum, fatihayı okuduğumu da biliyorum, Allah'ın rasülünü sevdiğimi, yahudi ve hıristiyanlara buğzettiğimi de biliyorum. O bakımdan ben mü'minim demem, ben müslümanım dememe, şehadeti söyledim, fatihayı okudum dememe benzer. Aynı şekilde yahudi ve hıristiyanlara buğzediyorum dememi ve bunun gibi, benim bildiğim ve kesin olduğundan emin olduğum mevcut diğer hususlara benzer. Ben inşaallah fatihayı okudum demek caiz olmadığı gibi, aynı şekilde ben inşaallah mü'minim demek de caiz değildir. Fakat bu hususta eğer şühpe ediyorsa imanında istisna yapan kimsenin, imanından şüphe ettiğini söylerler ve bu gibi kimselere (şüphe edenler anlamına gelen):

"şekkake" adını verirler. İstisnada bulunmayı gerekli görenlerin iki dayanağı vardır:

Birincisi, iman kişinin ölüm esnasındaki halidir. İnsanın Allah katında mü'min ve kâfir olması, ölümü açısından Allah'ın ezeli ilminde üzerinde öleceği hal ile ilgilidir. Bundan önceki hali ise muteber değildir. Bunlar derler ki:

Arkasında küfrün geldiği ve kişinin kâfir olarak ölümüyle sonuçlanan iman, iman değildir. Tamamlamadan önce kişi tarafından bozulan ve güneşin batışından önce açılan oruca benzer, işte böyle durumda olan bir kimse Allah katında, Allah onun ne hal üzere öleceğini bildiğinden dolayı kâfirdir. Bu görüşün sahipleri küfür hakkında böyle derler. Bu görüş Küllâbiye'nin müteahhirlerinden birçoğuyla sünnet ve hadis ehlinin, "inşaallah ben mü'minim" şeklinde bir şöz söyleyip bununla birlikte imanın artıp eksilmediğini kastetmekle birlikte insanın kendisinde mevcut olanda değil de, gelecek olanda şüpheyi kasteden görüşü destekleyen birçok kimsenin dayanağıdır. Ayrıca bunlar şunu da söylerler:

Allah'ın muhabbeti, rızası, gazab ve buğzu kadimdir. Acaba bütün bunlar irade (sıfatıyla ilgili) midir, yoksa başka sıfatlar mıdır? Bu konuda onların iki ayrı görüşü vardır.

Bunların ulemasının çoğunluğu şöyle der:

Rıza ve gazab ile benzerleri sıfatlar iradenin kendisi değildir. Nitekim "semi" ve "basar" da ilmin kendisi değildir. Aynı şekilde velilik ve düşmanlık da böyledir. Tüm bunlar Ebû Muhammed Abdullah b. Küllab ile, ona tabi kelamcılarla Hanbeli, Şafiî, Maliki ve onların dışında kalan mezheplerin tabiilerine göre kadim ve ezeli birbirinden ayrı sıfatlardır.

Bunlar derler ki:

Allah ezelde eğer mü'min olacağım biliyorsa, önceleri kâfir olanı sever. Ashab-ı kiram bundan önce belli bir süre putlara tapan kimseler olsalar bile, her zaman için Allah tarafından sevilen kimselerdir. İblis ise henüz daha kâfir olmadan önce bile Allah tarafından ezelden beri buğzedilen bir kimseydi. Böyle bir açıklama onların bu konudaki iki görüşlerinden birisine göredir. Buna göre gazab ve azab iradeye racidir ve irade de ilme uygundur. Yani:

Allah imanlarından sonra bu gibi kimselere ezelden beri sevap vermeyi irade buyurmuş, küfründen sonra da İblis'i cezalandırmayı uygun bulmuştur. Bu, anlam olarak doğrudur. Çünkü Allah ezelden beri yaratacağı her şeyi yaratmayı irade buyurur. Bunları başka sıfatlar olarak kabul edenlerin görüşlerine uygun olarak da şöyle denilir: Aynı şekilde onun sevgisi, sevap verip mükafatlandırmak istediği (irade buyurduğu) kimseye tabidir. Allah kime sevap vermeyi irade buyurmuşsa, onu sever. Kimi cezalandırmayı irade buyurmuşsa da ona buğzeder, bu ise ilme tabidir. Bunlara göre Yüce Allah eğer bir kimseye gazap etmişse, artık hiçbir zaman o kişiden razı olmaz. Tevbesini kabul ettikten sonra da bir kulun tevbesi dolayısıyla sevinmez. Aksine o ezelden beri onun tevbe edeceğini bildiğinden dolayı tevbesi dolayısıyla sevinir. Bu gibi kimselere göre ise sevinmek ya irade veya razı oluş demektir. Yani o ezelden beri ona sevap vermeyi irade buyurmuş veya sevap vermek irade buyurduğu kimseden razıdır demiştir. Aynı şekilde bunlara göre Yüce Allah kıyamet gününde gazab etmez. Ancak ondan daha önceki zamanlarda durum böyle değildir. Yani aksine onun gazabı -ya irade veya başka anlamda olmak üzere- kadimdir.

Bunlar derler ki:

Bir insanın kâfir olarak öleceğini bildiği takdirde, o ezelden beri onun cezalandırılmasını istiyor demektir. Bir süre onun sahip olduğu iman batıldır, faydası yoktur. Hatta varlığıyla yokluğu arasında fark yoktur. Böyle bir kimse asla mü'min değildir. Eğer bir kimsenin mü'min olarak öleceğini biliyorsa, ezelden beri ona sevap vermek diliyor demektir. Onun işlemiş olduğu küfrün varlığıyla yokluğu arasında da fark yoktur. Böyle bir kimse bu görüşü savunanlarca hiçbir zaman kâfir olmaz. İşte bunlar bu esasa dayanarak imanda istisnada bulunurlar. Aynı zamanda onların muhakkiklerin kimisi küfürde istisnada da bulunur.

Ebû Mansur Maturidî gibi. Bunların söz konusu ettikleri hususlar her ikisi hakkında da (iman ve küfür için de) geçerlidir. Fakat imamların büyük çoğunluğu küfürde istisna yapılamayacağı görüşündedirler ve bunlara göre küfürde istisna bid'attir. Seleften böyle bir şey görülmemiştir. Fakat bu (istisna) onlar tarafından kabul edilmesi gereken bir görüştür.

Bu konuda fark gözeten kimseler şöyle derler:

Bizim imanda istisnada bulunmamız, ölüm halindeyken imanlı kalmamız arzusuyladır. Küfür üzere ölmeyi ise hiçbir kimse arzu edemez. Ancak şöyle denilebilir:

Eğer senin "mü'mindir" şeklindeki sözün "cennettedir" sözüne benziyorsa, o vakit sen kâfir hakkında "o kâfirdir" dersin, fakat cehennemdedir demen ancak onun küfür üzere ölmesi şartına bağlı olarak mümkündür. Böylelikle senin bu sözün onun halihazırda kesin olarak kâfir olduğunun delilidir. Bununla birlikte mü'min olabilmesi de mümkündür. Mü'minin durumu da böyledir, Kişi ister kendisi hakkında, ister başkası hakkında haber versin, farketmez. Bir yahudi ve bir hıristiyan hakkında, onun kâfir olduğu söylense, inşaallah demesi, onun kâfir olarak öleceğini bilmemesiyle ilgili olur. Bunlara göre ise hiçbir kimse onun iman üzere öleceğini bilmediği sürece başkasının mü'min olduğunu bilemez. Bu görüşü İbn Küllab'ın arkadaşlarından (mezhep mensuplarından) kelam ehli pek çok kimse söylemiş ve diğer imamlara tabi olan birçok kimse de bu konuda onlara uygun kanaat belirtmiştir. Ancak seleften hiçbir kimse böyle bir görüş ileri sürmemiştir. Ne dört mezhep imamı, ne de başkaları. İmanda istisna yapan hiçbir selef ise böyle bir gerekçe ileri sürmüyordu.

Ne Ahmed, ne de ondan öncekilerden hiçbir kimse.

Bu görüşün dayanağını asıl itibariyle selefe tabi olarak imanda istisnada bulunan bir kesim kabul etmemiştir. Bu gibi kimseler ise imanda istisnada bulunmayı seleften öğrenmişlerdir. Şam (Suriye) halkı Mürcie'ye karşı çok şiddetli bir tavır içindeydi, Sevri'nin arkadaşı Muhammed b. Yusuf Firyabî bayındır olduğu sıralarda Askalan'da murabıt idi. Askalan o zaman, müslüman serhadlerin en hayırlılarındandı. işte bundan dolayı orada Allah yolunda ribat fazileti dolayısıyla birçok faziletler vardı. Bunlar selefe tabi olarak imanda istisnada bulunuyorlardı. Aynı şekilde salih amellerde de istisna yaparlardı. Bir kimsenin:

İnşaallah namaz kıldım ve benzeri sözleri Allah tarafından kabul edilmesi anlamında idi. Çünkü bu konuda seleften bir takım rivayetler gelmiştir. Daha sonra bunların birçoğu bu sefer her hususta istisna yapmaya koyuldular:

İnşaallah bu benim elbisemdir, inşaallah bu bir iptir demeleri gibi. Bunlardan herhangi bir kimseye:

Bunda şüphe edilecek bir taraf yoktur denilecek olursa, şu cevabı verirdi:

Evet bunda bir şüphe yoktur. Fakat Allah onu değiştirmek istedi mi, başka bir şeye dönüştürebilir. Böylelikle bunlar "inşaallah" sözleriyle o şeyin gelecekte değiştirilmesinin mümkün olacağını kastediyorlardı. Halihazırda o şekilde olduğunda şüphe olmasa bile. Sanki onlar bu konuda istisnanın söz konusu olmayacağı hakikat değişmediği sürece kalan sekilmiş gibi bir anlayışa sahip oldukları anlaşılmaktadır. Nitekim bunlar iman hakkında şöyle derler:

İman yüce Allah'ın, sahibi o şekilde ölünceye kadar, asla değişmediğini bildiği imandır.

Fakat bu sözü ilim ve din ehli birtakım kimseler ictihad ve inceleme sonucu ileri sürmüşlerdir. Her hususta istisna yapan bu kimseler, bu davranışı, hocalarına tabi olan birtakım kimselerden almışlardır. Bunların intisab ettikleri hocaları (şeyhleri) ise Ebû Amr Osman b. Merzuk adında birisi olup böyle bir istisna yapılacağı görüşünde olan kimselerden değildi. Aksine o, istisna hususunda kendisinden öncekilerin yolunu izlemekteydi. Fakat bazı öğrencileri ondan sonra her şeyde istisna yapma konusunu ortaya çıkardılar.

Onların bu hocaları imam Ahmed'e mensuptu ve bu kişi Abdulvehhab b. eş-şeyh Ebu'l-Ferac el-Makdisî'ye tabi olan kimselerdendi. Ebu'l-Ferac ise Kadı Ebû Ya'la'nın öğrencileri arasındadır. Bütün bunlar ise her ne kadar İmam Ahmed'e müntesib kimseler ise de, İmam Ahmed'in reddettiği İbn Küllab'ın asıl ilkesini uygun görüyorlardı, imam Ahmed ise sırf bundan dolayı Haris el-Muhasibî'den uzak kalınmasını emretmişti.

Nitekim Malik, Şafiî ve Ebu Hanife mezhebine mensup bir grup kimse de İbn Küllab'ın bu asıl ilkesini uygun görürler. Ebu'l-Mealî el-Cuveynî, Ebû Mansur Maturidî ve başkaları bunlara örnektir. Bu gibi kimselerin sıfatla ve sıfatlarla ilgili birçok meselelerde -Kur'an meselesi gibi Yüce Allah kendi meşieti ve kudreti ile mi konuşur yoksa Kur'an-ı Kerîm onun zatının lazımı mıdır gibi mes'elelerde- ve benzerleri ile istisna hususundaki görüşleri işte bu esasa dayanır.

Aynı şekilde Eş'arî ve ona tabi olanlar da bu esasa dayanarak görüşler ileri sürmüşlerdir. Çünkü bütün bunlar Küllabiye'ye -bu konuda- mensup olup şöyle derler:

Allah kendi meşiet ve kudretiyle konuşmaz. İman ve küfründen sonra da hiçbir kimseye gazab etmez ve razı olmaz. Tevbe ettikten sonra da herhangi bir kimsenin tevbesinden dolayı sevinmez. İşte bundan dolayı Kur'an-ı Kerîm'in Allah'ın mahluk olmayan kelamı olmadığı hususunda selefe uymakla birlikte arkasından şöyle demişlerdir:

Kur'an kadimdir, Allah onu meşiet ve kudretiyle söylememiştir. Arkasından kadim olma konusunda, onun bir tek mana mı, yoksa arka arkaya gelen kadim harfler mi olduğu hususunda ihtilaf etmişlerdir. Nitekim bu konuda onların ve başkalarının görüşleri bir başka yerde genişçe açıklanmıştır.

Sözü geçen bu son kesim istisna konusunda aşın gitmekle birlikte herhangi bir şey hakkında da "katiyyen" denilmesini de kabul etmezler. O kadar ki, böyle bir söz onlarca bir münker haline gelmiştir. Eğer manayı kesin olarak ifade etmek isteyecek olurlarsa, mesela Hz. Muhammed'in Allah'ın râsulü olduğunu, Allah'ın da Rableri olduğunu kafi bir ifade ile bildirirler, bununla birlikte "katiyyen" lafzını söylemezler. Ben bu türden bir kısım kimselerle karşılaştım ve onların bu tavırlarını reddettim. Onların istediklerini "kat'iyyen" demedikçe yapmadım. Onlar bu konuda, Hz. Peygamber'den olduğu rivayet edilen ve kişinin,"katiyyen" demesini yasaklayan birtakım hadisler içeren bazı kitap getirdiler. Ancak bu hadisler mevzu ve uydurulmuş hadislerdir. Müteahhirlerin bir kısmı bu hadisleri sonradan uydurmuşlardır.

Burada maksat şudur "imanda istisna" böyle bir gerekçe ileri sürülerek açıklandığında bazı kimseler de müslümanlarm icmaı ile, hakkında istisnanın caiz olmadığı şeylerde böyle bir illeti kabul etmezler. Bunu da şuna dayanarak söylerler:

Şu anda varolan eşya, eğer Allah'ın ilminde hallerinde bir değişiklik olacağı söz konusu ise, o takdirde bunun sıfatlarından halen mevcut olanlar istisna edilir ve bu inşaallah küçüktür denilir. Çünkü Allah bunu büyük yapabilir. Yine "bu inşaallah delidir" denilir. Çünkü Allah onu akıllı yapabilir. Mürted kimseye de:

Bu inşaallah kâfirdir denilir. Çünkü tevbe etmesi mümkündür. Bu esasa dayanarak imanda istisna yapan bu kimseler bunun selefin görüşü olduğunu zannetmişlerdir.

Bunlar ve bu türden olan kelamcılar, İslâm dininden zahir olan hususları desteklerler. Nitekim kelamcılardan olan Mutezile, Cehmiyye ve başkaları da bu görüşü destekler. Bunlar yaratıcının sabit olduğunu, nübüvveti, öldükten sonra dirilişi ve benzeri inançları destekler. Bununla birlikte ehl-i sünnet ve'l-cemaat mezhebinin zahir görüşlerini de desteklerler.

Nitekim Küllabiye, Kerramiye, Eş'arîyye ve benzerleri de bu tür şeyleri desteklerler. Bunlar Kur'ân-ı Kerîm'in Allah'ın mahluk olmayan kelamı olduğunu, Allah'ın ahirette görüleceğini, kıble ehlinin günah sebebiyle kimseyi tekfir etmediğini ve bu günahı sebebiyle onu cehennemde ebedi görmedikleri görüşünü destekler.

Hz. Peygamber'in büyük günah işleyen kimselere bir şefaatte bulunacağını, kabir suali ile kabir azabının hak olduğunu, Peygamber (s.a.v) efendimizin ahirette havzının hak olduğunu ve buna benzer ehl-i sünnet ve'l-Cemaatin kabul ettiği esaslardan olduğu yaygın olarak kabul ettiği görüşleri de destekler.

Aynı şekilde dört halifenin halifeliğini, Hz. Ebu Bekir ve Ömer'in fazileti ve benzeri hususları da desteklerler.

Kelamcıların birçoğu desteklediği birçok hususta, o konuda İslâm dininin hakikatinin ne olduğunu, sünnetin bu konuda neler getirdiğini bilmemektedirler. O bakımdan bu gibi kimseler onların görüşlerinden zahir olanlarını desteklerler ve hakikatte onların dayanaklarına da dayanmazlar. Aksine kimi zaman bunları selefin dışında olan bidat ehli bazı kimselerden kabul ettikleri ilkelere göre yapar ve böylelikle bu gibi kimselerin sözlerinde çelişkiler, tutarsızlıklar ve hatalar ortaya çıkar ki, selef bu gibi sözleri ve sözlerin sahiplerini kınamışlardır. Çünkü seleften bu gibi hususların kınandığına ilişkin birçok sözler nakledilmiştir. Kınanmış olan söz ise, kitap ve sünnete aykırı olan sözdür. Kitap ve sünnete aykırı olan herbir şey ise batıldır, yalandır. Şeriate ve akla aykırıdır. Çünkü:

"Rabbinin sözü doğruluk ve adalet bakımından tam ve eksiksizdir." (En'am, 115)

İşte bu gibi kimseler ehl-i sünnetin imanda istisna yaptıkları kanaatini yaygın bir kanaat olarak görüp de böyle bir istisnanın ancak kulun kendisi üzere öldüğü ve kendisi ile rabbinin huzuruna çıkacağı hal olarak kabul edilmedikçe imkansız olduğunu gördüklerinden, selefe göre imandan kastedilenin bu olduğunu zannetmişler ve bunun selefin görüşü olduğunu nakletmeye koyulmuşlardır. Halbuki seleften hiçbir kimse böyle bir şey söylememiştir. Ayrıca bunlar iman konusunda Cehm'e ait olup destekledikleri esas görüşü ve hadis ashabı arasından muhakkik ve akli ilimleri elde etmiş kimselerin görüşü olduğunu ileri sürmüşlerdir. Böyle bir duruma ise akli ilimlerle uğraşıp selefe muhalefet eden ve bu konuda delilini ortaya koyup selefin sözlerinin hakikatini bilmeyenlerin görüşlerinde çokça rastlanılan bir husustur. Selefin değil de, bu gibi kimselerin veya onları tazim edenlerin delillerini bilen bir kimse, kendisine nisbetle daha üstün olduklarını gördüğünden dolayı "bu muhakkiklerin görüşüdür", "muhakkikler böyle demiştir" gibi sözler söyler. Bu ise batıl ve şeriatla birlikte akla da aykırı olan görüşlerden bir görüş olarak ortaya çıkar. Bazı bidatçiler ile bazı inkarcıların sözlerinde bu gibi şeylere çokça rastlanılır. Fakat Allah'ın kendisine ilim ve iman verdiği kimse, ashabın izlediklerini, her zaman için kendisinden sonrakilerin görüşlerinden daha ağır bastığını bilir ve İslâm'da sonradan herhangi bir görüşü bidat olarak ortaya koyan herkesin mutlaka hata ettiğini, doğrunun ise kendisinden öncekilerin söyledikleri görüş olduğunu anlar.

Ebû Kasım el-Ensarî'nin, Ebû İshak el-İsfarainî'den naklettiğine göre iman hususunda Ebu'l-Hasen ve mezhebine mensup olanların görüşlerini zikredip imanın kalbin tasdiki olduğu görüşünün sahih olduğunu belirttikten sonra şöyle dediğini nakletmektedir:

Bizim mezhep mensuplarımız arasında kimisi bunun ölüm halinde olduğunu ileri sürmüş ve bu iman ile vefat edip rabbinin huzuruna gitmesinin ve bu şekilde son nefesini vermesinin gerçek imanda şart olduğunu söylemiş, bununla birlikte halihazırdaki iman için böyle bir şeyin şart olduğunu kabul etmeyenlerin de bulunduğunu belirtmiştir.

Ensarî der ki:

Selef imamlarının büyük çoğunluğunun iman kalbin marifeti, dil ile ikrar ve organlarla ameldir dediklerini zikrettiği sıralarda şöyle der:

Bunların da çoğunluğu vefat esnasında iman sahibi olmak görüşünü kabul ederler. Vefat esnasında imana sahip olmak görüşünü kabul edenler ise, cennet ehlinden olduklarına dair haber varid olmayan kimseler hakkında söylerler. Cennetlik olduğuna dair haber varid olanlara gelince -ashab-ı kiramdan aşere-i mübeşşere gibi- kesinlikle mü'min oldukları söylenir. Daha sonra şunları söyler:

Muhakkiklerin tercih ettikleri görüş ise imanın tasdik olduğu şeklindedir. Bizler vefat esnasında onların görüşlerinin farklı olduğundan daha önceden sözetmiş ve bunun imanın sıhhati ile halihazırdaki hakikati için bir şart olup olmadığı ve bunun Allah katında geçerli olup olmadığı ve hükmü hakkındaki görüş ayrılıklarını söz konusu etmiş bulunuyoruz. Bunun iman için bir şart olduğunu söyleyenler halihazırda mutlak ifadede istisnada bulunurlar. Ancak tevhid ve marifetin hakikatinden şüphe ettikleri için bu istisnayı yapmıyorlar. Fakat onlar şöyle derler:

Bizim halihazırda niteliğimiz olan imanın Allah katında geçerli kabul edilecek bir iman olup olmadığı bilinmez. Bununla da, yani biz nihayette böyle bir imandan fayda görüp onun meyvelerini toplayıp toplamayacağımız anlamını kastederler.

Bunlara sizler hakikaten mü'min misiniz, yoksa İnşaallah mı veya umulur mu dersiniz? diye sorulduğunda şu cevabı verirler:

Biz İnşaallah mü'miniz. Böyle bir istisnadan kasıtları ise akıbette işi şanı Yüce Allah'a havale etmektir. Allah katında hesaba kaydedilecek olan iman ise ancak feyz bilgisi ve necat işareti olması halinde söz konusu olur. Eğer bu imanın sahibi -ki Allah'a böyle bir durumdan sığınılır- Allah'ın hükmünde bedbaht kimselerden ise, bu sefer onun halihazırda sahih olduğu imanı iğreti bir iman olur. Ayrıca Ensarî:

Bu görüşü kabul eden kimselere göre ben kesinlikle cennet ehlinden bir mü'minim demekle, ben hakikaten mü'minim demek arasında fark yoktur.

Ben derim ki:

Böyle bir açıklama imanı farzları edayı, haramları da terketmeyi kapsayacak şekilde kabul edenlerin görüşüne uygun düşer. Bu şekilde ölen bir kimse cennet ehlinden olur. Cehmiyye ve Mürcie'nin görüşüne göre ise -ki bu da Cehm'in görüşünü destekleyen kimselerin görüşüdür- böyle bir kimse kesin olarak iman üzere ölür ve onlara göre imanı kamildir. Bununla beraber böyle bir kişi onlara göre cehenneme giren kebair ehlinden sayılır. O bakımdan imanlı olarak vefat etmesi halinde cennet ehlinden olması şart değildir. Onların görüşlerinin böyle bir sonucu gerekli kılması, görüşlerinin fasid oluşuna da delildir.

Çünkü Yüce Allah mü'minlere cenneti vadetmiştir. Aynı şekilde özellikle Yüce Allah'ın şöyle buyurduğunu da belirtirler:

"Allah, mü'min erkek ve kadınlara cennetler... vadetmiştir." (Tevbe, 72)

İşte bunlar -yani ölüm esnasında imanlı olmayı kabul edenler- böyle bir tasdik üzere sebat etmeyi ve niteliğini belirttiğimiz imanı -sözlük anlamı ve akıl itibariyle değil de- şer'an iman için vefat ve ölüm esnasında sahip olunmasını şart koşmuşlardır.

Yine (Ensarî) der ki:

İşte hadisçilerin selefi ve çoğunluğun görüşü de budur. Ayrıca bu İmam Ebû Bekr b. Fûrek'in tercih ettiği görüştür. Diğer taraftan İmam Muhammedi b. İshak b. Huzeyme bu konuda ileriye gider ve şöyle derdi:

Her kim ben gerçekten mü'minim diyecek olursa, böyle bir kimse bid'atçidir.

İbn Mes'ud ve ashabı Sevrî, İbn Uyeyne, Küfe alimlerinin çoğunluğu, Yahya b. Said el-Kattan'ın Basralı ilim adamlarından yaptığı rivayetler, Ahmed b. Hanbel ve benzeri sünnet imamları gibi hadis ashabının selefinin görüşüne gelince, bunlar imanda istisna yaparlardı. İstisna yaptıkları onlardan tevatür ile nakledilmiştir. Fakat bütün bunlar arasında:

Bizler ölüm esnasındaki hâl sebebiyle istisna yapıyoruz, iman da kulun vefat esnasında bulunduğu ve kendisi ile rabbinin huzuruna vardığı halin adıdır diyen kimse yoktur. Aksine bu imamlar istisnanın ancak ve ancak imanın farz olan şeyleri yapmayı da ihtiva ettiğinden dolayı yapıldığını açıkça ifade ederlerdi. O bakımdan bu konuda kendi lehlerine şahitlik etmiyorlardı. Nitekim birr ve takva sahibi olduklarına dair de tanıklıkta bulunmuyorlardı. Çünkü bu bilmedikleri bir husustur. Ayrıca bu bilgi sahibi olmaksızın kendi kendilerini tezkiye etmeleridir. Nitekim inşaallah bu konuda onların görüşlerini de belirteceğiz.

Vefat halindeki duruma gelince, ben seleften herhangi bir kimsenin bunu istisnaya gerekçe gösterdiğini bilmiyorum. Fakat müteahhirinden birçok kimse Ahmed, Malik, Şafiî ve başkalarının mezhebine mensup hadis ashabından birçok kimse bunu gerekçe olarak göstermektedir. Nitekim Ebu'l-Hasan el-Ensarî ve mezhebine ait çoğunluğun teşkil ettiği kelamcılar da bunu gerekçe gösterirlerse de bu hadis ashabının selefinin görüşü değildir. Daha sonra (Ensarî) der ki:

Bir kimse dese ki:

Şeriatte emrolunan iman, sizin şartlarını da belirterek nitelediğiniz şeydir. Bu ise dilden çıkartılan bir mana değildir. Peki sizin sözlük anlamıyla iman konusunda getirdiğiniz açıklamalarınız nasıl tutarlı bir açıklama olabilir? O zaman şöyle deriz:

İman hem sözlükte, hem de şer'i terim olarak tasdik demektir. Ancak şeriat tasdike birtakım nitelik ve şartlar ilave etmiştir ki bunların toplamı ile namaz, oruç, hac ve benzeri terimler hakkında söylediğimiz gibi, o takdirde geçerli ve makbul olur. Mesela sözlükte namaz duadır. Şu kadar var ki şeriat buna birtakım şartlar eklemiştir.

Şöyle denilir:

Bu onların imanın müsemması ile ilgili yaptıkları açıklamalarla çelişmektedir. Çünkü onlar imanın sözlükte tasdik olduğunu şeriatın da bunu değiştirmediğini ileri sürerken aslında kendi aleyhlerine delil getirmektedirler.

Denilse ki:

Namaz, hac ve zekât, dildeki anlamından uzaklaştırılmış ve dilcilerin kabul ettikleri anlamın dışında bir mana ile kullanılmıştır. O zaman şöyle deriz:

Bu konuda ilim adamları ihtilaf etmişlerdir. Doğrusu bu kelimelerin dilcilerin kullandıkları esas üzere bırakıldıkları ve başka anlama aktarılmadıkları şeklindedir. Ancak buna fazladan bazı hususlar eklenmiştir. Eğer biz karşı tezi savunanların söylediği şekilde bu lafızların asıl manalarından uzaklaştırıldığını veya kesin olan bir delile dayanacak bir çeşit mecaz yoluyla başka anlama hamledildiklerini kabul edecek olursak, o takdirde karşı tezi savunanın iman ile ilgili olarak bunun da söz konusu olduğuna dair delili getirmesi gerekir. Çünkü herhangi bir zailin izale edilmesi sebebiyle Kur'an-ı Kerîm'in diğer zaillerinin izale edilmesi gerekmez.

Şöyle denilir:

Sizler imanda şeriatın bu hususta bir fazlalık getirdiğini ileri sürmektesiniz ve onu namaz ve zekât gibi kabul etmektesiniz. Bununla birlikte hiçbir kimse şeriatten ancak imanla ölünmesi halinde imanın varlığından söz edilebileceğine dair tek bir delil zikretmesi mümkün değildir. Bunun mümkün olacağını kabul etsek bile, imana birtakım amellerin de eklenmesi konusundaki şer'i işaretler daha çok ve daha meşhurdur. O halde şer'i bir terim olarak imanın kapsamına nasıl olur da ameller girmez. Onun:

Kesin bir delilin getirilmesi kaçınılmazdır şeklindeki ifadesine de iki cevap verilir:

1 - Vefat esnasında imanın nakzedilmesi kesinlikle hakkında hüküm verilebilecek bir durum değildir.

2 - Biz böyle bir şeyi kabul etmeyiz. Aksine biz kesin olarak şunu söyleriz:

Allah'ın ve Rasûlünün sevgisi, Allah'tan haşyet ve benzeri hususlar Allah'ın ve Rasûlünün sözündeki açıklamalara göre imanın ad olduğu şeylerin kapsamı içerisine girmektedir. Bu hususlar anlaşmazlığın söz konusu olduğu bazı hususlarda olduğu gibi namaz, oruç ve haccın birtakım fiillerine dair kesin kanaatlerimizden daha büyüktür. Diğer taraftan bu konuda muteber olanın vefat olduğunu kabul eden Ebu'l-Hasan ile İbn Fûrek ve başkaları hiçbir zaman şeriatın imana yeni bir şey eklediğini söylemezler. Aksine onlara göre şeriatın iman adını kendisinden aldığı her kişinin kalbinden tasdikin de alındığını kabul ederler.

(Ensarî) der ki:

Bizim mezheb mensupları arasında imanın halihazırda hakiki bir iman olabilmesi için iman üzere ölmeyi şart koşmayanlar da vardır. Bununla birlikte iman için sevabı hak etmesi için ise ölüm esnasında iman sahibi olmasını şart koşmuşlardır. Bu Mutezile ve Kerramiye'nin de mezhebidir. Ebû İshak İsfarahanî'nin tercih ettiği görüş de budur. Kadî'nin açıklamaları da buna işaret etmektedir. Ayrıca hocamız Ebu'l-Mealî'nin tercih ettiği görüş de budur. O der ki:

İman halihazırda kesm olarak sabittir. Bunda şüphe yoktur. Fakat feyz bilgisi ve necatın alameti olan iman ise vefat esnasındaki imandır, işte selef buna gereken önemi vermiş ve bunu söz konusu ettiklerinde' onunla birlikte istisnada bulunmuşlardır. Yoksa halihazırdaki imanda şüphe kasdıyla istisnada bulunmuş değillerdir.

(Ensarî) der ki:

O neticeye ulaşan kimseler şöyle derler:

İman kendisinden, mü'min adının da türetildiği bir sıfattır Nitekim "alim" kelimesi de "ilim" den türetilmiştir. Ben kendimin mü'min olduğumu kesinlikle bildiğim takdirde, kendimin alim, arif ve musaddık olduğunu ifade ettiğim gibi, iman sahibi olduğumu da kesinlikle ifade ederim. Eğer gelecekte onu izale edecek herhangi bir şey varid olursa, bu benim kullandığım ifademin dışında kalır. Çünkü o vakit böyle bir niteliği haketmenin dışına çıkmış olurum. Böyle bir durumda bunun emrolunan iman değildi, aksine karşılığı gerektiren bir iman olup sonradan değişmiş ve batıl olmuştur denilemez. Fakat kişinin ben cennet ehlindenim şeklindeki sözü bu türden değildir. Çünkü böyle bir şey kişi için gaybtır; fakat umulan bir husustur. Birinci görüşü kabul edenler birtakım hususlara dayanırlar. Mesela iman ömür boyu ibadettir denilmesi bu türdendir, iman bir tek itaat gibidir. Onun başının sıhhatli olması, sonunun da selametti olmasına bağlıdır. Nitekim namaz, oruç ve hac hakkında da böyle söyleriz. Bunlar derler ki:

Halihazırda kişiye veli, said, Allah katında kendisinden razı olunmuş adı verilmez. Aynı şekilde kâfire de halihazırda Allah'ın düşmanı ve bedbaht adı da verilmez. Bu ancak onun hakkında halihazırda düşmanların hükümleri uygulandığından dolayı söylenebilir. Çünkü o bu gibi kimselerin alametlerine sahip olduğunu izhar etmiş bulunmaktadır.

Ben derim ki:

Onların yaptıkları bu açıklamalarda şüpheyi gerektirecek bir taraf yoktur ve bu İbn Küllâb'ın Eş'arî ve onun mezhebine mensup olanların ayrıca Ahmed, Şafiî ve başkalarının mezheplerine mensup olup onlara muvafakat edenlerin görüşleridir, insanların çoğunluğu ise şöyle demektedir:

Hayır kişi eğer kâfirse, Allah'ın düşmanıdır. Fakat daha sonra iman edip takva sahibi olursa Allah'ın velisi (dostu) olur.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olanları veliler edinerek onlara sevgi ile (peygamberin haberlerini) ulaştırmayınız..." (Mümtehine, 1) buyruğundan itibaren:

"Olur ki Allah, onlardan düşmanlık ettiklerinizle sizin aranızda yakın bir dostluk meydana getirir. Allah kadirdir, Allah Gafur'dur, Allah Kadir'dir, Allah Rahim'dir."(Mümtehine, 7) buyruğuna kadar olan ayetlerden bu husus anlaşılmaktadır.

Nitekim böyle de olmuştur. Mekke'nin fethinden önce Allah'a ve Rasûlüne düşmanlık eden Mekke halkının birçoğu fetihten sonra iman etmiş ve Allah'ın ve Rasûlünün velileri arasına girmişlerdir.

İbn Küllab ve ona uyanlar ise velayetin Yüce Allah'ın zatı için kadim bir sıfat olduğunu esas kabul ederek bu görüşü ileri sürmüşlerdir ki, onlara göre bu irade, muhabbet, rıza ve benzeri şeylerdir. Bunun anlamı ise ölümden sonra o kişiye sevap verme iradesidir. Bu husus ise Allah'ın ilmine tabidir. Allah kimin mü'min olarak öleceğini takdir etmişse, o kişi her zaman Allah'ın velisidir. Çünkü her zaman Allah onu cennete girdirmeyi dilemektedir. Düşmanlık da böyledir.

Cumhur ise şöyle demektedir: Velayet ve düşmanlık her ne kadar Allah'ın sevmesini, rızasını buğz ve gazabını ihtiva ediyor ise de, şanı Yüce Allah insandan iman edip salih amel işledikten sonra razı olur ve onu sever. Kâfir olduktan sonrada ona gazab eder ve kızar.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Çünkü onlar Allah'ı gazablandıran şeye uydular ve onun rızasından hoşlanmadılar." (Muhammed,28)

Böylelikle amellerin onu gazablandırdığını haber vermektedir.

Nitekim Yüce Allah başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"Onlar bizi gazablandırdıklarında biz de onlardan intikam aldık." (Zuhruf,55) yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve eğer şükrederseniz işte faydanız için ondan razı olur." (Zümer,7)

Buhârî'de yer alan ve Ebu Hureyre'nin Peygamber (s.a.v)'den rivayet etmiş olduğu sahih hadiste şöyle demektedir:

Yüce Allah buyurur ki:

"Her kim benim velim olan bir kimseye düşmanlık ederse bana karşı savaş açmış demektir. Kulum benim kendisine farz kıldığım şeyleri eda etmek gibi hiçbir şeyde bana yaklaşmış olamaz. Benim kulum nafilelerle bana yaklaşmaya devam eder ve nihayet ben onu severim. Onu seversem de, işittiği kulağı, gördüğü gözü, yakaladığı eli, yürüdüğü ayağı olurum; o benimle işitir, benimle görür, benimle yakalar, benden dilerse mutlaka ona veririm, bana sığınırsa onu himayeme alırım. Ben ölümü sevmeyen ve benim de kendisine kötülük yapmayı istemediğim, fakat kendisi için de ölümün kaçınılmaz olduğu mü'min kulumun canını kabzetmekte tereddüt ettiğim kadar yapmak istediğim hiçbir şeyde tereddüt etmem." (Buhârî, Rikâak, 38; Müsned, VI, 256)

Bu hadisi şerifte, kulun Yüce Allah'a, O'nun tarafından sevilinceye kadar nafilelerle yaklaşmaya devam ettiği haber verilmektedir. Daha sonra da bu hadiste:

"Onu sevince de şöyle şöyle olur" diye buyurmaktadır.

İşte bu Yüce Allah'ın kulu sevmesinin onun sevdiği şeyleri yerine getirmesinden sonra söz-konusu olduğunu açıklamaktadır. Zaten Kur'an-ı Kerîm de bu özelliğe işaret etmektedir.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin." (Al-i İmran,31)

Yüce Allah'ın: "Sizi sevsin" buyruğu "bana uyun" buyruğundaki emrin cevabıdır. Bu da şarta karşılık olarak gösterilen şey (ceza) yerini tutmaktadır. Bundan dolayı ifade katidir. Bu da amellerinin ve sevabının karşılığıdır. Ameller ise Rasule tabi olmaktır. Böyle bir amele, onları sevmek ile karşılık vermektedir. Şartın cezası ve amelin sevabı sebebin müsebbibi ise ancak ondan sonra gerçekleşir, ondan önce olmaz. Bu da Yüce Allah'ın:

"Bana dua edin, ben de duanızı kabul edeyim" (Mü'min,60) buyruğu ile Yüce Allah'ın şu buyruklarına benzemektedir:

"Ey kavmimiz! Allah'ın davetçisine icabet edin ve ona iman edin. (Ta ki Allah) günahlarınızdan bazısını bağışlasın ve sizi acıklı bir azabtan kurtarsın" (Ahkaf,31);

"Allah'tan korkun ve dosdoğru (adil) söz söyleyin ki, sizin için amellerinizi ıslah etsin ve günahlarınızı bağışlasın "(Ahzab,70)

Bunun benzeri buyruklar pek çoktur. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"O halde onların süreleri bitinceye kadar ahidlerini tamamlayın. Şüphesiz Allah takva sahiplerini sever." (Tevbe,4);

"Yapmayacağınız şeyi niçin söylersiniz? Çünkü sizin yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında büyük bir hışmı gerektirir. Muhakkak Allah kendi yolunda birbirine kenetlenmiş bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever..." (Saff, 2-4)

Ashab-ı kiram daha önce Rasûlullah (s.a.v)'a:

"Eğer hangi amelin Allah tarafından daha çok sevildiğini bilsek mutlaka onu yaparız" demişlerdi (de bunun üzerine bu hususlar nazil olmuştu).

Yüce Allah'ın:

"İnkâr edenlere muhakkak şöyle seslenilir: Allah'ın size olan buğzu sizin kendinize olan buğzunuzdan elbette daha büyüktür. Çünkü siz (dünyada iken) imana çağırılıyordunuz da inkârda diretiyordunuz." (Mü'min, 10)

Bu buyruk Yüce Allah'ın sevgisine ve buğzuna işaret etmektedir ki, bu onların amellerinin bir karşılığıdır. Diğer taraftan eğer düşmanla karşılaşır ve savaşırlarsa, onları seveceğine de delildir. İşte bundan dolayı bu şekilde amel işlemelerini teşvik etmiştir. Nitekim başka amelleri işlemeleri için de onlara vaadlerde bulunmak suretiyle teşvik etmektedir. Amelin karşılığı ise, amelin yerine getirilmesinden sonra gelir. Nitekim Yüce Allah'ın:

"Sizler imana çağırılıyordunuz da inkârda diretiyordunuz", buyruğu da böyledir. Şanı Yüce Allah imana çağırıldıklarında inkâr ettiklerinden dolayı onlara gazab eder. Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"Andolsun ki, Allah o ağacın altında sana beyat ettiklerinde mü'minlerden razı olmuştur. Onların kalplerinde olanı bilmiş, bundan dolayı da üzerlerine sekinetini indirmiş ve onları yakın bir fetihle mükafatlandırmıştır." (Feth, 18)

Yüce Allah'ın: "Sana bey'at ettiklerinde Allah mü'minlerden razı olmuştur" buyruğu bu vakitte onlardan razı olduğunu beyan etmektedir.

Çünkü « ﺇﺫ » edatı geçmiş zaman zarfını ifade eder.

Böylelikle şanı Yüce Allah'ın o amelleri sebebiyle o vakitte onlardan razı olduğu ve buna karşılık onları mükafatlandırdığını öğrenmiş oluyoruz. Müsebbeb (kendisine sebep bulunan) ise sebebinden önce olmaz. Belli bir vakti tesbit edilen şey ise, vaktinden önce olmaz. Eğer bir yönden onlardan razı olmuş ise, bey'at suretiyle meydana gelen bu özel rıza ancak o vakit gerçekleşir.

Nitekim sahih hadiste sabit olduğuna göre Yüce Allah cennet ehline şöyle buyuracaktır:

"Ey cennet halkı razı oldunuz mu? Onlar:

Rabbimiz ne diye razı olmayalım, sen yarattıklarından hiçbir kimseye vermediğin şeyleri bize verdin. Bu sefer şöyle buyurur: Peki size bundan daha faziletli olan bir şeyi vereyim mi? Onlar:

Rabbimiz, bundan daha faziletli olan nedir? derler. Yüce Allah şöyle buyurur: Sizi benim rızama garkeder ve bundan sonra da ebediyyen size asla gazab etmem." (Buhârî, Tevhid, 37; Rikâak, 51; Müslim, İman, 302; Cennet, 9)

Bu ise o vakitte böyle bir rızaya nail olduklarının delilidir ki, onun ardından ebediyyen azab gelmeyecektir. Ayrıca bundan başka rızaların akabinde kimi zaman gazabın gelebileceğine de delildir.

Buhârî ile Müslim'in sahihlerinde yer alan şefaat hadisinde şöyle denilmektedir:

Her peygamber şöyle diyecektir:

"Şüphe yok ki, bugün Rabbim öyle bir gazablanmış ki, bundan önce bu şekilde gazablanmış değildir ve bundan sonra da bu şekilde gazablanacak değildir." (Buhârî, Enbiyâ, 3; Tefsir, 17, Sûre, 5; Müslim, İman, 327 )

Yine sahih kitaplarda Peygamber (s.a.v) 'in birden çok yolla gelen rivayette şöyle buyurduğu kaydedilmektedir:

"Allah'ın kulunun tevbesi dolayısıyla sevinmesi, çorak ve insanı ölüme sürükleyecek bir arazide, üzerinde yiyecek ve içeceğinin bulunduğu bineğini kaybedip de arayıp durduğu halde bulamadığı için ölümü beklemek üzere, yanı üzerinde yatan kimsenin, uyandığında yemeği ve içeceği üzerinde olduğu halde bineğini bulan kimsenin sevincinden daha fazladır."

Bir diğer rivayet de şöyledir:

"Böyle bir kimsenin bineğini bulduğu için ne şekilde sevineceğini zannedersiniz?"

Ashab: Elbette çok fazla sevinir ey Allah'ın rasulü, deyince Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Allah kulunun tevbe etmesi dolayısıyla böyle bir kimsenin bineğini bulmasından dolayı sevinmesinden daha fazla sevinir." (Buhârî, Deavât, 3; Müslim, Tevbe 1 - 8; Tirmizî, Kıyamet, 49; Deavât, 98; İbn Mâce, Zühd, 30)

Aynı şekilde Yüce Allah'ın biri ötekisini öldüren ve her ikisi de cennete giren iki kişiden dolayı gülmesini ifade eden, yine insanlar arasında en son cennete girecek olan kişiden söz edip de, o kişinin Yüce Allah'a:

Sen alemlerin rabbi olduğun halde benimle alay mı ediyorsun? deyip Yüce Allah'ın: Hayır, fakat ben dilediğim şeye kadirim, deyip de bu kişiden dolayı güldüğünü ifade eden hadisler de böyledir ve bütün bunlar "Sahih" te yer almışlardır.

Kunut duasında: "Ve beni veli edindiğin kimselerden kıl" (Ebû Dâvûd, Vitr, 5; Tirmizî, Vitr, 10; Nesâî, Kıyamu'l-leyl, 51) buyruğu yer almaktadır. Kadim olan bir şeyin taleb edilmesi düşünülemez.

Diğer taraftan Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Benim velim (dost ve yardımcım) kitabı indiren Allah'tır ve o salih kulları veli edinir." (A'raf, 196)

Bir başka yerde de:

"Allah takva sahiplerinin velisidir" (Casiye, 19) buyurmaktadır.

İşte onların bu şekilde veli edinilmeleri salih olmalarının takva sahibi olmalarının bir mükafatı (karşılığı) dır ve bu onların böyle olmaları sebebiyledir. O bakımdan onların veli edinilmeleri bundan önce olmaz. Eğer olursa, onlar Allah'ın meşieti, kudreti lütuf ve ihsanıyla salih ve takva sahibi kimseler olmuşlardır. Fakat onların takva ve salih kimseler olmalarıyla ilgili oluşu, onların bu şekilde veli edinilmelerinin bundan sonra olduğunun delilidir. Nitekim yardım ve desteği ile takva sahibi ve salih kimselerle birlikte olması da böyledir. Onlar takva sahibi ve salih kimseler olmadan önce yardım ve desteğiyle onlarla birlikte değildir. Rahmet de bu şekildedir.

Rasulullah (s.a.v) şöyle buyurmaktadır:

"Merhametlilere Rahman olan Allah merhamet buyurur. O bakımdan sizler yerdekilere merhamet ediniz ki, gökteki (ler) de size merhamet etsin." (Ebû Dâvûd, Edeb, 58; Tirmizî, Birr, 16)

Tirmizî sahih bir hadistir demiştir.

Yüce Allah'ın:

"Ve eğer şükrederseniz, sizin için ondan razı olur" (Zümer, 7) buyruğu da böyledir.

Burada rıza şükretmeye tıpkı cezanın şarta ve müsebbibin sebebe taalluku gibi taalluk etmektedir. Ceza (karşılık) ise ancak şarttan sonra olur. Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir:

"Andolsun İnşaallah Mescid-i Haram'a güvenlik içerisinde olarak gireceksinizdir." (Feth, 27)

Bu, şanı Yüce Allah'ın böyle bir şeyi daha sonra dileyeceğine işaret etmektedir.

Nitekim Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"O, bir şeyi (yaratmak) dilediğinde, ona emri sadece o şeye ol demektir, o da hemen oluverir." (Yasin, 82)

Bu ayeti kerîmede yer alan: « ﻓﺎﺇﺫﺍ » edatı gelecek zaman için bir zarftır.

Bu da Yüce Allah'ın öyle bir şeyi dilediği zaman ona "ol" dediğine ve onun da derhal oluvereceğine işaret etmektedir.

Yüce Allah'ın:

"De ki: Amel ediniz, Allah sizin amelinizi görecektir" (Tevbe, 105) buyruğu da böyledir.

Bu buyrukta Yüce Allah işlemeleri halinde gelecekte onların amellerini göreceğini açıklamaktadır.

İmanda istisnanın ikinci dayanağına gelince:

Mutlak iman Allah'ın kuluna verdiği bütün emirleri yerine getirmeyi ve bütün haramları terketmeyi de kapsar. Kişi:

Bu itibara göre ben mü'minim diyecek olsa, kendi nefsinin lehine takva sahibi ebrardan, onların emrolundukları her şeyi yerine getirip uygulayan, kendilerine yasak kılman her şeyi terkeden kimselerden olduğuna tanıklık ediyor demektir. Böyle bir kimse Allah'ın velileri arasındadır. Bu ise insanın kendi kendisini tezkiye etmesi ve bilmediği bir hususta kendi lehine şahitlik etmesidir. Eğer böyle bir şahitlik doğru ve yerinde bir şahitlikse, o takdirde bu hali üzere ölecek olursa, kendisinin cennetlik bir kimse olacağına da şahitlik etmesi gerekir. Fakat hiçbir kimse kendisinin cennetlik olacağı konusunda şahitlikte bulunamaz. Böyle bir durumda kendi lehine iman ve şehadette bulunması, bu hal üzere ölmesi şartı ile kendi lehine cennetlik olduğuna şahitlik etmesi gibidir, istisnada bulunan selefin genelinin dayanağı budur. Bununla birlikte inşaallah ileride de belirteceğimiz gibi, bir başka anlamda olmak üzere istisnayı terketmeyi de caiz görmüşlerdir.

Hallal "Kitabü's-Sünne" de şöyle demektedir:

Bizlere Süleyman b. Eş'as -yani Ebû Davud Sicistanî- anlatarak dedi ki:

Ben Ebû Ahmed b. Hanbel'i dinledim:

Bir adam ona:

Bana sen mü'min misin? diye soruldu dedi. Ben de evet dedim. Peki bu hususta benim için bir vebal söz konusu mudur? insanlar, ya mü'min, ya da kâfir değil midir? Bunun üzerine Ahmed hiddetlendi ve şöyle dedi: Bu irca yapanların (Mürcie'nin) sözüdür.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Diğerleri ise Allah'ın emrine bırakılmıştır." (Tevbe, 106)

Daha sonra imam Ahmed şöyle der:

Peki iman söz ve amel değil midir? Adam ona evet deyince, imam Ahmed sorar:

Biz sözü yerine getirdik mi? Adam evet, dedi. imam Ahmed tekrar sordu:

Peki ameli yerine getirdik mi? diye sorunca adam hayır dedi. Bu sefer imam Ahmed şöyle dedi:

Peki durum böyle olduğuna göre kişinin inşaallah diyerek istisnada bulunmasını nasıl ayıplayabilirsin?

Ebû Dâvûd dedi ki:

Bana Ahmed b. Ebû Şurayh haber verdiğine göre Ahmed b. Hanbel bu mesele hakkında kendisine şöyle demiştir:

İman söz ve ameldir. Biz sözü yerine getirdik fakat ameli yerine getirmedik. O bakımdan biz amelde istisna ediyoruz. Hallal bu cevabı Fadl b. Ziyad'dan gelen rivayet yolu ile zikreder ve şöyle der:

Fadl, ayrıca şöyle der:

Ebû Abdullah'ı şöyle derken dinledim:

Süleyman b. Harb bunu kabul edilmesi anlamına alıyor ve diyordu ki: Bizler amelde bulunuyoruz, fakat bizden kabul olunup olunmadığını bilemiyoruz.

Ben derim ki:

Kabul, emrolunduğu şekilde ameli yapmakla ilgili bir husustur. Amelinde korkup takva sahibi olan ve o ameli emrolunduğu şekilde işleyen herkesin işlediği o amel kabul olunur, fakat o ameli işleyeneni kabul olunup olunmadığını kesin olarak söyleyemez. O fiili kemali ile yerine getirdiğini kesin olarak ifade etmesine imkan yoktur.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve onlar yaptıklarını Rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri titreyerek yapanlardır." (Mü'minun, 60)

Hz. Aişe: Ey Allah'ın Rasulü! Bu, zina edip hırsızlık yapıp içki içip de Allah'tan korkan kimse midir? diye sorunca Hz. Peygamber (s.a.v) şu cevabı verir:

"Hayır Sıddîkın kızı, burda söz konusu edilen kişi namaz kıldığı, oruç tuttuğu, sadaka verdiği halde muamelelerinin kendisinden kabul olunmayacağından korkan kimsedir." (Tirmizî, Tefsir, 23, Sûre, 3; İbn Mâce, Zühd, 20)

Hallal, Ebû Talib'den şöyle dediğini rivayet etmektedir.

Ben Ebû Abdullah'ı şöyle derken dinledim:

Bizler imanda istisna yapmayı kaçınılmaz görüyoruz. Çünkü mü'minim dediklerinde söz olarak yerine getirilmesi gerekeni söylerler. Fakat istisna amel ile ilgilidir, söz ile ilgili değildir.

İshak b. İbrahim dedi ki:

Ebû Abdullah'ı şöyle derken dinledim:

Ben imanda istisna hususunda İbn Mes'ud'un hadisine uygun görüşteyim. Çünkü iman söz ve amel, amelse fiildir. Bizler söz ile imanın gereğini yerine getirdik. Bununla birlikte amelde kusurlu olmaktan yana korkarız. O bakımdan ben İnşaallah mü'minim demek suretiyle imanda istisnada bulunmak hoşuma gider.

Yine İshak b. ibrahim der ki:

Ben Ebû Abdullah'a Peygamber (s.a.v)'in:

"Ve biz inşaallah sizlere kavuşacağız" buyruğu hakkında, buradaki istisnanın hangi şeyde yapıldığının sorulduğunu duydum. O da dedi ki: Buradaki istisna defnedilecek yerle ilgilidir. Çünkü böyle bir kimse kendilerine selam verdiği kimselerin mezarlığında mı, yoksa bir başka yerde mi defnedileceğini bilmemektedir.

Meymûnî'den nakledildiğien göre, o, Ebû Abdullah'a "İnşaallah mü'minim" demek hakkındaki görüşünü sormuş ve o da şu cevabı vermiştir:

Ben İnşaallah mü'minim. Çünkü hiçbir kimse kendisine farz kılman amelleri tamamıyla yerine getirip sorumluluktan kurtulup kurtulmadığını bilemez. Ahmed ve benzerlerinin sözleri arasında bu tür açıklamalar pek çoktur. Bu tür sözler ise daha önce işaret ettiğimiz mutlak mü'min bütün farzları yerine getiren ve bu şekilde olduğu takdirde cenneti hak eden kimsedir. Emrolunan şeyleri terkedip de yasaklanan şeyleri işleyen kusurlu kimse hakkında ise mutlak olarak mü'min denilemeyeceği konusundaki açıklamalarımıza uygundur. Mutlak mü'min birr, takva sahibi ve Allah'ın velisi olandır. O bakımdan bir kimsenin ben katiyetle mü'minim şeklindeki sözü "ben katiyetle birr, takva sahibi ve Allah'ın velisiyim" demesine benzer.

Ahmed ve seleften başkaları bütün bunlarla birlikte bir kişinin başkasına "sen mü'min misin" diye soru sormasını ve böyle bir soruya cevap verilmesini de hoş görmüyorlardı. Çünkü böyle bir şey Mürcie'nin ortaya çıkardığı bir bid'attir. Onlar bunu kendi görüşlerine delil olarak kullanmak üzere ortaya çıkardılar. Allah Rasûlünün getirdiği şeyleri tasdik ettiğini de görüp "ben mü'minim" der ve böylelikle bunlar imanın tasdik olduğunu isbat ederler. Çünkü sen mü'min olduğunu kesin olarak ifade etmekle birlikte emrolunduğun her şeyi yapmış olduğunu kesin olarak ileri sürmüyorsun. Selef onların bu konudaki maksatlarının ne olduğunu bilince, böyle bir soruya cevap vermemeyi hoş görmemeye veya verilecek cevabı etraflı bir şekilde vermeyi uygun buldular. Çünkü "iman" lafzında hem mutlaklık, hem de kayıtlılık vardır. O bakımdan onlar, kendi adına imanın kemaline tanıklık ifadesini veriyorlardı. İşte bundan dolayı doğru olan kişinin eğer böyle bir şeyi kastedecek olursa, istisnada bulunmaksızın ben mü'minim demesi caizdir. Fakat onun bu sözü ile birlikte kendisinin kamil ve mutlak imanı kastetmediğini açıklaması gerekir. İşte bundan dolayı Ahmed daha önce bir istisna söz konusu edilmeksizin mutlak olarak cevap verilmesini hoş görmezdi.

Mervezî der ki:

Ebû Abdullah'a şöyle denildi:

Biz mü'miniz diyebilir miyiz? O şöyle dedi:

Biz müslümanız deyiniz. Yine o dedi ki:

Ebû Abdullah'a şöyle sordum:

Biz mü'miniz diyebilir miyiz? O şöyle dedi:

Fakat biz, biz müslümanız deriz. Bununla birlikte Mürcie'nin kasdettiği şekilde iman mücerred bir sözden ibaret kasdı ile olmamak üzere istisnayı terkeden kimselere de tepki göstermemiştir. Fakat o istisnayı kalbinde iman olduğunu bilip de fakat imanının kamil olduğunu kesinlikle ifade etmese dahi istisnayı terk etmeyi hoş karşılamazdı.

Hallal der ki:

Bana Ahmed b. Asran el-Müzeni'nin haber verdiğine göre, Ebû Abdullah'a şöyle denilmiş:

Adam bana sen mü'min misin diye sorsa (ne diyeyim?) şöyle dedi:

Senin bana böyle bir soru sorman bid'attir. imanında şüphe etmez veya:

Biz imanımızda şüphe etmeyiz (derse).

Müzeni der ki:

Duyduğuma göre Ebû Abdullah şöyle demiştir:

Ben Tavus'un dediği gibi söylerim: Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine iman ettim.

Hallal der ki:

Bana Harb b. İsmail ve Ebû Davud haber verdi. Ebû Dâvûd dedi ki:

Ahmed'i şöyle derken dinledim:

Süfyan'ı -yani Süfyan b. Uyeyne'yi-şöyle derken dinledim. Ona sen mü'min misin diye sorulduğunda, sorana cevap vermez ve şöyle derdi:

Senin bana böyle bir soru sorman bid'attir ve ben imanın hakkında şüphe etmiyorum. Ayrıca şöyle derdi:

Eğer İnşaallah derse, bu mekruh olmaz ve böyle demesi şüpheyi gerektirmez. Ahmed'den şöyle dediğini haber vermektedir:

Bizler imanımızda şüphe etmeyiz. Soru soran da soru sorduğu kimsenin imanı hakkında şüphe etmez. Böyle bir ifade daha beliğdir. Kendisi Rasûlullah (s.a.v) 'in getirdiklerini ikrar ile kabul edip tasdik etmekle birlikte farz olan şeyleri yerine getirdiğini kesin olarak söylememektedir.

Böylelikle Ahmed ve onun dışında seleften olan kimselerin bu halde kalbte bulunan imanın bulunması hususunda şüphe etmediklerini ve bu konuda kesin ifade kullandıklarını bununla birlikte istisna yaptıklarında bunu emrolunan şeyleri yapmayı da içeren mutlak imanla ilgili olduğunu öğrenmiş oluyoruz. Ayrıca onlar hakkında şüphe olunmayan şeyde de istisnanın caiz olduğunu delil olarak gösteriyorlardı. İşte bu da onların ikinci dayanağını oluşturmaktadır. Bizler kalplerimizde bulunan iman hakkında şüphe etmiyor isek yaptığımız istisna sünnette yer aldığı bilinen şey ile ilgilidir. Çünkü bunda belli bir hikmet vardır.

Muhammed b. Hasan b. Harun dedi ki:

Ben Ebû Abdullah'a imanda istisna hakkında soru sordum. O bana, evet dedi. Şüphe anlamım içermemek üzere korkarak ve ihtiyaten istisna yapılabilir dedi. İbn Mes'ud ve başkaları istisnada bulunmuşlardır, Sevrî'nin görüşü de budur.

Şanı Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Andolsun -inşaallah- mescid-i harama gireceksinizdir." (Feth,27)

Peygamber (s.a) de ashabına şöyle buyurmuştur:

"Şüphe yok ki ben, aranızda Allah'tan en çok korkan kişi olduğumu ümid ederim." (Buhârî, İman, 13; Nikah, 1; İ'tisâm, 27; Müslim, Siyam, 74)

Ölü kimse hakkında da şöyle demiştir:

"Ve inşaallah sen bunun üzerinden (yani buna inanmış olarak) diriltilirsin."

İmam Ahmed amel için ihtiyat olmak üzere ve korku için istisna yapılabileceğini açıklamıştır. Çünkü emrolunan şeyi eksiksiz olarak yerine getirmediğinden korkulur. O bakımdan istisna yapılarak ihtiyatta bulunulur ve ayrıca şüphe manası taşımaması gerektiğini de ifade etmiştir. Yani insanın bildiği imanı hakkında şüphe etmeksizin istisna yapması gerektiğini belirtmiştir. Aksi takdirde o kişi kamil olarak yapılması istenen ameli kamil olarak yapıp yapmadığı hususunda şüphe eder. Onu eksik bıraktığından korkar. Onun aslından ise herhangi bir şekilde şüphe etmez.

Hallal der ki:

Bana Muhammed b. Ebû Harun haber verdi:

Hubeys b. Hindî bu mesele hakkında kendilerine bilgi verdi:

Ebû Abdullah Peygamber (s.a.v)'in mezarlıkların başında durup şöyle dediğini nakletmektedir:

"Ve inşaallah bizler size kavuşacağız."

Hz. Peygamber'e vefatının yaklaştığı haberi verilmiş ve o da vefatının yaklaşacağını bilmişti. Kabir sahibi kıssasında da şöyle buyurmuştur:

"Bunun üzerine yaşadım, bunun üzerine öldüm ve inşaallah bunun üzerine diriltileceksin."

Ayrıca Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Ben duamı sakladım. Ve inşaallah Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayan herkes benim bu duama nail olacaktır." (Buhârî, Tevhid, 31; Müslim, İman, 334-345; Tirmizî, Deavât, 130; İbn Mâce, Zühd, 37)

Bir kişinin peygamber (s.a.v) 'e:

Bizden herhangi bir kimse cünub olarak sabahı ederse oruç tutsun mu? diye sorar. Hz. Peygamber:

Ben bu durumda olur ve orucuma devam ederim. Soru soran kişi: Sen bizim gibi değilsin çünkü senin geçmiş ve gelecek günahların bağışlanmış bulunuyor. Hz. peygamber şöyle buyurur:

"Allah'a yemin ederim, şüphe yok ki ben, aranızda Allah'tan en çok korkan kişi olduğumu ümid ederim." bunun benzerleri pek çoktur.

Bu ve benzeri buyruklardaki ifade ise (şüpheyi değil) yakîn ifade ederler.

(Hallal) dedi ki:

Onun huzuruna yaşlı bir kişi girip iman hakkında soru sordu. Ona iman söz ve ameldir, artar ve eksilir, deyince, şöyle dedi:

Peki ben inşaallah mü'minim diyebilir miyim? Ona:

Evet diyebilirsin dedi. Bu sefer: Bana bu sözünle sen şüpheci oluyorsun diyorlar? Şu cevabı verdi:

Sana ne kötü söylüyorlar. Daha sonra adam çıktığında şöyle dedi:

Onu bana geri getirin. Geri gelince şöyle dedi:

Bunlar iman, söz ve ameldir, artar ve eksiliyor demiyorlar mı? Adam evet deyince şöyle dedi:

Bunlar istisna yaparlar. Adam ona dedi ki:

Abdullah'ın babası bu nasıl olur? Ona dedi ki:

Onlara şöyle de:

Sizler imanın söz ve amel olduğunu ileri sürüyorsunuz, haydi sözü yerine getirdiniz, ameli ise yerine getirmemiş bulunuyorsunuz. İşte bu istisna bu amel dolayısıyladır. Bu sefer ona imanda istisna yapılabilir mi? diye sorulunca yine evet dedi. Ben diyorum ki:

Ben inşaallah mü'minim. Ben şüphe ederek istisna yapmıyorum yakin sahibi olarak istisna yapıyorum. Daha sonra şunları söyledi:

Yüce Allah buyuruyor ki:

"Andolsun ki sizler Mescid-i Haram 'a -inşaallah- güvenlik içerisinde olarak gireceksinizdir." (Feth, 27)

Burada şanı Yüce Allah onların Mescid-i Haram'a gireceklerini haber vermektedir.

İmam Ahmed kendisinde bulunana yakinen inanmakla birlikte istisnada bulunduğunu açıklamaktadır. O bunu dili ve kalbiyle söyler, fakat bu konuda herhangi bir şüphesi de yoktur. O amelin imandan olması sebebiyle istisnada bulunur. Ameli eksiksiz bir şekilde yerine getirdiğine inanmamaktadır, bu konuda şüphesi vardır. Dolayısıyla o nefsinde yakinen bilip inandığı şey hakkında şüpheyi reddedip yakini kabul ederken, varolup olmadığını bilmediği şey hakkında da şüpheyi isbat etmektedir. Kendisini onu yerine getirip getirmediğini bilemediği bu ikinci husus (amel) sebebiyle istisnanın müstehab olduğunu açıklamaktadır. Bununla birlikte yakinen bildiği şey hakkında da istisna yapması caizdir. Eğer bizzat kalbinde bulunan şeyin kendisinden de istisna yaparsa caiz olur. Peygamber (s.a.v)'in:

"Allah'a yemin ederim, ben aranızda Allah'tan en çok korkan kişi olacağımı ümid ederim" demesi gibidir.

Bu halihazırda mevcut olan bir durumdu. Yani o aramızda Allah'tan en çok korkan kişidir. Daha sonraları onun aramızda Allah'tan en çok korkan bir kişi olması ümid edilen bir şey değildir. Aksine o, bu sözü söylediği zaman aramızdan Allah'tan en çok korkan kişi olacağını ümit etmektedir.Nitekim mü'min kimse herhangi bir amel işlediği zaman amelinin Allah tarafından kabul edileceğini umar ve kabul olunmayacağından da korkup çekinir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar yaptıklarını işlerken rablerinin huzuruna dönecekler diye kalpleri titrer." (Mü'minun, 60)

Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

"Burada sözü edilen kişi namaz kılan, oruç tutan, tasadduk eden ve bununla birlikte de bu amelini kendisinden kabul olunmayacağından korkan kimsedir." (Feth, 27)

Amelin kabul edilmesi ise, ya halihazırdaki, ya da geçmişteki bir durumdur. Kişi ise bunu kabul olunacağını umar, olunmayacağından da korkar. Bu ise gelecekte övülen, ya da yerilen bir akıbeti olan ve insanın da varlığını da yokluğunu da mümkün gördüğü şeyler hakkında söz konusudur. Mesela:

O, o şeyi umar ve ondan korkar denir. Bu durumda ummak ve korkmak, halihazırda geçmişe de işaret edebilir. Çünkü bunun arzulanan yahut hoşlanılmayan akıbeti gelecekte görülecektir. Böyle bir durumda olan kişi Yüce Allah'ın amelini kabul edip bundan dolayı kendisine ecir vereceğini ve kendisine gelecekte merhamet edeceğini umar. Diğer taraftan ise amelini kabul etmemiş ve dolayısıyla da sevabından mahrum bırakılacağından korkar.

Nitekim Yüce Allah'ın masiyet sebebiyle kendisine gazab edip bundan dolayı kendisini cezalandıracağından korkar.

İnsan elde etmek istediği şeyler için bir tüccar gibi çalışır. Belli bir süre içinde bir ihtiyacını görmek üzere birisini göndermişse, bu süre geçip gittikten sonra şöyle der:

Filan kişinin bu işi gördüğünü umarım. O kişinin o işi görmesi ise geçmişte olup bitmiş bir şeydir. Fakat ötekinin sevinmesi ve buna benzer diğer maksatlarını elde etmesi gelecekte olacak bir iştir. Yine insan hacıların Mekke'ye girmeleri adet olan bir zamanda şöyle der:

Onların Mekke'ye girdiklerini ümid ederim, kâfirlere karşı gönderilen bir askeri birlik ile ilgili olarak da şöyle der:

Allah'ın müslümanlara zafer verdiğini, onlara ganimetler ihsan ettiğini umarım. Yükselme vakti geldiğinde, Mısır'daki Nil nehri hakkında şöyle denilir. Nil'in yükselmiş olduğunu umarız. Nitekim böyle bir zamanda Mısır'da bulunan kişi de şöyle der:

Bu yıl Nil'in yeterince yükseleceğini ümid ederiz. Üzerine yağmur yağmasını arzuladığı bir arazi parçası bulunan kimseye de şöyle denilir:

Bazı bölgelere yağmur yağarsa bu yağmurun umumi olacağını ümid ederim. Aynı şekilde filan araziye de yağmur yağacağını umarız. Bunun sebebi ise umulan şeyin varlığı sebebiyle sevinç duyulmasıdır. Hoşlanılmayan şey ise varlığı ile acı duyulan bir şeydir.

Bu, ilimle alakalıdır. Böyle bir şeyi bilmek ise, gelecekte olacak bir şeydir. Müslümanların zafer kazandıklarını, hacıların Mekke'ye girdiğini, yağmurun yağdığını bildiği takdirde bundan dolayı sevinir ve bununla bu maksadı ve diğer maksatları da gerçekleşir. Durum böyle olmazsa, arzu edilen ve istenen husus meydana gelmez ve umarım ve korkarım, der. Çünkü sevilen ve hoşlanılmayan bir şey o hususun bilinmesiyle alakalı olup, bu gelecekte olan bir şeydir. Aynı şekilde iman sebebiyle arzulanan mutluluk ve kurtuluş gelecekte olacak bir şeydir. O bakımdan hali hazırda bu istisna edilir. Çünkü kendisi sebebiyle arzulanan şey, gelecekte meydana gelecektir. Öte taraftan arzulanan her şey gelecekte olur ve buna Allah'ın meşieti taalluk eder. İsterse onun varlığı kesin olarak ifade edilmiş olsun. Çünkü bunun gelecekte olması, ancak Allah'ın meşietiyle olur.

Bizim:

İnşaallah bu olur, dememiz bir haktır. Çünkü Allah dilemedikçe olmaz. Şüphe ve lafızda ise talikten (Allah'ın meşietine bağlamak) başka bir şey yoktur. Şüphe ise talikin zorunlulukları arasında yer almaz. Aksine bu konuşanın ilmine bağlı bir şeydir. Kimi zaman konuşan şüpheci olur, kimi zaman da şüphe etmez, insanın akıbetleri bilmemesi dolayısıyla şüphe çoğunlukla bu lafızla birlikte sözkonusu olduğundan, bunu işiten kim.se şüphenin bu lafzın (inşaallah lafzının) manasının kapsamı içerisinde yer aldığını zannetmişlerdir ki, durum böyle değildir.

Yüce Allah'ın:

"Andolsun inşaallah Mescid-i Haram'a gireceksinizdir." buyruğunda Allah tarafından bir şüphenin varlığı düşünülemez.

Hatta bu konuda muhatap alınan Allah'ın Rasulü ve mü'minlerin de şüphesi düşünülemez. Bundan dolayı Sa'leb şöyle demiştir:

Olacağını bildiği halde, Allah tarafından yapılmış bir istisnadır. İnsanlar ise bilmedikleri hususlarda istisna yaparlar.

Ebû Ubeyd ve İbn Kuteybe de şöyle demiştir:

Burada yer alan "in" edatı, (zaman ifade eden) "iz" edatı anlamındadır. Yani "Allah dilediği zaman" demektir. Bundan kasdı ise fiilin tıpkı "iz" edatıyla tahkik edildiği gibi "in" edatıyla da tahkik edilmesidir. Aksi takdirde "iz" edatı zamanla ilgili bir zarf, "in" edatıysa ta'liktir.

Arapların: « ﺇﺫﺍ ﺍﺣﻣﺭ ﺍﻠﺑﺴﺭ ﻓﺄﺘﻧﻰ » = "Taze hurma kızarmaya başladığında bana gel" dediklerinde, bunu « ﺍﻦ ﺍﺣﻣﺭ ﺍﻠﺑﺴﺭ » şeklinde söylemedikleri belirtilirse, şöyle denilir:

Çünkü burada maksat, geliş zamanını taze hurmanın kızarmaya başlama vaktine bağlamaktadır. O bakımdan tahkik ifade eden zarf edatı getirilmiştir, "in" lafzı ise zamanlamaya işaret etmemektedir. Aksine bu, ikinci fiilin birincisiyle bağlantısını gerektiren bir ta'likten ibarettir. Bizim söz konusu ettiğimiz meseleye benzer bir şekilde olarak Araplar şu ifadeyi kullanırlar:

« ﺍﻠﺑﺴﺭ ﻴﺣﻣﺭ ﻮﻴﻄﻴﺐ ﺍﻦﺸﺎﺀﷲ »

"Taze hurma inşaallah kızarmaya başlar ve olgunlaşır."

Böyle bir ifade doğrudur ve işte bu da ona benzemektedir.

Denilse ki:

Bazı kimseler böyle bir manayı kabul etmek istemeyerek, istisnayı hakkında şüphe edilen bir hususla ilgili olarak kabul etmişlerdir.

Bu bakımdan Zeccac şöyle demiştir:

"Andolsun ki Mescid-i Haram'a gireceksinizdir." ifadesinin anlamı, Allah size bunu emretmiştir şeklindedir. Şöyle de denilmiştir:

İstisna güvenlik ve korku duyma ile alakalıdır. Yani sizler oraya güvenlik içerisinde gireceksinizdir. Girmek meselesinde ise en ufak bir şüphe yoktur. Şöyle de denilmiştir:

Andolsun hepiniz veya bir kısmınız gidecektir. Çünkü Yüce Allah onların bir kısmının öleceğini bilmektedir. Burada istisna hep birlikte oraya giremeyecekleri dolayısıyla yapılmıştır. Şöyle de denilmiştir:

Bütün bu açıklamaları yapanlar kaçmak istedikleri şeyin içine düşmüşlerdir. Bununla birlikte bunlar Kur'an-ı Kerîm'in bu konudaki medlulünün dışına da çıkmışlar ve kendileri için herhangi bir şey sağlamayacak şekilde onu tahrif etmişlerdir:

Yani Allah size bunu emretmiştir diyenlere şöyle denilir:

Şam Yüce Allah onlara zaten böyle bir emir verip vermeyeceğini bilmiştir. Onun kendilerine Mescid-i Haram'a girmelerine dair emri ereceğine dair bilgisi, onların oraya gireceklerine dair bilgisi gibidir. O bakımdan bu açıklamayı yapanlar, bu ayetteki istisnayı kafzın işaret etmediği şeye bağlamışlardır. Allah'ın ilmi ise, hem zahir olarak görülene, hem de görülmeyene işaret eder. Aynı şekilde onların güvenlik ve korku duymalarında da durum böyledir. O, onların güvenlik veya korkuyla oraya gireceklerini bilir. Onların güvenlik içerisinde gireceklerini bildiği için, güvenlik içerisinde oraya gireceklerini haber vermiştir. Her iki hususta da Allah'ın herhangi bir şüphesi yoktur. Hatta bu konuda Rasûlünün de şüphesi yoktur. Onların tümü veya bir kısmı ile ilgilidir diyenlerin görüşlerine gelince, şöyle denilir:

Allah'ın meşietine taalluk eden lafızla girmesi murad edilen kimselerdir. Eğer hepsinin girmesi murad edilmişse, onların hepsinin gireceği kaçınılmazdır. Çoğunluk murad edilmişse, Allah'ın meşieti ile alakalı olarak ifade edilen de o çoğunluğun girişidir. Girmesi murad edilmeyen kimselerin ise "in" edatına bağlanması caiz değildir. Çünkü buna ileride olacak olan şey bağlanmıştır. O bakımdan bu kesinlikle yapılan bir vaid demektir, işte bundan dolayı Hz. Ömer, Rasûlullah (s.a.v)'a Hudeybiye yılında:

"Sen bize, bizim Beyt'e gidip etrafında tavaf yapacağımızı söylemiyor muydun?" deyince Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Evet söylüyordum, fakat sana, sen bu yıl Beyt'e gideceksin diye bir şey söyledim mi?"

Bu sefer Hz. Ömer:

Hayır, dedi. Hz. Peygamber de:

"Şüpheyok ki sen ona gideceksin ve etrafında tavaf edeceksin" diye cevap verdi. (Müsned, IV, 330, 331)

Eğer Kur'an-ı Kerîm'in vaadleri arasında neden bundan başkası (inşaallah denilerek Allah'ın meşietine) taalluk etmemiştir? denilecek olursa, şöyle cevap verilir:

Çünkü bu ayet, Peygamber ve ashabının Hudeybiye'den dönüşünden sonra nazil olmuştur. O yıl umre yapmak istemiş ve Mescid-i Haram'a girmek için çok çaba göstermiş oldukları halde, müşrikler onları alıkoymuş, bu bakımdan Allah'tan başka hiçbir kimsenin bilmediği acılarla geri dönmek zorunda kalmışlardı. Halbuki onlar bu vaadin bu yıl gerçekleşeceğini bekliyorlardı. Çünkü Peygamber (s.a.v) onlara, mutlak (herhangi bir kayıt ve şarta bağlı olmaksızın) bir vaadde bulunmuştu. Onun rüyasında birisinin:

"Andolsun Mescid-i Haram'a inşaallah gireceksinizdir" dediğini görmüştü. Sabah olunca rüyasını müslümanlara anlatmış ve umreye çıkmak üzere hazırlanmalarını emretmişti. Fakat o yıl umre yapamadılar. Bunun üzerine onlara o yıl gerçekleşeceğini sandıkları Rasûlullah (s.a.v)'ın vaadini aynen tekrarlayarak bu ayet nazil oldu. Burada Yüce Allah'ın:

"İnşaallah" buyruğu, onun Mescid-i Haram'a gireceğini tahkiki olarak ifade etmekte ve Allah'ın onlar için bunu gerçekleştireceğini belirtmektedir.

Nitekim kişi mutlaka yapmayı kararlaştırdığı bir iş için şöyle der:

"Allah'a yemin ederim, inşaallah ben bu işi yapacağım." Fakat o burada İnşaallah'ı irade ve azmindeki şüphe dolayısıyla değil, aksine bu konudaki azim ve iradesinin kuvvetini ifade etmek için söyler. Çünkü o "inşaallah" demeyecek olursa, Allah'ın azmini bozacağından ve istediğinin meydana gelmeyeceğinden korkar.

Nitekim Buhârî ile Müslim'de yer alan rivayete göre Hz. Süleyman (a.s) şöyle demiştir:

"Allah'a yemin ederim, bu gece yüz tane hanımımı dolaşacağım. Onların her birisi, Allah yolunda savaşacak bir süvari doğuracaktır."

Bunun üzerine arkadaşı ona inşaallah demesini söyledi, fakat o bunu söylemedi. O bakımdan o yüz hanımdan sadece bir tanesi gebe kaldı ve o da eksik hilkatlı bir insan oldu. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki:

"Nefsim elinde olana yemin ederim ki, eğer inşaallah demiş olsaydı, hepsi de süvari olarak Allah yolunda cihâd edeceklerdi." (Buhârî, Eyman, 3; Enbiya, 40; Cihâd, 23; Müslim, Eyman; 23; Nesâî, Eyman, 40,43; Tirmizî, Nilzûr, 7; Müsned, II, 229, 275, 506)

Buna göre kişinin "inşaallah" demesi, talep ve iradesindeki şüphe dolayısıyla değil, aksine Allah'ın kendisi için bunu gerçekleştirmesi içindir. Çünkü bütün işler ancak Allah'ın meşietiyle meydana gelir. O bakımdan kul, Allah'ın meşietine, iradesine bağlanmaksızın bir şeye karar verecek olursa, onun bu isteği meydana gelmez. Çünkü bu şekilde inşaallah demeksizin yapıp edeceğini söyleyen bir kimseyi, Allah yalancı çıkartır. İşte "ben, ölçüp biçen, tasarlayan kimsenin hiçbir işini tamamlatmam" şeklindeki rivayet de bunu ifade etmektedir.

İlim adamlarından birisine "Sen Rabbini ne ile tanırsın?" diye sorulmuş, o da şöyle cevap vermiş:

"Kararlarımın bozulması ve yapmak için gösterdiğim çabaların sonuçsuz bırakılmasıyla".

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Hiçbir şey hakkında Allah'ın dilediği ile (inşaallah) demedikçe ben bunu mutlaka yarın yaparım demeyesin." (Kehf, 23-24)

Çünkü kişinin:

"Mutlaka yapacağım" demesinde hem talep, hem de haber anlamı vardır. Talebi kesindir. Ancak taleb ettiği şeyin meydana gelmesi ancak Allah'ın dilemesiyle olur. Onun fiili talep etmesi Allah'ın vereceği güç ve kuvvetiyle olması halinde söz konusudur. O bakımdan kişinin, bu isteğini Allah'tan yapması gerekir. Haber anlamında ise o ancak Allah'ın bildiği şeyi haber verebilir. Eğer talik yapmaksızın (inşaallah demeksizin) kesin ifade kullanırsa, bu Allahü Teala'yı adeta o işi yapmaya mecbur tutmak gibi bir anlam taşır. O bakımdan müslüman tereddütsüz olarak kesin ve kararlı bir şekilde yapmayı istediği bir iş hakkında isteğinin gerçekleşmesi ve yemininin yerine gelmesi için "inşaallah" der. Çünkü o iş ancak Allah'ın dilemesiyle olur. Onun bu şekilde inşaallah demesi, o işi yapmak isteyişindeki tereddüdü dolayısıyla değildir. Şanı Yüce Allah da, kullarına vermiş olduğu vaadi istisnasız olarak yerine getirmeyi ister. Allah, dilediğini yapar. O, olmayan şeyi isteyen ve istemediği şeyler olan kula benzemez.

O bakımdan Yüce Allah'ın "inşaallah" buyruğu tahkik ifade eder ki, benim size vadettiğim bu husus benim meşiet ve irademle kaçınılmaz olarak meydana gelecektir. Çünkü benim dilediğim olur ve dilemediğim olmaz. O bakımdan burada istisna tahkik maksadını ifade etmek üzere gelmiştir. Çünkü o sene kendilerine vadolunan ve kendilerinin istedikleri şey meydana gelmemiştir. Onlara vadolunan diğer hususların durumu ise böyle değildir.

İşte bundan dolayı fukaha yeminde istisna yaparak taliki değil de, tahkiki kasteden kimsenin, acaba bu sözüyle yemininde istisna yapmış olur mu, yoksa yeminini bozduğu takdirde keffareti yerine getirmesi gerekir mi hususunda anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Halbuki iradesinde tereddütte bulunan kimse hakkında bu kimsenin istisna yapmış olacağında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur. Doğrusu meşietin genelliği ifadesiyle her iki durumda da yemin edenin istisna yapmış olacağı şeklindedir. Diğer taraftan kişinin her ne kadar hakkında yemin edilen şeyin istemesi kesin ise de o bunu Allah'ın meşietine bağlamıştır. O bakımdan onun kesin kararlılığı Allah'ın o işi dilemesine bağlıdır. Yoksa kendi maksadının mutlaka meydana geleceğini kesin olarak ifade etmemektedir. Aynı şekilde böyle diyen bir kimse o kişinin olmamasını işediğinden dolayı söylemiyor. Burada inşaallah ifadesi bir temyizdir, irade değildir. O bu işi Allah'ın dilemesi halinde yerine getirmeyi üstlenir. Allah dilemeyecek olursa yemini ile o işi üstlenmiş olmaz ve ortada yemin diye bir şey de söz-konusu değildir. Bu durumda işinin o iş için iradesi kesin olsa bile durum böyledir. Çünkü arzu edilen her bir şeyin yemin ile yerine getirilmesi sorumluluğu altına girilmez. O bakımdan böyle bir halde de keffaret söz konusu değildir.

Yaptığımız bu açıklamalardan kişinin "inşaallah" demesinin, yapılması istenen şeyin meydana gelmesi için tam bir arzu ve iradeyle birlikte bunu söylediği anlaşılmaktadır. Kişi böyle bir sözü, isteneni gerçekleştirmek için söyler. Çünkü o bu hususta Allah'ın yardımını istemektedir. İşte böyle bir durumda kişi bunu gerçekleştireceği konusunda yemin eder ve onu ister. Yüce Allah'ın:

"Andolsun ki Mescid-i Haram'a gireceksinizdir" buyruğunda olduğu gibi. Bu buyruk Yüce Allah'ın meydana gelecek olan şeyi irade buyurduğunu haber vermektir ve o bunun olacağını bilmektedir. Ayrıca bunu "inşaallah" sözüne de talik etmiştir. İşte bu şekilde insanın da iradesiyle kesin olarak kararlaştırdığı ve meydana gelmesi hususunda kararlı olduğu geleceğe ilişkin bir hususta haber vermesi de buna benzemektedir. O böyle bir şey hakkında "inşaallah" der. Bunu da, onun meydana gelmesini gerçekleştirmek için söyler. Böyle bir ifadeyi ne iradesindeki ne de meydana geleceği hakkındaki bilgisi dolayısıyla söyler.

İşte bundan dolayı kendisinden istisna yapılan şeyin tam anlamıyla arzu edilmesi ve insanın o işi güçlü bir şekilde irade etmesi halinde istisna söz konusu edilir. Böylelikle korku (hail) düşünceleri umut (reca) ile çatışma halinde kalır. O bakımdan insan "İnşaallah" diyerek -olacağını bildiği bir iş hususunda Allah'tan dilemesi ve dua etmesi halinde olduğu gibi- onun olacağını bilmekle birlikte umduğu şeyin gerçekleşmesini ister. Nitekim Peygamber (s.a.v)'de Bedir günü ashab-ı kirama, müşriklerin ölüp düşecekleri yerleri haber vermiştir. Bundan sonra ise kendisi için hazırlanmış olan gölgeliğe girip Rabbinden şu sözleriyle yardım dilediğini görüyoruz:

"Allahım! Bana verdiğin vaadini gerçekleştir."

Çünkü şanı Yücü Allah'ın neyi takdir edeceğini bilmek o şeyi birtakım sebeplere bağlı olarak takdir etmesine aykırı değildir. Dua ise öyle bir şeyin takdirinin en büyük sebepleri arasındadır. Allah'ın rahmetini ummak, O'nun azabından korkmak da aynı şekilde azabından kurtulmak ve rahmetinin meydana gelmesi için en büyük sebepler arasında yer alır.

Allah'ın meşieti (inşaallah) demekle istisna sırf haberde ve beraberinde talep bulunan haberde yapılır.

Birincisine örnek, herhangi bir teşvik veya bir engelleme kasdı ile değil de doğrulamak veya yalanlamak kasdı güdülen haber cümlesine dair yemin etmesidir. Kişinin:

Allah'a yemin ederim inşaallah mutlaka böyle bir şey olacaktır veya olmayacaktır demesi gibi istisna eden kişi bunun olacağını veya olmayacağını biliyor olması söz konusu olabilir.

Yüce Allah'ın:

"Andolsun ki gireceksinizdir." buyruğunda olduğu gibi. Burada bu buyruk hazfedilmemiş bir cevaptır.

İkincisinde ise istek anlamı vardır. Kişinin:

"Allah'a yemin ederim mutlaka -ve inşaallah- bunu yapacağım", yahut "yapmayacağım" demesi gibi. Buradaki ifade istek anlamı bulunan bir haber sigasıdır. Fakat kişi:

"Allah'a yemin ederim ki, ben bunu yapmak istiyorum" veya "bunu yapmayı kararlaştırdım" demiyor, aksine "Allah'a yemin ederim bu olacaktır" diyor. Eğer bu iş öyle olmazsa yeminini bozmuş olur. Çünkü artık o iş onun dediği gibi olmamıştır. Halbuki yemin ettiği bir şey dolayısıyla yeminini bozması hali bundan farklıdır. Eğer "İnşaallah" diyecek olursa, artık o şeye Allah'ın dilemesi takdirine bağlı olarak yemin etmiş olur, mutlak olarak yemin etmiş olmaz.

İşte bundan dolayı birçok fukaha şu görüştedir:

Hakkında yemin edilen şey ortaya çıkmayınca yemini bozulur. Veya hakkında yemin edilen şey meydana gelir ve bunu yapmazsa yeminini bozmuş olur. ister bunu unutarak yapsın, ister hata yoluyla, ister bilmeyerek yapsın. Bu görüşte olan fukaha böyle bir ifadenin haber anlamını taşıdığına dikkat etmişlerdir. Onun haber verdiği şeye aykırı durum meydana gelirse, yeminini bozmuş olur derler. Başkaları ise şöyle der:

Hayır böyle bir kimsenin kasdı teşvik etmek veya engellemektir. Emretmek ve nehyetmek gibi. insan herhangi bir şeyi yasaklayıp kendisi unutarak veya hata sonucu bu işi yaparsa, ona aykırı hareket etmiş olmaz, işte burada da durum böyledir.

Birinciler der ki:

Bazan bu tasdik ve yalanlamak anlamında olabilir. Kişinin "Allah'a yemin ederim yağmur yağacaktır" veya "yağmayacaktır" demesi gibi. Bu ise katıksız bir haberdir. Bu ifadede ne bir teşvik, ne de bir engeleme vardır. Eğer kendi kanaati doğrultusunda yemin eder ve durum yemin ettiği şeyin aksi şekilde gerçekleşirse yeminini bozmuş olur. Bununla da geçmişteki bir olay konusundaki yeminle, gelecekteki bir olaya ait yemin arasındaki fark da ortaya çıkmaktadır. Geçmişteki olayla ilgili bir yemin münakid olmaz. Bunda hata edecek olursa -ğamus yemininde olduğu gibi- keffaret ödemesi gerekmez. Halbuki geleceğe ilişkin yemininde durum böyle değildir. Bir işin yapılması yüce Allah'a aitse, gelecekteki bir durum hakkında istisna yapması gerekmez.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"O inkâr edenler öldükten sonra asla diriltilmeyeceklerini ileri sürdüler. De ki: Rabbim hakkı için elbette diriltileceksiniz. Sonra da işlediğiniz mutlaka size haber verilecektir. Bu ise Allah'a göre pek kolaydır." (Tegabün, 7)

Yüce Allah Hz. Peygamber'e gelecekte olacak şey konusunda yemin etmesini emretmektedir. Yüce Allah'ın şu buyruğu bunu göstermektedir:

"İnkâr edenler saat (kıyamet) asla bize gelmeyecektir dediler. Sen de ki: Hayır gaybı bilen hakkı için elbette size gelecektir." (Sebe, 3)

Nitekim Yüce Allah şu buyruğunda halihazırdaki durum hakkında da yemin etmesini peygamberine emretmektedir:

"O gerçek midir diye senden haber soruyorlar. De ki: Evet Rabbim hakkı için o elbette gerçektir..." (Yunus, 53)

Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

"Nefsim elinde olana yemin ederim, Meryem oğlu sizin aranızda adaletle hükmeden bir hakim ve adil bir yönetici olarak gelecektir." (Buhârî, Enbiya, 49; Müslim, İman, 242,243; Tirmizî, Fiten, 54; İbn Mâce, Fiten, 33;Müsned, II, 240, 272);

"Nefsim elinde olana yemin ederim insanlar üzerinde, katil ne için öldürdüğünü, maktul de ne diye öldürüldüğünü bilemeyeceği bir zaman gelmedikçe dünya gitmez (kıyamet kopmaz)." (Müslim, Fiten, 55-56);

"Kisra helak olunca" veya.

"Kisra helak olacaktır daha sonra da Kisra olmayacaktır. Kayser helak oldu mu, ardından Kayser gelmeyecektir. Nefsim elinde olana yemin olsun onların hazineleri Allah yolunda harcanacaktır." (Buhârî, Menakıb, 25; Cihâd, 157; Humus, 8; Müslim, Fiten, 75-76; Tirmizî, Fiten, 41;Müsned, II, 233; V, 92, 99)

Görüldüğü gibi Allah'ın salat ve selamının üzerine olmasını dilediğimiz Yüce Peygamberimiz, birçok yerde istisna yapmaksızın geleceğe dair yemin etmiştir.

En iyi bilen Yüce Allah'tır.

Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun, Efendimiz Muhammed'e, onun aile halkına ve ashabına da Allah'tan salat ve selam dileriz.