"Kelâm" kelimesi üzerine

Yüce Allah Kur'an-ı Kerîm'i arap diliyle indirdiğine göre ve arablar tasdik, tekzib ve buna benzer kelimeleri ancak hem bir söz, hem bir anlam ifade eden şey hakkında veya bir anlama işaret eden şey hakkında kullanılışından başka bir kullanma şekli bilmemektedirler. İşte bu bakımdan Yüce Allah dilleriyle tasdik etmedikçe mücerred olarak kalblerinde bilmek ve tasdikte bulunmakla hiçbir kimsenin Rasulleri tasdik etmesini kabul etmemiştir.

Yine Arab dilinde şöyle bir ifade kullanılamaz:

Kalbi ile onun doğru, ya da yalancı olduğunu bilmekle birlikte buna ilişkin bir şey söylemiyorsa, filan kişi filanı tasdik ediyor veyahut da yalanlıyor denilemez. Nitekim eğer söz yahut işaret veya bunlara benzer bir şey onunla birlikte olmaksızın ve bunlardan mücerred olarak kalb ile bir talepte bulunacak olursa, o kimse için emir verdi veya yasakladı denilemez. Peygamber (s.a.v):

"Bizim bu namazımızda insan sözünden herhangi bir şey söylemek uygun değildir..." (Nesâî, Sehv, 20; Müsned, V, 447,448) ve

"Şüphesiz ki Allah dilediği emri verir. Onun verdiği emirlerden birisi de namazda konuşmayınız şeklindedir" (Buhârî, Tevhid, 42; Ebû Dâvûd, Salât, 166; Nesâî, Sehv, 20, Kusüf,16) buyurduğundan dolayı, ilim adamları herhangi bir sebep yokken bilerek konuşan kimsenin namazının batıl olduğu üzerinde ittifak etmişlerdir. Yine bütün ilim adamları kalbte varolan dünyevî birtakım işlerin tasdik edilmesinin ve talep edilmesinin namazı ibtal etmediği üzerinde ittifak etmişlerdir. Ancak bunları konuşup söylemenin namazı iptal edeceğini kabul etmişlerdir. Böylelikle müslümanların, bu şekilde kalpten geçen şeylerin söz (konuşmak) olmadığı üzerinde ittifak ettikleri de ortaya çıkmış olmaktadır.

Buhârî ile Müslim'de Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

"Allah ümmetime, onu konuşup söylemedikçe veya gereğince amel etmedikçe, içlerinden geçirdiklerini bağışlamıştır" (Buhârî, Eymân, 15, Talâk, 11; Müslim, İman, 201,202; Rü'ya, 15; Ebû Dâvûd, Talâk,15, Tirmizî, Talâk, 8)

Buna göre Hz. Peygamber Yüce Allah'ın insanın içinden geçirdiklerini konuşarak söylemedikçe affettiğini haber vermekte ve böylelikle nefsin içinden geçirdiklerini (hadisü'l-nefs) ile sözlü konuşmayı birbirinden ayrı şeyler olarak değerlendirmiş ve bunları konuşup söylemedikçe, onlardan sorumlu tutulmayacağını bildirmiştir. Maksat ise ilim adamlarının ittifakı ile bunu dil ile konuşup söylemektir, işte bundan da öğrenilmiş oluyor ki, dilde (kelâm) denilen şey budur. Çünkü şari -belirtildiği üzere- bizlere arab dili ile hitab etmiş bulunmaktadır.

Yine Sünen'deki rivayete göre Muaz (r.a) Hz. Peygamber'e şunu sormuştur:

"Ey Allah'ın Rasulü, bizler konuştuklarımız dolayısıyla sorumlu tutulacak mıyız? Hz. Peygamber de şu cevabı verdi:

"İnsanları yüz üstü (yahut da burunları üstü) ateşe yıkan dillerinin biçtikleri şeylerden başkası mıdır?" (Tirmizî, İman.8; İbn Mâce, Fiten, 12)

Bununla Hz. Peygamber sözün ancak dil ile olabileceğini belirtmiştir. Yine Sahih'te Hz. Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

"Şairin söylediği en doğru kelime (söz) Lebid'in kelimesidir: Şunu bil ki Allah'tan başka her şey bâtıldır." (Buhârî, Menakibu'l-Ensâr, 26, Edeb, 90, Rikâak, 29; Müslim, Birr, 2-6; Tirmizî, Edeb,70; İbn Mâce, Edeb, 41)

Buhari ile Müslim'de Hz. Peygamberin şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

"İki söz vardır ki, dile hafif gelir, terazide ise ağırdır. Rahman olan Allah tarafından da sevilirler: Subhanallahi vebihamdihi, subhanallahi'l azim = Allah'ı hamdiyle tesbih ederim, Azim olan Allah'ın şanı ne yücedir." (Buhârî, İman, 19, Tevhid, 58, Deavât, 66; Müslim, Zikr, 30, İbn Mâce, Edeb, 56; Tirmizî,Deavât, 59; Müsned, II, 232)

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Ve Allah çocuk edindi, diyenleri uyarmak için (kitabı indirdi) buna dair ne onların ne babalarının hiçbir bilgisi yoktur. Ağızlarından çıkan bu söz (kelime) ne büyüktür. Onlar ancak yalan söylerler" (Kehf, 4-5)

Sahih'te Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir:

"Kur'an-ı Kerîm'den sonra en üstün söz, şu dört kelimedir:

Onlar da Kur'an-ı Kerîm'dedir:

Sübhanallah, velhamdülillah, velâ ilahe illallah, vallahu ekber." (Buhârî, İman, 19; Müsned, V, 20)

Bu hadisi Müslim rivayet etmiştir.

Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Güzel söz ona yükselir. Onu da amel-i salih yükseltir." (Fâtır, 10)

Özetle: Yüce Allah Kitab'ında peygamber yahut ona uyanlardan veya yalanlayanlardan herhangi birisinden kitabında söz edip "dediler" ve "derler", "bu onların sözleridir" gibi ifadeler ve benzeri tabirler kullanılır. Bu tabirler kullanıldığında maksat söz ile birlikte anlamdır, işte bu söz ve ondan yapılan mazi, muzari ve emir fiilleri, masdar ve ism-i fail gibi söz söylemek, kelâm ve benzeri lafızlar Kur'an-ı Kerîm'de olsun, sünnette veya arapların diğer sözlerinde olsun, lafız ve mana halinde bulunduğu takdirde ne demek olduğu bilinen lafızlardır. Bunun türleri de böyledir. Tasdik, emir, nehiy ve benzerleri...

Böyle bir şeyi hiçbir kimse inkâr edemez, çünkü bu sayılamayacak kadar çoktur.

"Kelâm'ın neye ad olduğu hususunda ashab-ı kiram arasında ya da onlara sünnet ehlinden veya bid'at ehlinden tabi olanlar arasında herhangi bir görüş ayrılığı yoktur, İslâm'da kelâmın sadece anlama ad olduğunu söylediği bilinen ilk kişi Abdullah b. Said b. Küllab'dır. O da müteahhirdir. Ahmed b. Hanbel'in mihnetleri dönemindedir. Ancak ehl-i sünnet alimleri ve bid'at ehli alimleri onun bu görüşüne karşı çıkmıştır. Dolayısıyla Ademoğlunun en belirgin sıfatlarından birisi olan sözün böyle olmasına imkân yoktur.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Göğün ve yerin Rabbi hakkı için bu iş, sizin konuştuğunuz gibi gerçektir" (Zâriyat, 23)

İnsanoğlunun söz şekillerinin sayısı sayılamayacak kadar çoktur. Diğer taraftan ashab-ı kiramdan, tabiînden ve tabilere uyanlardan ondan daha önce müslümanlardan olsun, başkalarından olsun böyle bir söz söylemiş değildir.

Eğer, Yüce Allah:

"Ve kendi içlerinde derler ki..." (Mücadele, 8) diye buyurduğu gibi:

"Rabbini kendi içinde yalvararak, yakararak zikret" (Araf, 205) ve benzeri buyrukları vardır, denilecek olursa şöyle cevap verilir:

Eğer maksat onların bunu dilleriyle gizlice söyledikleri ise, bu ayetler bize karşı delil olamaz. Müfessirlerin söyledikleri de budur. Müfessirler der ki:

Onlar "samun aleyke" derler, yanından çıktıklarında, biribirlerine şöyle derlerdi: Eğer bu peygamber ise, ona söylediğimiz söz dolayısıyla bize azab edilecektir. Eğer bu buyruklarla, onların bu sözlerini kendi kalplerinden söyledikleri anlatılmak isteniyorsa, bu da "nefis (içinden) olmakla" kaydı ile mukayyettir. Hadisi şerifte geçen:

"İçlerinden geçirdikleri" (Buhârî, İfk, 6, Talâk, 11, Eymân, 15; Müslim, İman, 201,202) türünden bir ifade olur. İşte bu bakımdan onlar:

"Söylediklerimiz sebebiyle Allah bize azab etmeli değil midir?" (Mücadele, 8) demişler ve burada da "el-Kavl" (söz söylemek) kelimesini mutlak olarak kullanmışlardır. Bundan kasıt ise dilleri ile söyledikleridir. Çünkü ayette onlara nehyedilen gizlice fısıldaşma ve selamlaşma şekli budur. Nitekim Yüce Allah ayet-i kerîmede şöyle buyurmuştur:

"Birbiriyle fısıldaşmaktan nehyolunduktan sonra yine nehyolundukları şeylere dönen, günahı, düşmanlığı ve peygambere isyanı fısıldaşmakta olanları görmedin mi? Onlar sana geldikleri zaman Allah'ın seni selâmlamadığı şekilde selâmlarlar ve kendi aralarında: "Söylediğimiz sebebiyle Allah bize azab etmeli değil mi?" derler." (Mücadele, 8)

Birinci görüşü müfessirlerin pek çoğu kabul etmekte ve benzeri buyruklar da bu anlama işaret etmekle birlikte, Peygamber (s.a.v) de şöyle buyurmuştur:

"Allah buyuruyor ki: Her kim beni kendi nefsinde (içinde) zikrederse, ben de onu kendi nefsimde zikrederim. Her kim beni bir topluluk arasında zikrederse, ben o topluluktan daha hayırlı bir topluluk içinde onu zikrederim." (Buhârî, Tevhid, 15, 43; Müslim, Zikr, 2,18,19,21;Tirmizî, Deavât, 131; İbn Mâce,Edeb, 53,58)

Burada "nefsinde zikretmek"den kasıt, dili ile söylememesi değil, aksine dili ile Yüce Allah'ı zikretmesidir.

Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"Rabbini içinden yalvararak ve korkarak yüksek olmayan bir sesle an." (A'raf, 205)

Burada anmaktan kasıt, dille zikretmektir. Nefiste olmakla kayıtlanan (söz) ise "hadis" kelimesiyle kullanılır ve: "Hadisü'n-nefs" (içten söylenen söz, geçirilen şey) denilir. Arapların, "hadisü'n-nefs" dedikleri gibi, "kelamü'n-nefs" ve "kavlü'n-nefs" diye bir ifadeleri yoktur, işte bu bakımdan "hadis" kelimesi, görülen rüyalar hakkında da kullanılmaktadır. Hz. Yakub'un söylediği gibi:

"Sana rü'ya yorumunu (te'vilü'l-ahadis = hadisin çoğulu) da öğretecek" (Yusuf, 6) sözleri ile Hz. Yusuf'un:

"Ve bana rü'yaların (hadisin çoğulu ehadis) te'vilini öğrettin" (Yusuf, 101) sözü gibi. İşte burada "nefis" den geçtiği söylenen (hadis), dil ile söylenmez.

Hadis kelimesi bazan nefiste olan ile kayıtlanır. Kelâm kelimesi ise böyle değildir. Çünkü bu kelimeyle sadece nefiste olan (içten geçirilen) şeyin kastedildiği bilinmemektedir.

Yüce Allah'ın:

"Sözünüzü ister gizli, ister açık söyleyin. Muhakkak o sinelerin özünde olanları çok iyi bilir" (Mülk, 13) buyruğuna gelince, bununla amaçlanan şey, bazen herhangi bir kimsenin duyamayacağı kadar gizlenen, bazen de başkası tarafından duyulabilecek kadar açıkça söylenen sözlerdir.

Nitekim: Okumayı gizli yaptı veya açıktan okudu denildiği zaman, aynı şekilde içten okunan namaz ve açıktan okunan namaz sözleri ile kastedilen de budur, işte bundan dolayı:

O sözü dillerinizle veya kalplerinizle söyleyiniz dememiştir. Nefiste olanın ise açıkça ifade edilmesi düşünülemez, sadece dil ile söylenenin açıklanması söz konusudur. Yüce Allah'ın:

"Muhakkak o sinelerin özünde olanı çok iyi bilendir" buyruğu ise tenbih (uyarı ve dikkat çekme) manasınadır. Burada şu söylenmek istenmektedir:

O kalblerde olanı bildiğine göre söylenen sözü nasıl olur da bilmez.

Nitekim bir başka ayet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır:

"Sen sözünü açığa vursan da muhakkak ö saklı olanı da ondan gizli olanı da bilir." (Tâ-Hâ, 7)

Böylelikle Yüce Allah onun açıktan söyleneni bildiğine de dikkat çekmiş olmaktadır, işte buna Yüce Allah'ın:

"Sözünüzü ister gizli söyleyin ister açık söyleyin çünkü muhakkak O, sinelerin özünde olanı çok iyi bilendir." buyruğa da buna delildir.

Eğer o burada sinelerin özünde olanı bildiğinden söz ettiği için, içten geçenleri kastetmiş olsaydı, başka türü bilmesini -ki bunu da açıktan söylemektedir- ayrıca zikretmezdi.

Eğer, burada dikkat çekmektedir denilecek olursa, aksine iki kısmı da dikkat çekmektir diye cevap verilir.

Yüce Allah'ın:

"Senin alametin, üç gün insanlarla işaret dışında başka bir şekilde konuşmamandır" (Al-i İmran, 41) buyruğu ile dile getirilen şey, O'nun şu buyruğunda da şöylece dile getirilmektedir:

"Sapasağlam olduğun halde, üç gün insanlarla konuşmamandır." (Meryem, 10)

Bu ayette aynı olaydan söz edildiği halde herhangi bir istisna bulunmamaktadır. Bu da şunun delilidir: Buradaki istisna, munkatı bir istisnadır. Bunun anlamı da, sen insanlarla konuşamayacak, fakat onlarla sadece işaretleşebileceksin demektir. Kur'an-ı Kerîm'de buna benzer ifadeler vardır. Yüce Allah'ın:

"... diye onlara işaret etti" (Meryem,11) buyruğunda amaç (mealde de gösterildiği gibi) işarettir. Eğer burada işaretin muttasıl bir istisna olduğu kabul edilecek olursa, o takdirde bunun da istisna ile mukayyet sözün kapsamına girmesi gerekirdi.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Allah hiçbir insanla vahiyle veya bir perde arkasından, yahut izni ile dilediğini vahyetmek üzere bir elçi göndermesi suretiyle olmadıkça konuşmaz." (Şura, 51)

Bu, bunların mutlak söz söylemenin kapsamına girmesini gerektirmiyor. Arapçada tasdik etmek ve yalanlamak şöyle dursun, mutlak sözün ve dille ifade edilen sözlerin insanın içindekileri de kapsadığına işaret eden hiçbir şey bulunmamaktadır. Böylelikle şunu öğrenmiş oluyoruz:

Gücü yettiği halde, dili ile tasdik etmeyen bir kimse arap diline göre mü'min diye adlandırılamaz. Nitekim bu konuda ümmetin, ashab-ı kiramdan ve güzel bir şekilde onların izinden giden tabiinden olan selefin üzerinde ittifak ettiği budur.

Ömer (r.a)'in (Hz. Ebû Bekir'in halife seçildiği Saide oğulları sakifesi esnasında):

"içimden bir konuşma tasarladım" ifadesi de bu iddiada bulunanların aleyhine bir delildir. Ebû Ubeyd burada yer alan "tasarladım" (et-Tezvîr) ifadesini, sözü düzene sokmak ve önceden konuşmak üzere hazırlamak şeklinde açıklamaktadır.

Yine Ebû Ubeyd derki:

Ebû Zeyd: Tasarlanan söz "müzevver" ile süslenen (müzevvak) sözün aynı anlama geldiğini söyler. Bu da ıslah edilmiş ve güzelleştirilmiş demektir. Başkası da şöyle demektedir: İçinde söylemek üzere birtakım sözleri hazırladığın zaman "içimde, bir konuşma tasarladım" ifadesi kullanılır. İşte bu kelimeler şuna işaret etmektedir:

Hz. Ömer içinden söylemek istediği birtakım şeyleri tasarlamış, fakat bu tasarladıklarını söylememiştir. Bundan şunu anlıyoruz: Dil ile söylenmedikçe, ona söz (kavl) denilmez, insanın içinden söylenmek üzere tasarladığı şey, dille ifade edilmedikçe "kavl" adını almaz ve ancak tasarlanmış şey olarak kalır.

Nitekim insan kendi içinden haccetmeyi, namaz kılmayı, yolculuğa çıkmayı ve benzeri şeyleri kararlaştırır. Söylemek istediği ve yapmak istediği şeyler için, içinde takdir edilen zihnî bir şekil oluşur. Fakat bunların hiçbiri ancak onun dışında (dış dünyada) meydana gelmedikçe ona "söz" ve "amel" adı verilmez.

Nitekim onun dışında bu işleri yapmadıkça, o haccetmiş ve namaz kılmış olamaz, işte bundan dolayı kişinin içinden söylemeyi ve yapmayı tasarladığı haram söz ve fiilleri söyleyip işlemedikçe aleyhine günah olarak yazılmaz.

Fakat söyleyip yapmayı tasarladığı güzel söz ve fiiller onun lehine tek bir iyilik olarak yazılır. Eğer bu tasarıları söz ve fiil olarak ortaya çıkacak olursa ondan yediyüze kadar onun lehine iyilik olarak yazılırlar. Eğer bu iyi olmayan söz ve fiil tasarılarını yapar, yahut işlerse bunun karşılığında da ceza görür.

Nitekim Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Yüce Allah ümmetime konuşmadıkça yahut amel edip işlemedikçe içlerinden geçirdikleri şeyleri bağışlamıştır." (Buhârî, İfk, 6, Talâk, 11, Eymân, 15; Müslim, İman, 201,202)

Ahtal'ın söylediği nakledilen şu beyte gelince:

"Söz dediğin kalbte olandır. Şu kadar var ki

Dil kalbte olanın delili kabul edilmiştir."

Bazı kimseler bu beytin Ahtal tarafından söylendiğini kabul etmez ve şöyle derler: Bizler onun şiir divanlarını arayıp taradık, böyle bir beyte rastlamadık. Bu beyit aslında Muhammed İbnü'l-Hassab'dan rivayet edilmiştir. Bazılarına göre de bu beytin asıl söylenişi şöyledir:

" Gerçek şu ki, beyan kalbte olandır..."

Eğer herhangi bir kimse Buhârî ile Müslim'de Peygamber (s.a.v) 'den rivayet edilmiş bir hadisi, bir mesele hakkında delil gösterecek olursa, bu bir haber-i vahiddir, derler. İlim adamlarının tasdiki üzerinde ittifak etmiş olmaları ve onu kabul ile karşılamalarına rağmen böyle söylerler. Bu beytin ise sahih bir isnatla ne tek bir kişiden, ne de birden çok kişiden nakli görülmemiştir. Arap diliyle uğraşanlar da bunu kabul etmemişlerdir.

Durum böyle olduğuna göre "kelâm"ın ad olacağı şey bir tarafa, dildeki en basit bir şeyi bile onunla belirleyemez ve "kelâm"ın, "kavl"in ve benzerlerinin ad olduğu şeyin sınırlarını tesbit edebilmek için herhangi bir şairin sözüne gerek yoktur, diyemeyiz. Çünkü bu konuda dilcilerin ilki de, sonra gelenleri de konuşmuşlar ve bu dili konuşanlarca ne anlama geldiğini bilmişlerdir. Tıpkı baş, el ve ayağın neyin adı olduğunu bilmeleri gibi.

Aynı şekilde bir dili konuşan kimselerin konuşmaları, kelimeleri hangi anlamlarda kullandıklarına da delil oluşturmaktadır. Yoksa bu konuda yaptıkları tarifler ve çizdikleri sınırlarla kelimelerin hangi anlama geldikleri anlaşılmaz. Bir dili konuşanlardan herhangi bir kimse "baş şöyledir", "el şöyledir", "söz şöyledir", "renk böyledir" demez. Aksine onlar bu kelimeleri anlamlarına işaret edecek şekilde kullanırlar ve diller de onların bu kullanımlarından dolayı öğrenilir.

Böylelikle Ahtal'ın bu beytindeki ifadeleri ile "kelâm = söz"ün müsemmasını zikretmek istemediği anlaşıldığı gibi, şairlerden hiçbir kimsenin de bunu kastetmek istemediği bilinmiş olmaktadır. Aksine, eğer o bu sözü söylemişse bununla şiiri açıklayanların söyledikleri şeyi kastetmiştir. Yani sözün aslı kalbte olandır. İşte anlam da budur, insan kalbinde olmayanı dili ile söyleyecek olursa, ona güven duyulmaz. Bu, Yüce Allah'ın niteliklerini belirttiği münafıklara benzemek olur. Yüce Allah onların, kalblerinde olmayan şeyleri dilleri ile söylediklerini bize bildirmektedir. Bundan dolayıdır ki şair şöyle demiştir:

Sakın sözleri yayılan kimse seni hayran bırakmasın

O sözlerinde sadık olduğunu ortaya koyuncaya kadar

Çünkü söz dediğin kalbte olandır, şu kadar var ki

Dil kalbte olana delil kılınmıştır.

Şair bu sözleriyle, kalbinde aslında neyi gizlediğini bilmedikçe sözlerin dış anlamlarına hayran kalmasını yasaklamaktadır, işte bundan dolayı: "Sözlerinde sadık olduğunu ortaya koymadıkça" demiştir.

Şairin: "Sözlerinde" ifadesi onun görünürdeki lafza "kelâm = söz" adını verdiğinin delilidir. Onun anlamının o sözü söyleyenin kalbinde bulunup bulunmadığını bilmese bile bu böyledir. Görüldüğü gibi bu, onu delil diye ileri sürenlerin aleyhine delildir. Onun şiiri her ikisini de içermektedir. Hatta: "Sözlerinde" ifadesi mutlaktır. Fakat "söz dediğin kalbte olandır" ifadesi ile de onun aslını ve sözle kastedilen anlamı anlatmak istemiş ve dili de bunun delili olarak değerlendirmiştir.

Özetle Arap, Fars, Rum, Türk ve diğer milletlerin dillerinde "kelâm = söz" lafzının neye ad olduğunu bilmek için bir şairin sözüne gerek duyan kimse, insanlar arasında ilmin yollarını bilmek ve izlemekten en uzak olan kimsedir. Diğer taraftan Ahtal, eski şairlerden değil, yeni şairlerdendir. Kâfir ve teslise inanan bir hıristiyandır. Ayrıca onun adı "Ahtal"dır ve "Hatal" sözdeki çürüklük ve tutarsızlık demektir. O bir hıristiyandır ve hıristiyanlar da kelâmın neye ad olduğunu tesbit etmek konusunda hataya düşmüşlerdir. Başlı başına bir varlık olan Mesih'i Allah'ın kelimesinin kendisi kabul etmişlerdir.

Buna göre açıkça şu ortaya çıkmaktadır:

Eğer "iman" sözlük anlamıyla tasdik etmek ise ve Kur'an-ı Kerîm de bununla sadece sözden ibaret olan tasdiki anlatmak istemiş, amele de tasdik adını vermemişse, doğru olan sadece Mürcie'nin söylediği:

İman lafız ile anlamdan ibarettir şeklindeki sözleri, yahut da Kerramiye'nin:

"iman sadece dil ile söylemekten ibarettir" şeklindeki sözleridir. Çünkü sözlükte dilin söylediğine "kavl = söz" adını vermek, kalbte bulunan bir anlama "kavl" adını vermekten daha yaygın bir şeydir. Yüce Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü gibi:

"Onlar kalblerinde bulunmayan şeyi dilleriyle söylerler." (Feth,11)

"İnsanlardan kimisi de iman etmedikleri halde: Allah'a ve âhiret gününe iman ettik derler." (Bakara, 8)

Buna benzer başka birtakım buyruklar daha vardır, insanın içinden geçen şey ise, bundan farklıdır. Ona:

"Hadis (insanın içinden geçen düşünce ve vesveseler) adı verilir. Kerramiye ise şöyle demektedir: Münafık, bir mü'mindir, fakat cehennemde sonsuza kadar kalacaktır. Çünkü o görünüşte iman ettiği halde, içte iman etmemiştir. Ancak cennete hem görünüşte ve hem içten iman eden kimseler girebilir.

Derler ki: imanın onu (münâfıkı) da kapsadığının delili, onun iman adı ile ilgili dinî hükümlerin kapsamına da girmiş olmasıdır. Yüce Allah'ın:

"... o vakit mü'min bir köle azad ediniz" (Nisa, 92)buyruğunda olduğu gibi. Zahiren de cuma namazını kılmak, temizlenmek gibi, iman eden kimselerin muhatap olduğu emirlere de muhataptır.

Kalbi ile tasdik edip dili ile bunu söylemeyen kimseye gelince, böyle bir kimseye dünyada olsun ahirette olsun iman hükümlerinden herhangi bir şey taalluk etmez ve bu gibi kimseler de Yüce Allah'ın kullarına:

"Ey iman edenler..." şeklindeki hitabının kapsamına girmezler. Böylelikle Kerramiye'nin iman hakkındaki sözlerinin -her ne kadar daha önce benzeri söylenmedik- bid'at ve bâtıl bir söz olduğu öğrenilmiş olmakla birlikte, Cehmiye'nin söyledikleri sözler bundan daha bâtıldır. Kerramiye dil, Kur'an ve aklı delil göstermek açısından, Cehmiye'den hakka daha yakındır.

Ayrıca Kerramiye de, bütün insanların imanları birbirlerine eşittir demesi ve imanda istisna kabul etmemesi açısından Mürcie ve Cehmiyye ile uyuşma halindedir. Onlar, imanını gösteren kimse için onun gerçekten bir mü'min olduğunu söylerler. Eğer bu kişi münafıklık yapıyorsa, onlara göre sonsuza kadar cehennemdedir. Cennete ancak hem bâtınen, hem de zahiren iman eden kimseler girebilir. Kerramiye'nin:

"Münafıklar da cennete girer" şeklinde görüşlerini nakleden kimse, aslında onlar hakkında yalan söylemektedir. Aksine onların söyledikleri, "münafık da bir mü'mindir" demekten ibarettir. Yoksa iman -başkalarının müslüman adını verdikleri gibi- "zahiren söylenen sözden ibarettir" şeklinde bir inançları olduğundan dolayı böyle söylemiyorlar. Çünkü İslâm, zahirî bir teslimiyettir. Şüphe yok ki Cehmiye'nin söyledikleri Kerramiye'nin iddialarından hem şer'î bakımdan, hem dil ve akıl açısından bir çok yönden daha çürük ve tutarsızdır.

Eğer, Kerramiye'nin sözleri müslümanların icmâı'nın dışında bir iddiadır denilecek olursa, şöyle cevap verilir:

Cehm'in iman hakkındaki sözleri de ondan daha önce müslümanların icmâının dışında kalmış bir sözdür. Hatta selef, iman hakkında Cehm'in görüşünü kabul eden kimseleri tekfir ederler.

Bazı kimseler Kerramiye'nin sözlerinin tutarsızlıklarına doğru birtakım deliller getirmişlerdir. Aynı türden Cehmiye'nin sözlerinin tutarsızlıklarını ortaya koyan deliller ise daha fazladır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"İnsanlardan iman etmedikleri halde: Allah'a ve âhiret gününe iman ettik diyenler var." (Bakara, 8)

Bunlar derler ki: Görüldüğü gibi burada Yüce Allah münafıkların iman sahibi olmalarını reddetmiştir.

Bunlara cevabımız şudur:

Bu doğrudur, münafık gerçekten mü'min değildir, ona mü'min diyen kimseler sapıtmıştır. Aynı şekilde kalbinde bilgi ve tasdik bulunmakla birlikte peygamberi inkâr edip ona düşmanlık besleyenlerin durumu da böyledir. Yahudiler ve başkaları buna örnektir. Şanı Yüce Allah, bu gibi kimselere "kâfir" adını vermiş ve hiçbir şekilde onlara "mü'min" dememiştir. Hiçbir şekilde imanın hükümlerinin kapsamına da girmemişlerdir. Münafık ise böyle değildir. O dünyada dıştan görünen iman hükümlerinin kapsamına girer. Hatta Yüce Allah amel etmediği takdirde diliyle ve kalbiyle söyleyen kişinin de mü'min olamayacağını belirtmiştir. Şu buyruğunda görüldüğü gibi:

"Bedevi araplar: İman ettik dediler. Sen de de ki: Siz iman etmediniz fakat: Teslim olduk, deyiniz. Çünkü iman henüz kalbinize girmemiştir... Gerçek mü'minler ancak Allah'a ve Rasûlüne iman eden, sonra da şüpheye düşmeyen, Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad eden kimselerdir. İşte onlar (iddialarında) doğru söyleyenlerin ta kendileridir." (Hucurât, 14-15)

Görüldüğü gibi burada bu niteliklere sahip olanların dışında kalanlara "iman" adının verilmesi reddedilmiştir.

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Derler ki: Biz Allah'a ve Rasûlüne iman ve itaat ettik, sonra da onlardan bir fırka yüz çevirirler. Onlar mü'minler değildir." (Nur, 47)

Tevelli (yüz çevirmek) ise yüce Allah'ın şu buyruklarında görüldüğü gibi itaatten yüz çevirmektir:

"Geriye bırakılan bedevi araplara de ki: Siz yakında şiddetli savaşçı bir toplulukla savaşmaya çağrılacaksınız veya onlar İslama gireceklerdir. Siz eğer itaat ederseniz, Allah size güzel bir ecir verir. Eğer bundan önce yüz çevirdiğiniz gibi geri dönerseniz Allah sizi acıklı bir azapla azablandırır." (Feth, 16)

Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İşte o, tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti." (Kıyame, 31-32)

"Ona yalanlayan ve yüz çeviren en bedbaht olanlardan başkası girmez." (Leyl, 15-16)

Aynı şekilde Hz. Musa ile Harun da böyle söylemişlerdir:

"Gerçekten bize vahyolundu ki: Muhakkak azab yalanlayanlar ve yüz çevirenler üzerinedir." (Tâ-Hâ,48)

Böylelikle yüz çevirme (tevelli)nin yalanlama demek olmadığı görülmektedir. Aksine burada yüz çevirmek itaatten uzak olmaktır. İnsanlara düşen, Rasûlün verdiği haberleri tasdik etmek ve emirlerine itaat etmektir.

Tasdikin zıddı yalanlamak, itaatin zıddı da yüz çevirmek (tevelli)tir.

İşte bundan dolayı Yüce Allah:

"İşte o tasdik de etmemiş, namaz da kılmamış, fakat yalanlamış ve yüz çevirmişti" buyurmaktadır.

Başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Derler ki: Biz Allah'a ve Rasûlüne iman ve itaat ettik. Sonra onlardan bir grup yüz çevirirler. Onlar mü'minlerden değildir." (Nur, 47)

Görüldüğü gibi amelde yüz çeviren kimseye sözlü olarak gerekeni yerine getirse bile, "iman" isminin verilmesi reddedilmektedir. Bir başka yerde yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Müminler ancak o kimselerdir ki, onlar Allah'a ve Rasûlüne iman ederler, aynı zamanda onlar herhangi bir iş için onunla bir arada iseler ondan izin almadıkça gitmezler." (Nur, 63)

Bir başka yerde ise şöyle buyurmaktadır:

"Müminler ancak, Allah anıldığı zaman kalbleri titreyenlerdir." (Enfal, 2)