Dillerin kaynağı

Bütün bunların doğru olabilmesi, Arapça kelimelerin önce birtakım manalar için konulduğunu, daha sonra da bu manalar hakkında kullanılmaya başlanıldığının bilinmesi halinde söz konusu olabilir. O takdirde bunların, kullanılmalarından önce konulmuş olmaları söz konusu olur. Bu ise ancak dillerin ıstılahî olarak konulmuş olduğunu kabul edenlerin görüşüne göre doğru olabilir. Bunların iddiasına göre, akıl sahibi bir topluluk bir araya gelerek buna şunu, şuna da şunu ad olarak vermişlerdir ve aynı şeyin bütün diller için de geçerli olduğunu düşünmüşlerdir. Fakat böyle bir iddiayı Ebî Haşim b. el-Cübbaî'den önce söyleyen herhangi bir kimse tanımıyoruz. Onunla birlikte Ebu'l-Hasan el-Eş'arî, Ebî Ali el-Cübbaî'nin öğrencisidirler. Fakat Eş'arî, Mutezile mezhebinden ayrılmış, kader, vaîd, Allah'ın isimleri, hükümler ve Allah'ın sıfatları konularında onlara karşı çıkmış, onların çelişkilerini ve sözlerinin tutarsızlıklarını, bilindiği şekliyle ortaya koymuştur.

Eş'arî ile Ebû Haşim, dillerin kaynağı konusunda görüş ayrılığı içindedirler. Ebu Haşim bunların ıstılahî (karşılıklı anlaşma) ile konulduğunu söylerken, Eş'arî tevkifi (vahiy ile öğretilmiş) olduğunu söylemiştir. Onlardan sonra bazı kimseler bu konuyla ilgilenmişler ve bir kısmının tevkifi bir kısmının da ıstılahî olduğunu söylemişlerdir. Bir dördüncü grup ise, bu konuda bir şey söylenemeyeceğini ifade etmiştir.

Burada anlatılmak istenen, bir arabın, ya da başka milletten bir grubun, bir araya gelerek dilde bulunan bu isimleri belirlediklerini ve bu kelimeleri de koyduktan sonra bunları kullanmaya başladıklarını söylemek mümkün değildir. Bilinen ve tevatür ile nakledilen şey, bu kelimelerin işaret ettikleri anlamlar hakkında kullanıldığıdır. Eğer herhangi bir kimse ortaya çıkıp bir kelimenin daha önceden konulduğunu bildiğini ileri sürecek olursa, bu kişi yanlış bir iddiada bulunmaktadır. Çünkü: "Biz bunu delille biliyoruz. Çünkü daha önceden konulacak lafızlar üzerinde anlaşmaya varılmazsa, kullanmaya imkân olmaz" denilemez.

Buna karşı şunlar söylenir: İş böyle değildir. Aksine Yüce Allah'ın, hayvanlara bile biribirlerini anlamalarını sağlayacak sesler çıkarmalarını ilham ettiğini görüyoruz. Buna "mantık" (konuşma) ve "söz" adı verilmektedir. Hz. Süleyman'ın:

"Bize kuş mantığı (dili) öğretildi" (Neml, 16) demesi, ayrıca:

"Bir karınca: Ey karıncalar! Yuvalarınıza giriniz, dedi" (Neml, 18) buyruğunda olduğu gibi, şu buyrukta da aynı hususu görüyoruz:

"Ey dağlar ve ey kuşlar! Siz de onunla tesbih edin." (Sebe, 10)

İnsanların durumu da böyledir. Dünyaya gelen bir kişi artık bazı şeyleri ayırdetme (temyiz) durumuna geldi mi, anne babasının yahut kendisini büyütenlerin birtakım sözler söylediklerini ve belli bir anlama işaret ettiklerini görür,o da, bu kelimenin belirli bir anlam için kullanıldığını anlar. Yani, konuşan kimsenin o kelimeyle belli bir şeyi anlatmak istediğini farkeder. Daha sonra bu kişi, sürekli olarak başka kelimeler duyar ve sonunda aralarında yetiştiği topluluğun dilini öğrenir. Bu konuda daha önce birtakım anlamlar için birtakım kelimeler kullanmak üzere anlaşmış olmaları söz konusu değildir. Hatta isimlerin hangi anlamlara geldiği konusunda da ona bilgi vermemişlerdir.

Birtakım eşyaların adının ne olduğunu sorup bu konuda ona bilgi verilse bile, bunu değiştirmez. Nitekim bir dili bilmeyen kimseye, tercüme yapılarak o dilin kelimelerinin ne anlama geldiği öğretilmiş olur. Bir süre o dili konuşanlarla birlikte bulunursa, onlardan herhangi birisinin bilgilendirilmesine gerek kalmaksızın o bu dili öğrenir.

Evet, insanlar bazen kendinden öncekilerin bilmediği birtakım şeylere, sonradan bir isim koydukları doğrudur. Nitekim onlardan birinin bir çocuğu olsa ve ona ya yaygın olan, ya da tamamen kendisinin bulup herkesçe bilinmeyen bir isim vermesi halinde durum böyledir. Kimi zaman bu adı koyan kişi tek başına ve bu konuda kimse ile anlaşmamış olabilir. Kimi zaman da ad koymada aralarında fark olmaz .Yine kimi zaman bir kişi, bir sanayi aleti icad eder, yahut bir kitap yazar veya bir şehir kurar veya buna benzer bir iş yapar ve buna da bir ad verir. Çünkü bu yeni şey, bilinenler türünden olmadığı için, herkesin konuştuğu dilde ona ait bir ad bulunmaz. Şanı Yüce Allah da şöyle buyurmuştur:

"Rahman (olan Allah) Kur'an-ı Kerîm'i öğretti, insanı yarattı. Ona konuşmayı öğretti." (Rahman, 1-4)

"Derler ki: Her şeyi konuşturan Allah, bizi konuşturdu." (Fussilet, 21)

Yine bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır:

"O ki, yaratıp düzenleyendir, takdir edip yol gösterendir." (A'la,2-3)

Başkalarına konuşma ilhamını verdiği gibi, insana da konuşma ilhamını veren, o şanı Yüce Allah'tır.

Yüce Allah'ın Kitab'ında Hz. Adem'e bütün isimleri öğrettiğini, eşyayı meleklere sunduğunu belirtmesinden şunu öğreniyoruz:

Hz. Adem, kıyamet gününe kadar bütün insanların konuşacakları dilleri bilmiyordu. Onun bütün dilleri bilmesi ve dillerin ondan çocuklarına geçmesi dolayısıyla da çocuklarının bu dilleri konuşması mümkün değildir. Çünkü Hz. Adem'den nakilde bulunanlar onun çocuklarıdır. Yüce Allah ise, tufanda gemidekiler dışında kalan bütün zürriyetini suda boğmuştur. Hz. Nuh'un çocukları müstesna gemidekilerin soyu da kesilmiştir.

Hz. Nuh'un çocukları ise bütün toplumların konuştukları dilleri konuşmuyordu. Farsça, Arapça, Rumca ve Türkçe gibi tek bir dilde dahi ancak Yüce Allah'ın kuşatabileceği şekilde topluluklar ve çeşitlilikler vardır. Bizzat Araplar içinde bile, her kavmin başkaları tarafından anlaşılmayan bir lehçeleri vardır. Peki bütün bunların gemilerdekilerden nakledilmiş olması nasıl düşünülebilir? Üstelik onların hepsinin de soyu devam etmemişti. Soy sadece Hz. Nuh'tan devam etmiştir. Bütün insanlar onun Sam, Ham,Yafes adındaki üç oğlundan çoğalmışlardır.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ve onun soyundan olanları geride kalanlar kıldık." (Saffat, 77)

Geriye sadece onun zürriyetinden gelenler kalmıştı. Nitekim bu, Peygamber (s.a.v)'in:

"Onun çocukları üç tanedir" (Müsned, V, 9; Tirmizî, 37. sûre 3) hadisinde de böyledir.

Bunu İmam Ahmed ve başkaları rivayet etmişlerdir.

Bilindiği gibi, o üç kişinin bütün bu dillerle konuşmasına imkân yoktur. Bunun onlardan nakledilmesi de imkansızdır. Bu dili bilen kimseler, öteki dili bilmezler. Nakledenler üç kişi olursa bunlar kendi çocuklarına öğretmişler, çocukları da kendi çocuklarına öğretmişlerdir. Eğer durum böyle olsaydı, arada bir kesintisizlik olurdu. Bizler aynı soydan gelen çocukların daha sonraki nesillerinden her birinin başka dili konuştuğunu, ötekinin ise bu dili bilmediğini görüyoruz. Halbuki onların ataları birdir. Böyle bir durum hakkında, "O, çocuklarından birisine başka, ötekine de başka bir dili öğretmiştir" denilemez. Çünkü babanın bazen iki çocuğu olabilir. Halbuki onun soyundan gelenlerin konuştukları dil sayısı, bunun kat kat fazlasıdır.

Şanı Yüce Allah'ın Adem oğullarında yerleştirdiği adet şöylece cereyan etmiştir:

Ademoğulları kendi çocuklarına kendilerinin konuştukları dili, yahut da başkalarının kendileriyle konuştukları dili öğretirler. Şanı Yüce Allah'ın henüz o dili konuşacak kimseleri yaratmadığı dilleri ise çocuklarına öğretmezler. Aynı şekilde sadece başkalarından işittikleri lafızlarla konuşan Adem soyundan gelenler bulunabilir. Tefsir alimleri ve başkalarının şanı Yüce Allah'ın Hz. Adem'e öğretmiş olduğu isimler hakkında seleften nakledildiği bilinen iki görüş vardır:

Bunlardan birincisine göre: O, Hz. Adem'e sadece akıl sahibi kimselerin isimlerini öğretmiştir. Buna Yüce Allah'ın:

"Adem'e bütün isimleri öğretti" (Bakara, 31) buyruğunu delil gösterir ve derler ki:

Buradaki "hum" (onlar) zamiri ancak akıl sahibi kimseler hakkında kullanılır. Eğer akıl sahibi olmayan varlıklar hakkında kullanmış olsaydı, "arzetti" anlamına gelen kelimeyi "aradahâ" şeklinde kullanması gerekirdi, işte bundan dolayı Ebu'l-Aliyye şöyle demektedir:

Yüce Allah ona meleklerin isimlerini öğretti. Çünkü o sırada akıl sahibi varlıklar sadece meleklerdi. Ve hünüz iblis de meleklerden ayrılmamış ve onun ayrı bir zürriyeti de olmamıştı. Abdurrahman b. Zeyd b. Eşlem de, Yüce Allah'ın ona, zürriyetinin isimlerini öğrettiğini söylemiştir.

Bu açıklama ise Tirmizi'nin rivayet edip sahih olduğunu belirttiği şu hadise uygundur:

"Hz. Adem Rabbinden, soyundan gelecek olan peygamberlerin suretlerini göstermesini diledi. Onlar kendisine gösterildi. Aralarında parıldayan birisini gördüğünde: "Rabbim bu kimdir?" diye sorunca, bu oğlun Davud'tur dedi." (Tirmizî, Tefsir, 7, sûre, 3)

Bu durumda Yüce Allah ona zürriyetinin yahut bir kısmının suretlerini ona göstermiş, isimlerini bildirmiştir. Bunlar ise cins isimler değil, özel isimlerdir.

İkinci görüşe göre: Yüce Allah Hz. Adem'e her şeyi öğretmiştir. Bu ise İbn Abbas ve talebeleri gibi, çoğunluğun görüşüdür.

İbn Abbas der ki:

Yüce Allah ona yellenmenin ve tencerenin adını bile öğretti. Yani, ona arazın da a'yanın da isimlerini, büyükleri ve küçükleriyle öğretti demek istemektedir. Bunun delili ise Buhârî ve Müslim'de yer alan Peygamber (s.a.v)'in şefaat hadisinde söylediği sabit olan şu sözleridir:

"İnsanlar derler ki: Ey Adem, sen insanların babasısın. Allah seni kendi eliyle yarattı. Sana ruhundan üfledi ve sana her şeyin ismini öğretti." (Buhârî, Tevhid, 19,24,36; Müslim, iman, 322, 327; Tirmizî, Kıyâme, 10)

Yine "Bütün isimleri" buyruğu da genel ve pekiştirici bir kelimedir. Dolayısıyla herhangi bir iddiayı ileri sürerek bu genel kelimeyi özelleştirmek doğru olamaz. Yüce Allah'ın:

"Sonra onları meleklere arz edin..." (Bakara, 11) buyruğu da bunu ifade etmektedir. Çünkü akıl sahibi olanlar da, olmayanlar da bir arada bulunduğundan, akıl sahibleri üstün görülerek onlara özgü olan zamir kullanılmıştır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda görüldüğü gibi:

"Onlardan bazısı karnı üzere yürür. Bazısı iki ayak üzere yürür. Bazısı dört ayak üzere yürür." (Nur, 45)

İkrime der ki:

Allah ona nevilerin değil de, cinslerin isimlerini öğretti, insan, cin, melek, kuş gibi.

Mukatil, İbnü's-Saib ve İbn Kuteybe der ki:

Allah ona, yeryüzünde yaratmış olduğu canlıların, böceklerin ve kuşların isimlerini öğretti.

Bu dillerin Hz. Adem'den öğrenilmemiş olduğunun delillerinden birisi de şudur:

Pek çok dil, arap diline oranla fakirdir. Mesela bu dilerde çocuklara, evlere, seslere ve buna benzer canlılara izafe edilen şeylere özgü isimler bulunmamaktadır. Onlar bu konularda birtakım nisbetler kullanırlar. Eğer Hz. Adem bunu herkese öğretmiş olsaydı, uyumlu bir şekilde bunları öğretirdi. Aynı şekilde, semavî bir kitabı bulunmayan her ümmetin dilinde haftanın günleri yoktur. Bu ümmetlerin dillerinde sadece gün, ay ve yıl adları bulunmaktadır. Çünkü bu, duygu ve akılla bilinen bir şeydir. O bakımdan ümmetler, bunlara ilişkin isimler koymuştur. Çünkü ifade, genelde düşünceye tabidir. Hafta ise ancak sem'i delil ile bilinebilir. Şanı yüce Allah'ın gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri altı günde yarattığı, sonra da Arş'a istiva ettiği, ancak kendilerine haftanın bir gününde Yüce Allah'a ibadet etmek için toplanmaları ve bu vesile ile Yüce Allah'ın bu kainatı varetmeye başladığı haftanın ilk gününü muhafaza etmelerini, peygamberlerin haberleriyle meşru kıldığı ümmetler bunu bilebilirler. Türkler ve benzeri kavimler ise böyle değildir. Onların dillerinde haftanın günlerine dair isimler bulunmamaktadır. Çünkü onlar böyle bir şeyi bilmiyorlardı. O bakımdan bunlara dair ifadeler de kullanmamışlardır.

Bununla şunu öğrenmiş oluyoruz: Şanı Yüce Allah insan türüne, istek ve düşüncelerini kelimeleriyle ifadelendirme ilhamını vermiştir. Bu ilhamın kendisine öğretildiği ilk kişi ise, ataları Adem'dir. O bildiği gibi, onlar da bildiler. Diller arasında farklılığa rağmen bu böyledir. Şanı Yüce Allah, Hz. Musa'ya İbranice, Muhammed (s.a.v)'e de Arapça vahiy indirmiştir. Hepsi de Allah'ın kelâmıdır. Yüce Allah bunlarla yaratıklarından neler istediğini ve neler emrettiğini ifade etmiştir. Bu dil ötekinin aynısı olmasa bile, bu böyledir. Bununla birlikte İbranice Arapçaya en yakın bir dildir.

Bizim buradaki maksadımız, bunun böyle olmadığı konusundaki bütün delilleri ortaya koymak değildir. Bizim için şunu söylemek yeterlidir. Sizin bu iddianızın varlığı bilinmemektedir. Aksine ilham daha önceden karşılıklı anlaşma olmaksızın dilleri konuşmak için yeterlidir. Eğer buna "tevkifîlik" adı verilecekse, haydi bu ad verilsin. Buna göre, kim bütün türlerin kullandıkları sözler için daha önceden anlaştıkları iddiasında bulunursa, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir iddiada bulunuyor demektir. Kesin olarak bilinen bir şey ise, bu sözlerin kullanıldığıdır. Diğer taraftan bunlar şunu da söylemektedirler:

Hakikat mecazdan, lafız ile yetinmek açısından ayrılmaktadır. Eğer lafız mücerred bir kelime olarak bir şeye işaret ediyorsa, o bir hakikattir. Eğer ancak karine ile birlikte işaret ediyorsa, o da mecazdır. Bu ise, lafzın mana hakkında kullanılması ile bağlantılı bir durum olup önceden karşılıklı anlaşma ile ilgili bir şey değildir