İmanın artışını bilmenin yolları

Allah'ın emrettiği ve Allah'ın mü'min kullarında görülen imanın artışını birkaç yolla bilmek mümkündür.

Bunlardan birisi:

Mü'minlere emredilen genel ve tafsili hükümlerdir. Şüphesiz Allah'a ve Rasûlüne iman etmek, bütün insanlar üzerinde farzdır.

Aynı şekilde her ümmetin peygamberlerinin kendilerine vermiş olduğu emirleri yapmaları ve genel olarak onlara bağlı kalmaları da farzdır.

Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerîm'in nüzulünün tamamlanmasından sonra farz olan şeyler, işin ilk başında farz değildi. Yine kulun birisine Allah'ın Rasûlünün haber verdiği şeylerden ötekine göre daha başka ve ona ulaşmamış olan haberler kendisine ulaşmışsa, o takdirde her kulun tafsilâtlı olarak Rasûlün haberinden iman etmesi gereken şeyler arasında da farklılık olur.

Kur'an-ı Kerîm'i, Sünnet'i ve bunların anlamlarını bilen bir kimsenin, başkaları için zorunlu olmayan bir şekilde bütün bunlara tafsilâtlı olarak iman etmesi gerekir. Eğer bir kimse zahiren ve bâtınen Allah'a ve Rasûlüne iman ederse, sonra da dinin şer'î hükümlerini bilmeden önce ölürse iman edilmesi gereken şeylere iman etmiş bir mü'min olarak ölür. Bununla birlikte onun üzerine iman etmesi gereken şeylerle onun yaptıkları hiçbir şekilde şer'î hükümleri bilip onlara iman eden ve gereklerince amel eden kimsenin imanı gibi değildir. Aksine böyle bir kimsenin imanı, hem vücub ve hem de ondan meydana gelen olgu bakımından daha mükemmeldir. Onun üzerinde vacib olan iman daha kâmil ve ondan meydana gelen de daha mükemmeldir.

Yüce Allah'ın:

"Bugün sizin için dininizi tamamladım." (Mâide, 3)

Buyruğunda kastedilen şey, emir ve nehiyle ilgili teşriî hükümlerdeki mükemmelliktir.

Yoksa, ümmetin her ferdi üzerine vacib olan, ümmetin geri kalanı üzerinde de vacib ve onlar da bunları yapmıştır, anlamına gelmez.

Hatta Buhârî ile Müslim'de Peygamber (s.a.v) kadınları akıl ve din açısından eksik olmakla nitelendirmiş ve akıllarının eksikliğini iki kadının şahitliğinin bir tek erkek şahitliği gibi, dininin eksikliğini de ay hali olduğu vakit namaz kılmaması ve oruç tutmaması diye açıklamıştır. (Müslim, iman, 132; Buhârî, Hayd, 6; Ebû Dâvûd, Sünne, 15; Tirmizî, İman, 6)

Fakat bu eksiklik, o kadına emredilen şeylerden bir eksiltme değildir. Bundan dolayı bu eksiklik sebebiyle cezalandırılması söz konusu olmaz. Fakat kendisine namaz ve oruç emri verilip de bunu yapan kimsenin dini, bu şekilde dini eksik olarak değerlendirilen kadına nisbetle daha kamildir.

İkinci yol ise:

Kullardan meydana gelen şeylerdeki icmalî ve tafsili hususlardır.

- Peygamberin getirdiklerine mutlak olarak iman edip hiçbir şekilde onu yalanlamayan, fakat onun vermiş olduğu emirleri, nehiyleri, haberleri bilip öğrenmekten ve üzerinde farz olan ilmi tahsil etmekten yüz çevirerek üzerindeki görevleri bilmeyip gereklerince amel etmeyen, aksine hevasına tabi olan bir kimseyle,

- Hz. Peygamber'in neyi emrettiğini bilip gereğince amel eden,

- Bir diğeri ise bunun ilmini isteyip öğrenen, ona iman eden, fakat gereğince amel etmeyen kimse.

Bu üçü de vücubda ortak durumda olmakla birlikte, tafsilî olarak ilim tahsil eden ve gereğince amel eden kimsenin imanı (yani istediği ilimlere) daha kamildir. Bu gibi kimseler üzerinde farz olan şeyleri bilip onlara bağlanan ve kabul eden kimseler arasında yer alıp bütün bunlar gereğince amel edemeyen kimseler arasında yer alırlar.

Hz. Peygamber'in getirdiklerini kabul edip günahkâr olduğunu itiraf eden ameli terkettiği için Rabbinin cezasından korkan bir kimsenin imanı da Hz. Peygamber'in getirdiklerini bilme yollarını araştırmayıp bunlar doğrultusunda amel etmeyen ve cezalandırılacağından da korkmayan kimsenin amelinden daha mükemmeldir.

Böyle bir kimse cezalandırılmaktan dolayı korkacak yerde, Allah Rasûlünün getirdiklerini tafsilatıyla öğrenmekten gaflet içerisindedir. Hz. Peygamberin nübüvvetini zahiren ve batınen kabul etmekle birlikte o böyledir.

İnsan kalbi, Allah'ın Rasûlünün haber verdiklerini bilip tasdik ettikçe, emirlerini öğrenip o doğrultuda amelde bulundukça, imanında genel olarak bir bağlılık ve bir kabul ve ikrar bulunmakla birlikte, bu şekilde hareket etmeyen kimsenin imanından daha bir fazladır.

Aynı şekilde Allah'ın isimlerini ve manalarını bilip bunlara iman eden kimsenin imanı bu isimleri bilmeyip bunlara toplu olarak (icmalen) iman eden yahut onları kısmen bilen kimsenin imanından daha olgundur, insanın Allah'ın isimlerine, sıfatlarına ve ayetlerine ilişkin bilgisi arttıkça bunlar vesilesiyle imanı daha yetkin olur.

3 - Bizzat ilim ve tasdikin bir kısmı öbüründen daha güçlü, şüphe ve tereddütten daha uzak ve daha sağlam olabilir. Bu, herkesin kendisinde tesbit ettiği bir durumdur. Nitekim aynı şeyin dış duyularla hissedilmesinde de durum böyledir.

Meselâ insanların hilâli görmelerinde durum böyledir. Her ne kadar o hilâli görmekte ortak iseler de, kimisinin görmesi ötekinden daha mükemmel olabilir. Aynı sesi işitmekte ve aynı kokuyu almakta, ya da aynı yemeğin tadını almakta da durum böyledir, işte kalbin marifeti ve tasdiki de bundan daha ileri boyutlarda ve birçok yönde artabilmektedir.

Kişinin iman ettiği yüce Rabbimizin isimlerinin ve kelâmının anlamlarını kavrayıp öğrenmek bakımından insanlar arasındaki farklılık, başka hususları bilip tanımaktaki farklılıklarından, biribirlerine olan üstünlüklerinden çok daha büyük boyutlardadır.

4 - Kalbin amelini gerektiren tasdik, kalbin amelini gerektirmeyen tasdikten daha mükemmeldir. Sahibinin gereğince amel ettiği ilim, gereğince amel etmediği ilimden daha mükemmeldir, iki kişi Allah'ın, Rasûlünün, cennetin ve cehennemin hak olduğunu bilse, birisinin bilgisi Allah'ı sevmesini, ondan korkmasını cenneti arzulayıp cehennemden kaçmasını gerektirse ve buna itse, ötekinin bilgisi ise buna itmeyecek olsa, birincisinin bilgisi daha üstündür. Çünkü müsebbebin gücü sebep olanın gücüne delildir. Bu gibi durumlar bilgiden ortaya çıkmıştır.

Sevilen şeyi bilmek, sevilen o şeyi istemeyi gerektirir. Korkulacak şeyi bilmek de ondan kaçmayı gerektirir. Eğer gereken şey meydana gelmiyorsa, bu sefer gerektirenin zayıflığının delilidir. İşte bu bakımdan Peygamber (s.a.v):

"Haber veren kimse bizzat gözüyle gören kimse gibi değildir." (Müsned, 1 / 215, 271) buyurmuştur.

Yüce Allah Hz. Musa'ya kavminin buzağıya tapıklarını haber verince Tevrat'ın yazılı olduğu levhaları bir kenara bırakmamıştı. Fakat onların taptıklarını görünce, o nüshaları bir kenara bıraktı. Onun bu durumu Yüce Allah'ın verdiği haberde Hz. Musa'nın şüphe etmesi dolayısıyla değildir. Fakat haberi alan kişi haber verenin doğru söylediğinden kesinlikle emin olmakla birlikte, haber verilen şeyi gözüyle görmesi halinde olduğu gibi, zihninde gereği gibi canlandıramaz. Hatta onun kalbi haber verilen şeyi tasdik etmekle birlikte başka şeylerle meşgul olduğundan dolayı onu gereği gibi zihninde canlandıramaz. Bilindiği gibi, haber verilen şeyi gözüyle görünce, bu sefer haber verildiği esnada zihninde canlanmayan şeyleri artık tasavvur edebilir, işte bu tür tasdik öbür tasdikten daha mükemmeldir.

5 - Allah'ı ve Rasûlünü sevmek, Allah'tan korkmak ve O'nun rahmetini ummak gibi, kalbin amellerinin tümü imandandır. Nitekim, Kitap, Sünnet ve selefin ittifakı da buna delildir. Bu alanda insanlar arasında çok büyük farklılıklar vardır.

6 - Batınî amellerle birlikte zahirî ameller de aynı şekilde imandandır ve bu konuda insanlar birbirinden farklıdır.

7 - Kalbinde Allah'ın kendisine verdiği emirleri hatırlayıp bunu gereğince ve o emirlerden gafil olmayacak şekilde canlandıran kimse bu emri tasdik edip ondan gafil olan kimseye göre daha üstün bir seviyededir. Çünkü gaflet eksiksiz ilim ile çelişir. Tasdik, zikir ve bunu hafızada canlı tutmak, ilmi ve yakîni kemale erdirir. Bu bakımdan ashabı kiramdan olan Ömer b. Habib şöyle demiştir:

"Allah'ı zikretmemiz, O'na hamdetmemiz ve O'nu tesbih etmemiz, imanımızın artmasıdır. Gaflete düşmemiz, unutup verilen emirlere kulak asmamamız ise, imanın eksilmesidir."

Durum onun dediği gibidir. Muaz b. Cebel, arkadaşlarına:

"Birlikte oturalım da, bir süre bile olsa iman edelim" derdi.

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Kalblerine bizi anmaktan yana gaflet verdiğimiz, heva ve heveslerine uymuş, işinde haddini aşmış kimselere de itaat etme." (Kehf, 28),

"Sen öğüt verip hatırlat, çünkü öğüt ve hatırlatma mü'minlere faydalıdır." (Zariyat, 55)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Korkan kimse öğüt alacaktır. Oldukça bedbaht olan kimse ise ondan kaçınacaktır." (A'la, 10-11)

Diğer taraftan insan daha önce bildiği şeyleri hatırlayıp gereğince amel ettikçe, bundan önce bilmediği şeylerden farklı başka şeylerin bilgisini de elde eder. Allah'ın isimlerinin ve ayetlerinin anlamları konusunda önceden bilmediği şeyleri bilir.

Nitekim seleften gelen bir rivayette şöyle denilmiştir:

"Her kim bildiği şeylerle amel ederse, Allah ona bilmediklerini de öğretir."

Bu her mü'minin kendi nefsinde tesbit edebildiği bir durumdur.

Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu sahih olarak sabit olmuştur:

"Rabbini zikreden kimseyle Rabbini zikretmeyen kimsenin benzeri, hayat sahibi olan kimseyle ölü kimsenin benzeri gibidir." (Buhârî, Deavât, 67)

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Ayetleri karşılarında okunduğu zaman da bu onların imanlarını artırır." (Enfal,2)

Çünkü bu ayetler onlara, bundan önce bilmedikleri şeyleri öğretir ve böylelikle bilgilerini artırır. Bu ilim gereğince de amellerini artırır. Daha önce unuttuklarını hatırlatarak imanlarını artırır. Bu hatırlatma sebebiyle de amellerini artırır, işte kulların dıştaki ve içlerindeki tanık oldukları ayetlerde de durum böyledir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Biz onlara ayetlerimizi âfakta (dış dünyalarında) ve kendi nefislerinde pek yakında göstereceğiz. Ta ki onun hakkın ta kendisi olduğu onlara apaçık şekilde belli oluncaya kadar." (Fussilet,53)

Burada gerçeğin ta kendisi olduğu apaçık belli olacak şeyden kasıt, Kur'an-ı Kerîm'dir.

Daha sonra Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Rabbinin her şeyi görüp gözetici olması sana yetmez mi?" (Fussilet, 53)

Kur'an-ı Kerîm'de haber verilen, şeylerin sahibi bizzat Allah'tır, iman eden kişi ona iman etti, sonra Allah dışarıda ve kendi içlerinde onlara birtakım ayetler gösterdi ki, bunlar bu Kur'an-ı Kerîm'de haber verdiği şeylerin benzerine işaret etmektedir, işte onlara gösterilen bu ayetler bundan önce tahsil ettikleri, elde ettikleri imanla birlikte bu Kur'an-ı Kerîm'in hak ve gerçek olduğunu onlara açıkça gösterdi.

Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Onlar üstlerindeki göğü nasıl bina edip süslediğimize bakmadılar mı? Onda herhangi bir çatlaklık yoktur. Yeri de döşedik, ona sabit dağlar koyduk ve orda göze hoş gelen her çiftten bitkiler bitirdik, (Rabbine dönen) her kul için ibretle tetkik edip tefekkür etmesi için (böyle yaptık)." (Kâf,6-8)

Yaratılmış olan ayetlerle Kur'an-ı Kerîm'de okunan ayetlerde insanın basiretini açan ve ona öğüt ve hatırlatmalarda bulunan yönler vardır. Körlükten yana basiretini açar, gafletten yana onu uyarıp hatırlatır. Bilmeyen kimsenin basireti, bilen kadar açılır. Bilip de unutan kişi de hatırlar, insan aynı sûreyi, hatta Fatiha sûresini defalarca okuyup durduğu halde, herhangi bir durum esnasında daha önce dikkatini çekmeyen ve hatırına gelmeyen birtakım şeyleri açıkça görür ve o sûrenin o anda nazil olduğunu zanneder. Bu bilgilere iman eder, onun ilmi ve ameli de artar. Bu durum Kur'an-ı Kerîm'i düşünerek, dikkatle okuyan herkeste görülür. Halbuki Kur'an'ı Kerîm'i gaflet içinde okuyanlarda bu durum olmaz.

Diğer taraftan insan kendisine emredilen herhangi bir şeyi yapınca zihninde kendisine bu emrin verildiğini, bu emri tasdik ettiğini canlandırır. Böylelikle o anda onun kalbinde öyle bir tasdik meydana gelir ki, bu o şekliyle onu inkâr edip yalanlamamış olmakla birlikte, bundan daha önceleri gafil bulunduğu bir şeydir.

8 - İnsan bazan Allah'ın Rasulü tarafından haber verilip emredildiğini bilmediği birtakım şeyleri yalanlayıp reddedebilir. Eğer o bunların haber verilip emredilmiş olduğunu bilseydi, yalanlayıp inkâr etmeyecekti. Hatta onun kalbi Hz. Peygamberin ancak doğru olan şeyi haber verdiğine, hak olan bir şeyi emrettiğine ilişkin kesin ve tam bir tasdikle doludur.

Fakat bir ayet veya bir hadisi işitir, yahut bunun üzerinde düşünür veya bunun anlamı ona açıklanıp tefsir edilir, ya da herhangi bir şekilde bu husus onun için açıklık kazanır ve bunun üzerine daha önce yalanlamış olduğu bir şeyi tasdik eder, önceden inkâr ettiği bir şeyi bilir, işte bu yeni bir tasdik ve yeni bir imandır ki, bununla ondan önceki imanı artmış olur. O, bundan önce kâfir değil cahildi.

Bununla birlikte böyle birisinin durumu icmalen ve daha sonra tafsilen iman eden kimsenin durumuna benzer. Çünkü onun kalbinde bu tafsili hükümlerle ilgili herhangi bir yalanlama ve bir tasdik, herhangi bir bilme ve bir inkâr ihtiva etmiyordu. İcmalî olarak imanından sonra bu tafsilî açıklama ona, gereken şekilde bezenmiş bir kalbe sahip olmadığı bir halde gelir, insanların birçoğunun, hatta ilim ve ibadet ehlinin bir kısmının kalblerinde Allah Rasûlünün getirdiklerine aykırı birçok tafsili durum görülebilir ve onlar bu durumun aykırı olduğunu bile bilmezler fakat muhalif olduğunu bildiklerinde de ondan dönerler.

Dinde hata ettiği herhangi bir söz veya ameli bid'at olarak ortaya koymakla birlikte peygambere iman eden, yahut onun söylediğini bilip de ondan başka tarafa yönelmeksizin iman eden bir kimse, bu türden kimseler arasında yer alır. Maksadı Rasûlullah (s.a.v)'a tabi olmak olan her bid'atçı da bu türdendir. Allah Rasûlünün getirdiğini bilip onun gereğince amel eden bir kimse, bu konuda hataya düşen kimseden daha olgun bir imana sahiptir. Hata ettikten sonra doğruyu bilip öğrenen ve o doğru gereğince amel eden bir kimse, böyle olmayan kimseye göre daha yetkin imana sahiptir.