Zulüm ve şirk

Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Şirk, bu ümmet arasında, karıncanın ayak seslerinden bile daha gizlidir." (Müsned, IV, 402)

İbn Abbas ve arkadaşları şöyle der:

Küfürden aşağı küfür, zulümden aşağı zulüm, fısktan aşağı fısk vardır. Aynı şekilde ehl-i sünnet alimlerinden Ahmed b. Hanbel ve başkaları da, Allah'ın izniyle daha sonra zikredeceğimiz gibi, böyle demişlerdir.

Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Onlar hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler. Meryemoğlu Mesih'i de. Halbuki kendilerine yalnız tek ilah ola

n Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ibadete layık ilah yoktur. O onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe, 31)

İmam Ahmed, Tirmizî ve daha başkalarının rivayet ettiği, uzunca ve hasen bir hadis olan Adiyy b Hatim'in rivayet ettiği hadiste, şöyle denilmektedir:

Adiyy b. Hatim henüz hıristiyan iken, Peygamber (s.a.v) 'in huzuruna varmış, onun bu ayeti kerîmeyi okuduğunu işitmişti. Adiyy diyor ki:

"Ben ona: Biz onlara ibadet etmiyoruz, deyince şöyle buyurdu:

"Onlar Allah'ın helâl kıldığını haram kılarken, siz de öylece haram bellemiyor musunuz? Allah'ın haram kıldığını helâl kılarken siz de helâl bellemiyor musunuz? diye sordu". Adiyy diyor ki: Ben evet deyince o da: "işte onların (din adamlarına) ibadetleri budur." (Tirmizî, Tefsir, 9. sure, 10)

Ebu'l-Bahteri de böyle söylemiştir:

Onlar (yahudi ve hıristiyanlar), onların huzurunda onlara namaz kılmıyorlardı. Şayet Allah'tan başka kendilerine ibadet etmelerini emredecek olsalardı onlara itaat etmezlerdi. Fakat onlara emirler vererek Allah'ın helâl kıldığı şeyi haram, haram kıldığı şeyi de helâl kabul ettiler. Onlar da din adamlarına itaat ettiler, işte rububiyyet (onları Rab edinmeleri) budur.

Rabi b. Enes der ki:

Ebu'l-Aliye'ye "Bu İsrailoğullarında (sahih olmayan) rububiyet nasıldı?" diye sordum. Bana:

"Onlarda rububiyet şu şekildeydi:

İsrailoğulları, Allah'ın Kitabı'nda kendilerine nelerin emredildiğini ve nelerin yasaklandığını görüyorlar fakat:

"Biz hiçbir konuda din adamlarımızın önüne geçmeyiz. Onlar bize neyi emrederlerse kabul eder, neyi yasaklarlarsa ondan kaçınırız. Onlar ne derlerse öylece kabul ederiz."

Böylece onlar Allah'ın Kitabı'nı arkalarına atarak insanların söylediklerine kapıldılar. Peygamber (s.a.v) de onların hahamlarına ibadetlerinin, haramı helâl, helâli da haram kılmak suretiyle gerçekleştiğini belirtmiştir. Onların karşısına geçip namaz kıldıkları, Allah'ı bırakıp onlara dua ettikleri şeklinde değil, işte insanlara ibadet budur. Daha önce kendisinden söz ettiğimiz şey ise, mallara ibadettir.

Bunu da Peygamber (s.a.v) açıklamıştır.

Yüce Allah da, şu buyruğu ile, bunun şirk olduğunu belirtmiştir:

"Ondan başka tanrı yoktur, O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir." (Tevbe, 31)

İşte bu, Yüce Allah'ın şu buyruğunda söz konusu ettiği zulmün kapsamına girer:

"Toplayın o zalimleri, onların eşlerini ve Allah'tan başka taptıklarını. Onları cehennemin yoluna götürün." (Saffat, 22-23)

İşte bunlar ve kendilerine bu şekilde doğru olmayan emirler verenler, hep birlikte azab göreceklerdir. Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Şüphesiz siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin odunusunuz. Siz oraya gireceksiniz." (Enbiya, 98)

Böyle bir şeyden hoşlanmayan kimseler bu genel ifadenin kapsamına girmez. Çünkü bunlara Allah'a masiyet edilerek ibadet edilip itaat edilir. Bu gibi kimseler daha önceden iyiliğe layık olmuş kimselerdir. Hz. Uzeyr ve başkaları böyledir. Bunlar ise cehennemden uzaklaştırılacaklardır. (Bkz. Enbiya , 101)

Allah'a masiyet konularında, kendilerine ibadet edilip itaat edilmesinden razı olan kimseler ise tehdide müstahak olan kimselerdir. Velev ki bu hususu onlar emretmemiş olsun. Ya onların emri ile bu işler yapılırsa durumları ne olur?

Allah'tan başkasına ibadeti emredenin durumu da böyledir, işte bu gibi kimseler ayette söz konusu edilen "onların eşleri" ndendir. "Onların eşleri" kimi zaman onlara başkan, kimi zaman da tabi olabilirler. Onlar aralarında­ki din benzerliğinden dolayı, eş ve benzer durumdadırlar. Ayet-i kerîmenin akışı da buna işaret etmektedir.

Çünkü Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Toplayın o zalimleri, onların eşlerini ve Allah'tan başka taptıklarını, onları cehennemin yoluna götürün." (Saffat, 22-23)

İbn Abbas buradaki "götürün" kelimesini "gösterin" şeklinde anlamıştır.

Dahhak da bu görüştedir.

İbn Keysan da, "onları oraya gitmek üzere önden gönderin" şeklinde anlamıştır. Anlamı şudur:

Nasıl ki doğru yola ileten hidayetçi, hidayete ilettiği kimselerin önünden gidiyorsa, bunları da cehenneme öylece önden gönderin demektir.

"Ve durdurun onları çünkü onlar hesaba çekilecektir. Size ne oluyor ki, birbirinize yardım etmiyorsunuz?" (Saffat, 24-25)

Yani niçin dünya hayatında iken batıl üzere birbirinize yardımcı olduğunuz gibi, bunda da birbirinize yardımcı olmuyorsunuz.

"Aksine onlar, öğün teslim olmuşlardır. Biribirlerine döndüler, soruyorlar. (Uyanlar) dediler ki: Siz bize sağdan gelirdiniz" (Ötekilerde): "Hayır, dediler, zaten siz kendiniz inanan insanlar değildiniz. Bizim sizi zorlayacak bir gücümüz yoktu. Siz kendiniz azgın bir topluluk idiniz. Artık (çare yok), Rabbimizin sözü bize hak oldu, biz azabı tadacağız sizi azdırdık, çünkü kendimiz azmıştık." O gün onlar, ortaktırlar, îşte biz günahkarlara böyle yaparız. Çünkü olara: "Allah'tan başka tanrı yoktur" denildiğinde büyüklük taslarlardı. Cinlenmiş bir şair için biz tanrılarımızı mı terkedeceğiz?" derlerdi" (Saffat, 26-36)

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"(Allah) buyurdu: "Sizden önce geçen cin ve insan topluluklarıyla beraber ateşin içine girin." Her ümmet girdikçe yoldaşına lanet etti. Hepsi birbiri ardından orada toplanınca sonrakiler, öncekiler için dediler ki: "Rabbimiz, bunlar bizi saptırdılar. Bunlara ateşten bir kat daha azap ver." (Allah): "Hepsi için bir kat fazla (azab)vardır ama siz bilmezsiniz" dedi. Öncekiler de sonrakilere dediler ki: "Sizin bize bir üstünlüğünüz yok. O halde siz de kazandıklarınıza karşılık azabı tadın." (A'raf, 38-39)

Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Ateşin içinde birbirleriyle tartışırlarken zayıf olanlar büyüklük taslayanlara dediler ki: "Biz size uymuştuk. Şimdi siz şu ateşten küçük bir parçayı bizden savabilir misiniz? O büyüklük taslayanlar da dediler ki: Hepimiz de onun içindeyiz. Allah kullar arasında (böyle) hüküm verdi!" (Mü'min, 47-48)

Bir başka yerde de şöyle buyurulmaktadır:

"Sen o zalimleri, Rablerinin huzurunda tutuklanmış, birbirlerine söz atarlarken bir görsen. Zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: "Siz olmasaydınız, elbette biz mü'minlerden olurduk." diyorlar. Büyüklük taslayanlar da zayıf sayılanlara dediler ki: "Size hidayet geldiği zaman, sizi ondan biz mi çevirdik? Hayır zaten siz kendiniz suç işliyordunuz." Zayıf olanlar, büyüklük taslayanlara: "Hayır, gece gündüz hilekarlığınız (bizi bu hale koydu). Çünkü siz bize Allah'ı inkâr etmemizi, O'na eşler koşmamızı emrederdiniz" dediler. Azabı gördüklerinde pişmanlıklarını gizlediler. Biz de o inkâr edenlerin boyunlarına (ateşten) tomruklar koyduk. Yalnız yaptıklarıyla cezalanmıyorlar mı?" (Sebe, 31-33)

Yüce Allah'ın:

"Çünkü onlara, "Allah'tan başka ibadete layık ilah yoktur!" denildiğinde büyüklük taslarlardı." (Saffat, 35)

Buyruğunda küçüğü ve büyüğüyle her türlü şirkin söz konusu edildiği kuşkusuzdur.

Aynı şekilde Yüce Allah'ın emrettiği şekilde, kendisine itaate girmeyip büyüklük taslayanları da kapsadığı kesindir.

Çünkü bütün bunları yerine getirmek:

"Allah'tan başka ibadete layık hiçbir ilah yoktur"

Buyruğunun bir gereğidir.

İbadete hakkıyla layık olan ilah O'dur.

Kendisine ibadet edilen her şey, kulların onu ilah edinmelerinin bir gereği, bir tamamlayıcı unsurudur.

Bu konuda başkasının söylediklerini dinleyip itaat ederek Allah'a ibadetin bir kısmından yüz çevirip büyüklük taslayan bir kimse, "la ilahe illallah" sözünü gerçekleştirmemiş demektir.

İşte şanı Yüce Allah'ın haram kıldıklarını helâl, helâl kıldıklarını da haram kılmak hususunda haham ve rahiplerine itaat edip onları rab edinenler iki türlü olurlar.

Birinci Tür:

Bunlar Şanı Yüce Allah'ın dinini değiştirdiklerini bildikleri halde, onlara uyarlar ve arkalarından giderler. Allah'ın haram kıldığını helâl, helâl kıldığını da haram olarak kabul ederler ve bunu başkanlarına uyarak yaparlar. Bununla birlikte bu başkanlarının da peygamberlerin dinine muhalefet ettiklerini bilirler, işte bu bir küfürdür.

Allah ve Rasulü, bunu şirk olarak değerlendirmişlerdir. Onlar isterse ibadetlerini bu gibi kimselere yönelerek yapmasınlar,önlerinde secde etmesinler. Buna göre, dine aykırı olduğunu bilerek bu konularda başkasına uyuyor ve onun bu söylediklerinin Allah'ın ve Rasûlünün söylediklerinin dışında olduğunu inanarak kabul ediyorsa, o da onlar gibi müşrik bir kimse olur.

İkincisi ise; onların helâli haram, haramı da helâl kıldıkları konusunda iman ve inançları sabit olmakla birlikte Allah'a masiyet hususunda bu lider ve başkanlarına itaat ederler. Tıpkı müslüman bir kimsenin, suç olduğuna inanarak bir günahı yapması gibi. Bu gibi kimselerin hükmü de, bunlara benzer günahkar kimselerin hükmü gibidir.

Nitekim sahih hadiste Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"İtaat ancak maruftadır." (Buhari, Ahkâm, 14, Ahad, 1; Müslim, İmâre, 39-40; Ebû Dâvûd, Cihâd, 87; Nesâî, Bey'at, 34)

"Müslüman, günahla emrolunmadığı sürece, sevsin yahut sevmesin, her hususta dinlemek ve itaat etmekle yükümlüdür." (Müsned, II, 142)

"Yaratıcıya isyanı gerektirecek hususlarda hiçbir yaratılmışa itaat yoktur." (Câmiu's-Sagir, "Lam-elif'babı)

"Size bir günahı emreden kimseye itaat etmeyiniz." (İbn Mâce, Cihâd, 40; Müsned, III, 67)

Diğer taraftan haramı helâl, helâli da haram kılan kimse, eğer amacı Allah'ın Rasûlüne uymak olan müctehid, fakat bizzat hakkı tesbit edememiş, buna rağmen elinden geldiğince Allah'tan korkup takva göstermiş bir kimse ise, Yüce Allah onu, hatası dolayısıyla sorumlu tutmayacaktır. Aksine, bununla Rabbine itaat etmiş olduğu içtihadı dolayısıyla, ona ecir verecektir.

Fakat Rasûlün getirdiklerine göre hata olduğunu bildiği halde, bu yanlışta o müctehide uyan ve Rasûlün sözünü bir kenara bırakan kimse Yüce Allah tarafından yerilen şirk içine düşmüş olur.

Hele hele bu konuda nefsî arzularına uymuş, dili ve eliyle buna destek olmuşsa, ayrıca bunu Rasûlün yoluna aykırı olduğunu bilerek yapıyorsa, bu kişinin cezalandırılmasını gerektiren bir şirk olur.

Bu bakımdan bilginler, bir kimsenin bildiği gerçeğe aykırı olan hiçbir konuda başkasını taklid etmesinin caiz olmadığı üzerinde görüş birliğine varmışlardır.

Ancak bildiği hakkı açıkça ortaya koymaktan aciz olsa bile, istidlale güç yetiren kimsenin taklitte bulunmasının cevazı konusuna görüş ayrılıkları vardır. Bu durumdaki kimse, hıristiyanlar arasında olup İslâm dininin hak olduğunu bilen kimse gibidir. Eğer bu kişi gücü yettiği oranda gerçeği uyguluyorsa, gücünün yetmediği şeylerden sorumlu tutulmaz. Necaşî ve başkaları gibi.

Bu gibi kimseler hakkında Yüce Allah, Kur'an-ı Kerîm'de şu tür şekildeki ayeti kerîmeleri indirmiştir:

"Kitap ehlinden öyle kimseler vardır ki, Allah'a, size indirilene ve kendilerine indirilene iman ederler..." (Al-i İmran, 199)

"Musa'nın kavminden bir cemaat de vardır ki, hakka götürürler ve onunla adalet yaparlar..." (A'raf, 159)

"Peygambere indirilenleri dinledikleri zaman, tanıdıkları gerçekten dolayı gözlerinin yaşla dolup taştığını görürsün." (Maide, 83)

Eğer bir müctehide uyan kişi, gerçeği ayrıntılı bir biçimde bilmekten acizse ve taklit konusunda kendisinin durumunda olanların gösterebilecekleri gayreti (içtihadı) göstermişse, yaptığı hatadan dolayı sorumlu tutulmaz. Kıble konusunda olduğu gibi...

Fakat, sırf nefsi arzularından dolayı benzerlerinden daha aşağıda olan bir kişiyi taklit eder ve onun haklı olduğunu bilmeksizin eliyle, diliyle onu destekleyecek olursa,böyle bir kişi cahiliye halkından olur.

Onun uyduğu kimse isabet etse bile, onun bu ameli salih bir amel olmaz, hatalı olursa, günahkar olur. Tıpkı Kur'an-ı Kerîm'in açıklanmasında sırf kendi görüşünü söyleyen kimsenin durumunda olduğu gibi. Bu kişi görüşünde isabet ederse, hata etmiş olur. Hata edecek olursa, ateşteki yerine hazırlanmalıdır. Bu gibi kimseler, zekât vermeyen, dinara, dirheme, güzel elbiselere tapınan kimseler gibi, haklarında tehditlerin bulunduğu kimselerdir. Çünkü böyle birisi, eğer malı, kendisini Allah'a ibadet ve itaat etmekten alıkoyacak kadar seviyorsa, ona ibadet etmiş olur. Bunların durumu da böyledir. Bu işte küçük bir şirk bulunur ve buna göre de onlar tehdit altındadırlar.

Hadis-i şerifte:

"Riyanın hafifi dahi bir şirktir" (Tirmizî, Nuzûr, 9; İbn Mâce, Fiten, 16) buyurulmuştur.

Bu konuda birçok günah hakkında mutlak olarak küfür ve şirk tabirlerinin kullanıldığı nasların açıklanması sırasında açıklama yapılmıştır.

Burada maksat şudur:

Mutlak olarak zulüm, küfrü kapsamına aldığı halde, sadece küfrü ifade etmez. Ondan daha aşağı olan şeyleri de kapsar. Her birisi kendi durumuna göre bu kelimenin kapsamına girer.

"Zenb = Günah" "Hatıyye = Günah" ve "Masiyet" gibi. Bunlar küfrü, fıskı ve isyanı da kapsar.

Nitekim Buhari ile Müslim'de Abdullah b. Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilmektedir.

"Ey Allah'ın Rasulü! En büyük günah hangisidir? diye sordum. O, şöyle buyurdu:

"Senin yaratıcın olduğu halde, Yüce Allah'a eş koşmandır.", "Sonra hangisidir?" diye sordum.

"Seninle birlikte yemek yer korkusu ile çocuğunu öldürmendir" diye buyurdu.

Ben: "Sonra hangisidir?" diye sordum. O da:

"Komşunun hanımı ile zina etmendir" diye buyurdu." (Buhârî, Tefsir, 3; Müslim, İman, 141,142; Ebû Dâvûd, Talak, 50)

Bunun üzerine Yüce Allah şu buyrukları indirdi:

"Onlar ki Allah ile birlikte başka ilaha yalvarmazlar. Allah'ın haram kıldığı canı haksız yere öldürmezler. Kim bunları işlerse o günahının cezasını bulur. Kıyamet günü onun için azab kat kat yapılır ve o azabın içinde hor ve hakir olarak kalır. Ancak tevbe eden, iman eden ve salih amel işleyenler, işte Allah onların kötülüklerini iyiliklere değiştirecektir. Allah çok bağışlayan, çok rahmet edendir. Kim tevbe eder, salih amel işlerse, o makbul bir kimse olarak Allah'a döner" (Furkan, 68-71)

İşte bu tehdit bu üç tür günahı işleyen kimselere yapılmıştır. Her amel için, bunun belli bir kısmı söz konusudur. Şirk koştuğu halde, haksız yere birisini öldürmeyen ve zina yapmayan kimsenin azabı daha aşağıdır. Şirk koşmayan, ancak zina eden ve adam öldürenin bu azabtan belli bir payı vardır. Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Kim bir mü'mini kasden öldürürse, cezası, orada ebedi kalmak üzere, cehennemdir. Allah ona gazab etmiş, lanet etmiş ve ona çok büyük bir azab hazırlamıştır." (Nisa, 93)

Burada ayrıca "ebeden" kelimesi zikredilmemiştir. Bu kelimenin, ancak küfrün söz konusu olması halinde birlikte zikredildiği de söylenmiştir. Şanı Yüce olan Allah bir başka yerde şöyle buyurmaktadır:

"O günde zalim, ellerini ısırır ve 'keşke ben peygamberle birlikte yol tutmuş olsaydım!' der. 'Eyvah bana, ne olurdu, ben fulanı dost edinmeseydim. Andolsun ki o, bana gelen zikirden saptırdı. Zaten şeytan insanı hor ve zelil bırakır." (Furkan, 27-29)

Şüphesiz bu buyruklar, Peygambere iman etmeyen kâfirleri kapsar. Ayeti kerîmenin nüzul sebebi de bu doğrultudadır. Buna göre "mutlak olarak zulüm" hem bunu, hem de ondan daha aşağı olanları -mahiyetlerine uygun olmak üzere- kapsamına alır.

Allah'ın ve Rasûlünün emrine aykırı hususlarda herhangi bir yaratığı dost edinen bir kimsenin de bu tehditten bir payı olur. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"O günde dostlar biribirlerine düşmandır, takva sahipleri müstesna." (Zuhruf, 67)

"O zaman uyulanlar (kendilerine) uyanlardan uzak durdular, azabı gördüler, aralarındaki bütün ilişkiler kesildi." (Bakara, 166)

Fuday b. lyad der ki:

Mücahid'den rivayetle Leys bize şunu anlattı:

Bunlar Allah rızası için olmayan aralarındaki sevgilerdir. Çünkü "dost edinmek" bir sevgi ve muhabbet duymaktır. Bu bakımdan Hz. Peygamber:

"Kişi arkadaşının dini üzeredir" (Tirmizî, Zühd,45) buyurmuştur.

Birbirini seven kimseler bu sevgilerine uygun olarak sevdiklerinin sevdiklerini de severler. Onlardan birisi ötekisine Allah'ın ve Rasûlünün buğzettiği şeyi sevmek hususunda uyacak olursa, her ikisinin dininde de bu oranda bir eksiklik meydana gelir ve sonuçta iş büyük şirke kadar uzanır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İnsanlardan kimi, Allah'tan başka eşler tutar, Allah'ı sever gibi onları severler, inananlar ise en çok Allah'ı severler." (Bakara; 165)

Yığdıkları malın, uydukları yaratığın sevgisini, Allah'ın ve Rasûlünün sevgisinden öne geçiren kimselerin ise, o oranda zulüm ve şirkleri söz konusudur. İşte bu bakımdan, hadis-i şerifte belirtildiği gibi, onların sevdikleri soy kendilerinden ayrılmaz. Nitekim Kudsî Hadis'te belirtildiği gibi:

"Sizin her birinizin dünya hayatında dost ve veli edindiği kimseyi dost ve veli etmem benim adaletimin bir tecellisi olmaz mı?" (Kaynağı tesbit edilemedi)

Sahih bir hadiste de şöyle buyurulmuştur:

"Her kavim neye ibadet ediyorsa, ona gitsin. Güneşe tapan güneşe, aya tapan aya, tağutlara tapınan tağutlara. Hıristiyanlara Hz. Mesih, Yahudilere de Uzeyr'in timsali gösterilir. Her bir kavim kime ibadet ediyor idiyse, ona tabi olur ve nihayet aralarında münafıklar da bulunduğu halde geriye bu ümmet kalır." (Buhârî, Tefsir, 4; Sûre, 8; Tevhid, 24; Müslim, 302; Müsned, V, 72)

Allah'ın izniyle bu hadis-i şerif, ileride ayrıntılarıyla yeniden ele alınacaktır, işte bu gibiler, büyük şirkin içinde olan kimselerdir.

Yığdıkları mala ibadet eden ve Allah'a karşı gelme konusunda itaat ettikleri kimselere ibadet edenler ise, bu müşriklerin azabından daha aşağı bir azaba tabi tutulurlar. Bu ya kıyamet arasatında olur veya cehennemde. Allah'tan başkasını (Allah'a duyulması gereken şekilde) seven kimse ise, bundan dolayı azab edilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Ey iman edenler! içinde ne bir alış­veriş, ne bir dostluk ve ne de bir şefaat olmayan bir gün gelmezden önce, size verdiğimiz rızıklardan infak edin. Kâfirler ise zalimlerin ta kendileridir." (Bakara, 254)

Buna göre, "mutlak küfür", mutlak zulümdür, işte bundan dolayı şu ayeti kerîmede, bu tür zalim kimselere şefaat olmayacağı gibi, kıyamet gününde şefaat edecek hiçbir kimseleri olmayacağı da dile getirilmektedir:

"Onları çabucak gelecek olan gün ile korkut. O günde kalbler gamla dolup korku gırtlağa kadar dayanmış olacaktır. Zalimler için ne şefkatli bir dost, ne de şefaati kabul edilir bir şefaatçi olacaktır. O gözlerin hain bakışını ve kalblerin gizlediklerim bilir." (Mü'min, 18-19)

"Onlar ve azgınlar, tepetaklak oraya atıldılar. İblis'in bütün askerleri de. Onlar orada tartışarak dediler ki: 'Allah'a yemin olsun ki biz, apaçık bir sapıklık içinde imişiz! Çünkü sizi alemlerin Rabbine eşit tutuyorduk. Bizi o suçlulardan başkası saptırmadı. Şimdi artık bizim ne şefaatçimiz var, ne de candan bir dostumuz. Ah keşke bir kerecik imkanımız olsaydı da mü'minlerden olsak!" (Şûra, 94-102)

Onlar burada yer alan "çünkü sizi alemlerin Rabbine eşit tutuyorduk" sözüyle, ortak koştukları kimseleri Yüce Allah'a her yönden eşit kıldıklarını anlatmak istemiyorlar, insanlar arasında hiçbir kimse böyle bir şey söylememiştir. Hiçbir kâfir kavimde, bu alemin birbirine denk iki yaratıcısı olduğunu ileri sürmemiştir. Hatta nur ve karanlık gibi iki ilke kabul eden mecusiler bile nurun tapınılmaya ve övülmeye layık iyilik, karanlığın ise yerilmeye ve lanet edilmeye layık kötülük olduğunu kabul ederler. Onların ihtilafları, karanlığın sonradan yaratılmış bir şey mi, yoksa ezeli mi olduğu konusundadır. Durum ne olursa olsun onlar, karanlığı her yönden nur (aydınlık) gibi değerlendirmezler.

Arap müşrikleri de aynı şekilde, taptıkları ilahların göklerin ve yerin yaratılışında Allah'a ortak olmadıkları konusunda aynı düşünceyi paylaşıyorlardı. Hatta onlar gökleri, yeri ve bu ikisi arasında bulunan şeylerin yaratıcısının sadece Allah olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim Yüce Allah bize, birçok ayette bu durumu bildirmiştir. Bunlardan birkaç örnek verelim:

"Eğer sen onlara, gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emrinize verdi, diye sorsan, onlar elbette ki, 'Allah' diyeceklerdir. O halde nasıl yüz çevirirler? Allah kullarından dilediğinin rızkını genişletir, dilediğininkini ise daraltır. Şüphesiz ki Allah, her şeyi çok iyi bilendir. Eğer sen onlara: 'Gökten bir su indirip onunla yeri ölümünden sonra dirilten kimdir' diye sorsan, onlar elbette: Allah'tır' derler. Allah'a hamdolsun de. Fakat onların çoğu akıl etmezler." (Ankebut, 61,63)

Bir başka yerde de Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Eğer onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye sorsan, elbette diyecekler ki: Onları, Aziz ve Alim olan (Allah) yarattı.' O kiyeri sizin için beşik kıldı ve doğru gidebilmeniz için orada size yollar yaptı. O ki gökten bir ölçüye göre su indirdi de, onunla ölü bir memleketi canlandırdık, işte siz de böyle (cezalandırılıp) çıkarılacaksınız. O ki bütün çiftleri yarattı ve size bineceğiniz gemiler ve hayvanlar var etti. Ki onların sırtlarına binesiniz, sonra onlara bindiğiniz zaman Rabbinizin nimetlerini hatırlayasınız ve (şöyle) diyesiniz: 'Bunu bizim hizmetimize veren Allah'ın şanı yücedir. Yoksa biz bunu (hizmetinize) yanaştıramadık. Biz elbette Rabbimize döneceğiz." (Zuhruf, 9-14)

Bütün bunlar Yüce Allah'ın sözleridir. Yoksa müşriklerin kendilerine yaratma ile ilgili sorulan soruya verdikleri cevabın geri kalan kısmı değildir.

Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"De ki: Yer ve onun içindekiler kimindir? Eğer biliyorsanız (söyleyin) Onlar: 'Allah'ındır' diyeceklerdir. Sen de ki: 'O halde iyice düşünmez misiniz?" De ki: 'Yedi göğün ve büyük Arş'ın sahibi kimdir?' Onlar: "Allah'tır" diyeceklerdir." (Mü'minun, 84-87)

"Deki: Düşündünüz mü kendinizi hiç? Size Allah'ın azabı gelirse, yahut da kıyamet gelip çatsa, Allah'tan başkasına mı yalvarırsınız? Doğru sözlü iseniz söyleyin? Hayır, yalnız ona dua edersiniz, o da dilerse istediğiniz şeyi açar ve o zaman ortak koştuklarınızı unutursunuz." (En'am, 40-41)

Yüce Allah'ın şu buyruğu da bu türdendir:

"... Allah mı hayırlıdır, yoksa ortak koştukları şeyler mi? Gökleri ve yeri kim yarattı? Sizin için gökten kim su indirdi de onunla sizin bir ağacını dahi bitiremeyeceğiniz gönül açan bahçeler bitirdi? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var? Hayır onlar (haktan) sapan bir kavimdir. Yahut şu dünyayı durulacak yer yapan, aralarından ırmaklar çıkaran, orada sağlam dağlar yaratan ve iki deniz arasına bir perde koyan kimdir? Allah ile birlikte başka bir ilah mı var?..." (Neml, 59-61)

Yani Allah ile birlikte bunları yapan bir başka ilah mı vardır? Bu, böyle bir şeyin olmadığını ifade etmek için sorulmuş bir sorudur. Onlar ise, bütün bunları Allah ile birlikte başka bir ilahın yapmadığını kabul ediyorlardı.

Bunlardan amacın, 'Allah ile birlikte bir başka ilah mı vardır?' demek olduğunu söyleyen müfessirler yanılmışlardır. Müşrikler, Allah'a başka ilahları ortak koşuyorlardı.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Allah ile birlikte başka ilahlar olduğuna şahitlik ediyor musunuz? "Ben şahitlik etmem" de..." (En'am, 19)

"Rabbinin azab emri gelince, Allah'ı bırakıp da tapındıkları ilahlar onlara bir fayda sağlamadı." (Hud, 101)

Yine Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"İlahları bir tek ilah mı yaptı? Bu, cidden tuhaf bir şeydir." (Sad,5)

Onlar ilahlarının, göklerin ve yerin, hatta hiçbir şeyin yaratılmasında Yüce Allah'a ortak olmadığını kabul ediyor ve ilahlarını birtakım şefaatçiler ve aracılardan ibaret görüyorlardı. Nitekim Yüce Allah bunu, şöyle dile getirmektedir:

"Onlar Allah'ı bırakıp kendilerine bir zarar, ya da fayda vermeyecek olan şeylere taparlar. Birde: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçılarımızdır' derler. (Yunus, 18)

Yasin suresinde de, bu kişinin şöyle dediği nakledilmektedir:

"Hem ben, ne diye beni yaratana ibadet etmeyeyim? Halbuki ona döndürüleceksiniz. Ben ondan başka birtakım ilahlar edinir miyim? Eğer rahman olan Allah bana bir zarar vermek dilerse, onların şefaatinin bana hiçbir faydası olmaz ve onlar beni kurtaramazlar" (Yasin, 22-23)

Bir başka yerde Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"(Sen) Rablerine doğru götürülüp haşrolunacaklarını bilip korkanları onunla uyar. Onlar için ondan başka ne bir dost, ne de şefaatçi vardır." (En'am, 51)

"Allah gökleri yeri ve aralarında olan şeyleri altı günde yaratan, sonra arşa istiva edendir. Sizin için ondan başka bir dost ve bir şefaatçi yoktur. Artık siz hiç öğüt almaz mısınız?" (Secde, 4)

"De ki: Onun dışında (ilah olarak) kabul ettiklerinize dua edin. Onlar ne göklerde, ne de yerde zerre ağırlığınca bir şeye sahip değildirler. Onların bu ikisinde hiçbir ortaklığı da yoktur ve onun onlardan hiçbir yardımcısı da yoktur. Onun yanında, kendisine şefaat izni verilenden başkasına fayda vermez." (Sebe, 22-23)

Burada müşriklerin, Allah'ın dışında güvenip bel bağladıkları, her şeyin kabul edilmediğini görüyoruz. Başkasının mülkün sahibi olması veya mülkte bir payının bulunması reddedildiği gibi, Allah'a yardımcı olması da reddedilmiştir. Geriye sadece şefaat kalmaktadır. Bu şefaatin ise, ancak kendisine şefaat edilmesi konusunda Allah tarafından izin verilen kimselere faydalı olacağı açıklanmıştır, örnek olarak şu buyruklar gösterilebilir:

"Onun izni olmaksızın yanında kim şefaat edebilir?" (Bakara, 255)

Yüce Allah melekler hakkında da şöyle buyurmaktadır:

"Onlar ancak onun rızasına ermiş kimselere şefaat edebilirler." (Enbiya, 28)

"Göklerde nice melek vardır ki, Allah'ın dileyip razı olduğu kimseye izin vermedikçe şefaatlerinin hiçbir faydası olmaz." (Necm,26)

İşte müşriklerin gerçekleşeceğini sandıkları bu "şefaat" kıyamet gününde Kur'an-ı Kerîm'in reddettiği şekilde reddedilmiş olacaktır. Peygamber (s.a.v)'in gerçekleşeceğini haber verdiği şefaat ise şöyledir:

"O, kıyamet gününde Rabbinin huzurunda secdeye varacak ve Ona hamd edecektir. Fakat önce şefaatten başlamayacaktır. Secde edip Rabbine, Rabbinin ilham edeceği şekilde hamd ve duada bulunduktan sonra ona: Ey Muhammedi Başını kaldır ve söyle. Sözün dinlenecektir. Dile, isteğin verilecektir. Şefaat et, şefaatin kabul edilecektir denecek. O da şöyle diyecektir: Rabbim, ümmetim (e şefaat etmek istiyorum). Ona bir miktar tayin edilir ve onları cennete sokar." (Buhârî, Tevhid, 19,24,36; Enbiya, 3; Müslim, İman, 322, 326, 327; Tirmizî, Kıyame, 10)

İkinci şefaat ve üçüncü şefaatte de böyle olacaktır. Ebû Hureyre, Resulullah:

"Kıyamet gününde senin şefaatin,sayesinde insanlar arasında en mutlu olacak kişi kimdir?" diye sormuş. Hz. Peggamber de ona: "Kalbinden ihlaslı olarak la ilahe illallah diyen kimsedir" (Suyûtî, el-Câmiu's-Sağir, "Mim harfi, men kale...") cevabını vermiştir, işte bu şefaat, Allah'a şirk koşan kimselere değil, Allah'ın izniyle, ihlas sahibi kimselere yapılacaktır. Bu şefaat, ancak Allah'ın izniyle olacaktır.

Bunun hakikati de şudur:

İhlas ve tevhid ehline lütufta bulunacak olan Yüce Allah'tır. Bununla o kimseler, kendisine ikramda bulunulacak ve kendisine izin verilecek şefaatçinin duası sayesinde bağışlanacaklardır. Hz. Peygamber de, kendisine yapılan bu lütuf sayesinde, Öncekilerin ve sonrakilerin kendisine gıpta edecekleri makam-ı mahmud'a ulaşacaktır. Nitekim dünyada iken o, onlar için yağmur duasında bulunur ve onlara dua ederdi, işte bu da kıyamet gününde onlara yapacağı bir şefaat olacaktır.

Şanı Yüce Allah, dünyada iken kabul ettiği gibi, ahirette de şefaatini kabul edecektir.

Bu durumda üç türlü zulüm ortaya çıkmaktadır.

1 - Bunlardan birincisi, hakkında şefaatin söz konusu olmadığı şirk anlamındaki zulüm,

2 - İkincisi, mazluma mutlaka verilmesi gereken hakkın verilmemesi ve ne şefaatle, ne de başka bir şeyle mazlum hakkının düşmediği zulüm. Fakat böyle bir zulümde bazen zalimden (sevap) alınıp mazluma verildiği gibi şefaat ile

3 - (üçüncü tür zulüm olan) kendi nefsine zalimlik edene de mağfiret olunabilir.

Mutlak zalimin, (kâfirin), sözü dinlenir bir şefaatçisi yoktur.

Muvahhid olan bir kimse ise, mutlak anlamda zalim olmaz. Aksine o nefsine zulmetmekle birlikte muvahhiddir. Böyle bir kimse için fayda sağlayan şey, onun Yüce Allah'a olan ihlasıdır. O bu tevhid ve ihlası sayesinde şefaata layık kimselerden olur.

Kur'an-ı Kerîm'in şefaatin olmadığını söylemesinden amaç, şirkin, yani Allah'tan başka kimseye ibadet ve dua edilmesinin, ondan başkasından dilekte bulunulmasının, şefaatte ve başka hususlarda ondan başkasına tevekkül edilmesinin nefyedilmesidir. insan hiçbir zaman, kendisine rızık vermesi konusunda Allah'tan başka hiçbir kimseye tevekkül edemez. Allah, bir kimseye rızkım birtakım sebepler dolayısıyla verse bile, bu böyledir.

Yine insan ahirette kendisine mağfiret ve merhamet edilmek hususunda da Allah'tan başkasına tevekkül edemez. Yüce Allah ona, şefaat ve buna benzer konularda başka bir takım sebeplerle mağfiret ve merhamet edecek olsa da durum böyledir. Kur'an-ı Kerîm'in mutlak olarak reddettiği şefaat, şirkin söz konusu olduğu şefaattir. Bu bakımdan birtakım yerlerde, Allah'ın izniyle, şefaat isbat edilmiş (gerçekleşeceği bildirilmiş)tir. İşte Rasûlullah (s.a.v)'ın ancak tevhid ve ihlas ehline yapılacağını belirttiği şefaat budur. Şefaat da tevhidin bir parçasıdır, ona layık olanlar da tevhid ehli olan kimselerdir.

Mukayyed olarak zulme gelince, bu bazen insanın kendi nefsine karşı iş­lediği zulüm olabildiği gibi, bazen de insanların birbirlerine karşı yaptıkları zulüm olabilir. Hz. Adem ile Havva'nın:

"Rabbimiz biz nefislerimize zulmettik" (A'raf, 23) ve Hz. Musa'nın:

"Rabbim ben gerçekten nefsime zulmettim." (Kasas, 16)sözleriyle Yüce Allah'ın:

"Onlar ki bir hayasızlık işlediklerinde, yahut kendilerine zulmettiklerinde Allah'ı hatırlar ve günahları için mağfiret dilerler" (Al-i İmran, 135) buyruklarında söz konusu olan zulüm böyle bir zulümdür. Fakat Hz. Adem ile Musa'nın söyledikleri sözler, genelliğin söz konusu olmadığı bir olguyu bildirmektedir. Bunun küfür demek olmadığı -Allah'a hamdolsun- da öğrenilmiş bulunmaktadır.

Şanı Yüce Allah'ın:

"Onlar ki, bir hayasızlık yaptıklarında, yahut nefislerine zulmettikler inde" buyruğuna, gelince, burada şarttan sonra "hayasızlık" kelimesi nekire (belirtisiz) olarak gelmiştir. Dolayısıyla insanın kendisi ile nefsine zulmü söz konusu olan her şeyi kapsamına almaktadır. Buna göre kişi şirk koşup sonra tevbe edecek olursa, Allah onun tevbesini kabul eder.

İnsanın kendisine zulmetmesinin kapsamına mutlak olarak küçük büyük her türlü günahın girdiğini daha önce açıklamıştık.

Yüce Allah ayrıca şöyle buyurmaktadır:

"Sonra kullarımızdan seçtiklerimize kitabı miras verdik. Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir." (Fatır, 32) burada başka niteliklerle birlikte, kendi nefsine zulmetmekten söz edilmektedir. Bunun kapsamına büyük şirk girmez.

Buhari ile Müslim'de Abdullah b. Mes'ud'dan gelen rivayete göre:

"Onlar ki iman ettiler ve imanlarına hiçbir zulüm bulaştırmadılar" (En'am, 18) ayeti nazil olunca, bu iş Peygamber (s.a.v)'in ashabına oldukça ağır geldi ve dediler ki:

Bizden kendi kendisine zulmetmeyen kim vardır ki?

Bunun üzerine Peygamber (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Burdaki zulümden kasıt şirktir. Siz Yüce Allah'ın salih kulunun "Muhakkak ki şirk büyük bir zulümdür" (Lukman, 13) dediğini duymadınız mı?" (Buhârî, Tefsir, 31, Sûre,1)

Bu buyruğu ağır bulan kimseler, buradaki zulmün, kulun kendi kendisine yaptığı zulüm olduğunu ve güvenlik altında olmanın, doğru yolu bulmanın ancak kendi nefsine hiç bir şekilde zulmetmeyenler için söz konusu olacağını sanmışlardı. Onlara ağır gelmesinin nedeni de buydu. Peygamber (s.a.v) de, Yüce Allah'ın Kitabında söz konusu edilen bu zulmün şirk olduğunu ortaya koyan buyrukları onlara açıkladı. Buna göre güvenlik altında olmak ve doğruyu bulmak, ancak imanına böyle bir zulüm bulaştırmayan kimseler hakkında söz konusu olur. İmanına böyle bir zulüm bulaştırmayan kimse, güvenlik ve hidayet bulan kimselerdendir.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda seçilen kimseler hakkında kullanılan ifadeler de bunu andırmaktadır:

"Sonra kullarımızdan seçtiklerimize kitabı miras verdik. Onlardan kimisi nefsine zulmedicidir, kimisi itidal üzeredir, kimisi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmiştir, işte bu büyük lütfün ta kendisidir... onlar Adn cennetlerine girerler." (Fatır, 32,33)

Bu ise onlardan herhangi bir kimsenin tevbe etmediği takdirde kendi nefsine yaptığı bir zulüm sebebiyle sorumlu tutulmasını ortadan kaldırmaz.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kim zerre ağırlığınca bir hayır işlerse mükafatını görür, kim de zerre ağırlığınca bir kötülük işlerse onun cezasını görür." (ZiIzal, 10-11)

"Kim bir kötülük işlerse, onun cezasını görecektir." (Nisa, 123)

Ebu Bekir (r.a) Peygamber (s.a.v)'e bu konuda "Ey Allah'ın Rasulü! Hangimiz bir kötülük işlemez ki?" diye sormuş, Hz. Peygamber ise:

"Ey Ebu Bekir! Hiç yorulmaz mısın? Üzülmez misin? Hastalanmaz mısın? îşte bunlar kötülüklerin karşılığı olarak gördüğünüz şeylerdir." (Müsned, 1, 11) buyurmuştur.

Böylelikle tevbe eden mü'minin cennete gireceği açıklanmakta ve dünya hayatında başına gelen belaların, yapılan kötülüklerin bir karşılığı olduğu belirtilmektedir. Nitekim Buhari ile Müslim'in rivayetine göre, Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Mü'min, rüzgarların kimi zaman doğrulttuğu, kimi zaman eğdiği taze ekin gibidir. Münafık ise, dağ selvisi gibidir. Bir defada yere yıkılıncaya kadar kökleri üzerinde sapasağlam ayakta durur." (Buhari, Merdâ, 1; Müslim, Munaflkun, 59,60; Dârımî, Rikâk, 36; Müsned, III, 454, VI, 386)

Yine Buharı ile Müslim'de Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir:

"Kendisine isabet eden her hastalık, her yorgunluk, her üzüntü, her gam, keder ve eziyyet, hatta ona batan bir diken sebebiyle Allah mutlaka mü'minin günahlarından bir kısmını affeder." (Buhârî, Merdâ, 1; Müslim, Birr, 52; Tirmizi ,Cenâiz, 1)

Sad b. Ebî Vakkâs'dan rivayet edilen bir hadiste şöyle denilmektedir:

"Ey Allah'ın Rasulü! insanlar arasında en ağır belalara uğrayacak olanlar kimlerdir?" diye soruldu. Rasûlullah (s.a.v) şöyle buyurdu:

"Peygamberler, sonra salihler, daha sonra onların ardından gelenler. Kişi dinine göre belaya uğrar. Eğer dininde metanet varsa, belası artırılır. Metanet yoksa belası hafifletilir. Mümin yeryüzünde günahsız olarak yürüyecek hale gelene kadar belalar içerisinde kalır gider." (Tirmizî, Zühd, 57; İbn Mâce, Fiten, 23; Müsned, VI, 369)

Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur:

"Hastalık, kuru ağacın yapraklarını dökmesi gibi, insanın üzerinden günahlarını döken bir vasıtadır." (Bk. Buhârî, Merdâ, 3,16; Müslim, Birr, 45; Müsned, 1,195-196)

Bu konudaki hadisler pek çoktur.

Zulmün üç türlüsünden de uzak kalabilen kimse tam bir güvenlik ve hidayete sahip olur.

Her kim kendisine zulmetmekten kurtulursa, o mutlak olarak güvenlik ve hidayete sahip olur. Yani diğer ayette kendisine vadedildiği gibi, mutlaka cennete girer. Bu, Yüce Allah tarafından, sonunda kendisini cennete ulaştıracak olan dosdoğru yola iletilmiş bir kimsedir. Kendi nefsine zulmü sebebiyle imanından eksiklik miktarınca emniyet ve hidayeti de eksilir. Peygamber (s.a.v)'in "O ancak şirktir" buyruğundan maksat, büyük şirk içine düşmeyen bir kimse için tam bir güvenlik ve tam bir hidayet olduğu değildir.

Kur'an-ı Kerîm naslarıyla birlikte, onun pek çok hadis-i şerifi büyük günah sahiplerinin korkmaya maruz kaldıklarını ifade etmektedir. Onlar için, bu yolla gerçekleşen doğru yola, Yüce Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberlerin, sıddıkların, şehitlerin ve salihlerin yoluna ulaşabilecekleri ve azabın söz konusu olmayacağı şekilde tam bir güvenlik ve tam bir hidayet gerçekleşmez. Bu gibi kimseler gerçekte sırat-ı müstakime yönelme imkanına sahiptirler. Üzerlerinde Allah'ın nimetinin aslı vardır. O bakımdan bunların cennete girmeleri de kaçınılmazdır. Peygamber (s.a.v):

"O şirktir" sözüyle eğer büyük şirki kastetmişse, onun maksadı müşrik olmayan kimsenin müşrikler için gerçekleşeceği bildirilen dünya ve ahiret azabından güven içerisinde olduğu ve bundan dolayı hidayet bulduğu kimsedir. Eğer Peygamber efendimizin bundan kastı tür olarak şirk ise, o zaman şöyle denilir:

Kişinin kendi nefsine zulmüne, mala olan sevgisi sebebiyle cimrilik edip birtakım görevlerini ihmal etmesi örnektir. Bu küçük bir şirktir. Yüce Allah'ın buğzettiği şeyi sevmesi ve nihayette hevasını Allah'ın sevgisinden öne geçirmesi de küçük bir şirktir ve buna benzer diğer davranışlar da böyledir. Böyle bir şirke sahip olan kişi bu şirki oranında güvenlik ve hidayetten mahrum kalır, işte bu bakımdan selef, günahları bu zulmün kapsamına sokuyorlardı.