Atıf neyi ifade eder?

Kur'an-ı Kerîm'de olsun, diğer sözlerde olsun, atıf, kendisine atfedilen ile atfedilenin her ikisi hakkında söz konusu edilen hükümde ortak olmakla birlikte, biribirlerinden farklı olmalarını gerektirir. Farklılığın ise değişik aşamaları vardır. Bunların en üst şekli ise atfedilen ile kendisine atfedilenin biribirlerinden oldukça farklı olmaları ve birinin, ne ötekinin kendisi, ne de bir parçası olması ve bunların biribirlerinden ayrılmazlıklarının da bilinmemesidir.

Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"Gökleri, yeri ve her ikisinin arasındakileri altı günde yarattı." (Furkan, 59; Secde, 4)

Şu ayetler de buna benzerdir:

"Cebrail ve Mikail..." (Bakara, 98,

"Bundan önce de insanlara hidayet olmak üzere Tevrat'ı ve İncil'i indirdi, Furkan'ı da indirdi." (Al-i İmran, 4)

Çoğunlukla görülen de budur.

Bundan hemen sonra, atfedilenle kendisine atfedilen arasında bir ayrılmazlık bağının bulunmasıdır.

Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"Hakkı bâtıla karıştırmayın ve hakkı gizlemeyin..." (Bakara, 42),

"Herkim, hidayet kendisine besbelli olduktan sonra, peygamberle ayrılığa düşer ve mü'minlerin tuttuğu yoldan başka bir yola uyarsa..." (Nisa, 111),

"Her kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını ve peygamberlerini inkâr ederse..." (Nisa, 136)

Gerçek şu ki Allah'ı inkâr eden bir kimse, bütün bunları da inkâr etmiş demektir. Burada atfedilen, kendisine atfedilenden ayrılmamaktadır. Bundan önceki ayet-i kerîme'de de kendisine atfedilen, atfedilenden ayrı değildir. Çünkü kim hidayet kendisine besbelli olduktan sonra, Rasul ile ayrılığa düşerse, artık o mü'minlerin tuttuğu yoldan başka bir yolu izlemiş olur. Yüce Allah'ın:

"Hakkı bâtıla karıştırmayın ve hakkı gizlemeyin" buyruğunda ise, atfedilenle kendisine atfedilen biribirlerinden ayrılmamaktadır. Çünkü, kim hakkı bâtıla karıştırırsa, onu ötekine sokmuş olur. Böylelikle batıldan ortaya çıkıp üstünlük sağlayan miktar kadar da hak gizlenmiş olur ve böylece bu ikisi birbirine karışmış olur. Hakkı gizleyen bir kimse ise, onun yerine bir batıl koymak gereğini duyar. Böylelikle hakkı batıla karıştırmış olur. işte bundan dolayı kitap ehlinden Allah'ın indirdiklerini gizleyen herkesin, bir batılı ortaya çıkarması kaçınılmaz bir şey olmuştur.

Bid'at ehlinin durumu da böyledir. Tasdik edilmesi ve gereğince amel edilmesi gereken sünnetin bir kısmını terkeden bir kimse, mutlaka bir bid'atin içine düşer. Ne kadar bid'at sahibi varsa, mutlaka sünnetten bir şeyler terk etmiştir.

Nitekim hadis-i şerifte de şöyle buyurulmuştur:

"Herhangi bir topluluk bir bid'at ortaya atarsa, mutlaka sünnetten de onun benzerini terkederler" (Müsned, IV, 105)

Bu hadisi imam Ahmed rivayet etmiştir.

Yüce Allah da şöyle buyurmaktadır:

"Onlar da kendilerine verilen öğüdün bir kısmını unuttular. Biz de kıyamet gününe kadar aralarına kini ve düşmanlığı yerleştirdik." (Mâide, 11)

Kendilerine verilen öğütlerin bir kısmını terkedince onun yerine başkasını koydular. Bundan dolayı da aralarında kin ve düşmanlık baş gösterdi.

Nitekim Yüce Allah bir başka yerde de şöyle buyurmaktadır:

"Kim Rahman (olan Allah'ın) zikrinden yüz çevirirse, biz de ona bir şeytan musallat ederiz. Artık o şeytan onun ayrılmaz bir arkadaşı olur." (Zuhruf, 36)

Yani her kim Rahman olan Allah'ın indirmiş olduğu öğütten yüz çevirirse... demektir.

Yüce Allah, bir başka yerde şöyle buyuruyor:

"Kim benim hidayetime uyarsa, o (dünyada) sapmaz (ahirette) bedbaht olmaz. Kim de benim zikrimden yüz çevirirse, gerçekten onun için bir geçim darlığı vardır ve onu kıyamet gününde biz kör olarak diriltiriz." (Tâ-Hâ, 123-125),

"Rabbinizden size indirilene uyun. Ondan başka dostlara uymayın. Ne kadar az öğüt tutuyorsunuz." (A'raf, 3)

Böylelikle indirdiği buyruklarına uymayı emrederken, bunun zıddı olan şeylere uymayı da yasaklamaktadır. Bu ise onun dışında kalan birtakım dostların yoluna uymaktır. Bunlardan birisine uymayan ötekine uyar. İşte bundan dolayı:

"... ve mü'minlerin tuttuğu yoldan başkasına uyarsa..." (Nisa, 111) demektedir.

İlim adamları şöyle demiştir:

Her kim onların yollarına uymazsa, yollarının dışında kalan bir başka yola uymuş olur. İşte bunu mü'minlerin izledikleri yola uymanın vacib (farz) olduğuna delil göstermişlerdir.

Hiçbir kimse mü'minlerin üzerinde icmâ ettiklerinin dışına çıkmak yetkisine sahip değildir.

Emredileni yapmayan bir kimse de, aynı şekilde yasaklanan bir kısım şeyler yapar. Yasaklanan bazı şeyleri yapan da, emredilenin tümünü yapmamış olur.

Bir insanın yasaklanan bazı şeyleri yapmakla birlikte kendisine emredilenlerin tümünü yapması mümkün değildir. Kendisine emrolunanların bir kısmını terketmekle birlikte yasaklananların tümünü terketmesi de mümkün değildir. Çünkü yasaklanan şeylerin terkedilmesi, ona verilen emirler arasındadır. Bunlara da dikkat etmekle emrolunmuştur. emrolunan şeyleri terketmek de yasaklanan şeyler arasında yer alır.

Dolayısıyla kişiyi vacib olan bir şeyi (farzı) terketmekten alıkoyan her şey haram kılınmıştır. Ancak kendisi vasıtasıyla farz olanın yapılması mümkün olan her şeyi de yapmakla görevlidir.

İşte bundan dolayı "emir" kelimesi mutlak olarak kullanıldığı takdirde, nehyi içerir. Eğer nehiy ile kayıtlı olarak zikredilirse, o zaman da nehiy daha önce geçen buyruğun bir benzeri demektir.

Şanı yüce Allah melekler hakkında:

"Onlar Allah'a, kendilerine verdiği emirlerde karşı gelmezler" (Tahrim, 6)

Buyruğunun kapsamına, onlara herhangi bir şeyi yasaklayınca, ondan kaçınırlar anlamı da girmektedir.

Yüce Allah'ın:

"Ve emrolundukları şeyi yaparlar" (Tahrim, 6)

Buyruğuna gelince, bununla ilgili olarak da şöyle denilmiştir:

Kendilerine verilen emri aşmazlar. Şöyle de denilmiştir:

Zamanında yaparlar. Ne daha erken işlerler, ne de daha sonraya bırakırlar.

Burada Yüce Allah:

"Onlar emrolundukları şeyden başkasını yapmazlar" diye buyurmamıştır denilebilir. Ancak Yüce Allah'ın şu buyruğu bunu ifade etmektedir:

"Sözde onun önüne geçmezler ve onun emriyle amel ederler." (Enbiyâ, 27)

Şöyle de denilmiştir: Onlar Allah'ın geçmişte vermiş olduğu emirlerine karşı gelmezler ve gelecekte emrolundukları şeyleri de yaparlar. Şöyle denilebilir:

Bu ayet-i kerîme ileride olacak şeyleri haber vermektedir. Yoksa burada emrolundukları şeyler geçmişte olmuşlarla ilgili değil, aksine hepsi gelecek ile ilgilidir. Çünkü Yüce Allah:

"Tutuşturucu yakıtı insanlarla taşlar olan o ateşten nefislerinizi ve aile halkınızı koruyun" (Tahrim, 6) buyurmaktadır.

Kendisi vasıtasıyla ateşten korunulacak şeyler (ameller) ise ancak gelecekte olur, Şöyle de denilebilir:

Kimi zaman emrolunan şeyi terketmek, emredene karşı olmak için yapılır. Kimi zaman da kişi, o işi yapmaktan aciz olduğu için olur. Kişi gücü yeten ve irade sahibi ise gücün çerçevesinde bulunan emrolunan şeyin varolması da gerekli olur. Buna göre Yüce Allah'ın:

"Karşı gelmezler" buyruğundan kasıt, itaatten kaçınmazlar demek olur. Onun:

"Emrolundukları şeyi yaparlar" (Tahrim, 6) buyruğundan kasıt ise, onlar buna güç yetirirler. Emrolundukları herhangi bir şeyi yerine getirmekten aciz kalmazlar. Aksine onu tümüyle yapar ve yerine getirirler. O bakımdan emrolundukları her şeyin varolması gerekli olan bir şey olur. Bunun kapsamı içerisine şu da girebilir:

Onlar ancak kendilerine emrolunan şeyleri yaparlar. Mesela:

Ben emrolunduğum şeyi yaparım. Yani o kadarını yaparım. Ne eksiğini ne de fazlasını, demek gibi olur.

Yine Yüce Allah'ın:

"Onlar kendilerine verdiği emirlerde Allah'a asla isyan etmezler" (Tahrim, 6) buyruğunun anlamı şudur:

Eğer onları herhangi bir işi yapmaktan nehyetmişse, bu da onun emri cümlesindendir. Eğer onları nehyetmemişse, o takdirde nehyolunmadıkları şeyi yaptıklarından dolayı kınanmış olmazlar.

Maksat şudur: "Emir" kelimesi mutlak olarak kullanıldığı takdirde, nehyi de kapsar.

Yüce Allah'ın:

"Allah'a itaat ediniz, Rasule itaat ediniz ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisa, 59) buyruğu da bu türdendir.

Emir sahibi olan bir kimse, aynı şekilde nehyin de sahibi demektir. Hem emirde, hem nehiyde ona itaat etmek gerekir. Buna göre nehiy de emrin kapsamı içerisindedir.

Hz. Musa da Hızır'a şöyle demiştir:

"İnşaallah sen beni sabredici bulacaksın. Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim dedi. O da: Eğer bana uyarsan sana ona dair hakikati söyleyinceye kadar bana bir şey sorma dedi." (Kehf, 69-70)

İşte burada, onunla ilgili açıklama yapıncaya kadar, soru sormasını nehyetmektedir. Hızır (a.s) gemiyi delince Hz. Musa ona:

"İçindekileri boğmak için mi onu deldin? Andolsun ki sen büyük bir iş yaptın, dedi." (Kehf, 71)

Ve bu konuda ona açıklama yapmadan önce soru sordu, öldürdüğü çocuk hakkında da şöyle demişti:

"Tertemiz bir canı, bir can karşılığı olmaksızın mı öldürdün? Gerçekten sen çok kötü bir şey yaptın." (Kehf, 74)

Yine ona ilişkin açıklama yapmadan önce, yıkılmaya yüz tutan duvarı onarması konusunda şöyle dedi:

"Dileseydin herhalde buna karşılık bir ücret alırdın." (Kehf, 77)

İşte bu da bir anlamda soru sormaktır. Soru sormak ve talep (emir, istek) bazan şart kipiyle olur. Mesela:

"Bize misafir olursan, biz de sana ikram ederiz" veya "bu gece bizde kalırsan, bize iyilik yapmış olursun" demeniz gibi. Hz. Adem'in şu sözleri de bu türdendir:

"Rabbimiz! Biz nefislerimize zulmettik. Eğer bize mağfiret ve merhamet etmezsen, herhalde zarara uğrayanlardan oluruz." (A'raf,23)

Hz. Nuh'un söylediği şu sözler de bu türdendir:

"Rabbim! Muhakkak ben bilmediğim şeyi sormaktan sana sığınırım. Eğer beni bağışlamaz ve merhamet buyurmazsan en büyük zarara uğrayanlardan olurum." (Hud, 47)

Bunun benzeri buyruklar pek çoktur, işte bundan dolayı Hz. Musa:

"Eğer bundan sonra sana bir şey soracak olursam, artık benimle arkadaşlık etme" (Kehf, 76) demiştir.

Bu da ona olayların içyüzünü anlatmadan önce üç defa soru sorduğunu göstermektedir. Bu ise onun emirlerine karşı gelmektir. Ayrıca daha önce söylemiş olduğu:

"Sana hiçbir işte karşı gelmeyeceğim" (Kehf,69)

Sözünün kapsamına da girmektedir. Bu da şunu gösterir: Bir yasağa karşı gelen, emre karşı gelmektedir. Yüce Allah'ın:

"Haberiniz olsun, yaratmak da emretmek de yalnız O'na aittir" (A'raf, 54) buyruğu da bu türdendir. İşte burada da nehiy, emrin kapsamına girmektedir. Yüce Allah'ın şu buyrukları da bu türdendir:

"Onun emrine muhalefet edenler... çekilsinler." (Nûr, 63),

"Allah ve Rasulü bir emri hükme bağladığı zaman hiçbir mü'min erkek ve hiçbir mü'min kadına işlerinde istediklerini yapmak yoktur." (Ahzab, 36)

Allah'ın ve Rasûlünün nehiyleri de bunun kapsamı içerisindedir.

Bir kişinin hanımına: "Benim emrime karşı gelirsen benden boş olursun" demesi halinde, kadına bir şeyi nehyedip o da ona uymazsa acaba bu da onun emrinin kapsamına girer mi girmez mi hususunu tartışan fukaha bu konuda iki görüşe sahiptirler.

Birisine göre kapsamına girmez. Çünkü nehyin hakikati, emrin hakikatinden farklıdır.

Diğer bir kısmına göreyse girer. Çünkü örfte emrin de, nehyin de yerine getirilmeyerek karşı gelinmesi anlaşılır. Doğrusu da budur. Çünkü örfte söz konusu olan şey, dilde ve şeriatte de bir hakikattir. Çünkü konuşan her kişinin mutlak emri ile ilgili olarak "sen filanın emrine itaat et" veya "filan filanın emrine itaat ediyor", yahut "onun emrine karşı gelmiyor" denilecek olursa, nehiy de bunun kapsamına girer. Çünkü nehyeden kişi nehyedilen şeyin terkedilmesini emretmektedir. İşte bundan dolayı Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

"Kendiniz bilip dururken hakkı batıla karıştırıp gizlemeyiniz." (Bakara, 42)

Burada Yüce Allah, "lâ tektumu'l-hakka" değil, "ve tektumu'l-Hakka" buyurmuştur. Böylelikle her ikisi de birbirinden ayrılmaz şeyler olduğundan dolayı, ikisi için de ayrı ayrı "lâ" edatını kullanmamıştır. Burada yer alan "vav" harfi bazılarının zannettiği gibi Kûfelilerin "sarf vavı" adını verdikleri "cemi vavı" değildir, öyle olsa, anlam "Siz bunların ikisini bir arada yapmayınız" şeklinde olurdu ki, o zaman birisini tek başına yapmak nehyedilmemiş olurdu.

Diğer taraftan öteki türden olan (atıf için gelen) "vav" aradaki fark ortada olduğu zaman gelir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"Allah içinizden cihad edenlerle sabredenleri belli etmeden..." (Al-i İmran, 142)

"Veya onların kazandıkları sebebiyle o gemileri batırıp helak eder ve çoğunu da affeder. Ayetlerimiz hakkında mücadele edenler de bilsinler ki, onlar için kaçıp kurtulacakları bir yer yoktur." (Şûra, 34-35)

Birbirinden ayrılmazlık ifade eden atıf türlerinden birisi de, Yüce Allah'ın şu buyruğunda geçmektedir:

"Allah'a itaat edin, peygambere de itaat edin ve sizden olan emir sahiplerine de." (Nisa, 59)

Peygamber'e itaat ettikleri takdirde Allah'a itaat etmiş olurlar. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

"Kim peygambere itaat ederse, Allah'a itdat etmiş olur." (Nisa, 80)

Muhammed'in risaleti kendisine ulaşan kimse, Allah'a itaat edecek olursa, peygambere de itaat etmesi kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü ona itaat etmeden Allah'a itaat etmek söz konusu olamaz.

Üçüncü tür atıf ise, bir şeyin bir kısmını kendisi üzerine atfetmektir.

Yüce Allah'ın şu buyruğunda olduğu gibi:

"Namazlara ve özellikle orta namaza devam edin" (Bakara, 238) ,

"Hatırla ki, biz peygamberlerden söz almıştık. Senden de, İbrahim'den, Musa'dan ve Meryemoğlu isa'dan da (söz almıştık)" (Ahzab, 7),

"Kim Allah'a, meleklerine, peygamberlerine, Cebrail ve Mikail'e düşman olursa..." (Bakara, 98),

"Ve onların yerlerini, yurtlarını, mallarını ve sizin ayak basmadığınız yerleri size miras kıldık." (Ahzab, 27)

Dördüncü tür atıf ise, aradaki nitelik farkı dolayısıyla bir şeyin bir şeye atfedilmesidir. Yüce Allah'ın şu buyruklarında olduğu gibi:

"O, en yüce Rabbinin adını teşbih et. O ki yaratıp düzen koyandır, takdir edip yol gösterendir. Otu çıkarandır." (A'la,1-4),

"Onlar gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar, kendilerine rızık olarak verdiğimizden de infak ederler. Onlar sana indirilene de, senden önce indirilene de inanırlar, ahirete de yakinen inanırlar." (Bakara, 3-5)

Şiirde de sadece kelime farklılığı dolayısıyla atfın sözkonusu olduğu görülmüştür. Şairin:

"Ve onun sözünü yalan ve dolan buldu" dediği gibi.

Kimi insanlar, bunun benzerinin Allah'ın kitabında da yer aldığını iddia eder ve Yüce Allah'ın:

"Bir şeriat ve bir yol tayin ettik." (Maide, 48) buyruğunu buna örnek gösterirlerse de, bu yanlıştır. Çünkü böyle bir iddia Kur'an-ı Kerîm'de olmadığı gibi, fasid konuşan bir kimsenin sözünde de bulunmaz, insanların bu türden söylediklerinin en ileri derecesi ise, lafzın taşıdığı anlamın farklılığıdır. Nitekim kimisi şairin şu sözlerinin böyle olduğunu iddia etmektedir:

"Hind ne iyidir! Hind'in bulunduğu bir toprak ne iyidir!

Ve Hind'den bize gelen, uzaklık ve ırak olmaktır."

Burada bu iddianın sahipleri Mâide sûresinin 48. ayetinde geçen yol ve şeriat kelimelerinin aynı anlama geldiklerini iddia ederler ve bu iddialarına da şeriatın, yol anlamına gelen "minhac" la aynı anlama geldiğini delil gösterirler. Onlara muhalif olanlarsa şu cevabı verirler:

Uzak veya ırak olmak anlamına gelen « ﺍﻠﺒﻌﺩ » kelimesi uzak olmak « ﺍﻠﻨﺎﻯ » kelimesinden daha genel kapsamlıdır. Çünkü birinci kelime az veya çok, her türlü uzaklık için kullanılır. Ayrılık gibi kabul edilmektedir. İkinci kelime ise aradaki mesafenin fazla olduğu hallerde kullanılır.

Nitekim Yüce Allah (bunlardan birinci kelime ile aynı kökten gelen bir kelimeyi kullanarak) şöyle buyurmaktadır:

"Onlar hem ona uymaktan alıkoyar, hem kendileri de ondan uzaklaşırlar" (En'am, 26)

Buna göre onlar ister yakın ister uzak olsunlar, ondan yan çizdikleri ve ondan ayrı durdukları için kınanmaktadırlar. Yoksa hepsi de ondan (mesafe itibariyle) uzak değillerdir, özellikle de:

"Bu Ebû Tâlib hakkında nazil olmuştur" diyenlere göre bu böyle olur.