Mü'minlerin icmaı

Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"Kim de kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber'e karşı gelir ve mü'minlerin yolundan başka bir yola uyarsa, onu döndüğü yolda bırakırız" (Nisa, 115)

Bunlar da birbiriyle birliktedir. Kendisine hidayet apaçık belli olduktan sonra Rasule muhalefet eden herkes,mü'minlerin yolundan başka bir yol izlemiş demektir. Mü'minlerin yolundan başka bir yol izleyen herkes de, hidayeti apaçık gördükten sonra Allah'ın Rasûlüne muhalefet etmiş demektir. Eğer hatalı olduğu halde mü'minlerin yoluna uymakta olduğunu sanıyorsa, hatalı olmakla birlikte Rasule uyduğunu sanan kimsenin durumundadır.

İşte bu ayeti kerîme şuna delildir: Mü'minlerin icmaına muhalefet etmek, Rasule muhalefet etmeyi gerektirir. Onların üzerinde icma ettikleri her hususta mutlaka Rasulden gelmiş bir nass vardır. Hakkında icma olduğu ve mü'minlerden anlaşmazlığa düşmediği kesin olan her bir mesele, Yüce Allah'ın o hususta hidayetini açıkladığı meselelerden birisidir. Böyle bir icmaya muhalefet eden kimse, apaçık nassa muhalefet eden kimsenin kâfir olması gibi, kâfir olur. Eğer icmaın bulunduğu sanılıyor, fakat kesin olduğu söylenemiyorsa, işte bu noktada da onunla ilgili olarak Rasul tarafından hidayetin apaçık belli olduğu kesin olarak söylenemez. Böyle bir icmaa karşı çıkan kimse kâfir olmayabilir. Hatta bu konuda icma zanm hata olabilir. Doğrusu bu sözün hilafıdır, işte icmaa muhalefetin küfre götürdüğü ve götürmediği hususunda söylenebilecek kesin ve ölçü kabul edilebilecek ilke de budur.

İcmaın delâleti kat'i midir yoksa zannî midir?

Bazı kimseler bu konuda mutlak olumlu kanaat belirtirken, bazısı da her ikisi konusunda mutlak olumsuz kanaat belirtir. Doğrusu ise, kesin icma ile, o konuda müslümanlar arasında görüş ayrılığı kesin olarak bilinmeyen konuları birbirinden ayırdetmektir. Bunun kesin olarak gerçek olduğunu kabul etmek gerekir. Bunun da, hakkında Rasûlün hidayeti açıklamış olduğu şeylerden olması kaçınılmazdır. Nitekim bu husus bir başka yerde genişçe açıklanmış bulunmaktadır.

Konuyu farzın kendisinden ayrılmayan niteliklerle nitelenmiş olması açısından ele aldığımız takdirde bu şuna delil olur: Bu tür bir nitelik ne zaman ortaya çıkarsa, ona uymak gerekir. Yüce Allah'ın ulaşmayı istemekle emrettiği "sırat-ı müstakim" buna bir örnektir. "Sırat", İslâm'la nitelendirildiği gibi, Kur'an'a ve Allah'a ve Rasûlüne uymak nitelikleri de vardır. Bilindiği gibi bu isimlerden her birisinin işaret ettiği şeye tabi olmak gerekir. Onların hepsinin işaret ettiği şeyse -nitelikleri farklı farklı olsa bile- birdir. Hangi sıfat ortaya çıkarsa çıksın, onun medlulüne uymak gerekir. Çünkü bu, ötekinin de medlulüdür. Şanı Yüce Allah'ın Kitabı'nın ve Rasulünün isimleri de öyledir. Bu isimler bu bakımdan Allah'ın dininin isimleri gibidir.

Yüce Allah'ın:

"Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın" (Al-i İmran, 103) buyruğu da bu şekildedir.

Allah'ın ipinin İslâm dini, Kur'an-ı Kerîm, Allah'ın sözü, Allah'a itaat, Allah'ın emri ve müslüman cemaat olduğu söylenmiştir. Bunların hepsi de doğrudur.

Aynı şekilde, Kitap, Sünnet ve icma dediğimiz zaman bu üçünün medlulü de aynı şeydir. Çünkü Kitap'ta bulunan her şey Rasule de uygundur. Ümmet genel olarak bu konuda icma etmiştir. Mü'minler arasında kitaba uymayı farz görmeyen bir kimse yoktur. Aynı şekilde Kur'an, Rasûlullah (s.a.v)'ın sünnetine uymayı emretmiştir, Mü'minlerin bu konuda da icmaı vardır. Müslümanların üzerinde icma ettikleri her şeyin durumu da böyledir. Onların üzerinde icma ettikleri her şey, Kitap ve Sünnetle uyum içerisindeki gerçeklerdir. Fakat müslümanlar dinlerinin tümünü Rasul'den alırlar. Rasule ise, Kur'an vahyi yanında, bir başka vahiy olan hikmet iner.

Nitekim Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur:

"Şunu biliniz ki, bana Kitap ve yanında onun misli verilmiştir." (İbn Mâce, Mukaddime, 2, Ebû Dâvûd, Sunne, 5)

Hassan b. Atıyye der ki:

Cebrail, Hz. Peygamber (s.a.v) 'e sünnetle gelir ve ona Kur'an'ı öğrettiği gibi, sünneti de öğretirdi. (Darimi, Mukaddime, 49)

Buna göre sünnette gelen her bir şeyin Kur'an'da açıklanmış olması icabetmez. icma ehli ise bunun aksini söylerler. Üzerinde icma edilen bir şey konusunda Kitab ve sünnetin işaretinin bulunması kaçınılmaz bir şeydir. Çünkü Rasul, emir, yasaklama, helâl ve haram kılma konularında mü'minlerle Allah arasında aracıdır. Burada söz konusu maksat ise imandır.

Peygamber (s.a.v)'in şu sözleri de bu türdendir:

"Allah'a ve ahiret gününe iman eden bir kimse Ensâr'a buğzedemez" (Müslim, İman, 130)

"İmanın işareti Ensâr'ı sevmek, münafıklığın işaretiyse Ensâr'a buğzetmektir." (Müslim, İman, 128'de: "Münafığın alameti Ensâr'a buğzetmek, mü'minin alameti Ensâr'ı sevmektir." şeklinde.)

Gerçek şu ki, Allah'ın ve Rasûlünün dinine yardımcı olmak için ta baştan beri Ensâr'ın neler yaptıklarını bilen, eğer Allah'ı ve Rasûlünü seven bir kimseyse, kesinlikle onları da sever. Böylece Ensâr'a olan sevgisi kalbindeki imanın bir belirtisi olur. Onlara buğzeden bir kimsenin kalbinde ise Allah'ın o kimseye farz kılmış olduğu iman bulunmaz.

Aynı şekilde Allah'ın ve Rasûlünün sevmediği ve haram kıldığı küfre, fâsıklığa ve isyana kalbinde buğz bulunmayan bir kimsenin de durumu böyledir. O kimsenin kalbinde de Yüce Allah'ın ona farz kıldığı iman bulunmuyor demektir. Haram kılınmış herhangi bir şeye kesin olarak buğzetmeyen bir kimsede imanın bulunduğu düşünülemez. Allah'ın izniyle bunu ileride açıklayacağız. Aynı şekilde kendisi için sevdiği bir şeyi, mü'min kardeşi için de sevmeyen bir kişi, Yüce Allah'ın ondan istediği imana sahip değil demektir. Şanı Yüce Allah'ın herhangi bir kimsenin iman sahibi olmadığını söylemesi ancak şundan dolayıdır: Kişinin durumunda imanın eksikliğini gerektiren bir hal vardır ve bu hali dolayısıyla azab tehdidi ile karşı karşıyadır. Mutlak olarak (iman dolayısıyla) yapılmış (mükâfata dair) va'de hak kazanamaz.

Hz. Peygamberin şu buyruğu da bu türdendir:

"Bizi aldatan, bizden değildir. Bize karşı silâh çeken de bizden değildir" (Müslim, İman, 164)

Bütün bu hadisler bu türdendir. Bunlar ancak Allah'ın üzerine farz kıldığı bir şeyi terkeden, ya da Allah'ın ve Rasûlünün haram kıldığı bir şeyi yapan kimse hakkında kullanılır. Böylelikle o kişi üzerine farz kılınmış imandan, o ismin kendisinden nefyedilmesini gerektiren bir kısmı terketmiş olur ve böylelikle o, tehdidden kurtulabilen, va'de hak kazanan mü'minlerden olamaz.

Yüce Allah'ın şu buyrukları da böyledir:

"(Münafıklar) Allah'a ve Rasûlüne inandık ve itaat ettik" diyorlar. Sonra onlardan bir grup, bunun ardından dönüyor. Bunlar inanmış değillerdir. Onlar, aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırıldıkları zaman hemen onlardan bir grup yüz çevirir. Eğer hüküm kendi lehlerine olursa itaat ederek, gelirler. Kalplerinde bir hastalık mı var, yoksa şüphe mi ettiler? Yoksa Allah'ın ve Rasulü'nün kendilerine haksızlık yapacağından mı korkuyorlar. Hayır, onlar zalimlerdir. Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Rasûlüne çağırdıkları zaman inananların sözü ancak, "işittik ve itaat ettik" demeleridir, işte umduklarına erenler bunlardır." (Nur, 47-51)

Allah'ın ve Rasûlünün sözünde, mutlak olarak kullanılması halinde, iman isminin hükmü işte budur; Bu, farzların yapılması ve haramların terkedilmesini kapsar. Allah'ın ve Rasûlünün, imanı olmadığını belirttiği ya bir vacibi terketmiş olması veya bir haramı işlemiş olması kaçınılmaz bir şeydir. O takdirde, o kişi layık olanlar için belirtilen vaad kapsamına değil, aksine tehdid edilen vaîd ehli kapsamına girer.

Yüce Allah'ın şu buyruğu da böyledir:

"Fakat Allah size imanı sevdirdi ve onu sizin kalplerinizde süsledi ve size küfrü, fıskı ve isyanı çirkin gösterdi, işte doğru yolda olanlar bunlardır" (Hucurat, 7)