Bu çalışma 2015 yılında özel öğrenci olarak kayıtlı olduğum Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi (Yönetim Bilimleri) Doktora Programında Prof. Dr. Ahmet Alpay DİKMEN tarafından sunulan “Bürokrasi ve Bürokratik Elit” Dersi için Dönem Ödevi olarak hazırlanmış ve sunulmuştur.
Modern devletin ve bürokrasinin ortaya çıkışı, oluşumu ve gelişimine ilişkin nesnel gerçeklik konusunda tarihçiler, iktisatçılar, siyaset ve yönetim bilimcileri ile hukukçular arasında genel olarak ortak bir yaklaşım olduğu belirtilebilir.
Buna karşın, devletin amaç ve görevleri, gerekliliği, gelecekteki akıbeti, felsefi, ekonomik, hukuksal, siyasal, sosyal işlevleri, özellikle de devletin ekonomik, politik ve sosyal bakımından üstlendiği roller, bu bağlamda devletin ve bürokrasinin sınıfsal niteliği konusunda çok farklı teorik yaklaşımlar söz konusudur.
Devlet ve bürokrasi sorunsalı Weberyen, liberal, Marksist, elitist (seçkinci), anarşist veya başkaca kuramlar bağlamında çok farklı yönleriyle ele alınabilmekte ve önemli tartışmalara konu olmaktadır.
Modern devlet ve bürokrasinin yapısı, işlevleri ve sınıfsal niteliğine ilişkin tartışmalar benimsenen teorik yaklaşımlara göre farklılaşsa da, genel olarak devletten farklı bir şekilde bürokrasinin üstlendiği roller ve sınıfsal keyfiyeti konusu göreceli olarak daha farklı bir şekilde ele alınmaktadır.
Biz bu çalışmada, devlet ve bürokrasinin mahiyeti ve sınıfsal niteliğine ilişkin temel tartışmalara yer verdikten sonra, devlet ile sosyal sınıflar arasındaki nesnel ilişki bağlamında devletin ve bürokrasinin işlevleri, çalışma/işleyiş usulleri ile karar verme sürecinde ekonomik ve politik bakımından görece olarak bağımsız bir aktör olup olmadığı konusunu ele alacağız. Bir başka deyişle, devletin ve bürokrasinin ekonomik-politik sistem içerisinde sınıflardan bağımsız bir yapı/aktör olup olmadığı, dolayısıyla da sınıflar karşısında bağımsız veya özerk olarak hareket etme imkanına sahip olup olmadığını tartışacağız.
Devletin ortaya çıkışı konusunda çeşitli teoriler ve tarihsel analizler bulunmaktadır. Gerçekten ilkel toplumlardan devletli topluma geçiş sürecinde birçok dış ve iç etken öne çıkmıştır. Uygun’un (2014) çalışmasında da görüleceği üzere bu konuda farklı teoriler ortaya konulmuştur. Biz bu konudaki devletli topluma geçiş ve modern devlet öncesi devletlerin yapısı konusundaki teorik tartışmalara girmeksizin günümüz modern devletinin ve çağdaş bürokrasinin oluşumu ve özelliklerine temas edeceğiz.
“Modern devlet” kavramı bir soyutlama olarak tarihsel süreç içerisinde belirli ekonomik, sosyal, siyasal vb. faktörlerin belirlediği koşullar altında ortaya çıkan ve belli nitelikleri ile belirginleşen, ayırt edici bazı özellikleri bulunan bir örgütlenme biçimini ifade etmek için kullanılmaktadır.
Açıktır ki, modern devletin niteliği gereği birden fazla devlet mevcut olduğundan ve modern devletler tarihsel olarak çeşitli kurumsal düzenlemeler sergilediklerinden, modern devletten bahsederken sadece tek bir yönetim sistemine gönderme yapmak ancak aşırı bir soyutlama düzeyinde mümkündür (Poggi, 2014a: 28).
“Modern devleti, devlet dairelerindeki memurların sürekli ve talimatlara uygun çalışmaları yoluyla yönetimi sağlamak için oluşturulmuş karmaşık kurumsal düzenlemeler olarak” tanımlayan Poggi (2014a: 15), 19. yüzyılda oluşan devlet modelini “modern devletin ta kendisi” (2014a: 11) olduğunu düşünür. Hem hukuken hem de mümkün olduğunca fiilen yönetime ilişkin tüm güç ve olanakları tekelinde tutan devlet belli sınırlar dahilindeki bir toplumda “yönetim” işini üstlenir ve ilke olarak salt yönetimle ilgilenir (Poggi, 2014a: 15). Gerçekten, iktidar araçları karmaşıklaştıkça, iktidarlar genel olarak güçlenmektedir (Dikmen, 2015: 23).
Ancak, devleti, “yönetim”e, “idare”ye veya “bürokrasi”ye indirgemek daraltıcı olur. Böyle bir yaklaşım devletin baskın niteliği olan “politik” ve “ekonomik” misyonunu/kimliğini dışlamış olur. Halbuki, Dikmen’in (2015: 21) de belirttiği üzere, genel olarak “yönetim olgusu”nu, özelde ise “devleti” ve “bürokrasi”yi politik toplum bağlamından kopartmak mümkün değildir. Devlet ve bürokrasi doğası, yapısı ve işlevleri gereği başlı başına politik ve ideolojik bir örgütlenmenin eylem düzeyine yansımış etkinlikleri olarak ortaya çıkar
Modern devletin gelişimindeki temel süreç, “modernleşen” Batı toplumlarında bir yandan kişisel alanla toplumsal alan, öte yandan da kamusal alanla siyasal alan arasındaki farklılıkların kurumsallaştırılması ve bu sürecin daha sonraları her alan içinde giderek ileri götürülmesidir (Poggi, 2014a: 15) Modern devlet, hem ortaya çıkış sürecinde yaşanan, ekonomik, sosyal ve politik gelişmeler, hem de ayırt edici bazı özellikleri ve yapısı itibarıyla kendinden önceki devlet biçimlerinden/yapılarından (antik çağlardaki devlet, feodal devlet, mutlakiyetçi devlet, vs.) farklılaşır.
Modern devletin ortaya çıkışında, üretim sürecinde devrim niteliğindeki değişimlerin ve birbirini izleyen yeniliklerin, sermaye birikimine imkan sağlayan üretim, tüketim ve mübadele sisteminin belirleyici olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ekonomik ve ticari hayattaki değişimler devleti ve bürokrasiyi yeniden biçimlendirmiştir, denilebilir. Fakat bu etkileşimin tek yönlü olduğunu söylemek çok iddialı olur. Bu bağlamda, modern devlet ve bürokrasinin gelişimi, kapitalizmin bağrında yetişen ve süreç içerisinde gelişerek olgunlaşan yeni iş yapma tarzı (Dikmen, 2015: 33), üretim teknolojisi ve çağdaş yönetim yaklaşımlarından ayrı düşünülemez. Bu değişim ve gelişim sürecini ölçek ve nitelik farkı olsa da hem devlet yönetimi hem de işletme yönetimi bakımından benzer şekilde yaşanmıştır.
Ancak, modern devletlerin ortaya çıkışı ve kuruluş biçimleri bütün ülkelerde standart değildir. Avrupa’da dahi ulus devlete geçilirken tek yol izlenmemiştir. Poggi’nin (2014a; 2014b) çalışmaları, Mooers (1997) ve Tilly’nin (2001) Avrupa devletlerinin kuruluşu ve yapılarına ilişkin kitapları ortak yönler kadar, farklılıkları da ortaya koymaktadır.
Dikmen (2015: 33) “fabrikalı üretim ile ortaya çıkan, hiyerarşi ve uzmanlaşmanın en üst seviyelere ulaştığı, otoritenin ise olabildiğince parçalanarak anonimleştiği bir iş yapma tarzı” ve 1908 yılında Ford’un kurduğu fabrika ile zirveye ulaşan bir yönetim tarzı olarak tanımladığı “modern yönetim olgusu”nun iki farklı uygulama biçimini oluşturan “modern fabrika” ve “modern bürokrasi” örgütlenmelerini “ideolojik olarak kapitalist” olarak belirler. Benzer şekilde, modern üretim tarzı 19. ve 20. yüzyıl tüketim toplumlarının da örgütlenmesine (Dikmen, 2015: 129) imkan sağlamıştır. Böylece, üretim ilişkileri, hem toplumsal örgütlenmeleri ve iktidar araçlarını yeniden kurgulamış, hem de tüketim biçimlerini ve yaşamın her alanını dönüştürmüştür. Bu dönüşüm, esas olarak kapitalist ekonomik sisteminin imkan sağladığı birikim rejimi sayesinde olmuştur.
Dikmen (2015: 42-43) modern devlet örgütlenmeleri ve bürokrasiyi, 17. yüzyılda, önceki dönemlerden farklı olarak yeni bir örgütlenme ve girişimcilik örneği olarak ortaya çıkan fabrika üretim biçimi ile başlayıp 20. yüzyılın başlarında Fordist üretim biçimi/montaj hattı ile zirveye ulaşan süreçte gelişen “yeni birikim rejiminin” sonucu olarak görür. Hatta bu örgütlenme biçimlerini söz konusu birikim rejimini destekleyecek nitelikte yönetsel yapılanmalar olarak tavsif eder. Dikmen’e göre Weber’in bürokrasi anlayışı da bu birikim rejiminden bağımsız değildir, aksine sistemin tamamlayıcısıdır. Dahası günümüz devlet biçimleri ve bürokrasi de bu haliyle “Fordist montaj hattının” çocuğudur.
Bu noktada, devletin ortaya çıkış yöntemi ve oluşumu konusu önem kazanmaktadır. Poggi’ye (2014a: 116) göre, modern devlet kendiliğinden büyüyerek gelişmiş bir yapı olmaktan çok yapay olarak oluşturulmuş bir sistemdir. Bilinçli olarak inşa edilmiş bir çerçevedir. 19. yüzyıl devletinin (modern devlet, 19. yüzyıl hukuk devleti) özelliği, her devletin kendi topraklarında tüm güç ve yönetim yetkilerinin tek sahibi olmasıdır. Egemenlik içsel düzeyde tek elde toplanmış ve merkezileşmiştir. Bir anlamda, yönetim konusunda tekel niteliğine kavuşmuştur. Gelişimini tamamlayan modern devletler, doğal olarak dualist yapıda değil, monist (Poggi, 2014a: 113-114) yapıda olmuştur. Modern devlet siyasal iktidarın, gücün merkezileşmesi ve yoğunlaşmasıyla ortaya çıkmıştır. En belirgin merkezileşme egemenliğin kaynağı ve kullanımı konusunda olmuştur. Bu bağlamda şunu söyleyebiliriz: “Modern devletin” ayırt edici özelliği J. Bodin tarafından devletin özü olarak kabul edilen ve sonrasında, devletin “kurumsallaşmış egemen güç” olarak görülen “egemenlik” kavramı olarak (Ağaoğulları ve Köker, 2009: 65-67) kabul edilmektedir.
Dikmen (2015: 34), Marksist bir yaklaşımla “üretim ve yönetim tarzı”nın gündelik yaşam ve toplumsal düzenin temel çerçevesini belirlediğine vurgu yaparak, modern devlet biçimlerinin “devlet yönetimi ve devlet yönetimine toplumsal katılımı standartlaştırdığı oranda güç kazandığı”na işaret eder. Ona göre, modern demokrasiler bir çeşit “standart kurallar” bütünüdür ve gücünü bu kuralların herkese aynı uzaklıkta olmasından alır; böylece herkesi “yasal” kurallara göre hareket etme zorunda bırakır ve bu sayede “genel çıkar”a hizmet ettiğini iddia eder. Dikmen’e göre, modern yönetim, iktidarın standartlaştırılması ve kurallara bağlanması üzerinden yükselir. Burjuva demokrasilerinin başarısının sırrı “toplumsal yaşamı kişisel, bireysel iktidar alanlarından kurtarıp ‘kurallı gerçeklik’ alanı şekline dönüştür”mesinde (Dikmen, 2015: 34-35) yatmaktadır. Modern devlet, bu standartlaşmayı, eşitliği, tarafsızlığı, genel çıkara hizmet etmeyi, bir yönüyle modern toplumda otoritenin de kaynağı olan hukuk sistemi aracılığıyla yapar. Devlet, hem kendini (bu bağlılık sınırsız değildir, koşula bağlıdır) hem de bireyleri ve toplumu tanımlı bir hukuk düzeni/sistemi üzerinden bağlar. Bu bağ hayatın her alanında (üretim, iş ilişkileri, tüketim, sosyal olaylar vs.) otoriteye uymayı emreder.
Modern devlette, “ulus devleti” biçimi baskındır. Bu biçim bazı özellikler gerektirir. 19. yüzyıl devletinin (hukuk devletinin) somut özellikleri; devlet topraklarının bütünlüğü olması, bu toprakların askeri açıdan savunulabilecek, olabildiğince sürekli coğrafi sınırlarla çevrili olması, devletin tek bir para birimi ve tek bir maliyesinin olması, genellikle tek bir “ulusal” dilin var olması, bu tük ulusal dilin, çoğu kez çok sayıda yerel dil ve lehçeye yapay biçimde üstün kılınmış olması ve son olarak da hukuk geleneklerinin yalnızca sınırlı amaçlar ve çevre bölgeler içinde geçerliliklerini korudukları tek bir hukuk sisteminin var olması (Poggi, 2014a: 114) şeklinde belirtilebilir. Gerçekten, modern devletle hukuk arasında özellikle yakın bir ilişki (bazı yorumlara göre neredeyse özdeşliğe varan) vardır. Modern hukuk, bir çıkarılmış yasalar bütünüdür; pozitif hukuktur, istenmiş, yapılmış, egemenliği kullanan devletin kendince çoğu kez açık, belgelenmiş ve genellikle yeni kararlarla geçerli kılınmıştır (Poggi, 2014a: 123).
Poggi’ye (2014a: 117) göre, modern devlet, yapma bir gerçekliktir. Dahası bir kez “kurulduktan” sonra bir devlet sürekli olarak bir amaca ya da işleve yönelik faaliyet gösterir. Bu yüzden, modern devleti tanımlarken, modern devlet tanımımın devletin sahip olabileceği bir dizi sınırlı amaca değil de, yalnızca yapısal özelliklerine (aralarında en belirgini şiddete başvurmayı meşru olarak tekelinde tutmasıdır) dayandırılması da sık sık öne sürülen bir görüştür. Modern devletin etkinliklerini yönlendiren kurumsal özellikleri olarak, Heller’in belirlemesiyle “belli bir toprak parçası üzerinde, birbirleriyle çatışan çıkarlar arasında bir modus vivendi sağlanmasının tarihsel gerekliliğinden kaynaklanan” “işlevinin”, “devlet” toprakları üzerinde toplumsal sürecin özerk biçimde örgütlenmesi ve harekete geçirilmesi (Poggi, 2014a: 113-114) olarak belirtilebilir.
Modern devletin bir başka özelliği de, “işlevsel belirliliği”dir. Diğer bir deyişle devlet, toplumsal yaşamın tümünü kapsamaya ve denetlemeye çalışmaz. Diğer yandan, devlet artık eski Yunan politea’sında olduğu gibi toplumla özdeş değildir. Yurttaşlarından kendilerini devletin refahı ve güvenliğine adamaları artık bir öndere duydukları kişisel bağlılıkla sağlanmamaktadır. Belirli siyasal sorumluluk ve yetkiler taşıyan görevler zenginlik, toplumsal konum ya dinsel inançlara göre dağıtılmamaktadır. Devletin kapsamı ve masrafları giderek artan etkinlikleri, artık kişilerden bağış alarak, kimi makamları satışa çıkararak, savaş ve sömürgecilikten kazanılan kaynaklardan hisse satarak ya da kişisel varlıklardan harcayarak değil, yurttaşların gelir ve harcamalarından aldığı vergilerle zenginleşen bir devlet bütçesinden karşılanmaktadır. Ayrıca, devlet yurttaşlarının birbirinden bütünüyle farklı, özel çıkarlarını kollamaları için bir çerçeve oluşturur, dolayısıyla devletin yurttaşlarıyla ilişkisinde bir evrensellik vardır. Son olarak, devletin kendisi, resmi, karmaşık bir örgüt olarak yapılanmıştır. Devletin iç yapısı politika saptamaz, denetleme ve yürütmede birbirine bağımlı, bütünüyle özerk olmayan kurumlardan oluşur (Poggi, 2014a: 117-119).
Özetle, devlet, tüm dişlileri birbirine kenetlenen bir makine, aralarında eşgüdüm sağlanmış çok sayıda görevin hizmetindeki tek bir merkezden gelen bilgiyle harekete geçen ve o merkezce yönetilen bir makine gibi çalışmak üzere tasarlanmıştır. Bu makine benzetmesi, devletin idari aygıtı için, yönetim sisteminin öteki parçaları için olduğundan çok daha fazla geçerlidir. Bununla birlikte, devlet yalnızca bir mekanizma değildir: Etkinlikleri sırasında her biri bir başkasına kaynak sağlayan ya da onu kısıtlayan çok sayıda küçük parçadan oluşan karmaşık ve incelikli bir mekanizmadır (Poggi, 2014a: 119).
Bu nitelikteki modern devlet birleştirici ve tekçi yapısına karşın bünyesinde iki temel çelişki barındırır. Birincisi, üniter devletin güç merkezinin giderek dal budak salan idari aygıtıyla (idare, bürokrasi) bağlantısını kurmak ve organların merkezin buyruklarına uymalarını sağlamak için kullanılan yetkilendirme, atama ve sorumluluk gibi gelişmiş hukuksal mekanizmalara karşın, sistemin içinde bölümleri özerkleştirme yönünde işleyen karşı eğilimlerin olmasıdır. İkincisi ise, sınıflar arasında bir güç sistemi olarak kapitalizmin doğası da, bariz olmamasına karşın önemli ölçüde devlet gücünün birliği kavramını etkiliyor olmasıdır. Sermaye sahipliği farklı sınıflardan bireyler arasında fiili baskı ilişkilerinin yaratılması ve yeniden üretilmesi için yasal ve siyasal olarak korunan bir araç olarak ortaya çıkmıştır. Çelişki açıktır: Tüm güç ilişkilerinin kaynağı olma iddiasındaki devlet aslında kendisinden kaynaklanmayan ve kendisinin denetiminde olmayan, sermayenin özel ellerde toplanmasından doğan güç ilişkilerinin garantörü olarak davranmaktadır (Poggi, 2014a: 115-116).
Modern devlet, kapitalist sistem içerisinde doğmuş ve yeni bir kimlik kazanmıştır. Bu süreçte kendi çıkarına istifade ettiği gibi, sisteme de belli diyetler ödemiştir, ödemektedir. Wallerstein’e (2012: 50) göre kapitalizm kendi ideolojisine göre devlet mekanizmalarının müdahalesinden kurtarılmış özel girişimcilerin etkinliğini gerektiriyordu. Oysa bu durum pratikte hiçbir yerde gerçekten geçerli olmamıştır.
Devlet müdahalesinin hiç olmadığı bir düzen gerçekleşmemiş olsa da, devlet kapitalizmin gelişim sürecinde önemli hizmetler de bulunduğu yadsınamaz. Devletin, devlet iktidarının/siyasal iktidarın tarihsel kapitalizm (sermaye birikiminin oluşması ve korunması) için taşıdığı dört temel fonksiyonu vardır (Wallerstein, 2012: 42-51): 1) Her bir devletin kendi topraklarında kendi yargı gücünü geçerli olması. 2) Devletlerin kendi yargı alanlarında toplumsal üretim ilişkilerinin tabi olacağı kuralları saptama konusundaki yasal hakkı. 3) Vergileme gücü. 4) Devletlerin tekelleştirdikleri veya tekelleşmeye çalıştıkları silahlı gücü sahip olmaları. Devlet böylelikle çok çeşitli yollardan, maksimum sermaye birikimin yaşamsal mekanizması olmuştur Mooers de (1997: 59) dışsal baskıların zorlayıcı olmaya başladığında kapitalizmin gelişmesinin, büyük ölçüde ancak devletin müdahaleciliğiyle mümkün olduğuna dikkat çeker.
Modern devletin oluşumu ve özelliklerine ilişkin genel çerçeveden sonra devlet ve bürokrasiye ilişkin kuramsal yaklaşımlara geçebiliriz.
Devlet ve bürokrasi kuramları konusunda çeşitli tasnifler yapılabilir. Liberallerin, sosyalistlerin, Marksistlerin, anarşistlerin devleti ve bürokrasisi farklıdır. Hem kavramlara yüklenen anlam, hem de müessese, sistem veya yönetim biçimi olarak devlete ve bürokrasiye atfedilen anlamlar değişiktir. Devlet kuramları niteliği gereği politiktir, ideolojiktir. Dolayısıyla birbiriyle uzlaşmaz çok farklı kuramlar geliştirilmiştir. Kuşkusuz, bazı yönlerden karşıt kuramların daha birçok yenden benzerlikler taşıdığı da bilinmektedir.
Bürokrasi konusundaki incelemelerde ideolojik ve politik yön görece olarak daha az baskındır. Buna rağmen, bürokrasi varlığıyla bile kabullenilemez bir araz olarak görülebilmektedir. Özellikle liberal düşünürlerin devlet ve bürokrasi analizleri bu niteliktedir. Fakat Marksistlerin de bu konuda benzer çekincelere sahip olduğu açıktır.
Türk yönetim yazınında eşsiz ve özgün bir yeri olan Fişek Yönetim adlı yapıtında (2012: 102) bürokrasinin öz ve işleyiş ilkelerini soyutlama çabalarını, tarihteki geliş sıralarına göre, 1) Marxçı bürokrasi kuramı, 2) Weberci bürokrasi kuramı ve 3) Seçkinci kuram olmak üzere üç ana başlıkta tasnif eder.
Gülalp’e (1993: 9) göre de, modern devletin ve bürokrasinin tanımlanması ve kavramsallaştırılması konusunda temel olarak iki karşıt görüş bulunmaktadır. Weber’ci “modern devlet” kavramı ile Marx’çı “burjuva devleti” kavramı. Bu iki karşıt görüşten Weber’ci “modern devlet” kavramında, devleti tanımlamada biçimsel özelliklere ağırlık verilir, böylece bu özelliklerin ardında yatan tarihsel nedenlerle söz konusu biçimsel yapıların içerdiği sınıfsal güç ilişkilerini gözden kaçırır. Marxist “burjuva devleti” kavramı ise, devleti sınıf iktidarı bağlamında ele alır, ama biçimsel özelliklerini yeterince dikkate almaz. Ancak, kapitalizmdeki devletin biçimsel örgütlenme yapısı incelenmediği takdirde, kapitalist devleti tarihteki diğer iktidar kullanma biçimlerinden ayırmaya olanak kalmaz. Devlete salt sınıf-iktidarı kuramı ile bakılırsa, iktidar bloğunun sınıfsal bileşiminde yer alan her uzun dönemli ve hatta konjoktürel değişimi, devletin yapısında yer alan bir değişim olarak yorumlamak zorunda kalınır.
Poggi, ünlü sosyologlar arasında siyasal olaylar ve özellikle devlet olgusunun sadece Max Weber’in çalışmalarında temel bir yer işgal ettiğini, buna rağmen Weber’in bile “devlet sosyolojisi” türü bir yapıt ortaya çıkaramadığını belirtir. Diğer yandan, devlet üzerine güçlü ve önemli düşünceleri olan bir diğer büyük sosyolog olarak da Karl Marx’a işaret eder. Bununla birlikte, Marx ve Engels’in siyasal olayları ve devleti doğrudan ele alan yazılarının sayıca az olduğunu, bunların çoğunun genel nitelikte olmayıp belirli konulara değinen ve muhtemel politikaları ele alan çalışmalar olduğunu (Poggi, 2014a: 10-11) belirtir.
Marksist ve Weberyen kuramdan daha zayıf bir akım olarak ortaya çıkan seçkinci kuram iktidarı kullanan kesimin, devleti yönetenlerin, başka bir deyişle “bürokrasi”nin sınıfsal niteliğine dayanır. Seçkinci (elitist) bürokrasi kuramı, “toplumun siyasal yapısını seçkinlerle seçkin olmayanlar arasındaki bir ikileşme, siyasal yönden “edilgin” yığınlara iradesini benimsettiren seçkinler azınlığını da toplumsal gelişmenin tek itici gücü olarak gören “seçkincilik” (elitisim) akımının” yönetim ve bürokrasi alanındaki uzantısıdır. Bu yaklaşım temel olarak Rizzi, Burnham, Mills ve Galbraith’in (Fişek, 2012: 112) devlet ve bürokrasiye ilişkin görüşlerinde ifadesini bulur.
Devlet ve bürokrasi konusu esas olarak Weberyen ve Marksist olmak üzere iki karşıt kuram bağlamında ele alınabilir. Ancak, biz aşağıda önce liberallerin devlete ve bürokrasiye yaklaşımlarına ilişkin temel çerçeveyi ortaya koyup, Mises’in bu konudaki analizine yer vereceğiz. Ardından, Weberyen ve Marksist devlet kuramının ana hatlarını ele alacağız. Böylece, devletin göreli özerkliğine ilişkin tartışmadan önce devletin ve bürokrasinin farklı cephelerden görünümüne temas etmiş olacağız.
Klasik liberalizmde devletin ortaya çıkışıyla ilgili spekülasyonlar hep devleti sınırlama ve kurallara bağlama amacına yöneliktir. Sözleşme teorilerine dayanan yaklaşımlarda (örneğin Althusius ve Locke) olduğu gibi, devlet pozitif yasaların üstünde olduğu mütalaa edilen bir normlar sistemi tarafından bağlanmış ve hareket alanı daraltılmıştır (Yayla, 2008: 206). Liberaller, devletin doğası, sınıfsal niteliği, gerekliliği ve akıbetinden ziyade birey ve toplumla ilişkileri, devletin ekonomik alandaki işlevleri, devleti bağlayan kurallar ve devletin sınırlarına (devletin işlevleri ve sunacağı hizmetlerin kapsamı vs.) odaklanır.
Klasik liberalizmin devlet anlayışı şu formülde ifadesini bulur: “sınırlı devlet”. Bu sınırların çok geniş, devletin hareket alanının ise daha dar olduğu açıktır. Lakin “devletin sınırı” da kontjonktüre, ülkeden ülkeye ve teorisyenlerin yaklaşımlarına göre değişir. Bununla birlikte, liberalizmin özü bireysel özgürlükler, serbest piyasa ekonomisi ve güçlü bir hukuk düzenine dayanır. Dolayısıyla her halükarda tahayyül edilen bireyin ve toplumun güçlü, devletin ise zayıf ve sınırlı olmasıdır.
J. S. Mill, “Hürriyet Üstüne” adlı eserinde (2009: 214-215), hükümetin gücünü gereksiz artırmasını sakıncalı bulur, Ona göre, hükümet güçlendikçe, devletin faaliyet alanı genişledikçe hürriyet azalır, toplum zayıflar. Hür olmayan böyle bir toplumda/ülkede (şeklen hür gözükse bile) idare mekanizmasının (bürokrasi) profesyonelce kurulmuş olması bu kötülüğü azaltmaz, aksine daha da büyütmüş olur. Toplumun mutluluğu önündeki engelleri kaldırmak için kurulmuş olan yönetim mekanizmasının (devlet/hükümet) faydadan çok zarar getirmeye başladığı noktanın tespitinin kolay olmadığını belirten Mill, bu konuda şöyle bir ölçü teklif eder (2009: 219): “Verimliliği bozmamak şartı ile gücü mümkün olduğunca dağıtmak; buna karşılık bilgiyi imkanın elverdiği ölçüde merkezde toplamak ve merkezden yaymak.”
Ancak, böyle bir ilkeyle hareket edilirse, hürriyet ortadan kaldırılmamış olur. Mill, kötülüğün ne zaman ve nasıl başlayacağı sorusuna da şöyle cevap verir (Mill, 2009: 221-222): “Hükümetin, bireyin ve özel teşebbüsün güçlerini ve faaliyetlerini harekete geçirmek yerine, kendisinin bunların yerine güç kazanması ve faaliyete geçmesi ile başlar. Ayrıca kötülük, hükümetin bilgi ve tavsiye vermek ve ara sıra da uyarılarda bulunmak yerine, bireyleri ve özel teşebbüsü elini konulu bağlayan kayıtlara mahkum etmesiyle ya da onlara kenarlara çekilmesini emrederek işleri kendi eline alması ile başlar. Bir devletin değeri, nihayetinde o devleti oluşturan bireylerin değerleri toplamından ibarettir. Bireylerin fikren gelişip yükselmelerindeki faydaları, biraz da yönetim ustalığına ya da yönetme konusundaki kolaycılığa feda ederek arka plana atan, hayırlı maksatlar için bile olsa halkı kendi elinde itaatkar birer alet olarak görüp onları cüceleştiren bir devlet, işin sonunda küçük insanlarla gerçekten büyük hiçbir şeyin başarılamayacağını anlayacaktır.”
Mises’in müstakilen “bürokrasi”yi incelediği “Bürokrasi” adlı yapıtı (Mises, 2010) ile Hayek’in sosyalist bir düzende, bürokrasi ve planla yönetilen bir toplumda yaşanacakları kaleme aldığı “Kölelik Üstüne” adlı yapıtı (Hayek, 2010) devlet ve bürokrasi konusunda genelde negatif içerikli bir yaklaşım söz konusudur.
Mises ve Hayek gibi liberal yazarların, bürokrasiyi kapitalizm ve modernleşme sürecinde devletin yeniden şekillenmesi doğrultusunda ortaya çıkan özgün yapısıyla incelemek yerine, daha çok “sosyalizm” ve “kapitalizm” çatışması bağlamında, bürokrasinin genişlemesi, devletin müdahaleciliği, planlı ekonomi gibi boyutuyla ele almış oldukları görülür. Mises,1944 yılında yayımladığı Bürokrasi adlı kitabını “sosyalizm ile kapitalizm arasındaki çarpışmanın ortaya çıkardığı meseleler” bağlamında “bürokrasi teşkilatının genişlemesi”ni incelemek için yazdığını (2010: 16) açıkça belirtmektedir. Hayek’in kitabı da aynı yıllarda kaleme alınmıştır. Bu eserlerde İkinci Dünya Savaşı döneminin sosyal devlet/refah devleti yaklaşımlar, sosyalist ve komünist akımlar ile planlı ekonomi konusundaki gelişme ve uygulamaların tesirinde kaleme alınmış olduğu anlaşılmaktadır.
Dikmen’e (2015: 302-303) göre, Hayek ve Mises gibi Menger’in etkisinde kalan düşünürler piyasayı özgürlükler alanı olarak görmekte; bürokrasi ve devletin piyasa mekanizmasına müdahalelerini ise özgürlükleri kaldıran bir uygulama olarak değerlendirmektedirler. Devlet ise, mükemmel şekilde işleyen piyasa mekanizmasının işleyişini sekteye uğratarak piyasanın rasyonalitesini bozmakta, etkinsizliğe yol açmaktadır. Böylelikle, Weberyen kuram ve liberal yaklaşım “bürokratik rasyonalite yerine başka modern bir rasyonalite egemen kılınmaya çalışılmaktadır: Piyasa. Böylece, Weberyen rasyonalitenin örgütleyici öznesi “bürokrasi” ile neoklasik ve neoliberal düşüncenin örgütleyici öznesi “piyasa” kıyasıya bir rekabete tutuşmaktadır (2010: 66-67).
Mises’in aşağıda yer verilen “bürokrasi”ye ilişkin genellemeleri, bürokrasinin kaba ve tek yönlü yorumları olarak okunabilir (Mises, 2010: 19, 21): “Bürokrasi ve bürokrat tabirleri hakaret kastıyla kullanılır. Hiç kimse kendisinin bir bürokrat olduğunu ve işlerinde kırtasiyeci zihniyetiyle hareket ettiğini kabul etmez. Bu kelimeler, daima bir tezyif manası taşırlar. Şahıslar, müesseseler ve muameleler hakkında hakaretle karışık bir tenkit yapmak isteyenler, bürokrat ve bürokrasi kelimelerini kullanırlar. Herkes bürokrasinin hakikaten fena bir şey olduğu ve dünya yüzünden kaldırılması lazım geldiği kanaatindedir. Bürokrasinin bir kusur olduğunda herkes birleşmektedir. Fakat kimse bürokrasinin tam ve açık bir tarifini yapmak teşebbüsüne girmemiştir.”
Fakat bu düşüncenin arkasında yatan liberal cereyanın etkisini göz ardı etmemek lazım gelir. Çünkü bürokrasi esasen iktisadi hayata, hür teşebbüse, özel mülkiyete bir müdahale aracı olarak görülür, dolayısıyla daha çok devletin ekonomik işlevlerine ilişkin olarak ele alınır, devlet müdahaleciliği “bürokrasi” olarak değerlendirilir. Bu yönüyle, bürokrasi, liberalizmin, demokrasinin, serbest piyasa nizamının, ferdi özgürlüğün düşmanı olarak görülür.
Zaten, Mises’in (2010: 22-23) kendisi de “bürokrasi”yi Marxizmin ve sosyalizmin bir zorunlu sonucu olarak görür. Ona göre “bürokrasi” “hastalığın hakiki amili” değil, “zahiri belirtisi”dir. Dolayısıyla asıl mücadele edilmesi gereken “illet” bürokrasi” değil hastalığın hakiki amili olan “totaliterlik temayülleri”dir. Buna göre, suçlu bürokrasi ve bürokratın kendisi değil, hususi mülkiyete (kapitalizm ve serbest piyasa nizamı) karşı, istihsal vasıtaları üzerinde mutlak devlet kontrolü öngören (sosyalizm, komünizm, planlı ekonomi) rejiminin (Mises: 2010, 27-28) kendisi veya bu siyasi rejimleri savunanlardır.
Mises (2010: 20) liberaller ve sosyalistlerin “bürokrasi”ye ilişkin tartışmalarını da şöyle resmeder: “Bürokrasiyi tenkit edenler, ‘sol tarafa temayül gösterenleri’ kırtasiyeciliğin yayılmasına sebebiyet vermekten mesul tutmaktadırlar. Halbuki, ‘solcu cereyanlar’ bürokrasiyi katiyen müdafaa etmezler. Bilakis, bürokrasiyi mahkum etmek hususunda, solcular ‘mürteci’ dedikleri kimselerle birleşmekte tereddüt göstermezler. Onlar, hedef tuttukları ‘utopie’yi gerçekleştirmek için, bürokrasi usullerine ihtiyaçları olmadığını ileri sürerler. ‘Solculara’ göre bürokrasi, kendilerini mahva sürükleyen cereyana karşı koymak üzere kapitalistlerin başvurdukları tesirsiz bir vasıtadır. Sosyaliz mukadder nihai zaferi, yalnız kapitalizmi değil, bürokrasiyi’ de yer yüzünden silecektir. İstikbalin mesut dünyasında ve topyekun plancılığın mukaddes cennetinde bürokrasiden eser kalmayacaktır. Halk adamı hükümran olacak ve kendi işlerini bizzat görecektir. Bürokrasiyi sosyalizm’in insanlığa vadettiği istikbalin ilk alameti saymak hatasına düşenler, dar kafalı burjuvalardır.”
Mises’in (2010: 34) yaklaşımında “bürokrasi” modern devlete özgü çağdaş bir yönetim aracı değildir. Çünkü ona göre, “Mısır Firavunları, Çin İmparatorları, büyük müstebitler, muazzam birer bürokrasi cihazı kurmuşlardır.” Mises’e (2010: 34) göre, ortaçağ feodalitesi “bürokratlardan ve bürokrasiden azade bir teşkilat kurmak istikametinde yapılmış bir teşebbüs”tür, ancak, bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlanmış ve neticede “modern devlet, feodalitenin harabeleri üzerinde kurulmuştur. Bürokratların nüfuz ve iktidarı; derebeylerinin ve prenslerin hükümranlığı yerine kaim olmuştur.
Mises, “bürokrasi”yi ve “bürokratları” başlı başına bir iktidar gücü ve karar verme makamı olarak görmez. Çünkü “bürokrasi, devlet tasavvurlarını tatbik mevkiine koyan bir vasıtadır.” Asıl olan devlet “sistem”idir, rejimdir. Mises, bürolardan ve bürokrasiden tamamıyla vazgeçilemeyeceğini kabul eder, çünkü bazı dairelerin mevcudiyeti hakikaten zaruridir. Mülkiye teşkilatı olmaksızın bir memlekette içtimai ahenk temini mümkün değildir. Şikayet edilen husus, devlet dairelerinin mevcudiyeti değil, bütün medeni ve iktisadi faaliyet sahalarına devletin müdahale edilmesidir (Mises, 2010: 70). Bürokrasinin ve bürokratların “vasıta” niteliği Mises’in (2010: 110-111) şu satırlarında da ifadesini bulur: “Resmi makamlar ve bürokratlar, devlet demek değildir. Onlar, kanunları yürütmek maksadı ile kullanılan vasıtalardır. … Resmi makam sahiplerinin vazifesi, halka hizmet etmektir.”
Görüldüğü gibi liberal devlet teorisinde bürokrasiye, bütünüyle araçsal ve itaatkar bir görev verilmiştir. Bunun sebebi, kısmen ekonomik, kısmen de siyasaldır. Ekonomik yönden bürokrasi, kapitalizmin zıddı olarak görülür. Çünkü bürokrasi, devletin özel girişime müdahale etmesi ya da özel girişimin yerine devlet teşebbüsünün ikame edilmesi anlamına gelir ki, bu da ekonomik özgürlüklerin kısıtlanması sonucunu doğurur. Bu nedenle devlet özel sektöre ve girişimi müdahale etmemelidir. Liberal bakış açısına göre bürokrasi, kapitalizme engel olduğu kadar, demokrasi için de tehlikelidir. Çünkü siyasal olarak bürokrasi, memurlar tarafından yönetimdir ve seçilmiş temsilcileri vasıtasıyla halkın yönetimi demek olan demokrasinin karşısında yer alır (Eryılmaz, 2013: 51).
Son olarak belirtelim ki, Mises’in demokratik bir rejimdeki bürokrasiye ilişkin tanımı Weber’in etkisindedir. Mises (2010: 70-71), “bürokrasi”yi, “idare teşkilat ve tekniğinin prensiplerinden biri” olarak kabul eder. Bu anlamda, bürokrasi, “işlerin yüksek makamlar tarafından teferruatı ile tespit edilen kaide ve nizamlara göre yürütülmesidir. Bürokratın vazifesi, kaide ve nizamların emrettiği şeyleri yapmaktır. Bürokratın kendi kanaatine göre hareket edebilmek imkanı son derece daraltılmıştır.”
Bürokrasi kavramının ilk defa Fransa’da ortaya çıktığı genel kabul görmektedir. Bürokrasi, yönetsel, siyasal ve sosyal yönleri olan geniş bir kavramdır. Bürokrasinin farklı anlamları, devletin, toplumun ve kamu-özel örgütlerin geçirdiği aşamaları ifade ettiği kadar, onların yapılarını ve performansını, işleyişini ve örgütsel hayatın değişik yönlerini de anlatmaktadır (Eryılmaz, 2013: 19). Bürokrasiyi, devlet, siyasal iktidar, otorite, sınıf çatışmaları, üretim ilişkileri ve diğer ekonomi-politik konulardan tamamen ayrı düşünmek olası değildir. Bu yaklaşım, bürokrasiyi tüm veçheleriyle ortaya koymadığı gibi, yanıltıcı sonuçlara varılmasına da neden olur.
Modern/burjuva iktidarı, iktidarın yasallığı ve bireylerin yasalar karşısında eşitliği esasına dayanan ve iki boyutuyla da nesnelleşmiş bir özgürlük ve rasyonalite arayışı üzerinde temellenmiştir. Bu iktidar biçimi bir “kurallar bütünü” olarak (Dikmen, 2015: 56-57) içinde doğduğu üretim biçimine ve hukuk sistemine dayanır.
Dikmen’e (2015: 69) göre, modern iktidar bürokratik egemenlik aracılığıyla kurulmaktadır. “Bürokratik egemenlik” veya bürokrasi, iktidarın kurulması ve işletilmesi bakımından bir anlamda modern piyasa ekonomisindeki soyutlama ve değişim aracı olan “para”nın işlevini görür.
Modern devletlerin yeni egemenlik aracı olan “bürokrasi”yi bir sistem ve yönetim mekanizması olarak kapsamlı ve özgün bir şekilde inceleyen ve ideal bir tipoloji bağlamında mahiyetini, özelliklerini ve işlevlerini açıkça ortaya koyan kişinin, ismi neredeyse “bürokrasi” ile anımsanan Max Weber olduğu herkesçe kabul edilmektedir. Weber bürokrasiye ilişkin modern yönetsel örgütlenme ilkelerini ortaya koymuştur (Dikmen, 2015: 91). Poulantzas da, Weber’in bürokrasiye ilişkin analizlerini eleştirmekle birlikte, onu bürokrasi sorununu kesinlikle en iyi aydınlatmış biri olarak görür (Poulantzas: 2014: 381).
Weber’in “Sosyoloji Yazıları” adlı yapıtı “bürokrasi”ye ilişkin önemli analizler içerir. Weber, “Meslek Olarak Siyaset” konulu bir konferansında “devlet nedir? sorusunu şu şekilde yanıtlar (2008: 140): “Sosyolojik olarak devlet, erekleri açısından tanımlanamaz. Modern devlet, bütün siyasal birlikler gibi, sosyolojik olarak ancak kendine özgü somut araçları açısından tanımlanabilir. O da fiziksel güç ve şiddet kullanımıdır.”
Weber’in, devletin erekleri açısından tanımlanamayacağına ilişkin görüşü, hemen hemen bütün işlevlerin bir siyasal topluluk veya siyasal topluluklar olarak adlandırılan birlikler tarafından ele alınmış olmasına dayanıyordu. Weber, elbette şiddetin devletin olağan ya da tek aracı olmadığını kabul ediyordu, hatta zaten kimsenin bunu söylemediğine vurgu yapıyordu. Fakat ona göre artık “devlet ve şiddet ilişkisi özellikle yakın bir ilişki haline gelmişti ve şu hususu kabul etmek zorundaydık. “Devlet, belli bir arazi içinde, fiziksel şiddetin meşru kullanımını tekelini (başarıyla) bulunduran insan topluluğudur.”
Weber’e (2008: 141) göre “siyaset”in anlamı, “devletler arasında ya da devlet içindeki gruplar arasında gücü paylaşmaya ya da gücün dağılımını etkilemeye çalışmak olarak belirlenmektedir.” Çağdaş siyaset kurumlarının da esasını oluşturan bu ilke Marksist kuramda devletin sınıfsal niteliğine ve işlevlerine yönelik olarak eleştiri konusu olan bir husustur. Siyaset yoluyla gücü/devleti/bürokrasiyi eline geçiren, bu gücü kullanma yetkisini de almış olmaktadır.
Weber (2008: 141) “siyasal” bir sorunun çözümünde, “politik” bir karar verildiğinde, bu süreçte yer alan resmi görevlilerin ya da politik kişilerin etkinlik alanlarının belirlenmesinde nihai olarak son sözün, gücün dağılımı, korunması ya da el değiştirmesine ilişkin çıkarların söylediğini reddetmez. Ona göre, etkin olarak siyasete giren kişi, iktidarı ya başka amaçlara (idealist veya bencil) hizmet edecek bir araç olarak ya da “iktidar için iktidar” diye, yani iktidarın verdiği önemlilik duygusunu tatmak için, ister. Siyasi iktidarın güce dayanan yöneten-yönetilen ilişkisi devlet aracılığıyla sağlanır. Tarihte kendinden önce gelen siyasal kurumlar gibi, devlet de insanın insana egemenliği ilişkisidir –meşru (yani meşru sayılan) şiddet araçlarıyla desteklenen bir ilişki. Devlet var olacaksa, egemenlik altındakilerin, egemen güçlerin sahip olduklarını iddia ettikleri otoriteye itaat etmeleri gerekir (Weber, 2008: 141)
İnsanların devlete veya egemenlere itaatin arkasında yatan içsel gerekçeleri ve dışsal araçları açıklayan ve temel olarak egemenliğin üç içsel gerekçesini, dolayısıyla temel meşrulaştırmasını (geleneksel otorite, karizmatik otorite, yasalara dayanan/rasyonel otorite) belirten Weber’e (2008: 142) göre, yasalarca konulmuş ödevlerin yerine getirilmesinde itaat esastır. Bu, çağdaş “devlet memuru”nun ve bu bakımdan ona benzeyen tüm siyasal güç sahiplerinin sahip olduğu egemenliktir. Weber’e göre, çağdaş devlete-modern devlete uygun anlayış yasal-ussal otorite biçimidir (Poggi, 2014a: 123). Weber’e (2008: 350) göre, “bürokrasi, “rasyonel” bir özelliğe sahiptir; varlığına kurallar, araçlar, amaçlar, gerçekçilik egemendir. Bu nedenle, doğuşu ve yayılışı her yerde “devrimsel” sonuçlar yaratmıştır. Bu rasyonalizmin gelişmesinin genelde yarattığı sonuçların aynısıdır. Bürokrasinin gelişmesi, rasyonel olmayan egemenlik yapılarını yıkmıştır.
Weber “bürokratik devlet düzeni”ne özel bir önemi verir ve bu düzenin en rasyonel gelişme aşamasında, çağdaş devletin ta kendisini temsil ettiğini öne sürür. Weber’e göre bürokratik rasyonalite çağdaştır ve kendisinden önceki akıl sistemlerine göre bu nedenle üstündür (Dikmen, 2015: 67). Weber, çağdaş devletin oluşumu/gelişim süreci ile kapitalist üretimin ortaya çıkışı (kapitalist işletmenin bağımsız üreticileri zamanla ortadan kaldırarak) arasında tam bir koşutluk görür. Çağdaş devlet, egemenliği örgütleyen zorunlu bir birliktir. Belli bir arazi içindeki egemenliğin aracı olarak fiziksel gücün meşru kullanımını tekeline alma arayışında başarılı olmuştur. Devlet örgütlenmenin maddi araçlarını bu amaçla önderlerinin elinde toplamı ve bu araçları daha önce kendi mülkleri olarak denetleyen tüm özerk yetkililerin elinden almıştır. Devlet onların yerini almıştır; bugün hepsinin üstünde bulunmaktadır. Çağdaş devlet, tüm siyasal örgütlenme araçlarını denetler; bunların hepsi tek bir başın emrinde toplanır. Çağdaş “devlet”te yönetici kadronun, yönetim görevlilerinin ve işçilerin yönetsel örgütlenme araçlarından “kopuşu” tamamlanmıştır (2008: 146-147).
Çağdaş devletin oluşum sürecini dünyanın tüm ülkelerinde farklı başarı dereceleriyle gerçekleşen bir tür “el koyma süreci” (2008: 146-147) olarak tanımlayan Weber’e göre işbölümü esasına dayanan uzman bürokrasi Avrupa’da yarım yüzyıllık tedrici bir gelişme süreci içinde ortaya çıkmıştır (Weber, 2008: 155).
Siyasetin, iktidar mücadelesi ve bu mücadelenin çağdaş parti yaşamında gerektirdiği yöntemler konusunda eğitimi şart koşan bir örgüte dönüşmesi, kamu görevlilerinin iki kategoriye ayrılması sonucunu doğurmuştur. Katı biçimde olmasa da ayrışma bir yanda “yönetsel” görevliler, öbür yanda “siyasal” görevliler şeklinde gerçekleşmiştir (Weber, 2008: 159).
Kapitalizm-öncesi dönemde bürokratik örgütlenme biçimlerine rastlanmaktaysa da, bürokrasi, yaygınlık ve etkinliğinin doruğuna kapitalizmle birlikte ulaşmıştır. Weber’e göre, kapitalizmle bürokrasi arasında, tek yönlü bir sebep-sonuç ilişkisi değil, karşılıklı etkileşmeyi içiren bir nedensellik bağı bulunmaktadır (Fişek, 2012: 109). “Kapitalist devlet, kapitalizm-öncesi devletlerin tersine, meşru fizik şiddetin tekelini elinde tutmaktadır. Örgütlenmiş gücün yoğunlaştığı bu devletin meşruiyetinin yasada temelleyen “akılcı-yasal” meşruiyet olduğunu göstererek bu noktayı ortaya koymuş olmanın başarısı Max Weber’e aittir” (Poulantzas 2004: 88).
Gerçekten de, bir bürokrat sınıfının oluşması, memurluğun kurumsallaşması, her ülkedeki karmaşık ve kesintili bir sürecin ürünüdür. Toplumsal gruplar ve düşünce akımları bu sürece dahil olmuşlardır. Bu kurumlaşma, özellikle 19. yüzyılda devletin örgütlenmesinin ve eyleminin dönüşümüne katkıda bulunan ekonomik ve toplumsal değişimlerin tarihinin bir parçasıdır. Bu kurumsallaşmanın özellikleri, her sivil toplumun, kendi demokrasi anlayışı sayesinde devletle sürdürdüğü ilişkiyi tasarlayış tarzının ifadesidir (Dreyfus, 2014: 20-21).
Weberci yaklaşımda, toplumun kapitalistleşerek “ussallaşması” ile bürokratikleşmesi birbirine paralel süreçler olarak konumlandırılır. Nitekim, Weber, kapitalizmi, evrensel ve önlenemez olarak nitelendirdiği ussallaşma bakımından değerlendirmiştir. Bürokrasi tarihsel olarak, kapitalizm ve ulus-devlet yapılanmasıyla birlikte ortaya çıkan bir toplumsal gerçekliktir. Dolayısıyla ve salt bundan dolayı bir kapitalist kurumdur. Kimi ülkelerde kapitalizmin ortaya çıkışını kolaylaştırmış ve o bağlamda biçimlendirmiş, kimi ülkelerde ise, kapitalizmin gelişmesine yardımcı olmuş ve yine kendi bağlamında bir kapitalist kurum niteliğini kazanmıştır (Akbulut, 2009: 152, 155).
Weber’e (2008: 324-331) göre bürokrasinin temeli ve ortaya çıkış nedenini oluşturan sosyal ve ekonomik ön koşulların esası para ekonomisinin gelişmesi ve memurların hizmetlerinin karşılığının parasal olarak verilebilir hale gelmesidir. Belli bir ölçüde gelişmiş para ekonomisi, saf bürokratik yönetimin, kurulmasının değilse bile sürekli ve kalıcı varlığının normal ön koşuludur. Diğer taraftan, para ekonomisinin tam gelişmişliği, bürokratizasyonun vazgeçilmez bir ön koşulu olmakla birlikte, bürokrasiyi kalıcı bir yapı olarak besleyecek sabit bir gelir kesinlikle şarttır. Böyle bir gelir için de belli gelir kaynakları ve istikrarlı bir vergilendirme sistemi gereklidir. Ancak, böyle bir vergi sistemi için de tam gelişmiş bir para ekonomisinin varlığı gerekir.
Weber’e (2008: 332) göre, bürokratik örgütlenmenin –tam gelişmiş bürokratik mekanizmanın- üstlüğü uzmanlaşmaya dayalı “teknik üstünlükler”inden kaynaklanır. Tam gelişmiş bürokratik mekanizma, bir başka deyişle tam bürokratikleşmiş bir yönetimde “doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, gizlilik, birlik, tam bağımlılık, sürtüşmenin ve maddi ve kişisel maliyetlerin azaltılması” optimum noktaya gelir.
Bürokrasinin bu niteliği piyasayı da etkiler. Öyle ki, yukarıda belirtilen teknik üstünlükleri haiz bürokratik mekanizmayı piyasa da talep eder. Bu bağlamda, Weber (2008: 332) devlet ve bürokrasinin sunduğu hizmetler ile piyasa arasında bir ilişki kurar ve şu saptamayı yapar: “Bugün resmi yönetim işlerinin hatasız, net, sürekli ve olabildiğince hızlı görülmesini talep edenlerin başında kapitalist piyasa ekonomisi gelmektedir.” Bu suretle, Weber’in analizinde kamu yönetimi, bürokrasi, resmi görevliler, bir nevi piyasaya ya da kapitalist ekonomiye hizmet sunan yapı ve aktörler olarak konumlandırılmış olmaktadır. Diğer yandan, “devlet aygıtının ekonomi için öneminin” farkında olan Weber (2008: 155) bu önemin özellikle sosyalizasyonun artmasıyla, her geçen gün yükselmekte olduğuna işaret etmekte ve bunun daha da artacağını öngörüyordu.
Öte yandan, uzmanlık bilgisi ve becerisi bu kadar yüceltilen bürokrasi yalnız bir kesime karşı geride kalır. Weber’e göre bürokrasinin uzman bilgisinden üstün olan tek şey, “iş hayatı”ndaki özel ekonomik çıkar gruplarının uzman bilgisidir. Dolayısıyla, devletin kapitalizm konusunda aldığı önlemler sık sık öngörülemeyen ve amaçlanamayan bir seyir izler ya da çıkar gruplarının daha yüksek uzmanlık bilgisi tarafından boşa çıkartılır (Weber, 2008: 343). Bu saptama dolaylı olarak Weber’in devleti ve bürokrasiyi kapitalist sınıfın doğrudan bir hizmetkarı ve o sınıfın bir aracı olarak görmediğini teyit eder. Devletin, kapitalizm konusunda aldığı önlemlerin belli nedenlerle ve çeşitli araçlarla devre dışı bırakılması devleti yönetenler ile kapitalist sınıf arasında bir karşıtlık ilişkisinin varlığını gerektirir.
Weber’e (2008: 334) göre bürokrasi “rasyonel bir yasal sistemin uygulanmasının temelini atan” bir yapılanmadır. Bürokrasi bunu nasıl yapar? Yönetsel süreçlerin uzmanlaşmaya dayalı olarak ve nesnel biçimde yürütülmesi, yani bürokrasinin “kişisellikten arınmışlık” parolasına yaslanması ve “hesaplanabilir kurallar” buna imkan verir. Bürokrasi ile kapitalizm arasındaki bağ ve uyum Weber de (2008: 334) şu şekilde ifadesini bulur: “Bürokrasinin kapitalizme çok uygun gelen özgül niteliği, bürokrasi ne denli “insanlıktan uzaklaşırsa” o denli kusursuz gelişir; resmi işlerden sevgi, nefret ve tüm hesaplanamaz kişisel, irrasyonel ve duygusal öğeleri ne denli ayıklanırsa, bürokrasi asıl niteliğine o denli yaklaşır. Bürokrasinin bu özgül niteliği, onun özel erdemi olarak kabul edilir.”
Bürokrasi, “toplu eylem”i rasyonel düzenlilik kazanmış “toplumsal eylem”e dönüştürmenin başlıca aracıdır. Bu nedenle, güç ilişkilerini “toplumsallaştırmaya” yarayan bir araç olarak bürokrasi, bu aygıtı denetleyenler için birinci derecede önemli bir iktidar aracı olagelmiştir. Yönetimin bürokratizasyonun tamamlandığı yerlerde, neredeyse hiç sarsılmayacak bir iktidar ilişkisi biçimi kurulmuş demektir. (Weber, 2008: 335-336) Bu suretle, Weber, bürokrasinin rasyonel ve teknik boyutuna vurgu yapmakla birlikte, bürokrasinin iktidar aracı olma işlevini de göz ardı etmez.
Weber, çağdaş devletin her yerde bürokratikleştiği gerçeğini açıkça vurgular. Fakat, bürokrasinin siyasal toplum içindeki gücünün de her yerde artıp artmadığı sorusunu da açık bırakır. Weber’e göre, bürokratik organizasyonun onu denetleyenlerin aracı olduğu olgusu, bürokrasinin belli bir toplumsal yapı içinde elde edebileceği ağırlığı belirlemez. Bürokrasinin sayıca genişlemesi ve bürokrasinin vazgeçilmezliği de ona doğrudan iktidar ve güç vermez. Bununla birlikte, tam gelişmiş bir bürokrasinin gücü olağan koşullarda hep çok yüksek olmuştur. Bürokrasinin gücü, eğitiminden, uzmanlık bilgisinden, haiz olduğu gizli bilgilerden, “resmi sır” buluşundan, kendi arasındaki dayanışmasından ve siyasi makamların niteliğinden –bilgi eksikliği vs.- kaynaklanır (Weber, 2008: 338-340).
Weber (2008: 313-316) çağdaş bürokrasinin somut işleyiş biçimine hakim olan ilke ve kuralları (yasal veya idari düzenlemelerle çerçevesi belirlenmiş görev ve yetkiler, görev ve yetkilere dayalı olarak belirlenmiş hiyerarşik ast-üst ilişkisi, yönetimin yazılı belgelere –dosyalara- dayalı olması, uzmanlık eğitimi, öğrenilebilir genel kurallar, vs.) saptamıştır Weber’yen çağdaş bürokratik yapı, memuriyet eğitim, sınav ve belli görev şartlarını sağlayanlarca yürütülebilen bir meslektir ve memuriyet mesleği bu görevi yürütenlere sosyal itibar ve statü sağlar (Weber, 2008: 316-324).
Bürokrasinin bu niteliği onu zamanla kaçınılmaz ve kaldırılamaz bir hüviyete kavuşturur. Bürokrasi, bir kez tam kurulduktan sonra artık ortadan kaldırılması en zor olan sosyal yapılardandır. Bürokratik otorite aygıtını belli bir noktadan sonra yönetilenler de kaldıramaz. Bu bürokrasinin muayyen işlevleri ve niteliğinden kaynaklanır. Weber’e göre kitlelerin maddi geleceği giderek özel kapitalizmin daha da bürokratikleşen organizasyonunun doğru ve istikrarlı işleyişine bağlı hale gelmektedir. Bu organizasyonu ortadan kaldırma düşüncesi her geçen gün daha da ütopikleşmektedir (Weber, 2008: 336).
Ancak bürokrasinin doğurduğu bir paradoks demokrasi ile olan ilişkisinde ortaya çıkar. Yapısal özellikleri ve teknik üstünlüğüyle toplum yönünden vazgeçilmez ve kalıcı duruma gelen bürokrasi zamanla çelişik bir akıbetle karşılaşır. Weber’e göre, her işin “en iyi” biçimde görülmesi gereğinin ürünü olan ve dolayısıyla toplum yararını gözeten bürokrasi, yine Weberci düşünce çizgisine göre, kendisini “en iyi” kılan özelliklerinin etkisiyle giderek demokrasiden uzaklaşma eğilimindedir. Bu da, bürokrasi ile demokrasi ilişkisi bağlamında, bu ilişkinin giderek çelişkiye dönüşmesi eğiliminin ağırlık kazanmasını (Fişek, 2012: 111) ifade eder.
Weber’in bürokratik mekanizmasında profesyonel bürokrat-memur “birçok durumda, kendisine temelde değişmez bir rota çizmiş olan ve sürekli devinim içinde bulunan bir mekanizmanın içinde basit bir dişliden ibarettir. Memura uzmanlaşmış görevler verilmiştir; mekanizma normal olarak memur tarafından harekete geçirilmez ya da durdurulmaz; bu ancak yukarıdan emirle olur. Bürokrat birey, mekanizmayla bütünleşmiş tüm görevliler topluluğuna böylece perçinleşmiştir. Hepsinin ortak çıkarı, mekanizmanın işlevlerini görmesini ve toplumsal otoritenin kullanılmasını sağlamaktır.” (Weber, 2008: 336).
Çağdaş bürokrasi, dürüstlük adına yüksek bir statü onuru duygusu geliştirmiştir (Weber, 2008: 155). Gerçek memurun asıl işi politikaya karışmasına engeldir. Memurun birinci görevi, kendisini “yansız yönetim”e vermektir. Bu hiç değilse resmen, “siyasal” yönetici denilen görevliler için de geçerlidir. Devlet çıkarları, yani egemen düzenin yaşamsal çıkarları söz konusu olmadıkça, görevini sine ira et studio (“küçümsemesiz ve önyargısız”) yürütecektir. Dolayısıyla, politikacının –lider olsun, izleyici olsun- her an yapması gereken şeyden, yani mücadeleden kaçınacaktır (Weber, 2008: 165). Weber’e (2008: 166) göre devlet memurunun onuru, üst yetkililerinin emirlerini titizlikle, kendi inançlarına tam uyuyormuşçasına uygulama yeteneğine bağlıdır. Emir memura yanlış görünse ve uyarısına karşı üstü emirde ısrar etse de bu böyledir. Weber (2008: 166) emre itaat konusundaki disiplinsizliği bütün aygıtı (devleti/bürokrasiyi) paramparça edecek bir durum olarak kabul eder.
Bürokrasiyi niteleyen özellik profesyonelleşme ve siyasal yansızlık olsa da, bu özellikler aynı zamanda bürokrasinin yalnızca iktidarı ellerinde tutanlar karşısında değil, aynı zamanda kurum olarak da özerkleşmesini gerektirir. Sosyolojik olarak ve –birçok açıdan- profesyonel olarak heterojen bir kütle olan bürokrasi, yine de kendine özgü davranış pratik ve kuralları ile bir kültür ve eylemin meşrulaşmasına katkıda bulunan kendine özgü değerler –ki bunlar ülkeden ülkeye farklılık taşır- yaratmıştır. Max Weber’in vurguladığı gibi bürokrasi, kendi uzmanlık bilgisinin sağladığı “devasa güç konumu”nun ötesinde, “idari bilgi yoluyla kendi gücünü daha da artırma eğilimindedir (Dreyfus, 2014: 201-21).
Weber’in siyasal iktidar, bürokratik örgütlenmenin yapısı, işleyişi ve bürokratların (devlet memurlarının) konumuna ilişkin analizi değerlendirildiğinde şu hususlar vurgulanabilir.
Weberci bürokrasi kuramında bürokrasi, toplumdaki siyasal egemenlik/iktidar/otorite yapısıyla bağlantılıdır (Fişek, 2012: 107-108). Yani, toplumda egemenliğin kuruluş ve kullanım biçimi yönetimin de niteliğini ve biçimini de belirlemektedir. Bu bağlamda, yasal-ussal egemenlik/otoritenin sonucu olan bürokrasi, hiyerarşinin en üst noktasında toplayarak kesin işleyiş kurallarına bağlayan (Fişek, 2012: 109) bir yönetim ve örgütlenme mekanizmasıdır.
Bürokrasi” olgusunu toplum-içi güç ilişkilerinden ve toplumun genel siyasal yapısından çıkarak açıkladığı için Marxçı yaklaşımla yöntemde benzeşen, ama gerek sorunu yerleştirdiği genel düşünsel çerçeve, gerekse sorunlara getirdiği çözümler açısından onunla temelde ayrılan Weberci bürokrasi görüşü, son tahlilde, çağdaş devletin siyasal rejimi ne olursa olsun, hangi siyasal ve toplumsal değişmelere uğrarsa uğrasın, bürokrasinin toplum ve devlet hayatında gitmemecesine kök saldığı varsayımına dayanmaktadır. (Fişek: 2012, 107).
Weberci bürokrasi kuramında, “bürokrasi” olgusu, olanı değil, olması gerekeni yansıtan “ideal” bir yapı görünümdedir. Weber bu “ideal” yapının içsel özelliklerini (yani kuruluş ve işleyiş ilkeleri) belirlemiştir (Fişek, 2012: 109). Weber’in bir soyutlama olarak kavramsallaştırdığı “bürokrasi” kamu görevinin teorik bir modelidir ve ne devletin rolü ya da işlevleri ne de gerçek idari uygulamaları içermez (Dreyfus, 2014: 18). Weber’in, nesnelleşmiş iktidar ve uzmanlık esasına dayalı teknik bir örgütlenme biçimi olarak gördüğü bürokrasi, her türlü kişisel etkiden uzak, herkese aynı mesafede bir üst soyutlama düzeyidir (Dikmen, 2015: 58).
Weberyen rasyonalitenin örgütleyici öznesi ve mekanizması “bürokrasi”dir. Weberyen bürokrasi aynı zamanda hiyerarşiktir; görev hiyerarşisi ve kademeli yetki düzeylerine ilişkin ilkelere göre, küçük görevlilerin yüksek görevlilerce denetlenmesini sağlayan, iyice belirlenmiş bir ast-üst ilişkisi vardır (Dikmen, 2015: 68). Dikmen’e (2015: 45) göre, Weberyen anlamda bürokratik devlet örgütlenmesi de idarenin yasallığı ilkesinin sonucu olarak rasyonel bir zemine dayanır ve bu otorite kişiye değil, yasal süreçlere ve hiyerarşik örgütlenmeye dayanır. Modern kapitalist iş örgütlenmesinin, benzer şekilde bürokratik devlet örgütlenmesinin doğası/özü işbölümü, uzmanlaşma ve hiyerarşiye dayanır. Bu örgütlenme biçiminde iktidar, normlara bağlı, soyut ve içsel bir otorite nitelik kazanmıştır, dolayısıyla öznesini (insan) yitirmiştir (Dikmen, 2015: 51-55). Weber’in bürokrasi anlayışında, özgürlük ancak bürokratik rasyonalitenin yasal/ussal kuralları altında eşitlenerek söz konusu olabilir. Bunun dışında ve kendiliğinden bir özgürleşme söz konusu değildir. (Dikmen, 2015: 67).
Weberyen bürokrasinin temel özelliği Mouzelis’in deyimiyle; “Tüm örgütsel yapı ve süreci teknik bilgi temeline dayalı ve azami verimliliğin sağlanması amacına dönük bir biçimde düzenlemeye çalışan ussal kuralların oluşturduğu bir denetim sistemi… Bürokratik yönetim, esas itibariyle, denetimin bilgi temeline dayanılarak uygulanmasıdır. Onu ussal kılan da esasen budur.” (Fişek, 2012: 107) şeklinde ifade edilebilir.
Marksist devlet-bürokrasi kuramı orijin itibariyle Marx ve Engels’in çeşitli eserlerinde yer alan konuya ilişkin yazılarına dayanır. Poulantzas (2013d: 455-456; 2014: 52) ve Miliband’ın (1989: 7) da belirttiği gibi, Marxs ve Engels’in genel bir devlet teorisinden (dolayısıyla da bürokrasi kuramından) bahsedilemez. Eserlerinde genel bir devlet teorisinin temelleri, kapitalist devletle ilgili bazı ana hatlar bulunsa da, çözüme kavuşturulmuş bir teori, hele kapitalist bir devlet teorisinden söz edilemez.
Poulantzas’a göre (2004: 21), Marksizmin klasiklerinde elbette genel bir devlet kuramı bulamayız, bunun nedeni sadece onların şu ya da bu nedenlerle, böylesi bir kuramı tastamam geliştirmemiş, ya da geliştirmeyi bilememiş olmaları değildir, genel bir devlet kuramının mümkün olmamasıdır. Doktrinde, Marx’ın ve Engels’in bütüncül bir devlet/bürokrasi kuramı olmadığı kabul edilmektedir. Lenin ve ardılları Marx ve Engels’in devlet ve bürokrasiye ilişkin analiz ve değerlendirmelerinden yola çıkarak bir kuram oluşturmaya çalışmışlardır.
Marx’ın devlet anlayışı Marxist teoriden bağımsız değildir. Ekonomik ilişkilerin belirleyici olduğu bu sistemde devlet ve devlet iktidarı da ekonomik yapı tarafından belirlenir. Devlet, egemen sınıfın bir yönetim, tahakküm ve sömürü aracı olarak kabul edilir. Kapitalist düzenin yıkılmasıyla da son bulacağı öngörülür ve devletsiz bir toplum tasavvur edilir.
Marx, devlet ile sivil toplum arasındaki ilişkileri ve Hegel’in hukuk felsefesi ve Hegel’ci devlet felsefesine yönelik görüş ve eleştirilerine 1843 yılında kaleme aldığı Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde (Marx, 2009) yer vermiştir. Bu eserde Marx’ın devlet ve bürokrasiye ilişkin çözümlemeleri görülür. Diğer yandan, Marx ve Engels birçok yapıtında gerek ayrıntılı açıklamalar gerek kısa değinme veya atıflarla bu konularda çeşitli görüş ve analizlere yer vermişlerdir. Marxist devlet öğretisi, Lenin tarafından da Devlet ve İhtilal adlı (Lenin, 1976) kitapta ele alınmış, Marx ve Engels’in devlet üzerindeki görüşleri ortaya konulmak suretiyle komünist topluma geçiş sürecinde devletin akıbeti tartışılmıştır.
Marx’ın devlet çözümlemesi ekonomik politik analize dayanır. Devletin oluşumu ve niteliği ekonomik yapıdan ve özellikle üretim ilişkilerinden ve sonuçlarından bağımsız değildir. Belirleyici olan üretim ilişkileridir. Marx Kapital’de; üretim araçları sahipleriyle dolaysız üreticiler (emekçiler) arasındaki doğrudan ilişkinin, bütün toplumsal yapının ve dolayısıyla egemenlik ve bağımlılık ilişkilerinin politik yapısının en derin sırrını, en gizli temelini, sözün özü, devletin özgül biçimini açığa vurduğu ifade ediyordu (Marx ve Engels, 2013: 9).[1]
Marx, Alman İdeolojisi adlı eserinde devletin kökenini ve devlet-toplum ilişkilerini şöyle belirler: “Bireylerin, asla kendi iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamları, birbirlerini karşılıklı olarak etkileyen üretim biçimleri ve alış-veriş biçimleri, devletin gerçek temelidir ve bireylerin iradesinden tüm bağımsız olarak, iş bölümü ile özel mülkiyet gerekliliğini sürdürdükçe, her basamakta da böyle kalır. Bu fiili ilişkiler asla devlet iktidarınca yaratılmış değildir. Tersine, devlet iktidarını yaratan, bu ilişkilerdir. Ve işte bu ilişkiler çerçevesinde topluma egemen olan bireyler, iktidarlarını devlet kılığında billurlaştırmak zorundadır. Fakat onlar, ayrıca, bu belirli ilişkilerce şartlandırılıp belirlenmiş iradelerini de, devlet iradesi diye, yasa olarak, genel bir biçimde açığa vurmalıdırlar. (Marx ve Engels, 2013: 30). Bu noktada, devlet ve hukuk egemenlerin iktidarlarını perdeleyen, gizleyen bir araç konumunda kalır.
Marx, aynı eserinde, politik devletin/toplumun oluşumunu şöyle kurgular (Marx ve Engels, 2013: 83): “Politik devletin kuruluşu ve sivil burjuva toplumunun ilişkileri yasayla düzenlenmiş bağımsız bireylere ayrışması, tek bir aşamada gerçekleştirilmiştir. Feodal çağda insanlar arasındaki ilişki, lonca ayrıcalıkları ise, şimdi artık bağımsız bireyler arasındaki ilişki “hukuk” olmuştur. Siyasal devlet, burjuva yaşamını, eşdeyişle, sivil toplumu kendi öğelerine ayrıştırır. Ama bu öğeleri değiştirmez, eleştirmez. Sözü edilen devrim, sivil burjuva toplumunu yani emeğin gereksinimleri, özel mülkiyet, özel çıkar ve özel hukuk evrenini, varlık nedeni sorulup soruşturulmayacak bir zorunluluk ve böylelikle de kendi özünün doğal kökeni haline getirir.”
Bu noktada, ortak çıkarlar ile özel çıkar ayrımı öne çıkar. Kurulan yeni düzen “bireylerin kendi ortak çıkarlarıyla çatışmadığını sandıkları kendi özel çıkarlarını gözetmeleri yüzünden, “ortak çıkar”, özel bir “genel çıkar” imişçesine, bireylere “yabancı” ve “bağımsız” bir çıkar diye kabul ettirilir. Oysa, aslında, bireyler, demokraside düpedüz bir uyuşmazlık içinde karşı karşıya gelirler. Öte yandan, toplulukla ve bu toplumun hayali çıkarlarıyla gerçekte sürgit çatışan özel çıkarların pratikteki mücadelesi, devlet biçimine bürünmüş olan hayali genel çıkar aracılığıyla pratik yaşama müdahale edilmesini ve pratik yaşamın denetlenmesini kaçınılmaz kılar.” (Marx ve Engels, 2013: 84).
Marx’a göre, “devlet, egemen sınıfın tek tek bireylerin kendi ortak çıkarlarına yürürlük kazandırdıkları ve belirli bir dönemin burjuva toplumunun tümünü özetleyen bir biçim olduğu için, bütün olarak kurumlar devlet aracılığı ile bir politik biçime bürünür. İşte, yasanın gerçek temelinden koparılmış olan serbest bir iradeye dayandığı yolundaki hayalin kökeni de budur. Tıpkı bunun gibi, hukuk da tekrar yasaya indirgenir.” (Marx ve Engels, 2013: 86)
Marx’a göre, hukuki ilişkiler olsun, devlet biçimleri olsun, ne kendi başlarına ne de insan aklının sözde genel evrimi ile açıklanamazlar. İkisinin de kökleri, Hegel’in 18. yüzyıl İngilizlerinin ve Fransızlarının ardından “sivil toplum” deyimiyle özetlediği maddi yaşam koşu “sivil toplum”un içyapısı ise ekonomi politikte aranmalıdır (Marx ve Engels, 2013: 10). Marxizm’de devlet, siyaset ve hukuk bakımından olduğu gibi toplumdaki ekonomik ilişkilerin (üretim biçimi) biçimini alır, sınıflara bölünme, egemenlik ve bağımlılık ilişkileri ve devletin biçimlenmesi hep ekonomik yapı ve ilişkilere göre olur.
Marx, devlet ile mülkiyet ilişkisini de Alman İdeolojisi adlı eserinde şöyle formüle eder: “Modern özel mülkiyete, modern devlet denk düşer. Modern devletse, burjuvazinin hem dışa hem de içe karşı, mülkiyetinin ve çıkarlarının karşılıklı güvencesi uğruna büründüğü bir örgütlenme biçiminden başkaca bir şey değildir.” Bu noktada, mülkiyet ilişkilerindeki adaletsizliğin kaynağını da şöyle açıklar: Burjuvazi, mülkiyet ilişkilerindeki adaletsizliği, politika alanında, kendi devlet gücü eli ile ayakta tutarken, bu adaletsizliği yaratmaz. Gerçekten de, çağdaş iş bölümü, değiş tokuşun çağdaş biçimi, rekabet vb. ile şartlandırılıp belirlenmiş olan mülkiyet ilişkilerindeki adaletsizlik, burjuva sınıfının politik egemenliğinden ileri gelmeyip, tam tersine, burjuva sınıfının politik egemenliği, burjuva iktisatçıları tarafından zorunlu ve ebedi yasalar olarak ilan edilmiş olan bu çağdaş üretim ilişkilerinden kaynaklanır. (Marx ve Engels, 2013: 47).
Bu görüş Engels’in Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni adlı eserinde de benzer bir şekilde ifadesini bulur (Marx ve Engels, 2013: 30): “Bireylerin karşılıklı olarak birbirlerini etkileyen ve salt kendi iradelerine bağlı olmayan maddi yaşamları ve üretim biçimleri, devletin gerçek temelidir. İş bölümünün ve özel mülkiyetin zorunlu olduğu her aşamada, bu maddi yaşam, bireylerin iradesinden tüm bağımsızdır. Bu somut koşullar, devlet gücü tarafından yaratılmış olmayıp, tersine, devlet gücünü yaratan, doğrudan doğruya bu somut koşullardır. İşte bu koşullar altında egemenliklerini sürdüren bireyler, güçlerinin devlet görünümünde ortaya konası olgusundan apayrı yolda, bu belirli koşullarca saptanmış iradelerine devlet idaresi, yani, hukuk olarak genel bir anlatım kazandırmak zorundadırlar. Bu anlatımın içeriği de en açık biçimiyle medeni hukuk ve ceza hukukunda görüldüğü gibi, her zaman bu sınıfın maddi konumu tarafından belirlenir.”
Engels’e göre, devlet, egemen iradeye dayanmaz. Tersine, bireylerin maddi yaşam biçiminden kaynaklanan devlet, aynı zamanda egemen bir iradenin kılığını da taşır. Eğer sözü geçen irade, egemenliğini yitirecek olursa, bu, yalnızca iradenin değiştiği anlamına gelmekle kalmaz. Fakat aynı zamanda, bireylerin maddi varlıklarının ve yaşamlarının da kendi istekleri dışında değiştiği anlamına gelir (Marx ve Engels, 2013: 32).
Engels, devletin kaynağını ve toplumsal gerçekliğini şöyle açıklar: Devlet topluma dıştan dayatılmış bir güç değildir. Hegel’in ileri sürdüğü gibi, “bir ahlaki fikir vakıası” ya da “aklın eseri ve hakikati” de değildir. Devlet, toplumun, artık önüne geçilemez uzlaşmaz karşıtlıklara bölündüğünün, kendi kendisiyle çözümlenemez bir çelişkiye dolandığının açık itirafıdır. Ama bu karşıtlıkların ve çelişik ekonomik çıkarlara sahip sınıfların, kendilerini ve toplumu, verimsiz bir mücadele içinde tüketip bitirmemeleri için, görünüşte toplumun üstünde yer alıp çatışmayı hafifletmesi ve “düzen” sınırları içerisinde tutması zorunlu bir güç gereksinimini kendisini dayatır. İşte, toplumdan doğan ama toplumun üstünde yer alan ve git gide topluma yabancılaşan bu güç, devlettir.” (Marx ve Engels, 2013: 32). Marx benzer bir görüşü Borkheim’in Broşürüne Önsöz’de, “devlet, giderek geniş kitlelerin çıkarlarına daha fazla yabancılaşır ve tefecilerin, borsa simsarlarının ve büyük sanayicilerin kitlelerin sömürülmesi amacıyla kurulmuş ortaklığına dönüşür.” (Marx ve Engels, 2013: 87) şeklinde ifade eder.
Marx da devletin dayandığı karşıtlık konusunda Engels’ten farklı düşünmez. Marx’a göre, burjuva devleti, “kamusal-siyasal yaşam ile özel-sivil yaşam arasındaki çelişkiye, genel çıkarlar ile özel çıkarlar arasındaki çatışkıya dayanır. Bu nedenle, yönetimin faaliyeti salt biçimsel ve olumsuz bir düzeyde kalmak zorundadır. Burjuva yaşamının ve işinin başladığı yerde, devlet yönetiminin gücü de sona erer. (Marx ve Engels, 2013: 83). Bu karşıtlık ilişkisi demokratik temsili devlet bakımından da geçerlidir. “Demokratik temsili devlet ile sivil burjuva toplumu arasındaki karşıtlık, toplumsal kamu yaşamı ile kölelik arasındaki klasik karşıtlığın olgunlaştırılmış biçimidir. Modern dünyada her birey, aynı anda, hem köleliğe katlanır, hem de toplumsal yaşama katılır.” (Marx ve Engels, 2013: 83).
Engels’te devletin bu niteliği devletin sınıflar arası konumunu ve ekonomik işlevini de belirler. Topluma yabancılaşan ve toplumdan ayrı bir statü kazanan devlet iktidarı elinde bulunduran egemenlerin devleti haline gelir ve onların sınıfsal çıkarlarına hizmet eder. Engels devletin bu keyfiyetini “Devlet, sınıf karşıtlıklarını düzen çitleri içinde tutma gereksiniminden kaynaklandığına ama aynı zamanda bu sınıfların çatışması ortamında doğduğuna göre, kural olarak, en güçlü sınıfın, ekonomik bakımdan egemen olan ve bu egemenliği sayesinde siyasal bakımdan da egemen sınıf durumuna gelen ve böylece ezilen sınıfı boyunduruk altında tutmak ve sömürmek için yeni yeni araçlar kazanan sınıfın devletidir.” şeklinde (Marx ve Engels, 2013: 32) ortaya koyar. Bu olguyu, antik devlet, feodal devlet ve modern devlet biçimlerinde devletin, devlet iktidarını elinde tutan sınıfların aygıtı ve organı olma niteliğiyle açıklar.
Marx da Fransa’da İç Savaş adlı eserinde merkezileşmiş devletin kökenini mutlak monarşiye bağlar. Ona göre, “merkezileşmiş devlet gücü, sistematik ve hiyerarşik bir iş bölümü planına göre yaratılmış olan bütün organlarıyla, ordusu, polisi, bürokrasisi, rahipleri ve yargıçları ile oluşmakta olan burjuva toplumu tarafından feodaliteye karşı güçlü bir silah olarak kullanıldığı mutlak monarşi döneminden kalmadır.” Ancak, bu devlet aygıtı da zamanla yaşanan devrimler, farklı çıkar gruplarının mücadeleleri ve ekonomik gelişmeler çerçevesinde yeni bir karaktere büründü. Marx’a göre “toplumun ekonomik değişimiyle birlikte siyasal karakteri de değişti. Modern sanayinin gelişimi, sermaye ile emek arasındaki sınıf karşıtlığını geliştirdiği, genişlettiği ve derinleştirdiği oranda, devlet gücü de giderek işçi sınıfını baskı altına alıcı bir kamusal güç, bir sınıf egemenliği aygıtı kazandı. Sınıf mücadelesinin yeni bir aşamasını dile getiren her devrimden sonra, devlet gücünün salt baskı altına alıcı karakteri daha da belirgin bir biçimde su üstüne çıktı.” (Marx ve Engels, 2013: 79-80).
Marx ve Engels, devlet gücünün, burjuvazinin varlığını koruması, sürdürmesi ve emek sömürüsünü yapabilmesi bakımından da gerekli ve zorunlu bir araç olduğu konusunda hemfikirdirler. Marx, Kapital’de, “Palazlanan burjuvazi, devlet gücünü, emeğin ücretine bir çeki düzen verebilmek yani artı değer sömürüsünü koruyacak sınırlara sıkıştırabilmek, özel olarak emek süresini uzatabilmek ve emekçiyi bağımlılık durumunda tutabilmek için gereksinir ve kullanır. Bu eylem, ilk sermaye biriminin asli öğesidir.” (Marx ve Engels, 2013: 80) yargısı ile Engels de İspanya İşçileri Federal Konseyi’ne Mesaj’ında, “Emlak sahibi sınıflar, toprak aristokrasisi ve burjuvazi, yalnız zenginliklerinin gücü ile değil, fakat aynı zamanda devletin gücü, ordunun, bürokrasinin ve mahkemelerin yardımı ile de emekçi halkı tutsaklık altında tutarlar.” (Marx ve Engels, 2013: 80) görüşüyle devlet gücünün burjuvazi açısından hayati önem ve işlevini sarih bir ifadeyle ortaya koyar.
Marx, Fransa’da İç Savaş adlı yapıtında, devletin felsefi temeli ve devlet biçimleri konusundaki geleneksel anlayışa temas ettikten sonra, devletin sınıfsal niteliği ve işlevine ilişkin görüşünü daha açık ve keskin bir şekilde ifade eder. “Aslında, tıpkı monarşide olduğu gibi, demokratik cumhuriyette de devlet, bir sınıfın bir başka sınıf tarafından baskı altına alınması için öngörülmüş bir aygıttan başkaca bir şey değildir. Sınıf egemenliği uğruna mücadelesinde galip gelen proletarya tarafından da devralınan bu belanın en kötü yanları, Komünde de görüldüğü gibi, gözü kapalı kesilip atılamaz, olsa olsa törpülenir. Bu süreç, yeni ve özgür toplumsal koşullarda serpilen bir kuşak bütün bu devlet çöplüğünü üzerinden silkip atabilene dek sürüp gider…” ( Marx ve Engels, 2013: 31)
Marx, Fransa’da Louis Bonaparte’nin yaptığı hükümet darbesinin tarihini yazdığı Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i (2012) adlı eserinde yürütme gücünün baskın olduğu ve devletin tüm sınıflar üstünde bağımsızlık elde ettiği bir yapı olarak Bonapartist bir yönetimin niteliğini tartışır. Marx’a (2012: 21-22) göre burjuva monarşisinden sonra onun yerini alan burjuva cumhuriyetinde, burjuvazinin sınırlı bir bölümü kral adına hüküm sürmüşken, artık, burjuvazinin tümü halk adına hüküm sürecek hale gelmiştir. Marx, Fransa’daki devrim mücadelesinde, Avrupa’da “cumhuriyet mi, krallık mı” sorunundan daha başka sorunların da var olduğuna dikkat çekerek, burjuva cumhuriyetin, burada, bir sınıfın öteki sınıflar üzerindeki sınırsız zorbalığı anlamına geldiğine işaret eder. Öyle ki, cumhuriyeti, genel olarak, burjuva toplumun dönüşümünün ancak siyasal biçimi olarak niteler.
Burjuvazinin ele geçirdiği siyasal egemenliği vasıtasıyla devleti kendi çıkarları doğrultusunda kullanması Marx ve Engels tarafından Komünist Partisi Manifestosunda şöyle dile getirilmiştir: “Modern sanayinin ve dünya pazarının kuruluşundan bu yanadır ki burjuvazi, temsili devlette, siyasal egemenliği salt kendisi için ele geçirebilmiştir. Bugün için, modern devlet gücü, bütün burjuva sınıfının ortak işlerini yürüten bir komiteden başkaca bir şey değildir.” (Marx ve Engels, 2013: 79). Bu yargı devlet aygıtını, devlete/topluma egemen güç olan burjuvazinin hizmetini gören bir araç olduğunu varsayar. Öyle ki, devlet burjuva sınıfının ortak işlerini gören bir komite olarak telakki edilir.
Engels’e göre de, modern devlet, Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Dönüşmesi adlı eserinde belirttiği üzere, “burjuva toplumuna özgü kapitalist üretim biçiminin genel dış koşullarını işçilerin ve aynı zamanda tek tek kapitalistlerin oyunbozanlıklarına karşı koruyup ayakta tutabilmek amacıyla, kendisine uygun gördüğü bir örgütlenme biçiminden başkaca bir şey değildir.” (Marx ve Engels, 2013: 115-116)
Marx’a (2012: 119) göre, Bonaparte’in yaptığı hükümet darbesi sonrasında devlet belli ölçüde sınıflar üstü bir nitelik kazanmıştır. Şöyle ki, darbe sonucunda, Fransa, bir bireyin zorbalığı altına, hatta yetkisiz bir bireyin otoritesi altına girmek üzere bir sınıfın zorbalığından kurtulmuş gibi oldu. Savaşım yatışmış göründü, şu anlamdaki ki, bütün sınıflar, aynı derecede güçsüz ve sessiz, tüfek dipçikleri karşısında dize geldiler. Devletin bu niteliği ve sınıflar karşısındaki konumunu Bonapartis bir idare biçimi ile darbe sonrası özel koşullara bağlı olduğunu kabul etmek gerekir.
Marx, Fransa’da monarşi dönemindeki devlet aygıtını ve bürokrasiyi şu şekilde niteler (2012: 120): “Bürokratik ve askeri muazzam örgütlenmesi ile, yaygın ve becerikli devlet aygıtı ile, yarım milyonluk ordusunun yanısıra bir başka yarım milyonluk memurlar ordusu ile, bu yürütme gücü, Fransız toplumunun bütün bedenini bir zar gibi saran ve bütün deliklerini tıkayan bu korkunç asalak yapı, mutlak monarşi döneminde, devrilmesine yardım ettiği feodal sistemin çöküşüyle meydana geldi.”
Marx’a (2012: 120-121) göre mutlak monarşi dönemindeki yapı Fransız Devrimi sonrasında da sürmüş ve hükümet iktidarının merkezileşmesi daha da gelişmiştir. Napoleon da, bu devlet mekanizmasının yetkinleşmesi işini tamamladı, hükümetin etkinlik alanı muazzam bir şekilde genişledi. Sonunda, parlamenter cumhuriyet, devrime karşı savaşımında, baskı önlemleri ile hükümet iktidarının eylem olanaklarını ve merkezileşmesini güçlendirmek zorunda kaldı. Bütün siyasal devrimler, bu makineyi kıracakları yerde, yetkinleştirmekten başka bir şey yapmadılar. Ardarda iktidar uğruna savaşan partiler, bu muazzam devlet yapısını ele geçirmeyi, kazanmanın önemli ganimeti sandılar.
Marx’ın bu tespiti, devletin ve bürokrasinin toplumsal sınıflar, çıkar grupları, partiler tarafından ele geçirilmek istenen bir iktidar aracı ve aygıtı olarak tanımlandığını ortaya koyar. Mark, Alman İdeolojisi eserinde de, bu mücadeleye dikkat çeker (Serozan, 2013, 76): “Devlet içindeki mücadelelerin tümü, sözgelişi, demokrasi, aristokrasi ve monarşi arasındaki mücadeleler, seçim hakkı uğruna yürütülmüş mücadeleler ve benzerleri, aslında hep çeşitli sınıflar arasında yürütülen mücadelelerin dış belirtilerinden başkaca bir şey değildirler.”
Marx, bürokrasiyi siyasi merkezileşmenin, bir anlamda siyasal iktidarın kaba bir şekli olarak görür. Ona göre (2012: 120-121), “modern toplumun gereksindiği siyasal merkezileşme, ancak, eskiden feodalizme karşı savaşmak için türetilen hükümet aygıtının, askeri ve bürokratik aygıtın kalıntıları üzerinde yükselebilir. Devlet aygıtının yıkılması, merkezileşmeyi tehlikeye düşürmeyecektir. Bürokrasi, henüz, karşıtının, feodalitenin etkisinde bulunan bir merkezileşmenin alt ve kaba biçiminden başka bir şey değildir.” Böylece, Marx, zımnen de olsa bürokrasinin modern devlete ait özgün bir yapı ve süreç olma keyfiyetini reddeder.
Marx, devleti, özellikle de “bürokrasiyi” bu aygıtı ele geçiren sınıf veya kişilerin (Bonapartist anlamda) birer aygıtı, aracı olarak görür. Yani bürokrasi devlet iktidarını kim kullanıyorsa ona hizmet eder. Bürokrasinin çeşitli şekillerdeki bağımsızlık arayış ve çabalarına karşı da bu böyledir. Marx, bu hususu Fransız devleti bakımından şu şekilde ifade eder (2012: 121): “Mutlak monarşi zamanında, birinci devrim sırasında ve Napoleon zamanında, bürokrasi, burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlama aracından başka bir şey değildi. Restorasyon döneminde, Louis-Philippe zamanında, parlamenter cumhuriyette, bürokrasi, kendi başına bağımsız bir güç oluşturma yolundaki çabaları ne olursa olsun, egemen sınıfın bir aletiydi.”
Marx, İkinci Bonaparte zamanını ayrıksı bir dönem olarak kabul eder. Ona göre, bu dönemde devlet tamamıyla bağımsız bir duruma gelmiş gibi görünür. Yani toplumsal sınıflar karşısında bağımsız bir konuma ulaşmış ve sınıflar üstü bir nitelik kazanmıştır. Marx’a (2012: 121) göre, bu dönemde “devlet makinesi, burjuva toplumun karşısında o kadar güçlenmiştir ki”, askeri güce dayanan Bonaparte’nin başında olması yetiyor. Bununla birlikte, devlet iktidarı havada durmaz. Bonaparte, çok belirli ve üstelik de Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını, yani küçük toprak sabini köylüleri temsil etmektedir. Marx, daha önce “tamamıyla bağımsız duruma gelmiş” olarak gördüğü devleti, daha doğrusu devlet iktidarını elinde tutan Bonaparte’i küçük toprak sahibi köylülerin temsilcisi olarak, dolayısıyla da onların hanedanı olarak görür. Bu yönüyle, devletin sınıflar karşısında bağımsızlık kazandığı bu dönemde dahi devletin belli ölçüde belli bir sınıfın veya toplumsal grubun aracı olma niteliğinin devam ettiği vurgulanmış olur.
Benzer bir görüşü Engels de paylaşır. Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni’nde (Marx ve Engels, 2013: 32-33) devletin egemen sınıfların iktidar ve yönetim aracı olma niteliğini belirledikten sonra, kural dışı bazı durumlarda devletin sınıflar karşısında bağımsızlık kazanabildiğini belirtir ve bu hususu şöyle açıklar: Kural dışı durumlarda, mücadele halindeki sınıfların denge tutmaya çok yaklaştıkları öyle bazı durumlar olur ki, devlet gücü, görünüşte bir aracı olarak, geçici bir süre için, bu sınıflara karşı belirli ölçüde bir bağımsızlık kazanır. Örneğin, 17’nci ve 18’inci yüzyılın mutlak hükümdarlığı, soylularla burjuvazi arasında teraziyi dengede tutmuş, birinci ve özellikle ikinci Fransız İmparatorluğu’nun Bonapartizmi de burjuvaziye karşı proletaryayı ve proletaryaya karşı burjuvaziyi kışkırtarak, bu sınıflar karşısındaki nispi bağımsızlığını korumuştur.”
Öte yandan, Marx, Louis Bonaparte’in 18 Brumaire’i’nin (2012: 130-131) bir başka yerinde Bonaparte yönetiminin sınıfsal ilişkisini bir başka boyutuyla ele alır. Ona göre, “kendini toplumdan bağımsız kılan bir yürütme gücü olarak, Bonaparte, misyonunun “burjuva toplumun” güvenini sağlamak olduğunu duyumsatıyor. Ama bu burjuva düzenin gücü orta-sınıftır. Onun içindir ki, kendisine bu sınıfın temsilcisi gözüyle bakıyor ve bu anlayışla kararnameler yayınlıyor. Ama Bonaparte’ın kendisi bir şeyse eğer, bu, orta-sınıfın siyasal etkinliğini kırdığı ve her gün de kırmakta olduğu içindir. Onun içindir ki, kendisini, orta-sınıfın siyasal ve edebi gücüne karşı hasım olarak görüyor. Ama burjuvazinin maddi gücünü korumakla, onun siyasal gücünü yeniden yaratıyor. Aynı zamanda, Bonaparte, köylülerin ve genel anlamda halkın, burjuva toplumu sınırları içinde alt sınıflara mutluluk getirmek isteyen temsilcisi olmak sıfatıyla, kendini burjuvaziyle karşı karşıya görüyor (Marx, 2012: 130-131).
Burada bir paradoks varsa da, Bonaparte yönetimi, çıkardığı kararnamelerle toplumun çeşitli sınıf ve kesimlerine yönelik düzenlemeler yapıyor. Bu suretle, salt belli bir sınıfa veya kesime hizmet eden bir görüntü vermiyor. Biraz da rejimin niteliğinden ve sistem içerisinde elde ettiği göreceli bağımsızlığın sağladığı avantajlardan yararlanarak esasında kendi varlığını korumuş ve pekiştirmiş oluyor, yani bir bakıma kendi çıkarlarını (yürütme, bürokrasi vs.) korumuş oluyor. Marx bunu şöyle açıklıyor: “Bonaparte, kendisini herşeyden önce, kendisinin de çevresinin de, hükümetinin ve ordusunun da ait bulunduğu lümpen proletaryanın, en birinci derdi kendi çıkarlarına özen göstermek” ve “lumpen proletaryanın temsilcisi” olarak hareket etmektir. Marx, Bonaparte’in sınıfsal ilişkiler ve yaptığı düzenlemeler bağlamında bu çelişik davranışlarını Bonaparte’in kendisi ve hükümetinin çelişkilerine bağlar (Marx, 2012: 131).
Diğer yandan, Marx (2012: 128), Bonaparte dönemindeki bürokrasiyi -şeritlerle süslenmiş bu besili koskoca bürokrasi”yi bir tür kast olarak niteler ve iktidarın/hükümetin bir aracı olarak değerlendirir. Bürokrasiyi toplumdaki gerçek sınıflar yanında devlet iktidarının kullanımında Bonaparte’ye, kurduğu rejiminin devamını sağlayan yapay bir kast olarak görür. Bu dönemde memur aylıklarının yükseltilmesi de bürokrasinin bu hizmeti ve niteliğine bağlanır.
Engels, Hegel’in de bağlandığı eski geleneksel anlayışta, devletin belirleyici öğe, “sivil toplum”un ise bu asli öğe tarafından belirlenmiş ikinci derecede bir öğe olarak görüldüğünü belirtir ve bu görünüşün esasında sadece görünüşte tutarlı olduğunu kaydeder. Ona göre, iktidarda hangi sınıf bulunursa bulunsun, “sivil toplumun” tüm gereksinimleri de yasalar kılığında evrensel egemenliklerini kurabilmek için, devlet iradesinden süzülmek zorundadır. Devlet ve sivil toplum arasındaki gerçek ilişkiyi şu şekilde açıklar (Serozan, 2013: 28): “Yakın çağ tarihinde, devlet iradesinin, tümüyle, sivil toplumun değişen gereksinimlerince, şu ya da bu sınıfın üstünlüğünce ve son olarak da üretici güçler ile değiş tokuş ilişkilerinin gelişimince belirlendiğini görüyoruz.”
Bu bizi devletin ekonomik, siyasi ve sosyal bir örgüt olarak sınıfsal niteliğine ve üretim ilişkileri karşısındaki konumuna götürür. Engels’e göre, devlet, aslında üretime egemen sınıfın ekonomik çıkarlarının yoğunlaştırılmış bir yansısından ibarettir. Devletin bu niteliği geçmiş çağlarda modern döneme göre daha da belirgin ve keskindir (Marx ve Engels, 2013: 28). Uygar toplumun özeti, tüm tipik dönemlerde yalnızca egemen sınıfın devleti olan ve tüm durumlarda esas olarak ezilen, sömürülen sınıfı baskı altında tutma makinesi olarak kalan devlettir (Marx ve Engels, 2013: 35-36). Engels, Konut Sorunu adlı eserinde, hukukun işlevi ve toplumsal üretimin koşullarına ilişkin devlet yasalarına ilişkin olarak Proudhon’a yönelttiği eleştiriler bağlamında, devletin egemen sınıfların çıkarları karşısında edilgen bir ve çaresiz bir konumda olduğuna dikkat çekerek, çoğu kez, “devletin toplumsal üretimin yasaları karşısındaki güçsüzlüğünü kabullenmek, sineye çekmek zorunda kaldığını” belirtir ve uygulanacak faiz hadleri örneğinde olduğu gibi konunun yalnızca yasal düzenleme yapmakla çözülemeyeceğini öne sürer (Marx ve Engels, 2013: 29).
Engels devletin niteliği ve sınıfsal biçimini şöyle açıklar (Marx ve Engels, 2013: 29): “İnsana egemen olan ilk ideolojik güç olarak karşımıza çıkan devlet, toplumun, kendi ortak çıkarlarını iç ve dış saldırılarak karşı savunmak üzere yarattığı bir örgüttür. Bu iktidar örgütü, doğar doğmaz toplumdan bağımsızlaşır ve bu bağımsızlık, belli bir sınıfın örgütü olduğu, bu sınıfın egemenliğini ezilen sınıfa doğrudan doğruya dayattığı ölçüde daha da artar. Ezilen sınıfın egemen sınıfa karşı mücadelesi, zorunlu olarak, siyasal bir mücadele, herşeyden önce, bu sınıfın siyasal egemenliğine karşı yürütülen bir mücadele haline gelir. Bu siyasal mücadelenin kendi ekonomik temeliyle ilişkisinin bilinci yavaş yavaş kaybolur ve hatta tamamen silinebilir.”
Ne var ki devlet, toplum karşısında bağımsız bir güç katına çıkınca, bu kez kendisi yeni bir ideoloji yaratır. Gerçekten de meslekten politikacılar, kamu hukuku teorisyenleri ve özel hukuk alanındaki yazarlar, ekonomik olguları ve ekonomik ilişkileri el çabukluğu ile hasıraltı ederler (Marx ve Engels, 2013: 29). Ancak, Engels’e göre bu durum sürekli olmaz. Çünkü devlet ezeli değildir, yani ezelden beri mevcut değildir. Tarihte devletsiz toplumların varlığı bunu teyit eder. Engels’e göre, “toplumun sınıflara bölünmesine zorunlu olarak bağlı bulunan belirli bir iktisadi gelişme aşamasında, bu bölünmeyle devlet bir zorunluluk haline geldi. Şimdi hızlı adımlarla, üretimde, bu sınıfların varlığının yalnızca bir zorunluluk olmaktan çıkmakla kalmayıp, aynı zamanda üretimin gerçek bir engeli haline geldiği bir gelişme aşamasına yaklaşıyoruz. Bu sınıflar, vaktiyle ne kadar kaçınılmaz biçimde ortaya çıktılarsa, o kadar kaçınılmaz biçimde ortadan kalkacaklardır. Onlarla birlikte, devlet de kaçınılmaz biçimde yok olur. Üreticilerin özgür ve eşit birliği temelinde üretimi yeniden örgütleyen toplum, tüm devlet aygıtını o zaman ait olacağı yere koyacaktır.” (Marx ve Engels, 2013: 29). Bu niteliğiyle devlet de sonsuz bir kurum değildir. Varlığı/yokluğu toplumdaki ekonomik yapıya, dolayısıyla da siyasal ve sosyal koşullara bağlıdır.
Markist kuram devletin belli koşulların oluşumu neticesinde yok olacağını öngörür. Belli bir geçiş süreci sonrasında devlet tamamıyla ortadan kalkacaktır. Marx, “Ne demektir ‘özgür devlet?’ sorusuna Gotha Programının Eleştirisi’nde verdiği cevapta, “özgürlük demek, devleti toplumun kendisine uyruk tutulduğu bir organ olmaktan çıkarıp, onu topluma tümüyle uyruk bir organa dönüştürmek demektir. Ve günümüzde de devlet biçimleri, “devletin özgürlüğünü” kısıtladıkları ölçüde özgür sayılırlar.” (Marx ve Engels, 2013: 92) der. Son cümledeki önerme, bir yönüyle liberal doktrindeki devletin sınırlandırılması, devletin faaliyet ve müdahale alanının minimum tutulması gibi ilkeleri çağrıştırsa bile, Marksist devlet kuramı devletin sınırlandırılmasını değil, aksine tamamıyla sona erdirilmesi yönündedir.
Öyle ki, komünist toplumda devlet gibi hukuk da nasibini alacak ve yerini yeni bir düzene bırakacaktır. Kapitalist düzenin sonu, yine kapitalizm tarafından belirlenecektir. Marx’ın Kapital’de (Marx ve Engels, 2013: 102) belirttiğine göre, “kapitalist sistemde, üretim araçlarının yoğunlaşmasında ve emeğin toplumsallaşmasında öyle bir aşamaya gelinir ki, kapitalist kabuk çatlar. Kapitalist özel mülkiyetin de son saati çalar.”
Ancak, Gotha Programının Eleştirisi’nde, Marx tarafından belirtildiği üzere, kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, ilkinin sonrakine devrimci yoldan dönüştürülmesi dönemi yatar. Bu dönem de, devletin proletarya devrimci diktasından başka bir şey olamayacağı politik bir geçiş dönemi denk düşer (Marx ve Engels, 2013: 118). Marx, Felsefenin Sefaletinde de, bu aşamada kurulacak yeni toplumsal düzeni şöyle tarif eder (Marx ve Engels, 2013: 118): “İşçi sınıfının, kendi gelişimi çizgisinde ve son aşamasında; eski sivil toplumun yerine, ortaya, tüm sınıfları ve bu sınıfların uzlaşmaz karşıtlıklarını dışta bırakacak bir birlik koyacak ve ortada siyasal iktidar diye bir şey de bırakmayacaktır. Çünkü siyasal iktidar, sivil toplumdaki uzlaşmaz karşıtlığın resmi ifadesinden başkaca bir şey değildir.”
Engels’e (Marx ve Engels, 2013: 102) göre, devletin sonu şöyle gelişir: “Devletin bütün toplumun gerçek temsilcisi sıfatıyla sahneye çıkarak gerçekleştirdiği ilk eylem –ki devletin üretim araçlarına toplum adına el koyması eylemidir- aynı zamanda onun devlet sıfatıyla en son bağımsız eylemidir. Bundan böyle, herhangi bir devlet gücünün toplumsal ilişkilere müdahalesi gitgide gereksizleşir ve etkisizleşir. Kişiler üzerindeki yönetimin yerini nesnelerin ve üretim süreçlerinin yönetimi alır. Devlet tasfiye edilmez de düpedüz sonsuz ölüm uykusuna dalar.”
Marx, Gotha Programının Eleştirisi’nde bu konudaki öngörüsünü şu şekilde ifade etmiştir (Marx ve Engels, 2013: 102): “Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasında, bireyler iş bölümünün kıskacından kurtulduklarında ve buna bağlı olarak, beden işçiliği-fikir işçiliği karşıtlığı da ortadan kalktığında, emek, salt yaşamının ve geçinmenin aracı olmaktan çıkıp da yaşamın temel amacı durumuna geldiğinde, bireylerin çok yönlü evrimiyle bir arada, üretici güçler de gelişip büyüdüğünde ve toplumsal zenginliğin bütün kaynakları daha bir gür aktığında, işte ancak o zaman, o daracık burjuva hukuk ufku büsbütün aşılabilir ve toplum, gönderine şu bayrağı çekebilir: Herkesten yeteneklerine göre; herkese gereksinimlerine göre…”
Engels de modern devletin niteliğini ve gelecekteki akıbetini Sosyalizmin Ütopyadan Bilime Dönüşmesi adlı eserinde şöyle görür (Marx ve Engels, 2013: 102): “Modern devlet, biçimi ne olursa olsun, özünde kapitalist bir makinedir; kapitalistlerin devletidir; biçilmiş kaftan toplu kapitalisttir. Ne kadar fazla üretici gücü eline geçirirse, o kadar da gerçek toplu kapitalist olur; o kadar fazla yurttaşı sömürür. İşçiler ücretli işçi olarak, proleter olarak kalırlar. Sermaye ilişkisi kaldırılmaz, tam tersine, doruğuna çıkarılır. Ne var ki bu dorukta işler tersine döner. Üretici güçler üzerindeki devlet mülkiyeti, çelişkinin çözümünü olmaza bile, çözümün anahtarını bünyesinde taşır.”
Nihai olarak, devletsiz bir toplum Komünist Partisi Manifestosunda Marx ve Engels tarafından tasavvur edilecektir. Komünist Manifesto’da (2014: 142) ifade edildiği üzere, sınıfların ortadan kalkması, devlete olan ihtiyacın yok olması ve toplumun bir bütün olarak birlik şeklinde örgütlendiği ve yönetildiği topluma dönüşüm şöyle olacaktır: “Gelişimin akışı içerisinde sınıf ayrımları kalktığında ve üretim tüm ulusun geniş bir birliğinin ellerinde yoğunlaştığında, kamu gücü siyasal niteliğini yitirecektir. Gerçek anlamında siyasal iktidar, bir sınıfın bir başka sınıfı ezmek amacıyla örgütlenmiş iktidardır. Eğer proletarya, burjuvaziyle savaşımında, koşulların zorlamasıyla, kendisini bir sınıf olarak örgütlemek zorunda kalacak, bir devrim yoluyla kendisini egemen sınıf durumuna getirecek ve egemen sınıf olarak eski üretim ilişkilerini zor kullanarak ortadan kaldıracak olursa, o zaman, bu ilişkilerle birlikte, sınıf karşıtlıklarının ve genel olarak sınıfların varoluş koşullarını da ortadan kaldırmış ve böylelikle bir sınıf olarak kendi egemenliğini ortadan kaldırmış olacaktır. Sınıflarıyla ve sınıf karşıtlıklarıyla birlikte eski burjuva toplumun yerini, her birinin özgür gelişiminin, herkesin özgür gelişiminin koşulu olduğu bir birlik alacaktır.”
Lenin (1976: 114), komünist toplumdaki bu aşamayı devletin sönmek suretiyle ortadan kalması şeklinde ifade eder: “… komünist toplumun birinci evresinden üst evresine ve sonuç olarak, devletin tamamen sönmesine geçişi sağlayacak kapı, ardına dek açılacaktır.”. Açıktır ki, devlet tamamen sönmeden önce komünist rejimde de belli süre varlığını koruyacak ve işlevini sürdürecektir. Lenin (1976: 110) bu gerekliliği şöyle açıklar: “Komünizm, ilk evresinde, ilk aşamasında, ekonomik bakımdan, henüz tamamen olgun, geleneklerin ya da kapitalizmin kalıntılarından henüz tamamen kurtulmuş olamaz. Bu yüzden, komünist rejimde, bu rejimin ilk evresinde, “burjuva hukukunun sınırlı ufku” korunur; bu ilginç olayın nedeni budur. Kuşkusuz, burjuva hukuku tüketim nesnelerinin bölüşümü bakımından, zorunlu olarak bir burjuva devlet’e dayanır; çünkü, koyduğu kurallara uymaya zorlamaya yetenekli bir aygıt olmaksızın, hukuk hiçbir şey değildir. Bundan şu sonuç çıkar ki, komünist rejimde, belirli bir zaman boyunca, yalnızca burjuva hukuk değil, burjuva devlet de sürer – ama burjuvazisiz burjuva devleti!”
Lenin (1976: 110-101), bunu bir paradoks veya diyalektik bir zeka oyunu değil, toplumun kapitalist biçiminden ve burjuva hukukundan kaynaklanan ve geçiş sürecinde karşılaşılan kaçınılmaz bir gerçeklik olarak görür. Lenin, “devlet söner” deyimini, çok uygun bir terim olarak görür, çünkü, bu deyim aynı zamanda hem sürecin tedriciliğini hem de kendiliğindenliğini gösterir. Kapitalizmden komünizme geçiş döneminde, devlet zorunludur, ama artık bu gerçek anlamda bir devlet değil, bir geçiş devletidir. Zaten, ancak komünizm, devleti büsbütün gereksizleştirir.
Engels’e (2012, 79- 84) göre, proletaryanın devlet erkliğini ele geçirmesinden sonraki süreçte, belli bir geçiş sürecinden sonra, kişilerin hükümeti yerini, şeylerin idaresi ve üretim işlemlerinin yönetimine bırakır. Devlet “ilga” edilmez, söner. Engels ayrıca, “devletin siyasal otoritesinin uykuya dalması”ndan söz eder, yani proleter devrim döneminde, proletaryanın kamu erkliğini (devleti) ele geçirmesi sonrasındaki süreçte, sınıfların ortadan kalkması ve toplumsal üretimdeki anarşi ortadan kalktığı ölçüde, devletin de siyasal otoritesi uykuya dalacaktır.
Marx, Engels ve Lenin’in devlet ve bürokrasiye ilişkin bahse konu analizleri hakkında şunlar söylenebilir:
Popper’e (2010: 153) göre, Marx’ın devlet görüşü kısmen kurumsal, kısmen de özcü bir kuram niteliği taşır. Marx’ın devlet kuramı, soyut ve felsefi niteliğine rağmen, hiç şüphesiz çağının aydınlatıcı bir yorumunu vermektedir. Bu, hiç olmazsa adına “endüstri devrimi” denen şeyin önce başat olarak “maddi üretim araçlarında, yani makinelerde, bir devrim olarak ortaya çıktığını; daha sonra bunun toplumun sınıf yapısının değişmesine yol açtığını; ve siyasal devrimlerin ve hukuk yapısındaki başka değişikliklerin ancak üçüncü aşamada ortaya çıktıklarını öne süren savunulabilir bir kuramdır (Popper, 2010: 156).
Poggi’ye göre Marx ve Engels’in ilgilendikleri konu temelde; devletin kurumsal nitelikleri ya da siyasal süreçlerden çok, sınıf mücadelesi, sermaye birikimi ve dünya pazarlarını ele geçirme mücadelesinde devlet gücünün nasıl etkili olduğu idi ( Poggi, 2014a: 11). Marx ve onu izleyen Marxçı düşünürlere göre, sınıflar ve devlet zamanında nasıl kaçınılmaz biçimde ortaya çıkmışlarsa, aynı şekilde, ekonomik gelişmenin belirli aşamasında sınıflara duyulan gereksinimin ortadan kalkmasıyla devlet de ömrünü tüketme çizgisine girecektir (Fişek, 2012: 106).
Marxçı kurama göre; öteden beri var olmayan devlet, toplumların gelişmesinin belirli bir aşamasında, toplumun sınıflara bölünmesine bağlı olarak ve karşıt ekonomik çıkarlara sahip sınıfların kısır bir savaşa girerek hem kendilerini, hem de toplumu yok etmelerini önlemek amacıyla doğmuştur. Sınıf çatışmalarının “düzen” sınırları içinde tutulması gereğinden doğan, ama sınıf çatışmasının ortasında doğduğu içinde de, kural olarak, ekonomik ve siyasal bakımlardan en güçlü sınıfın çıkarlarını esas alan “devlet”, bu yönüyle, bir sınıfın diğeri üstündeki egemenlik ve baskısını yansıtmakta, toplumun ortak çıkarlarını gözetmeleri için basit bir işbölümüyle oluşturulan organların giderek toplumun hizmetkarlığından hükümdarlığına dönüşmeleriyle nitelenmektedir (Fişek, 2012: 103).
Marxçı kurama göre, sistemli ve hiyerarşik bir iş bölümü planı çerçevesinde ve mutlakçı krallıkların çöküş çağında oluşmaya başlayan bürokrasi, burjuva devlet gücünün vazgeçilmez ve her yerde hazır organı olarak, feodallik hakları, yerel ayrıcalıklar ve lonca tekelciliği gibi kapitalist gelişmeyi engelleyen Ortaçağ kalıntılarına karşı verilen savaşın en etkili silahı olmuştur. Bu yönüyle gelişen orta-sınıf toplumun feodaliteden kurtuluşunun bir aracı olarak görev yapan bürokrasi, yine Marxçı kurama göre, toplumun feodal kalıntılarından arındırılması ve burjuvaziyle proletarya arasındaki çelişkilerin keskinleşmesiyle birlikte, sermayenin emeği köleleştirmesinin bir aracı durumuna dönüştürmüştür. Bu durumda, bürokrasi, devletin toplumdan soyutlanarak onunla “görünür” bütün bağlarını koparması sürecinin son aşaması, burjuva toplumlara özgü bir yönetim ilişkisidir. (Fişek, 2012: 103).
Marxçı kuram, bürokrasiyi, toplumla devlet arasındaki görünür bağların kopması sürecinin kapitalist toplum dönemine rastlayan son aşaması olarak görmektedir (Fişek, 2012: 103). Marx’ın bürokrasiye bakış açısı hem bürokrasi hem de piyasa fikrini anlamlasızlaştıracak düzeyde farklıdır. Marx için hem bürokrasi hem de piyasa sayesinde kurulan egemenlik tarzları sınıf iktidarını ve sınıf mücadelesini gizlemeye, yaratılan rasyonalitenin arkasında emeğin sömürüsünü anlamsızlaştırmaya çalışan modeller üretir.
Bununla birlikte, Weberyen bürokrasi kuramı ile Marksist kuramın belli noktalarda benzerlikler gösterdiği (Fişek, 2012: 107) kabul edilmektedir. Ancak, Dikmen (2010: 70) Marksist geleneğin bürokrasi algısını Marx’ın bürokrasi algısından farklı bulur ve tenkit eder. Ona göre, Marksist gelenekten gelen akımların hiçbiri Marx’ın bürokrasi algısıyla doğrudan örtüşmemektedir. Çünkü, bürokrasiye reel sosyalizm sonrası getirilen tüm Marksist açılımlar içlerinde ya Weber ya da liberal düşüncenin hayaletini barındırmakla maluldür. Böylece, Dikmen, Marx sonrası Marksist kuramın Weberyen bürokrasi yaklaşımı ile liberal düşünce ile etkilişim içinde bulunmasını doğru bulmaz.
Dolayısıyla bürokrasi Weber’in ya da yönetim biliminin babası olarak bilinen Wilson’un iddia ettiği gibi “genel çıkar’a hizmet eden bir yapılanma değildir. Marx’a göre bürokratik rasyonalite kendisini ‘genel çıkar”a hizmet ediyormuş gibi sunarken aslında ‘özel çıkar’a hizmet eder (Dikmen, 2015: 72). Bürokrasi hangi özel çıkara hizmet eder ve bunu nasıl yapar?
Dikmen’e (2015: 73) göre, Marxist yaklaşımda bürokrasi “devletin iktidarını bir illüzyona dönüştüren ve bu illizyon altında kapitalistin özel çıkarını görünmez kılan şeyin” ta kendisidir. Hiyerarşi, işleyiş kuralları ve teknik bilgi altında her türlü eylemi toplumun genel çıkarı, toplumun yararınaymış gibi göstererek illüzyon yaratan bürokrasi, bu illüzyon sayesinde burjuvazinin özel çıkarına göre örgütlenmiş devlet aygıtının bu niteliğini görünmez kılar. Bu yüzden bürokrasi bir devlet illüzyonudur.
Marksist devlet kuramına eleştiri getirenlerden birisi de Bakunin’dir. Bakunin, devletle ilgili her mantıki ve samimi teorinin esas olarak dayandığı temel ilkenin “otorite ilkesi” olduğunu belirtir ve bunu şöyle tanımlar: “yani, kendi kendilerini yönetme yeteneğine asla sahip olmayan kitlelerin, kendilerine şu ya da bu şekilde yukardan dayatılacak akıl ve adaletin hayırlı boyunduruğuna her şart altında boyunlarını uzatmalarını öngören açık bir biçimde teolojik, metafizik ve siyasal düşünce.” Bu otoritenin güç, din, ya da üstün zekanın eylemi gibi üç kaynağı vardır. Bakunin, devleti azınlığın çoğunluğa tahakküm edeceği ve sömüreceği bir araç olarak görür (2012: 114). Dolayısıyla, Bakunin’e (2012: 117-118) göre, insan toplumu, devralınmış eşitsiz uğraşlar, zenginlik, eğitim ve ayrıcalıklar nedeniyle, sınıflara bölünmüş olarak kaldığı sürece, hükümet şekli ne olursa olsun, azınlık yönetiminin süreceği ve çoğunluğun azınlık tarafından sömürülmeye devam edileceğini kabul ve ilan etmek zorundayız. Devlet bu hakimiyet ve sömürünün düzenlenmesi ve sistematik hale getirilmesidir. Bakunin (2012: 120-121), son tahlilde, Marx’ın devletinin de doğasının da işlevleri ve uygulamaları bakımından aynı olduğunu öne sürer.
Yukarıda belirtilen kuramsal çerçeveden Poulantzas’ın ve Miliband’ın kapitalist devletin sınıfsal niteliğine ve devletin göreli özerkliğine ilişkin görüşlerini ele alabiliriz.
Poulantzas, Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar adlı yapıtında, politika, politika ve toplumsal sınıflar ve iktidar kavramlarına ilişkin teorik çerçeveyi ortaya koyduktan sonra kapitalist devletin niteliğini tartışır. Önce, bu devlet tipini tanımlamaktan çok doğasını ve işleyiş sistematiğini ortaya koyar, kendisinden önceki devletlerden temel farkını belirtir.
Poulantzas’a (2014: 139-140) göre, kapitalist devleti diğerlerinden ayıran temel çizgi, bu devlette “bireyler”, “yurttaşlar”, “politik şahsiyetler” olarak saptanan öznelerin, üretim failleri olarak belirlenmemiş olmasıdır; diğer devler tiplerinde bulunmayan bir durumdur bu. Bu sınıf devleti aynı zamanda, kendi kurumlarında hiçbir zaman politik sınıf egemenliğinin bulunmadığı gibi özgül bir görüş öne sürer. Kendisini halkçı bir devlet olarak takdim eder. Kurumları, “bireyler”in ya da “politik şahsiyetler”in eşitliği ve özgürlüğü ilkeleri çerçevesinde örgütlenmiştir. Bu devletin meşruluğu, artık monarşik ilkedeki kutsal iradeye değil, formel olarak özgür ve eşit olan bireyler-yurttaşlar topluluğuna dayanmaktadır. “Halk”, toplumsal sınıflara dağılmış üretim faillerinden oluşmamıştır; ulusal politik topluluğa “genel irade’nin ifadesi olan halk oylamasıyla katılan bireyler-yurttaşlar kümesidir. İmtiyazlara dayalı feodal düzenlemeden farklı olan modern hukuk sistemi, özgürlük ve eşitlik ilkelerinden hareketle sistematikleştirilmiş yasalarda ifadesini bulan “normatif” bir niteliğe bürünmüştür. Bu, “yasa”nın hükümranlığıdır. Modern kapitalist devlet böylece kendisini, tüm toplumun genel çıkarını cisimleştiren, “ulus”u oluşturacak olan bu “politik gövde”nin iradesini maddileştiren bir devlet olarak gösterir.
Poulantzas, kapitalist devletini tartışırken öncelikle Marxizm cephesinden kapitalist devleti; üretim ilişkileri, sınıflar mücadelesi ve hegemonya kavramsallaştırması üzerinden yaptığı analizleri belirtir, ardından kapitalist devletin tipolojisini ve tipini belirler.
Poulantzas’a (2014: 145,150, 151) göre, kapitalist devletin hukuki-politik üstyapısı, üretim ilişkilerinin bu yapısıyla ilişki halindedir; kapitalist hukuka bakıldığında açıkça görülen bir şeydir bu. Doğrudan üretici ile üretim araçlarının ayrılığı, buraya üretim faillerinin hukuki özneler, yani politik bireyler-kişiler olarak kurumsallaştırılmış anlamdaki saptanmasıyla yansır. Kapitalist devlet aslında, hukuki ve ideolojik etkinin sonucunda yalıtılmış biçimde ortaya çıkan ekonomik toplumsal ilişkilerle ilişki içerisindedir. O halde kapitalist devlet, ekonomik sınıf mücadelesine ilişkin olan ve az önce işaret edilen yalıtıcı etkiyle ortaya çıkan fonksiyonuyla belirlenir. Bu nedenle bu devlet, kendisini sürekli olarak, bu yalıtılmışlığı kendi doğasında açığa çıkaran ekonomik mücadelenin tamamen politik ünitesi gibi gösterir. Kendisini “genel çıkarın”, sınıf karakterini faillerinden gizleyerek ayrımcı ve rekabetçi ekonomik çıkarların temsilcisi gibi gösterir. Kapitalist devlet doğrudan sonuca gitme yoluyla ve ideolojiğin tamamen kompleks işleyişi aracılığıyla, politik sınıf karakterini politik kurumlar düzeyinde sistematik olarak gizler: Burada sözcüğün en tam anlamıyla bir ulusal-sınıfsal –halkçı devlet söz konusudur. Bu devlet, kendisini halk-ulusun- hakçı iradesinin cisimleşmesi gibi gösterir. Halk-ulus kurumsal olarak, ünitesi kapitalist devlet tarafından temsil edilen tüm “yurttaşlar”, “bireyler” olarak saptanmıştır ve kesinlikle kapitalist üretim tarzının ekonomik toplumsal ilişkilerinin reel dayanak olarak açığa çıkardığı bu yalıtıcı etkiye sahiptir. Bununla birlikte ekonomik sınıf mücadelesi bakımından, devletin bu fonksiyonuna tamamen ideolojik bir işlem dizisinin müdahale ettiği kesindir: Ancak, bu devletin ekonomik toplumsal ilişkiler fonksiyonuna bağlı olan yapıları, hiçbir durumda ideolojiğe indirgenemez.
Poulantzas, esas olarak devlet yapıları ile sınıflar mücadelesi arasındaki ilişkiye odaklanır. Poulantzas (2014: 152-153), Marx’a atıfla kapitalist devletin ekonomik toplumsal ilişkilerle, yani ekonomik sınıf mücadelesiyle ilişkisinin öneminin büyüklüğünü vurgular. Kapitalist üretim tarzında, kapitalist devletin özgül özerkliği ve üretim ilişkileri, sınıflar mücadelesi alanına, sınıfın ekonomik ve politik mücadelesinin özerkliği olarak yansımaktadır.
Burjuva sınıfıyla devlet arasındaki bağ nesnel bir ilişkidir. Bu demektir ki, eğer belli bir toplumsal formasyonda devletin işlevi ile aynı formasyondaki hakim sınıfın çıkarları birbirleriyle uyuşuyorsa, bu sistemin kendi mantığından ötürü böyledir. Yönetici sınıfın üyelerinin devlet aygıtına doğrudan katılması neden değil sonuçtur, hem de bu nesnel rastlantının şans eseri ortaya çıkan ve koşula bağlı bir sonucu (Poulantzas, 2013a: 254). Poulantzas’a (2013a: 255) göre, kapitalist devlet, kapitalist sınıfın üyelerinin devlet aygıtına doğrudan katılmadığı zaman, bu sınıfın çıkarlarına en iyi şekilde hizmet etmektedir; yani yönetici sınıfı siyasal olarak hükümran sınıf olmadığı zaman.
Poulantzas (2014: 156-161), Gramsci’nin hegemonya kavramını kullanarak kapitalist devletin sınıfsal niteliğini ve egemenliğin kullanım biçimini belirler. Poulantzas, hegemonya kavramını kapitalist formasyonlarda egemen olan sınıfların politik pratiklerini içeren bir kavram olarak kullanır. Hegemonya kavramını üzerinden kapitalist devlette egemen politik sınıflar arasındaki ilişkinin yerini belirlemek, bu devletin hegemonik sınıf yönetiminde bir devlet olduğunu ortaya koymayı amaçlar. Çünkü, ona göre, hegemonya kavramı, kapitalist formasyonlarda görülen politik sınıf egemenliği tipinin bu iki karakteristiği arasındaki ilişkiyi deşifre etmeye olanak verir. Bu anlamda, hegemonik sınıf kavramını şöyle tanımlar: “Hegemonik sınıf, halk-ulusun genel çıkarını temsil etmek ve egemen sınıf ve fraksiyonlar arasında kapitalist devletle kurduğu özel ilişki yoluyla özgül bir egemenliğe sahip olmak gibi çifte fonksiyonu politik düzeyde kendisinde yoğunlaştıran sınıftır.”
Poulantzas’a göre kapitalist devlet tipi her şeyden önce, bu devletin kapitalist üretim tarzının ekonomik toplumsal ilişkilerdeki yalıtıcı etkisiyle olan ilişkisi içerisinde, yapılarının ve ekonomik sınıf mücadelesinin özgül özerkliğine denk düşer. (Poulantzas, 2014, 164). Poulantzas kapitalist devlet tipinin görece özerkliği kavramını şu şekilde açıklar (2014: 298): “Burada bu devlet tipinin görece özerkliğinden de doğrudan doğruya bu devletin yapılarıyla üretim ilişkileri arasındaki ilişkiyi, devletle sınıflar mücadelesi alanı arasındaki ilişkiyi, özellikle de bu devletin iktidar bloğundaki sınıf ya da fraksiyonlarından, daha yaygın bir anlamla müttefik ya da desteklerinden görece özerkliğini anlıyorum. Bu ifadeye Marksist klasiklerde rastlarız: Bu ifade genel olarak, mevcut politik güçlerin “dengelenmeye hazır” olması durumunda devletin fonksiyonunun tarif eder. Ben kapitalist devletin özgül işleyişini betimlemek için burada bu ifadeyi kullanıyorum.”
Poulantzas, böylece bu devlet kavramıyla, devleti egemen sınıfın alet ya da aracı olarak gören basitçi ve sıradanlaşmış bir anlayış arasındaki ayrımlamayı net olarak vurgulamayı ve kapitalist devlet tipinin önceki devlet tiplerine göre özgül fonksiyonunu belirleyerek, devleti egemen sınıfın basit alet ya da aracı olarak gören genel yanlış anlayışın, kapitalist devletin fonksiyonunu belirlemek için özellikle yetersiz olduğunu göstermeyi (Poulantzas, 2014: 298) amaçlamaktadır.
Kapitalist devlet tipinin egemen sınıf ve fraksiyonlardan görece özerk olması, kesinlikle kapitalist üretim tarzının ve kapitalist bir formasyonun özgül düzeyi olan özgün bir üniteye –sınıf iktidarı ünitesine- sahip olması ölçüsünde mümkündür. Buna bağlı olarak, kapitalist devlet tipinin bu kurumsal üniteye sahip olması da, bu sınıf ve fraksiyonlarından görece özerk olması ölçüsünde ve son tahlilde bu sınıflar açısından kendisine düşen fonksiyon nedeniyle mümkündür (Poulantzas, 2014: 299).
Poulantzas, Marxizmin, devleti, en sonunda bir öznenin, genellikle de egemen-özne sınıfın ürünü olarak gören ve iradeyi manipüle edebilen basit bir egemenlik aleti niteliğinde görüldüğü, böylece bu devletin ünitesi, egemen sınıfın “iradesi”nin önceden varsaydığı ve hiçbir biçimde devletten özerk olmayan bir üniteyle ilişkilendirildiği, sınıf egemenliğinin iradesi yoluyla birleştirilmiş olan ve bu sınıf için adeta cansız bir aletten başka bir şey olmayan devlet (Poulantzas, 2014: 299) yaklaşımını reddeder.
Poulantzas’a (2014: 302) göre; Bonapartizmin temel karakteristiklerinden birisi, devletin egemen sınıf ve fraksiyonlardan görece özerkliğidir ve Marx ve Engels’in değerlendirmesi de kesinlikle bu yöndedir. Devletin görece özerklik kazandığı Bonapartist biçimi, toplumda mücadele içerisindeki sınıfların “dengelenmeye hazır” olduğu durumlarda ortaya çıkar. Ona göre, Bonapartizmin temel karakteristiği, devletin egemen sınıflardan özgül bağımsızlığıdır (Poulantzas, 2014: 327-329).
Poulantzas’a göre, Marx kapitalist devlet tipine ilişkin ayırt edici özelliğini “devletle toplumun uzlaşmaz karşıtlıkları” tarzı üzerinden açıklar. Poulantzas’ın kapitalist devlet analizinde, devletle toplumun bu uzlaşmaz karşıtlığı, devletin ve politik olarak egemen sınıfların görece bir özerkliğine işaret edilir (Poulantzas, 2014: 327-329). Kapitalist devletin görece özerkliği, devletle sınıflar mücadelesi alanı arasındaki ilişkilerde, kapitalist üretim tarzındaki ve kapitalist bir formasyondaki sınıflar mücadelesinin –ekonomik, politik- özgün karakteristiklerine bağlıdır (Poulantzas, 2014: 338).
Bürokrasi, sistem olarak, doğrudan toplumsal kategoriyi değil, özellikle burjuva ideolojik politikasının devlet üzerindeki etkisini gösteren bir sistemi, devlet aygıtının iç işleyişine ve örgütlenmesine ilişkin özgül bir sistemi ifade eder. Bürokratizm ya da bürokratikleşme kavramları da bu sistemi/yapıyı ifade eder. Bu yönüyle, bürokrasi devlet iktidarına değil, devlet aygıtına ilişkindir, yani devlet iktidarına değil, devlet aygıtının somut işleyişine bağlıdır (Poulantzas, 2014: 390-391).
Poulantzas’a (2014: 395) göre, bürokrasi, hegemonik sınıflarla savunucu-sınıfın[2] özdeşleştiği durumda, devletle kurduğu bu özgül ilişki sayesinde bu sınıflar karşısında görece bir özerklik kazanır ve bunların dekalajı halinde de, savunucu-sınıfa aidiyetine rağmen hegemonik sınıfın politik çıkarlarının hizmetine girer. Bu son durumda her zaman, farklı bir sınıfa –savunucu sınıfa- aidiyeti nedeniyle değil, ama devletle olan ilişkisi yoluyla kazandığı özgül kategori karakteri nedeniyle, hegemonik sınıftan görece bir özerkliğe sahiptir. Poulantzas, özgül bir kategori olan bürokrasi ile yani devlet aygıtının özgün bir örgütlenme sistemi olan bürokratizmle, bir devlet tipinin yapıları arasında sıkı ilişkiler kurulduğunu varsayar (Poulantzas, 2014: 400).
Poulantzas (2014: 401) Weber’in bürokrasi analizinde bürokrasinin toplumsal sınıflarla, yani politik sınıf mücadelesiyle ilişkisinin, sistematik olarak gizlendiğini, Weberci bürokrasi anlayışının örtülü olarak sınıflar mücadelesi anlayışına karşı çıkmak üzere oluşturulduğunu öne sürer. Bununla birlikte, yine de esas olarak Marxist klasiklerde olduğu gibi Weber’in de bürokratizm-bürokrasi ve kapitalist üretim tarzı arasında zorunlu bir ilişki kurduğunu kabul eder.
Poulantzas’a (2014: 408) göre, bürokratizm, kapitalist bir devletin, kendisiyle eşzamanlı genişleyen aygıtının özel bir örgütlenme ve işleyiş tarzıdır. Bürokratizm bu durumda, hem kapitalist devletin yapılarına, hem de egemen kapitalist ideolojinin, devlet aygıtı örgütlenmesinin normatif kuralları üzerindeki etkisine bağlıdır. Poulantzas, Weberin analizinden de yola çıkarak, bürokratizmi, işleyişi üzerinde özel etkileri olan devlet aygıtı iktidarının delegasyonu yoluyla, hiyerarşik bir örgütlenmeyi temsil eden ve bir dizi ayırt edici özellikleri taşıyan bir sistem olarak tanımlar (Poulantzas, 2014: 410).
Poulantzas, bürokrasinin özgül bir toplumsal kategori oluşturmasını da, kendi işleyişinde toplumsal grup olarak sunduğu özgün ünite ve toplumsal sınıflardan (hem ait olduğu sınıflar, hem de egemen sınıflar) görece özerkliğine bağlar. Bu karakteristlikler kapitalist bir formasyonda öncelikle devletten ve egemen ideolojiden kaynaklı bürokratizmden, ikinci olarak da bu devletle sınıflar mücadelesi arasındaki ilişkilerden ileri gelir (Poulantzas, 2014: 409). Poulantzas, bürokrasi ve sınıflar mücadelesi bağlamında Marx ve Engels’in konuya ilişkin yazılarına da atıf yapmak suretiyle şunu söyler (2014: 408): “Bürokrasinin egemen sınıflardan görece özerkliği, kesinlikle ve tam olarak kapitalist devletle sınıflar mücadelesinin ilişkileri tarafından belirlenmiştir. Bürokrasi özgün bir iktidara sahip olmadığı için, görece özerkliği de sınıflar mücadelesinin iktidar –devlet aslında yalnızca bir iktidar merkezi olduğu için, sınıfların elinde bulunan devlet iktidarı- ilişkilerinde bu devlete düşün görece özerklikten başka bir şey değildir.”
Poulantzas (2014: 413), Engels’in bürokrasiye özgün bir iktidar atfetmesini eleştirir, hatta bürokrasiyi bir sınıf olarak değerlendirmesini yanlış bulur, bununla birlikte, Engels’in bürokrasinin göreceli özerkliği konusundaki yaklaşımını ve konumunu önemli bulur.
Netice olarak, Poulantzas bürokratik kategorinin egemen sınıflardan görece özerkliğinin, kapitalist devlet tipinin ve onun kapitalist formasyonlardaki biçimlerinin görece özerkliğine denk düştüğüne işaret eder ve devletin görece özerkliğine ilişkin bütün çıkarımlarını şöyle özetler (2014: 416): “Bürokrasinin bizzat toplumsal kategori olarak bu özerkliğe sahip olduğunu söyleyebiliriz. Dolaysıyla bürokrasi, kesinlikle egemen sınıfların politik iktidarını yansıtmakta ve onların ekonomik, politik ve ideolojik çıkarlarını, bu formasyonlardaki sınıf mücadelesinin özel koşullarında temsil etmektedir.”
Poulantzas, bürokrasiyi bir sınıf ya da sınıf fraksiyonu olarak kabul etmez, dolayısıyla da bürokrasi bir devlet biçiminin oluşmasında hiçbir zaman temel bir role sahip olamaz. Ayrıca, bürokrasi, özgül bir kategori olsa da, bürokrasinin görece bir özerkliği ve özgün bir ünitesi bulunsa da, sınıflar ya da özerk sınıf fraksiyonları gibi toplumsal bir güç değildir. Bürokrasinin toplumsal güç olarak oluşması konjonktüre bağlıdır (Poulantzas, 2014: 420).
Marx, Engels ve Lenin’e göre, genel anlamda bürokrasi olarak adlandırılması uygun olan devlet aygıtının üyeleri (yan ordu, polis, yargı ve idari bürokrasi gibi) bir sınıf değil, özgül bir toplumsal kategori oluştururlar. Bunun anlamı şudur: Devlet aygıtının üyeleri, sınıfsal kökenleri açısından farklı sınıflara ait oldukları halde, özgül bir içsel birliğe göre iş görürler. Sınıfsal kökenleri –sınıf konumları- onları birleştiren etmene –sınıfsal durumları- oranla geri planda kalır. Daha açık olarak, onları bağlayan etmen, kesinlikle, devlet aygıtına ait olmaları ve nesnel işlevleri olarak devletin rolünün yerini getirilmesini üstlenmeleri gerçeğidir. Bu da şu anlama gelir: Özgül ve görece “birleşmiş” bir toplumsal kategori olarak bürokrasi, gerçekte farklı olan sınıfsal kökenleri ya da yönetici sınıfla ilişkileri nedeniyle değil, içsel birliği devletin nesnel rolünün yerine getirilmesinden kaynaklandığı için yönetici sınıfın hizmetindedir. Bu rolün bütünü, yönetici sınıfın çıkarlarına uygun düşmektedir. (Poulantzas, 2013a: 255-256). Poulantzas, bu analizden devletin yönetici sınıf karşısındaki göreli özerkliği sorunu ve dolayısıyla eşit derecede ünlü, özgül bir toplumsal kategori olarak bürokrasinin yönetici sınıf karşısında göreli özerkliği sorunu açısından önemli sonuçlar çıkacağına işaret eder.
Poulantzas, Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap adlı makalesinde (2013c:387) devlet’in “göreli özerkliği” ifadesindeki “göreli” terimini (neyle veya kimle ilişkisi bakımından göreli?) “devlet ve hakim sınıflar arasındaki ilişkiyi göster”diğini (yani, hakim sınıflarla ilişkisi bakımından göreli olarak özerk) belirtmiştir. Başka bir deyişle, bu kavramın her toplumsal formasyondaki sınıf mücadelesine ve ona tekabül eden devlet biçimlerine değindiğini açıklamıştır. Ona göre, uzun dönemde (kapitalist) devlet yalnızca hakim sınıf veya sınıfların çıkarları doğrultusunda hareket eder. Bu sınırlar içinde, devletin göreli özerkliğin derecesi, kapsamı, biçimleri, vb. (ne kadar göreli ve nasıl göreli) ancak belirli bir kapitalist devlet ve buna tekabül eden sınıf mücadelesinin belli bir konjonktürü (iktidar bloğunun özgül görünüşünü, bu blok içindeki egemenlik derecesi, bu bloğun bölümleriyle burjuvazinin ve işçi sınıfıyla onu destekleyen sınıfların ilişkileri vb.) ele alınınca incelenebilecektir (Poulantzas, 2013c: 387).
Miliband “Marx ve Devlet” adlı makalesinde (1965) Marx ve Engels’in “devlet” hakkındaki görüş ve düşüncelerini ve bu konudaki bazı tartışmaları ortaya koymuştur.
Miliband’a (1989: 7) göre Marx’ın devlet hakkındaki düşüncelerine genellikle daha sonraki yorum ve uyarlamaların prizmasından bakıla gelmektedir. Marxist devlet teorisi ya da Marxist-Leninist devlet teorisi biçiminde kalıplaşan bu yorum ve uyarlamaların Marx’ın kendi görüşünü yeterince yansıttığı söylenemez. Ona göre, Marx’ın kendisinin hiçbir zaman kapsamlı ve sistematik bir devlet teorisi oluşturmaya girişmediğini, tasarımını yaptığı geniş kapsamlı bir proje/eser kapsamında devleti sistematik olarak incelemek istediğini, ancak, bu projede sadece Kapital’in bir bölümünün tamamlanabildiğini belirten Miliband, Marx’ın devlet üstüne fikirlerinin; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş gibi tarihsel olayları değerlendiren çalışmalarından ve diğer bazı yapıtlarında bu konuya değinirken söylediği sözlerinden çıkarılabileceğini belirtmektedir.
Yazılarının hemen hemen tümünde devlete sürekli değinmesi, devletin Marx’ın analiz şemasındaki can alıcı önemini iyi bir biçimde gösterir. Devlet, genç Marx’ın zihnini kurcalayan merkezi sorunlardan birisiydi. İlk çalışmaları ağırlıkla devletin doğası ve toplumla ilişkisi üzerineydi. Doktora tezinin dışında, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları’na değin süren çalışmalarının ağırlıklı kısmını Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi oluşturuyordu. Nitekim Marx’ın Hegelci sistemden kopuşunu tamamlayan da, büyük ölçüde Hegel’in devlet görüşünü eleştirme süreci olmuştur. Miliband, Marx’ın devlet üstüne bu ilk çalışmasının önemli görüldüğünü belirtir. Miliband’a göre Marx’ın devlet üstüne ilk görüşleri açık bir Hegel’ci etki taşır. Fakat zaman içerisinde Marx kendisini giderek devletin eylemlerinde dış baskıları vurgulamaya sürüklenmiş bulmuştur. Devleti ilgilendiren bir durumu araştırırken, çok kolayca koşulların nesnel doğasını gözden kaçırma ve her şeyi harekete geçme yetkisine sahip kişilerin iradesiyle açıklama eğilimine girilir, der (Miliband, 1989: 8-9).
Miliband’a (1989: 15) göre, Marx’ın ilgiye değer başka bir devlet görüşü daha vardır ki, bu da devlet, egemen bir sınıfın aracı olmaktan çok toplumdaki egemen güç olarak, bütün toplumsal sınıflardan bağımsızdır ve hepsine baskın çıkar. Bu görüş, Marx’ın sistemindeki başlıca unsurları ve özellikle proletarya diktatörlüğü kavramını açıklığa kavuşturmaya hizmet eder. Marx zamanın en ileri iki kapitalist ülkesi olan İngiltere ve Fransa örneğinden yola çıkarak genellikle, kimi zaman devleti kontrol edenin bir bütün olarak yönetici sınıf değil, onun bir kesimi olduğunu ve devleti fiilen idare edenlerin pekala ekonomik bakımdan egemen bulunmayan bir sınıfa ait olabileceklerine temas eder. Bu yaklaşım Marx’ın devletin sınıf niteliği ile mülkiyet çıkarlarının bekçisi ve savunucu olma rolünü esastan etkilediği söylenemese de, bu görüş Marx’ın devletin taraflılığının işleyişi görüşüne açıkça bir esneklik getirir. Buna karşın, Marx devletin bağımsız rolünün en uç görünümünü otoriter kişi egemenliğinde, Bonapartizm’de bulur. Marx bu fenomeni tartıştığı Louis Bonaparte’nin 18. Brumaire adlı tarihsel incelemesinde, Bonaparte’nin coup detat’sının kurmuş olduğu egemenliğin kapsamını ve niteliğini ortaya koyar.
Miliband (1989: 27-30), Marx’ın çeşitli yazılarına atıf yapmak suretiyle geçiş sürecinde ve proletarya diktatörlüğü konusundaki görüşü konusunda şu sonuca varır, ona göre, otoriter bir etki taşımaktan uzak olan Marx’ın devlet üstüne çalışmalarının tümü, yalnız uzak bir komünist toplumla ilgili olarak değil, onu önceleyecek geçiş dönemiyle ilgili olarak da güçlü bir anti-otoriter ve anti-bürokratik önyargıya kapalıdır. Doğru, devlet bu dönemde gereklidir. Ama Max’ın gözünde devleti hoşgörülebilir kılan tek şey, halkın katılımı ve halk egemenliğidir.
Miliband kapitalist devletin niteliğini ve devletin göreli özerkliği konusundaki görüşlerini N. Poulantzas’la yaptığı tartışmaya ilişkin metinlerde açıklar. Miliband bu yazılarında, devlet iktidarı ve kapitalist toplum bağlamında “yöneticilerin motivasyonu”, “yönetsel” fenomenin niteliği, “burjuva sınıfı ile devlet arasındaki ilişki”, “yönetici sınıfların hükümetle, toplumsal köken, statü ve çevreleriyle ilişkileri”, “sınıfsal konumları, “devletin işlevi” ve konumu gibi konuları tartışır.
Miliband (1989: 44) sınıflı toplumlardaki devletin, başlıca ve kaçınılmaz olarak, o toplumlarda egemen olan ekonomik çıkarların bekçisi ve koruyucusu olduğuna inandığını belirtir, ancak ona göre devletin “asıl” amacı ve misyonu bu çıkarların sürekli üstün tutulmasını sağlamaktır, önlemek değil. Bununla birlikte, Miliband, bu “sorunsal” için de, elit kesimin “sistem” ve bir bütün olarak toplumla Poulantzas’ın şemasının kabul ettiğinden çok daha karmaşık bir ilişkiye girdiğine inanır. Miliband, yapısal üst-determinizmin tehlikesine dikkat çekerek, bu durumda her şey nesnel yapılar tarafından belirleniyorsa bu durumda faşistlerin yönettiği bir devlet ile sosyal demokratların yönettiği devlet arasında hiçbir gerçek farklılık olmadığı noktasına gelinir ki, bunu aşırı-sol bir yaklaşım olarak görür.
Miliband’a (1989: 50-51) göre, Poulantzas’ın yeniden doğrulamakla ilgilendiği, klasik Marxizm’de siyasal alanın ekonomik alanın basit bir yansıması olmadığı, devlete ilişkin olarak da devletin “göreli özerkliği” kavramının yalnızca “istisnai koşullarda” değil her koşulda merkezi olduğudur. Aslında bu kavram Marxist siyaset teorisinin çıkış noktası olarak alınabilir. Ona göre, Althusser’de olduğu gibi, Poulantzas için de “ekonomizim” başlıca üç günahtan (öteki ikisi “tarihçilik ile “hümanizm”dir) birisidir. Sonra şu soruyu sorar? Göreli ne kadar görelidir? Görelilik hangi koşullarda daha çok ya da daha azdır? Özerklik hangi biçime bürünür? vb. Bunlar Marxist bir siyaset sosyolojisinin ve aslında kısaca siyaset sosyolojisinin anahtar sorularıdır.
Miliband’a (1989: 57) göre Poulantzas burjuva-demokratik devlet biçimiyle hiç ilgili gibi görülmez. Asıl ilgisi, kapitalist devletin kriz koşullarında büründüğü biçime, daha doğrusu bu biçimlerden birine Bonapartist devlete yöneliktir. Burada bir terslik yoktur, fakat Bonapartizmi ele alış tarzında, özellikle Marx ve Engels’in konuyla ilgili çalışmalarını “okuyuşu”nda ters olan bir şey vardır. Miliband burada bazı alıntılar da yaparak Poulantzas’ı Marx ve Engels’in konuya ilişkin görüşlerini çarpıtmakla suçlar.
Miliband, “Devlet İktidarı ve Sınıf Çıkarları” adlı yazısında da (1983) “kapitalist toplumda devlet” ve “devletin göreli özerkliği” sorununu tartışır. Miliband, bu yazısında (1989: 83-101); “devlet, kapitalist toplumda ne ölçüde büyük bir özerklik derecesi”ne sahiptir? Özerkliğin hangi amaca hizmet ettiği düşünülmektedir? Gerçekte hangi amaca hizmet eder? gibi sorulara yanıt arar?
Miliband (1989: 84), Marx’ın devlet anlayışı konusunda iki görüş bulunduğunu belirtir: Birincisi; devletin, ekonomik faaliyetin temel araçlarının sahipliği ya da denetimine –ya da her ikisine birden- dayanarak böyle isimlendirilmiş bir yönetici sınıfın “aracı” olduğu görüşüdür. Miliband, Marx ve Devlet makalesinde dikkat çektiğini belirttiği ikinci görüş ise “devletin, ‘egemen bir sınıfın’ aracı olmaktan çok toplumdaki egemen güç olarak, ‘tüm toplumsal sınıflardan bağımsız olduğu ve onlara baskın çıktığı” yönündeki görüş olup, Marx’ın kendi yaşamı boyunca ‘devletin bağımsız rolünün en uç görünümü” de Bonapartizm olduğunu, Marx açısından Bonapartist devletin, “siyasal bakımdan belirli bir ekonomik ve toplumsal bakımdan egemen olan sınıfın koruyucusu olarak kalacağını ve sınıflı bir toplumda başka türlü olamayacağını” belirterek, Nicos Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar adlı kitabına ilişkin makalesine atıfla, devletin yönetici sınıf adına özerk hareketi ile o sınıfın buyruğunda hareketi arasında bir ayrım yapılması gerektiğini ileri sürerek bu noktayı yeniden formüle ettiğini ve devletin yönetici sınıfın basit bir “aracı” olarak onun emri altında uysal biçimde hareket ettiği şeklindeki kaba görüşü reddettiğini belirtir.
Devletin özerkliği kavramının ilk keşfinin itibarının Poulantzas’a ait olduğunu kabul eden (1989: 84) Miliband, “devletin gerçekten önemli bir ölçüde özerklik taşıyabildiği, ama buna karşın, tüm pratik amaçları yönünden yönetici sınıfın devleti olarak kaldığı” şeklinde açıklanabilecek “devletin göreli özerkliği” formülasyonunu bulan da o olduğunu belirtir. Miliband’a (1989: 85) göre, devleti kısıtlayan unsurlar ve bunların niteliği (yapısal ve kişisel olmayan, dışsal mı) konusunda Marxist görüş ile demokratik çoğulcu görüş arasında temel yaklaşım farklılıkları vardır. Marxist görüş devlet üstündeki temel kısıtlamaları sermayeye ya da kapitalistlere ya da her ikisine birden bağlarken, “demokratik çoğulcu” görüş bu kısıtlamaları toplumda rekabet halindeki grup, çıkar ve partilerin temel olarak demokratik bir devlet üstünde uyguladıkları çeşitli baskılara yükler. Her iki perspektifte de, devletin kendisi eylem yaratmaz, dış güçlere karşılık verir: devlet “tarihsel özne” olarak görünebilir, ama aslında toplumda işler durumdaki süreç ve güçlerin nesnesidir.
Miliband’a göre (1989: 87-88) kapitalist toplumlardaki devletin yaşamın bütün alanlarında sahip olduğu hareket alanı çok geniştir, devlet ekonomik yaşamın her yönüne derin ve kaplayıcı biçimde girmiştir, sınıf çatışmasında ve başka her türlü çatışmada sürekli ve etkin bir varlığı söz konusudur, fikirlerin manipülasyonunda ve “rızanın yönetilmesinde” büyük ve gelişen bir rol oynar. Max Weber’in deyişiyle “fiziksel gücün meşru kullanım tekeli”ne sahiptir. Uluslarararası ilişkiler ve ülkenin silahlanması konusunda tek karar vericidir. Devletten bu şekilde bahsetmenin yanıltıcı bir özetleme olabileceğini belirten Miliband, burada değinilen devletin yürütme gücünde görev alan belli insanlardır –başkanlar, başbakanlar, onların kabineleri, üst düzey sivil ve askeri danışmanları vs. Ancak, bu aslında varolmayabilecek bir görüşler ve çıkarlar birliğini varsayar. Bunlar arasında görüş ve çıkar farklılıkları olabilir. Bununla birlikte karar verme aygıtında kararları “kendi başına” alan yürütme gücüdür.
Devletin kararlarını etkileyen ve belli ölçüde kısıtlayan ülke içinden ve dışından birçok etken olduğu kuşkusuzdur, ancak nihai olarak ne yapılıp yapılmayacağını karar verenler devlette çok küçük bir grup insan, genellikle tek bir kişidir. Ayrıca, bunların karar vermede çoğu zaman seçme/tercih hakkı, özgürlüğü vardır. Devletin özerkliği ve karar verme konusundaki gücü bağlamında devletlerin savaş çıkarma konusundaki yetkilerine/yaklaşımlarına bakmak yeterlidir (Miliband. 1989: 88). Miliband’a (1989: 89) göre kapitalist toplumlarda devletin özerklik derecesi öncelikle sınıf mücadelesinin ve aşağıdan gelen baskının böyle bir toplumdaki egemen sınıfın hegemonyasına meydan okuyuş ölçüsüne bağlıdır. Bu özerklik derecesi bir uçta, egemen bir sınıf tarafından kısıtlanmış, dolayısıyla devletin bir sınıfın hegemonyasına bağımlı olan bir devletten, diğer uçta “Bonopartist” ve otoriteryan biçim aldığı kısıtlayıcı anayasal denetim ve kontrollerden kurtulmuş bir devlete kadar değişkenlik gösterir.
Kapitalist sınıfın ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel temelde tam hegemonyaya benzer bir şeyi çok ender kazandığını belirten Miliband, kapitalist sınıfın böyle bir hegemonyaya en çok yaklaşmış olduğu kapitalist ülkenin, iş aleminin yerleşik bir aristokrasiyle iktidarı paylaşmak zorunda kalmadığı ve örgütlü emeğin ciddi bir siyasal meydan okuyuşunun görülmediği Birleşik Devletler olduğunu belirtir. Ancak, Birleşik Devletlerde bile ekonomik ve toplumsal çelişkiler ile aşağıdan gelen baskı, özellikle Büyük Depresyon’dan sonra, devleti kuvvetlendirmiş ve ona önceki dönemlere göre daha çok özerklik kazandırmıştır (Miliband, 1989: 88).
Miliband, sınf mücadelesi, devlet ve devletin özerkliği konusundaki klasik yaklaşımını ve bu konuda kullanılan kavramların belirsizliğini belirttikten sonra bunların “devletin eylemliğinin dinamiğini açıklamakta yetersiz kaldığı ve kapitalist bir bağlamdaki topluma ilişkin doyurucu bir devlet “modeli” sunmadığını belirtir. Devletin, eylemliğinin dinamiğinin sermayenin zorunluluklarına ya da kapitalistlerin baskılarına dayandırmayı -bu etkenlerin önemini yadsımamakla birlikte- yetersiz bulur. Ona göre, bu yaklaşımda devlette, karar verme gücüne sahip olan kişiler üzerinde etkili olan diğer itkiler hesap dışı kalır. Halbuki, devleti ve karar vericileri etkileyen birçok itki vardır ve bunlar egemen sınıfların amaçlarıyla eş anlamlı değildir (Miliband. 1989: 90).
Miliband’a (1989: 90-92) göre Devletin, yürütme gücünden kaynaklanan iki temel itki, bir yanda “kendi çıkarını gözetme”, öte yanda ise “ulusal çıkar” düşüncesidir. Marxizm siyasal eylemin belirleyicileri olarak ekonomik ve toplumsal süreçleri vurgular. Vurgu son derece haklı olmakla birlikte, kolaylıkla siyasal süreçlerin sahip oldukları ağırlığın hafife alınmasına yol açabilir ki, bu da “ekonomik indirgemecilik”e varır. Devlet, yalnızca güç kullanımına olanak veren bir kurum değildir, ayrıca devlette görev yapanlara yüksek ücretler, statü, ayrıcalıklar sağlar. Bu imkanlar sadece karar verme sürecinin merkezinde bulunan insanlarla da sınırlı kalmaz, diğer yönetici kademelerine de birçok ekonomik, siyasi ve sosyal imkan sağlar.
Miliband’a (1989: 92) göre, bu tür insanlar, yani devletin üst tabakalarında görev yapanlar, “toplu kapitalist girişimden sorumlu insanlarla bağlı ama onlardan ayrı bir “devlet burjuvazisi” oluştururlar. Onların ilk ilgisi doğallıkla kendi işleri ve kariyerleridir. Kapitalist çıkarlar da gözetilir ama bunlar devlet memurlarının tek ya da başlıca ilgisi de değildir. Devlet iktidarını elde etmeye çalışanlar, onu yaratmalarının ve sürekli kontrol altında tutmalarının “ulusal çıkar”la eş anlamlı olduğunu kendilerini kolayca ikna ederler ve yaptıkları hizmetin kendi üstün ve her şeyi aşan duyarlılıkları olduğunu iddia ederler. Miliband, burada kısman bir gerçeklik bulur ve “iktidardaki insanları, kendi işleriyle yakından ilgilenmelerine ek olarak “ulusal çıkar” olarak kavradıkları şeyle harekete geçtiklerini” düşünmenin de akla yatkın olduğunu belirtir.
Bu noktada Miliband şu soruyu sorar (1989: 93): Devleti yönetenler, iktidarı elinde bulunduranlar kendi çıkarlarını gözetme ve “ulusal çıkar” saikiyle hareket ettikleri kabul ediliyorsa, bu durumda ortaya çıkan soru, bunun egemen sınıfın çıkarlarıyla nasıl bir ilişki içine girdiği, başka bir deyişle, devlet iktidarıyla sınıf çıkarlarının ilişkisinin nasıl olduğudur? Miliband’a göre bu ilişki kapitalizmin bütün tarihi boyunca iyi yönündedir. Devletin sorumluluğunu yüklenen kişiler genellikle “ulusal çıkar”ın kapitalist girişimin refahına bağlı olduğu, ya da en azından düşünülebilir hiçbir alternatif düzenlemenin, özellikle de sosyalizmin, “ulusal çıkar”a göre daha avantajlı olmasının söz konusu edilemeyeceğine güçlü bir şekilde doymuşlardır. Bu yüzden de, kapitalistlere karşı nasıl bir bakışa sahip olursa olsunlar, kapitalist girişimin çıkarlarına karşı dikkat gösterirler. Bununla birlikte, bazı durumlarda bu dikkat kapitalistlerin bazı arzularını gözetmeyi reddetme anlamı da taşıyabilir.
Miliband’a (1989: 94) göre aralarındaki ilişkinin temel olarak ne denli iyi olma olasılığı bulunursa bulunsun devlet iktidarı ile sınıf çıkarları arasında belli bir gerginlik olması kaçınılmazdır. Çünkü kapitalizmin dinamiği ve amaçları ile devlet iktidarının dinamiği ve amacı aynı olamaz. Devlet iktidarını elinde tutanlar kapitalist sınıfın çıkarlarını çevreler ya da en azından buna çalışır, ama hiç de devletin eylemliliğinin ve bu sınıf çıkarlarının kesinkes uyum içinde oldukları söylenemez. Yani devlet iktidarını elinde tutanların yaptıkları ile kapitalistlerin çıkarları arasında bir dengesizlik bulunması (örneğin alt sınıflar yerine sermaye ile kapitalistlerden vergi alınması, yapılan reform ve düzenlemeler örneğinde olduğu gibi) her zaman doğaldır.
Miliband, Poulantzas’ın devletin göreli özerkliği modeli yerine, kapitalist toplumlarda egemen sınıf ile devlet arasındaki ilişkiye dair farklı bir model çözümlemesi geliştirir. Ona göre, (1989: 95-96), ileri kapitalist toplumlardaki egemen sınıf ile devlet arasındaki ilişkiye dair doğru ve gerçekçi bir “model”, iki farklı, ayrı güç arasında çok sayıda iplikle birbirine bağlı, ama yine de her birinin kendine özgü ayrı ilgi alanları olan bir ortaklık modelidir.
Bu ortaklığın temeli belirlenmemiştir, ama sürekli değişmektedir ve çok sayıdaki koşuldan, özellikle sınıf mücadelesinin durumundan etkilenir. Bu ortaklıkta, her durumda devlet ötekine göre ikinci planda kalmaz, aksine kapitalizmin çelişkileri ve kusurları ile bunun ürettiği sınıf baskıları ve toplumsal gerginlikler, devletin toplumsal düzenin savunulmasında her zamankinden daha belirgin bir rol üstlenmesini gerektirir. Bu sürecin sonu, “Bonapartizm”in şu ya da bu biçimidir. Bu da nihai olarak devlet iktidarının devamlı genişlemesine yardım eder. Bu ortaklık modeli devletin bağımsızlığı ile “kendini gözeten” rolüne gereken önemi vermeyi ve Marxizm’deki “sınıf indirgemeci” eğilimlerin perdelediği devletin eylemliliğinin Makyavelci boyutu diye nitelenibilecek şeyi hesaba katmaya çalışır. Bu “politikanın önceliği” sorunu değildir. Miliband, devlet ile egemen sınıf arasındaki ortaklıktan söz ederken, her iki “indirgemecilik” biçimlerinden sakınmaya çalışmakta, ama devletin özellikle kapitalist çıkarları doğrudan ilgilendiren ekonomik konularda, yaptığı herşeyi derinden etkileyen bir kapitalist bağlamı da gözetmektedir. Politikanın önceliği fikri, bu kapitalist bağlamın katı gerçekliğinden ayrılma eğilimindedir, ama hiçbir hükümet ona kayıtsız kalamaz. Bir hükümet kapitalist bağlam içinde faaliyet gösterdiği sürece, ortaklık o kadar uzun süre dayanır. Eğer kapitalist çıkarlara temel bir tehdit ortaya çıkarsa ortaklık dağılır ve bu durumda kapitalist çıkarları hükümetin yıkılmasını gözetir.
Miliband (1989: 97), önerilen bu ortaklık modelinin Theda Skocpol’ün “kendisi için devlet” modelinin karşısında yer aldığını belirtir. Bu modelde, bir yanda var olan egemen sınıf ya da gruplar dizisi öbür yanda devlet yöneticileri vardır ve bunlar arasında çıkar çatışmaları vardır. Bu görüşe göre, devlet kimsenin ortağı ya da müttefiği olmaz: “kendisi için” ve toplumdaki tüm sınıf ile grupların karşısında olur. Miliband’a göre sağlam bir sınıf yapısına ve iyi tutunmuş bir egemen sınıfa sahip ülkelerde, böylesi bir model uygun görünmez. Çünkü, bu tür ülkelerde “devlet yöneticileri”nin çıkarlarının ne olacağını kestirmek çok güçtür. Ayrıca, sınıf veya gruplar arasında bir çatışma olursa, devlet birisin yanında yer alır. Bu durumda yeni bir ortaklık kurulmuş olur. Bu durumda devlet “tarafsız”, yani yalnızca “kendisi için” hareket eden olamaz.
Miliband (1989: 99), “ortaklık modeli”nin sosyalist bir toplumda devletin işçi sınıfıyla ilişkisini tanımlamak bakımından yararlı olabileceğini belirterek, klasik Marxist perspektifte, bu ilişkinin proletarya diktatörlüğüne dayanarak tanımlandığı söyler. Bu da pratikte devlet iktidarının sınıf iktidarına fiilen dönüşmesi demektir. Devlet ilga olmaz ama işlev ve yetkileri büyük ölçüde fazlalık ve ikincil duruma gelir.
Miliband’a (1989: 100) göre, sosyalist bir bağlamda devlet iktidarı ile sınıf iktidarı arasındaki ortaklık oldukça farklı bir şey anlamına gelir. Bu ortaklık, yaşamın bütün alanlarındaki, atelyeden yerel yönetime, halk temsili organlarıyla gerçek iktidarın yaratılmasını gerektirir ve ayrıca devlet sisteminin baştan aşağı demokratikleşmesiyle her cephesinde demokratik denetimin kuvvetlenmesini kapsar. Ne ki buna karşın bu, ayrıca, devlet iktidarının dayanması ve devletin, güçlü bir anlamda, “sönmemesi” demektir. Aslında uzun süre varlığını sürdürmesi ve tek başına yerine getirebileceği çok sayıda işlevi yapması gerekir. Gerçekten bu onları uygulaması için bir derece özerklik ister. Çünkü işçi sınıfı berrak tek bir çıkara ve tek bir sese sahip homojen bir blok değildir ve devlet de tek başına yeni hegemon çoğunluğu oluşturan “fraksiyonlar” arasında bir uzlaştırıcı işlevi görebilir. Dahası, sosyalist vatandaşlık nosyonunun doğal bir parçası olan kişisel, yerel ve siyasal özgürlüklerin korunması için, devletin üstüne geniş bir sorumluluk payı da düşer Bu anlamda ve uygun ihtiyat paylarıyla, kapitalizm-sonrası bir toplumda devlet iktidarı sınıf iktidarıyla değil, onu temel olarak tamamlayan şeyle çatışkı içindedir.
Marxist iktidarın doğasını tartışan ve bu alandaki en temel eserleri veren klasik yazar olan Engels, Ailenin Özel Mülkiyetin ve Devletin Kökeni isimli kitabında yazdıkları ile hem devletin Marxist kavrayışının temel çerçevesini belirlemiş hem de daha sonraki temel tartışmaların seyrine ışık tutmuştur (Dikmen, 2015: 75).
Marxist yaklaşımda devlet toplumun, daha doğrusu sınıflı toplumun bir ürünüdür. Sınıflar ortaya çıktıktan sonra devlet de zorunlu hale gelmektedir. Sınıflar arası ilişkiler, doğası gereği uzlaşmaz çelişkiler üretmektedir; devlet ise bu çelişkiyi yönetmek gibi bir işlev üstlenmektedir. Devlet sınıfların kendilerini ve toplumu verimsiz bir mücadele içerisinde yok etmemesi, dolayısıyla sınıflar arası çatışmayı hafifletmek, bu sayede de birikim rejiminin devamlılığını sağlamak için ortaya çıkmış bir örgütlenmedir. (Dikmen, 2015: 76). Tabiidir ki, burada sözü edilen devlet, sınıflı toplumlarda, kapitalist modern toplumlarda ortaya çıkan modern bürokratik devlettir.
Devlet bir sınıfın diğer bir sınıf üzerine egemenlik kurmasının aracıdır ancak bu egemenlik ilişkisi devlet üzerinden doğrudan değil çoğu zaman dolaylı yollardan kurulur. Sınıf çelişkileri kırılma noktasına geldiğinde ise devlet egemen sınıfın çıkarlarına doğrudan hizmet etmiyormuş gibi görülen politikaları da hayata geçirebilir. Bu tartışma önemlidir çünkü devlet üzerine yürütülen birçok tartışma Engels’in buradaki analizinden kaynaklanmaktadır (Dikmen, 2015: 76).
Devletin sınıfsal niteliği ve özerkliği konusunda Habermas ve Offe’nin öncülük ettiği yaklaşıma göre; devlet özerktir, fakat elbette ki tarafsız değildir. Belli çıkarların temsil edilmesi, devletin siyasal bir kurum olarak oynadığı istikrar sağlayıcı role kıyasla ikincil önemdedir, öyle ki kimin çıkarını temsil edeceğini devlet belirlemektedir (Clarke, 2004a: 14).
Benzer bir yaklaşımı Hirsch de şöyle ifade etmiştir (Clarke, 2004a: 21): “Devlet bir kere meşru olarak zor kullanma tekeline sahip özerk bir organ biçiminde kuruldu mu, daha ileri işlevler yüklenebilir; yine de bu işlevleri ancak kendi biçiminin sınırları içerisinde yerine getirebilir.” Clarke (2004a: 21-22) Hirsch’in özerklik konusundaki yaklaşımını; “Hirsch’e göre devletin “özerkleşmesi” sınıf mücadelesinin süregelen bir veçhesi değildir; özerk bir güç olarak devletin egemenliğine içkin ve onun şiddet kullanma tekelince desteklenen, bir kereliğine gerçekleşmiş tarihsel bir olaydır.” biçiminde açıklamıştır. Clarke göre (2004a: 22) Hirsch’in analizi hem özgül bir tahakküm biçimi olarak devletin ‘özerkliği’ni, hem de bu özerkliğin sınırlarını (bu sınırlar devletin, kendini yeniden üretimin temeli olarak, sermayenin genişlemiş yeniden üretimini güvence altına alma gereksinmesine içkindir) kavramsallaştırmayı olanaklı kılar.
Devlet kuramı alanındaki sorunsal konular arasında, devletin ‘göreli özerkliği’ni, devlet erkinin sınıfsal birliğinin kaynaklarını, devletin dönemlendirilmesini, onun toplumsal temellerini, hegemonyanın gerçek doğasını ve onun zorla eklemlenmesini ve değişen dünya sisteminde ulus-devletin rolü sayılabilir. (Jessop, 2004: 193). Poulantzas’ın Marx’ın görüşlerinden yola çıkarak kavramsallaştırdığı devletin göreli özerkliği konusu önemli tartışmalara konu olmuştur.
Poulantzas’ın devlet kuramı da çıkış noktası olarak devletin özerkliği ile özgüllüğü üzerindeki vurguyu alır. Althusser’in toplumun ekonomik, siyasal ve ideolojik olmak üzere üç düzlemden oluştuğu biçimindeki yapısalcı modelini benimseyen Poulantzas da, devletin işlevini, kapitalist sınıfın çıkarları açısından değil, toplumu bir bütün olarak bir arada tutmayı sağlayacak bir kuruma duyulan gereksinim açısından tanımlar. Poulantzas’ın analizinde, “sınıf mücadelesi”ne yaptığı vurgu ve yapısal kuramda olduğu gibi, siyasalın ‘özgüllüğü’nü ve ‘göreli özerkliği’ni ön plana çıkarması (Clarke, 2004a: 25-26) dikkat çeker.
Poulantzas’ın devletin sınıfsal niteliği ve göreli özerkliğine ilişkin görüşleri devlet kuramcıları ve özellikle Marxist yazarlar arasında önemli tartışmalara konu olmuş ve çok yönlü tenkitler almıştır. Poulantzas, analizinin sınıf indirgemeci olması, soyut kalması, göreli özerkliğin kapsamını belirsiz bırakması, mekanizma ve sınırlarına açıklık getirmemesi gibi yönlerden Skocpol, Miliband, Block gibi yazarlarca eleştirilmiş (Gülalp, 1993: 55-55) ve bu konuda karşıt veya daha farklı argümanlar öne sürülmüştür.
Gülalp, devletin özerkliği kavramının farklı türlerdeki kullanımlarının başlıca ortak sorunu olarak, hepsinin ekonomik olan ile politik olan arasında analitik bir ayrım öncülünden yola çıkmaları olarak görür. Bu ayrım, devletin sınıf egemenliği ilişkilerinden ayrı bir güce sahip, bağımsız bir varlık olarak düşünülmesine neden olur. Oysa, kapitalizmde ekonomik olan ile politik olanın ayrılığı yalnızca görünüşte kalır (Gülalp, 1993: 55-55). Dolayısıyla, devletin “göreli özerkliği”nin kaynağında, “politik” olanın “ekonomik” olandan ayrılığı değil, “kamusal” olanın “özel” olandan ayrılığı vardır. Devletin doğrudan üretim sürecinden “soyutlanması”, “politik” olanın “ekonomik” olandan göreli ayrılığı olarak değil, sermaye birikiminin “kamusal” ve “özel” uğrakları biçiminde ayrılması olarak anlaşılmalıdır (Gülalp, 1993: 64).
Clarke (2004a: 28) göre, kapitalist devletin daha gerçekçi bir analizi, egemen sınıfın kapitalist olmadığı yolundaki sanrıya kendisini kaptırmamış olan Miliband tarafından sağlandığı kabul edilir. Miliband sermayenin siyasal egemenliğini onun ‘hegemonik ideolojisi’ne değil, siyasal ve ekonomik gücü tekelleştirmesine dayandırıyordu; bu da sermayenin, ekonomi üzerinde ve kendi yönetimine meşruiyet kazandıran araçlar üzerinde olduğu kadar, devlet aygıtı üzerinde de dolaylı ve doğrudan denetim kurmasını sağlıyordu.
Poulantzas, hem ekonomik hem de sınıfsal aktörlerle ilişkisi içerisinde devletin göreli özerkliğini vurgulamaktaydı. Anderson ve Nairn gibi Miliband da, Ortodoks Marxizm’i ekonomik indirgemeciliğinden kaçınmış, fakat onun yerine bir sınıf indirgemeciliği yerleştirmişti; bu anlayışa göre egemen sınıf kendi mührünü devletin üzerine vurmaktaydı (Clarke, 2004a: 29-30).
Poulantzas, devletin sınıfsal niteliği ve özerkliğine ilişkin çözümlemesinde, devletin ekonomiden ve egemen sınıftan ne derece özerk olduğu, sınıfsal yapı ile sınıfsal ilişkilerin karmaşıklığı, devletin eylemi üzerindeki yapısal sınırlamalar vs. üzerinde durmaktadır (Clarke, 2004b: 92). Poulantzas’a göre devletin işlevlerinin özgüllüğü onun, üretim tarzındaki diğer düzlemlere oranla belli bir özerkliğe sahip olduğunu belirler: onun işlevleri özgül olarak siyasal işlevlerdir, hepsi de bütünün birliğini devam ettirme zorunluluğuna bağımlıdır. Siyasal’ın özgül özerkliği kapitalist üretim tarzının karakteristik özelliğidir. (Clarke, 2004b: 109)
Poulantzas’ın kapitalist devleti, farklı sınıf ve fraksiyonlar arasındaki uzlaşmaları gerçekleştirmek için, egemen sınıfların siyasal çıkarlarını garanti altına almak üzere bu sınıfların ekonomik çıkarlarından kendisini ayrı tutmak ve böylelikle egemen sınıflar nezdinde kendi özerkliğini kurmak zorundadır. Dolayısıyla yapıyı/bütünlüğü muhafaza etmek için devletin, egemen sınıfın gücünü değil, konjonktürdeki bütün sınıfsal iktidar ilişkilerini ifade etmesi şarttır. (Clarke, 2004b: 122).
Poulantzas ve Miliband’ın devletin sınıfsal niteliği ve özerkliği konusundaki tartışmaları (Martin, 2013: 22; Miliband, 1989) John Holloway ve Sol Picciotto tarafından Sermaye, Kriz ve Devlet adlı çalışmalarında (Holloway ve Picciotto, 2004) eleştiriye tabi tutulmuş ve devlete ait Marxist çözümlemede Miliband ile Poulantzas’ın düşünülenin aksine ayrı kutuplarda yer almadığı ve onların, en az onları birbirinden ayıran farklılıkları kadar önemli olan ortak noktaya da sahip olduklarına dikkat çekilmiştir. (Holloway ve Picciotto, 2004: 144). Hatta, Poulantzas’ın analizi bağlamında “devletin özerkleştirilmesi” konusu Holloway ve Picciotto (2004: 142) tarafından bir tür “fetişleştirme” olarak nitelendirilmiş ve bu analizin siyasal kurumların birbirinden ayrılmasını değil, özel ile kamusal’ın yapısal ve ideolojik yönden fetişleştirilmesi ve birbirinden ayrı tutulmasına hizmet ettiğine işaret eder.
Devlet aygıtının ‘göreli özerkliği’, onun kendince ‘kısmileşmesi’ kapitalist toplumun yeniden üretiminin temel bir varsayımı olarak görülür. Kapitalist devlet aygıtı, bir bütün olarak, kendisini birçok farklı bürokratik ilişkiye ve siyasal örgüte bölerek kısmileşmeyi muhafaza eder; her bir kısmi ayıtın belli sınıf ve sınıfsal fraksiyonlarla özgül ilişkisi vardır. Devletin kısmileşmesi, bu parçalara ayrılmış çokluğun gevşek koordinasyonuna dayanır (Hirsch, 2004: 182-183).
Devletin, özellikle kapitalist bir kurum olarak görülmesini kabul etmek güçtür, o, farklı biçimlerde de olsa, tüm sınıflı toplumlarda var olan bir kurumdur. Clarke, 2004c: 227). Bununla birlikte, kapitalist devletin sınıfsal yapısı ve ekonomi-politik karakteri kendine özgündür. Barker, kapitilazmi bir devletler sistemi olarak görür, kapitalist devletin aldığı biçimin ulus-devlet biçimi olduğunu öner sürer. Çünkü, ulus-devlet sistemi kapitalist gelişmenin bir ürünüdür ve sermayenin toplumsal bir ilişki olması gibi küresel ölçeklidir. Ona göre, kapitalist devlet analizinde devletin hem sınıf egemenliğinin bir aygıtı olarak hem de burjuvazinin çeşitli kesimleri arasındaki rekabete ilişkin bir aygıt olma keyfiyeti dikkate alınmalıdır (Barker, 2004: 249). Bu yönüyle, modern devlet sınıflar arası bir tahakküm aracı olmanın ötesinde, aynı zamanda sınıflar arası rekabetin de bir aracıdır (Barker, 2004: 249-250-253).
Poulantzas’a (2004: 11) göre bu yüzyılın siyasi kuramı açık ya da örtük bir biçimde temelde hep aynı soruyu sorar: “Devlet, iktidar ve toplumsal sınıflar arasındaki münasebet nedir?” Poulantzas devletin alanını belirleyen ilişkiyi şöyle açıklar (2004: 28): “Devletin alanını belirleyen şey üretim ilişkileri (şu ya da bu türden ilişkiler) olsa da, devlet yine de bu ilişkilerin bizatihi oluşumu içinde kendine özgü bir role sahiptir. Devletin üretim ilişkileriyle olan münasebeti, toplumsal sınıflarla ve sınıf mücadeleleriyle arasındaki bir ilk münasebettir. Kapitalist devletin üretim ilişkilerin ve bu ilişkilerin kurduğu ayrılığı, bu devletin örgütsel çatısının temelidir, kapitalist düzen içende toplumsal sınıflarla ve sınıf mücadeleleriyle olan münasebetini de bu ayrılık biçimlendirir.”
Poulantzas, devletin göreli özerkliğini, kapitalist devletin kurucu özelliği ve misyonu olarak görür (2004: 141): “Devlet, egemen sınıfların siyasi birliğini oluşturmaktadır. Bu sınıfları egemen sınıflar halinde düzenlemektedir. Bu örgütleyici temel rol, esasen devletin tek bir aygıtını ya da kolunu (siyasi partiler) değil, ama çeşitli derece ve sıfatlarda olaya müdahil olan aygıtlar bütününü ilgilendirir ve buna, başatlıkla baskıcı aygıtlar da (ordu, polis, vs.) dahildir, onlar da bu role katılırlar. Devlet burjuvazinin ve iktidardaki blokun örgütlenme ve birleştirilmesindeki bu rolünü, söz konusu blokun şu ya da bu birleştiricisi ve fraksiyonu karşısında, şu ya da bu tikel çıkar karşısında göreceli bir özerkliği elinde tuttuğu ölçüde oynayabilir. Bu, kapitalist devletin kurucu özelliğidir: Üretim ilişkilerinden görece ayrılmışlığı içinde bu devletin maddiliğine, bu ayrılmışlığın içerdiği sınıfsal özgüllüklere ve kapitalist düzendeki sınıf mücadelerine gönderir.”
Liberal kuramda devlet toplumun üstünde ve dışında duran bir kurum olarak düşünülür. Bu kuramın “çoğulcu” versiyonunda, devlet, toplumu oluşturan bireylerin konsensüsüne dayanır ve dolayısıyla bu bireylerin genel işlerinin yürütülmesinde kullanılan yetkilerle donatılır. Bunun tam zıttı gibi görünen “seçkinci” versiyonunda ise, toplumun kendi işlerini kendinin düzenleyemeyeceği ve bu yüzden de yetkilerini devlete devrettiği varsayımına dayanılarak, aynı argüman yeniden üretilir. Yani her iki durumda da, iktidarı “ortak yarar” adına kullanan devlet lehine, toplum üyelerinin öz belirlenimli bireysel haklarından vazgeçtikleri düşünülür. Buna göre devlet, toplumun yararı için bütün toplum adına hareket eden bağımsız bir güç merkezidir. Bunun tam zıttı olan Marksist görüşe göre, devlet toplumun dışında ve üstünde duran bağımsız bir kurum değil, kökleri sınıfsal yapıda olan iktidarı kullanmanın aygıtıdır. Bu görüşün önemi, devlet ile toplum arasındaki ilişki konusundan çok, toplumun sınıfsal içeriği konusundan kaynaklanır (Gülalp, 1993: 47).
Marksist görüşte toplum çelişik çıkarlara sahip sınıflardan oluştuğuna göre, devlet, ister bir tür “konsensüs”e isterse toplum adına işlere el koymuş “seçkinci” bir iktidar varsayımına dayanan, bu sınıflar karşısında tarafsız kalamaz. Bu nedenle, Marksist bakış açısıyla “toplumsal düzen” bir sınıf egemenliği düzeniyse, bu düzenin korunması da ister istemez sınıf egemenliğinin korunması ve yeniden üretilmesi anlamına gelir. Marx ve Engels’e göre, devletin nesnel rolü toplumdan görünürdeki ayrılığıyla gölgelenmemelidir. Marksist kurama göre devlet, burjuva toplumda sınıf egemenliğinin siyasal biçimidir (Gülalp, 1993: 47-49).
Gülalp’a (1993, 9-10) göre, Weberci ve Marksçı kavramlar arasında ortak noktalar dikkat çekicidir, bu ortak yön modern devlet ile kapitalizm arasındaki ilişkiye de işaret eder. Weberci kuram Marksçı kuram ile tamamlanabilir, böylece modern devletin örgütlenme biçiminin kapitalist üretim tarzının yapısal özelliklerinden kaynaklandığı açıklıkla görülür. Ancak, belirtilmelidir ki, Marx ile Weber’in kapitalizm çözümlemeleri arasında vurgu farkları vardır. Marx öncelikle sınıfsal egemenlik ilişkileri üzerinde dururken, Weber’in dikkatini odaklaştırdığı nokta kapitalizmdeki bürokratik egemenliktir. Bu nedenle, Weber’de bürokratik devlet, sınıfsal açıdan tarafsız bir kategori olarak belirir (Gülalp, 1993: 11-12).
Weber, bir yandan modern rasyonel bürokrasinin kapitalizmin bir ürünü olduğunu ve onun mantığına ve gerekliliklerine bağımlı kaldığını öne sürerken, diğer yandan da bürokrasinin özerklik taşıdığı, dolayısıyla sınıf iktidarından olduğu kadar, kendi kuruluş temelini oluşturan kapitalizmden de bağımsız olduğunu ileri sürer. Belirtilmesi gerekir ki, Weber’e göre bürokrasi kapitalist çıkarlara hizmet etme eğilimi taşır; ama bu durum yalnızca kapitalist sınıf ekonomik bakımdan en güçlü sınıf olduğu için geçerlidir (Gülalp, 1993: 12).
Kapitalist devletin “göreli özerkliği”ni öne süren Marxist kuram, klasik Markçı kuramın araçcı devlet yorumunun içerdiği basit indirgemeciliğe bir tepki olarak ortaya çıkmıştır. Gramsci’inin devlet kuramına yaptığı katıya dayanan ve “hegemonya” kavramından esinlenen bu eğilimin sözcülüğünü Poulantzas yapmıştır (Gülalp, 1993: 13). Esasında, devleti egemen sınıfın aracı olarak gören geleneksel Marksist yorumun temelinde Marx’ın devlet analizlerinden ziyade, daha sonra Lenin’in de paylaştığı Engels’in devlete ilişkin görüşlerinin olduğu söylenebilir. (Gülalp, 1993: 13).
Devletin göreli özerkliği kavramını en kapsamlı biçimde analiz eden yazarlar Nikos Poulantzas ve Ralp Miliband’dır. Poulantzas özellikle ‘politik alanın ekonomik alandan göreli özerk’ oluşuna dikkati çekerken, Miliband siyasi iktidarın gücünü zayıflatan başta bazı kurum ve yapılara vurgu yapmakta; bu kurum ve yapılar yardımıyla göreli özerklik kavramı üzerinde tartışmayı derinleştirmektedir (Dikmen, 2015: 76-77).
Gülalp’e göre (1993: 49) Poulantzas’ın kapitalist devlet kuramının çıkış noktası, üretim tarzlarının ekonomik ve politik kerteleri arasında göreli bir ayrımı ortaya atan Althusserci Marksizm yorumudur. Yapısalcı yoruma göre, kapitalizmde politik kerte göreli bir özerkliğe ulaştığına göre, sonuçta kapitalist devlet de “göreli özerkliğe” sahip olmalıdır. Poulantzas’ın bu yapısalcı Marxist analizine göre, “devletin göreli özerkliği” kavramı, kapitalist devletin, kapitalist üretim tarzının “ekonomik” ve “siyasal” kertelere göreli olarak ayrılmasından ileri gelen bir yapısal özelliğini saptamaya yarar. (Gülalp, 1993: 13) Kapitalist devletin bu göreli özerkliği hem ekonomik hem de politik yönden ortaya çıkar, özellikle de toplumdaki egemen sınıflara karşıdır.
İlk olarak Poulantzas (1973) tarafından geliştirilen “devletin göreli özerkliği” kavramının amacı, kapitalist devletin, kapitalist üretim tarzında “ekonomik” ve “siyasal” kertelerin göreli ayrılıklarından doğan, yapısal bir özelliğini saptamaktı. Sonradan yaygın bir kabul gören bu terim, yaygınlaşma sürecinde Poulantzas’ın yüklediği özgün anlamını kaybetti ve Marksist kuramdaki “araçcı” olduğu öne sürülen devlet anlayışına karşı çıkmanın kolaycı bir yolu haline geldi. Örneğin, Miliband’a göre bu terim devletin egemen sınıfın “emrinde” değil, onun “adına” hareket ettiğini ifade ediyordu (Gülalp, 1993: 45).
Gülalp (1993, 68: 78) nihai olarak “göreli özerkliğin” sınırlarını şu şekilde belirler: Birincisi, devlet sermaye birikimini yeniden üretmek yoluyla sınıf egemenliğine nesnel olarak hizmet eder. İkincisi, özgül bir birikim biçiminin gereklilikleri devlet eylemleri üzerindeki zorunlulukları belirler. Diğer bir deyişle, devletin sınıflardan göreli özerkliğinin belirleyicileri –yani, sermaye birikiminin her gelişme aşamasındaki gereklilikleri- aynı zamanda devletin eylemlerine yönelik zorunluluklardır. Şöyle ki, sermaye birikiminin gereklilikleri, bir yandan devletin sınıflardan göreli özerkliğini belirlerken, aynı zamanda bu özerkliğin sınırlarını da belirler.
Buradan yola çıkarak şu çıkarım yapılabilir: Devletin rolü bir bütün olarak sistemin korunması ve yeniden üretilmesi ise, bu rolün belirleyicisi sermaye birikiminin sürekliliğidir. Devletin egemenlik ilişkilerinin korunması ve yeniden üretilmesindeki rolü, onun egemen sınıf(lar)la ya da fraksiyonlarla dolaylı ya da dolaysız bağlarında değil, sermaye birikimiyle olan ilişkisi ışığında görülmelidir. Devletin bu temel rolünü yerine getiriş tarzı, “politik olanının özgüllüğü” denen şeyi oluşturur ve somut tarihsel belirlenimlere bağlıdır (Gülalp 1993: 68).
Miliband’ın analizinde bu kurum ve yapılardan birincisi siyasi iktidarın kendisidir. Mevcut parti yapılanması ve seçim sistemi hem iktidar partisi içerisinde hem de muhalefet partileri aracılığıyla siyasi iktidarın gücünü zayıflatıcı bir rol oynayabilmektedir. Bu da emekçilerin de çıkarına hizmet edecek nitelikte farklı politikaların devlet politikası haline gelmesinin olanaklarını yaratmaktadır. Benzer biçimde siyasi iktidar ile devlet aygıtı da birbirine eşit değildir ve modern demokrasilerde devlet aygıtı siyasi iktidarı da denetleyecek bir konumda yer almaktadır. Dolayısıyla iktidar denilen yapı homojen bir blok olarak ortaya çıkmamaktadır (Dikmen, 2015: 77).
Dikmen’e göre (2015: 77) 1945-75 arası dönemde kapitalist devlet, aynen Weber’in bürokrasi üzerine yazdıklarına benzer bir biçimde, toplumun belirli bir kesiminin çıkarına değil de toplumun genel çıkarına hizmet ediyormuş görünümündedir. Refah devleti uygulamalarında, devletin göreli özerkliğinin niteliğini belirleyen etken siyasi iktidarın birleşimi ve toplumsal örgütlenmenin yapısıdır. Bu dönemde siyasi iktidar devlet aygıtı üzerinde mutlak bir egemenlik kuramamaktadır, çünkü siyasi iktidarın bileşimi ve heterojen yapısı buna izin vermemektedir. Bu nedenle, farklı toplumsal kesimler de güçleri doğrultusunda sistemden çıkar sağlayabilir bir potansiyele kavuşmaktadır. Bunun sonucunda toplumsal üretim farklı kesimler arasında pay edilebilmektedir. (Dikmen, 2015: 78).
Gerçi bu analizde “toplumun genel çıkarına hizmet ediyormuş görünümündedir” ibaresi kesin yargı içermediği gibi nesnel gerçekliğin tespitine ilişkin açıklamayı belirsiz bırakmış, gibidir. Bu nokta şundan dolayı önem arz etmektedir. Eğer 1945-1975 dönemi refah devleti uygulamaları döneminde devletin burjuvazi yerine emekçi kesimlere veya Weberyen anlamda toplumun genel çıkarına hizmet ettiğini kabul ediyorsak, bu durumda devletin ve bürokrasinin doğasına, nesnel gerçekliğine ilişkin Marxist teorilerin dönemsel olarak yanlışlandığını kabul etmiş oluruz.
Buna göre, refah devletlerinde, devlet aygıtı ve bürokrasi salt burjuva sınıfına veya diğer belli kesimlere değil toplumun genel çıkarına veya bütün kesimlerine hizmet eder bir niteliğe kavuşmakta. Refah devleti öncesi kapitalist devlet yapıları veya faşist devlet rejimlerinde belli sınıflara veya kesimlere hizmet eden bir yapıya dönüşmektedir. Bu durumda devletin işlevinin, özerklik derecesinin ve hizmet ettiği sınıfların tarihsel olarak farklı dönemlerde ve farklı devlet tiplerinde değişebildiğini kabul etmiş oluyoruz. Bu da kapitalist bir ekonomik düzen içerisinde farklı nitelikte devlet yapılarının varlığına işaret eder. Gerçi Marx da Bonapartist devlet bakımından benzer bir durumu kabul etmiştir.
Dikmen (2015: 76), refah devleti uygulamalarının olduğu dönemdeki devlet aygıtını da görece özerkleşmiş görür. 1929 Büyük Buhranı sonrasında dünyanın devrimci konjonktüre girdiği, ya da sınıf çelişkilerinin mevcut düzeni ortadan kaldıracak düzeyde sertleştiği bir kırılma noktasında, bu kırılmayı engellemek, emekçi kesimleri sakinleştirmek ve muhtemel bir kırılmayı engellemek için örgütlenen refah devletlerinde, devlet aygıtı temsil ettiği sınıftan görece bağımsızlaşarak, kısa vadede burjuvazinin çıkarına olmayacak ancak uzun vadede sermaye birikiminin sürekliliğini olanaklı kılacak bir sistemi örgütlemiştir, bu sayede de kapitalist sistemin devamlılığı sağlanmıştır. Bu görece özerkleşmenin sonucu olarak; refah devletleri bir yandan emekçi kesimlere ekonomik bakımından tam istihdam politikaları, yüksek ücret, bedava sağlık ve bedava eğitim hizmetleri gibi alanlarda yeni imkanlar sunmuş, diğer yandan da demokratik hakları genişletmiştir.
Göreli özerkliğin minimum olduğu bir yapı olarak toplumsal örgütlenmenin devlet-parti-sermaye ittifakı şeklinde olduğu faşist diktatörlükler gösterilebilir. Bu devlet biçiminde devlet aygıtı mutlak bir siyasal iktidar tarafından işletilmektedir. Dolayısıyla mutlak siyasi iktidarın kurulduğu, parti-devlet birliğinin sağlandığı bu gibi yapılarda devlet (mutlak siyasi iktidar) belirli bir kesimin/sınıfın çıkarına hizmet eder hale gelebilmektedir. Baskı rejimiyle bütünleşmiş bu sistem sayesinde güçlü sermaye sahipleri devleti/siyasal iktidarı kullanarak büyük çıkarlar elde edebilmektedir (Dikmen, 2015: 78).
Buna benzer tipteki bir devlet yapılanması Louist Bonaparte dönemi Bonapartist devlet uygulamalarıdır. Bonapartist rejim, devletin sınıflardan görece özerkleşerek sınıfların üzerinde bir güce sahip olma keyfiyetine işaret etmektedir. Özel bir rejim tipi olarak, 1852 yılında iktidarını mutlaklaştıran Louis Napoleon Bonaparte’e referansla kullanılan bu iktidar biçimi devlet aygıtının (özellikle bürokrasiyi kullanarak) başta sınıflar olmak üzere diğer toplumsal güç odaklarının üstünde bir güce sahip olarak sistemi yönetme kabiliyetine kavuşması şeklinde özetlenebilir (Dikmen, 2015: 302).
Gülalp’e (1993: 14-15) göre, kapitalist devlet konusunda, Marx’ın kapitalist üretim tarzı kuramından yola çıkılarak yapısalcı ya da sınıfsal-araçcı olmayan bir kuram da türetilebilir. Kapitalist devletin özü, özel mülkiyet ile sözleşme özgürlüğüne dayanan kapitalizme, yani sermayenin emeği, emek-gücünün bir meta olarak satın alınması yoluyla sömürmesine dayanan üretim tarzına dayanır. Devletin işlevi bu noktada ortaya çıkar. Kapitalist devlet özel mülkiyet ile sözleşme özgürlüğünün yaptırımından sorumlu bir kurum olarak varlık gösterir. Bu nedenle, kapitalist sınıf ile kapitalist devlet arasında vazgeçilmez bir birliktelik vardır. Biri diğerine ikincil bir düzeyde bağlı değildir; aynı şekilde, biri diğerinin aracı da değildir. Devlet, kapitalizmin bu iki koşulunu koruması nedeniyle, nesnel olarak bir sınıf devleti niteliği kazanmış olur.
Kapitalizmde genel olarak devletin rolü ve özel olarak da özerkliği konusu devletin sınıfsal niteliğinden ve parçalı yapısından, toplumdaki katmanlaşmalardan doğar. Kapitalizmde katmanlaşma, kişisel olmayan- piyasa mekanizması aracılığıyla oluşup sürdürülür. Piyasa mekanizması (yani, ‘sivil toplumun’ temeli) mülkiyet hakkını ve sözleşme özgürlüğünü garanti altına alan bir devlet tarafından korunur. Bu anlamda, kapitalist devletin rolü, katmanlaşma düzeninin çeşitli düzeylerinde yer alan kişilere herhangi bir özel bir ayrımda bulunmadan, sınıf katmanlaşmasını yaratan koşulları genelde korumaktır. Bu, kuralların ve ayrıcalıkların kişiye-özel olduğu kapitalizm-öncesi üretim ve katmanlaşma tarzlarından oldukça farklıdır. Devletin görünüşteki özerkliği, herhangi bir birey ya da bireyler grubuna (hiç değilse ilke düzeyinde) bir kişiye-özel ayrımcılık yapma yükümlülüğü olmamasından kaynaklanır (Gülalp, 1993: 21).
Bu bağlamda, kapitalist devletin doğası bakımından, hem devleti bir sınıfın aracı konumuna indirmenin hem de devletin kurumlarına bağımsız güç atfetmenin aynı derecede yanıltıcı olduğunu, devlet ile sınıfın birbirlerine indirgenmemesi gerektiği kadar iktidar için birbirlerine rakip ya da ortak iki ayrı olguymuş gibi ele alınmaması şeklindeki bir kapitalist devlet çözümlenmesi (Gülalp, 1993: 21-22) daha gerçekçi görünmektedir.
Netice olarak, kuram tartışmalarında ve tarihsel süreçte görüldüğü üzere kapitalist olsun veya olmasın devletler kimi zaman içinde bulunduğu topluma (belki de her zaman) yabancılaşabilir. Devlet, ilk baştaki işlevinden farklı ve yeni bir statü elde edebilir. Bu çok farklı yollarla olabilir. Mutlak bağımsızlık elde edildiği gibi, toplumdan veya toplumdaki belli sınıflardan (egemen veya değil) görece özerklik kazanılabilir. Bu devletin doğasının bir sonucudur. Devletin toplumdan ayrı bir tüzel kişilik kazandığı ve merkezi bir bürokrasi teşkilatının oluştuğu bir aşamada bunu yaşamak mukadderdir.
Son tahlilde devletlerin yine toplumun bir parçası olan insanlar tarafından yönetildiği dikkate alındığında, devletin ve bürokrasinin, muktedirlerin (siyasi ve idari aktörler) az veya çok şekilde sınıfsal etkileşimler içine girebileceği ve içinde bulunulan dönemin koşulları ile ekonomik-politik-sosyal-hukuksal çerçevenin belirlediği ölçüde bağımsız hareket edebileceği açıktır. Bunu önlemek için hukuk düzeni kullanılabilir. Ama, neticede hukuk düzeninin kurulması sürecinde yine bu süreçte karar verici konumunda bulunanlar hakim ve belirleyici olacağından toplumu oluşturan tüm sınıf ve kesimlerin ortak iyiliğini sağlayacak bir düzen tasarlanamayacaktır. Çıkar çatışmasının olduğu herhangi bir toplumda devlet kanalıyla böyle bir mutlak eşitlikçi ve mutlak adaleti sağlayan bir düzen kurulup kurulamayacağı da tartışmalıdır. Böyle bir düzen kurulması halinde bunun devlet veya düzen olup olmayacağı da belirsizdir.
Diğer taraftan, kapitalist olmayan devletlerin de, devlet gücünü elinde bulunduran egemen iktidar odaklarına ve sistemle eklemlenmiş bulunan belli kesimlere az veya çok hizmet ettiği açıktır. Kapitalizm ve modern devlet öncesi devletlerin bu konuda kapitalist devletten farkı, tarihsel koşullardan, ölçek ve biçim farklılığı ile teknolojik gelişmelerden, otorite biçiminden ve zor kullanma araçlarından kaynaklanır. Kapitalizm öncesi devletler ile kapitalizm sonrasında kapitalist devletlere alternatif olarak gösterilen ideal devlet ve toplum düzeni oluşturmaya matuf denemelerde yaşananlar da bunu teyit eder.
Bonapartist devlet biçiminde olduğu gibi devlet tarihsel süreçte belli koşulların varlığı altında egemen sınıftan “bağımsızlık” kazanabilir. Günümüz modern devletlerinin de bu ölçüde olmasa bile, “egemen sınıf” karşısında görece olarak bağımsız hareket edebildiğini söylemek mümkündür. Bununla birlikte, bu husus sistemin ve devletin “kapitalist” keyfiyetini değiştirmez. Ancak, bu durum devleti ve bürokrasiyi “kapitalist”lerin bir aracı olarak görmeye de yetmez.
Bu itibarla, devletin egemen sınıftan tam bağımsızlığı, özerkliği veya görece özerkliği, ya da egemen sınıfın güdümünde olması ülkenin yapısına, toplumun kültürüne, devlet geleneklerine, tarihsel koşullara, devletin gücüne ve niteliğine, ekonomik, politik, hukuki ve sosyal yapı ve koşullara (ülkede uygulanan siyasi rejim, anayasal koşullar, hukuk sistemi, ekonomi rejimi, siyasal iktidarın oluşumu, yetki ve sorumlulukları, bürokrasinin niteliği ve konumu, siyasi ve idari iktidarı kullananların sınıfsal kökenleri, egemen sınıfın yapısı, diğer sınıfların gücü ve konumu vs. gibi hususlar) göre değişkenlik gösterir. Bu konuda kapitalizm, modern devletin sınıfsal niteliği ve bürokrasinin genel özelliklerinden yola çıkarak, genel geçer ve mutlak bir doğruya ulaşılması mümkün gözükmemektedir.
Bu konuda şöyle bir örnek üzerinden gidilebilir. Modern ulus devleti ve bürokrasiyi bir bilgisayar veya özel bir yazılım kullanılmak suretiyle kullanılabilen bir makine gibi düşünürsek, kapitalist sistemi ve egemen sınıfın makro ölçekteki ve uzun vadeli temel çıkar ve beklentilerini, bu farazi bilgisayar veya makinenin kullanılması için patent hakkına sahip olunan ve zorunlu olarak kullanılması gereken tek markalı bir işletim sistemi/yazılımı (sahiplik ilişkisi ve yazılım boyutuyla) olarak değerlendirebiliriz. Bilgisayar/makine ile yazılım/işletim sistemi bir bütünlük teşkil etmekte ve ancak ikisinin birlikte varlığı halinde anlam ifade etmektedir. İkisinin ayrı kaldığı durumlarda bilgisayar/ makine ve yazılım/işletim sistemi kullanılamamaktadır. Başka bir anlatımla, modern devletin kodu kapitalist sistemdir.
Sisteme/yazılıma format çekmek mümkündür, fakat eğer farklı bir yazılım/işletim sistemi kullanılacaksa, önce bunun yazılması gerekli ve zorunludur. Ayrıca, bunun için kesin bir toplumsal talebin gerekli olduğu da tartışmasızdır. Bu da, küçük çaplı ve ülke bazındaki herhangi bir devrimle değil, feodal toplumdan sanayi devrimi sonrasında kapitalist topluma geçiş sürecindeki gibi yeni ve köklü başka bir devrimle mümkün olabilir. Kapitalist sisteme dayanan mevcut uluslararası devletler sisteminin yapısı da münferit başkalaşımlara imkan ve izin vermez. Böyle bir devrimsel dönüşüm demek, tüm dünyada ekonomik, politik ve sosyal hayatın sil baştan tedrici bir süreç içesinde (kapitalizmin en az 2-3 yüzyıllık süreç içerisinde zirve noktasına ulaştığı göz önünde bulundurularak) yeniden kurgulanması ve ayarlanması demektir. Bunu da ancak, dünya insanları hep birlikte yapabilecektir.
Kapitalizmin ve kapitalist devletin yerine yeni bir toplumsal-ekonomik-politik düzenin kurulabilmesi için öncelikle ve tartışmasız bir şekilde bugünkü “tüketim toplumu”na son verilmesi ile başlanılması gerekir. Bu salt yasayla, yasaklamayla olmaz. Değişim iradesinin önce tek tek bireylerde başlaması lazım gelir. Bunun için de, öncelikle bu amaç doğrultusunda işletilecek bağımsız akıl, bilinç ve irade lazımdır. Aksi halde girilecek kısır döngü bizi yüzyıl geçse de aynı noktaya getirecektir.
Sonuçta, yüzyıl sonra da, bugün neredeyse üç yüzyıl önce başlayan ve günümüzde küreselleşme, teknolojik yenilikler, sürekli ve dönemsel olarak piyasaya sunulan ürünler, uluslararası sermaye hareketleri, savaş ve silah ekonomileri, ilaç ve hastalık sektörleri, elektronik ve sanal dünya, suni gıda ve genetiğiyle oynanan canlılar (hayvanlar, insanlar, bitkiler) üzerinde yükselen ve zirve noktasına ulaşan kapitalizmi konuşuyor ve tenkit ediyor olacağız. Meselenin özünü kaçırıp kapitalist sistemin detay konularıyla uğraştıkça da aslında sistem tarafından uyutulmuş olacağız, dolayısıyla da son tahlilde sistemin kendini yenilemesi ve sürdürülebilir kılmasına bilmeden katkı yapmış olacağız.
Son olarak, konuyu şöyle bir tespit ve buna bağlı bir inanç/yargı cümlesi ile bitirebiliriz:
Tarihte belli bir ölçeği aşmış ve merkezi bir güç odağı haline gelmiş hiçbir devletin toplumu oluşturan bütün bireylerin kusursuz bir şekilde mutluluğunu sağlamış ve toplumu oluşturan bireyler arasında mutlak adaleti sağlayarak bütün toplumun ve tek tek bütün bireylerin çıkarlarına kusursuz bir şekilde hizmet etmiş bir devlet görülmediğine ve görülemeyeceğine göre, böyle bir devlet ve toplum tasarımı ancak felsefi metinlerde ve ütopyalarda kalacaktır.
Antik çağdan günümüze Doğu ve Batı toplumları hep bu arayış içerisinde olmuştur. Bugünden baktığımızda antik veya modern çağ ütopyalarının dahi kusursuz olmadığı ve bu tahayyül ve tasavvurların da sahibinin özel koşullarının, çağının/zamanın çocuğu olması yönüyle belli kusur ve eksikliklerle malul olduğu anlaşılacaktır. Dolayısıyla, onlardan önceki ideoloji ve inançlarda olduğu gibi modern çağda gördüğümüz kapitalizm, liberalizm, sosyalizm, komünizm, anarşizm veya başka ideal toplum ve ekonomik-politik ideoloji ve düzenler de benzer bir keyfiyete haizdir.
İdeal toplum ve ideal devletlerin yolu ideal insanlardan geçeceğine göre, belli bir zaman ve mekan kesitinde dünya çapında veya herhangi bir ülke ölçeğinde böyle bir tasarımın uygulamaya geçirilmesi mümkün gözükmemektedir. Prototip olarak tasarlanan insan, toplum ve devlet tasavvur ve tahayyülleri bunu öngörenin kişiliğinden, içinde bulunulan dönemden ve yaşanılan toplum ve ülkeden bağımsız olmayacaktır. Dolayısıyla böyle bir prototip halihazırda yüzlerce, binlerce farklılıklar (etkin köken, din, dil, kültür, tarih, yaşam biçimleri, teknoloji kullanımı, eğitim vs.) barındıran ve hiçbir yönüyle homojen olmayan bir dünyada herkesin ihtiyacını karşılayamayacak ve tabii olarak uygulanamaz olacaktır.
Kanımca, insanın mayası, fıtratı, ontolojisi, fiziki ve metafizik boyutuyla varlığı mükemmel ve kusursuz bir dünya (dolayısıyla toplum/ülke, devlet/bürokrasi) tasarımına ve kurulumuna uygun değildir. İnsanın çelişkileri ve iç dünyasındaki yapısal/genetik kodları böyle bir şeye izin vermez. Bunun mümkün olacağı bir koşulda, insan artık insan değildir. O artık farklı bir varlık boyutuna erişmiştir, demektir. Eğer böyleyse, o halde, toplumlar, ülkeler, devletler ve bürokrasi de bu insanın eliyle oluşturulmuş kusurlu ve sınırlı müessese ve mekanizmalar olacaktır. İnsanın hep daya iyiye ve daha mükemmele erişme yönünde hayal kurması gerekli ve doğaldır, bu yönde azami çaba da gösterilmesi gereklidir, ancak bu amaçla ortaya konan ideoloji, paradigma, inanç veya sistem ve modellerin mutlak ve tartışmasız olarak konumlandırılması netice de bunları da birer doğma haline getirecektir.
Ağaoğulları, M. A., Köker, L., (2009), Kral-Devlet ya da Ölümlü Tanrı, Ankara: İmge Kitabevi.
Akbulut, Ö. Ö., (2009), Siyaset ve Yönetim İlişkisi Kuramsal ve Eleştirel Bir Yaklaşım, Ankara: Turhan Kitabevi.
Bakunin, M., (2012), Tanrı ve Devlet, Çev: Sinan Ergün, İstanbul: Öteki Yayınevi.
Barker, C., (2004), “Kapitalist Devlet Kuramı Üzerinde Bir Not”, Clarke, S. (ed) içinde, s.249-260.
Clarke, S., (Ed.), (2004), Devlet Tartışmaları Marksist Bir Devlet Kuramına Doğru, Çev: İbrahim Yıldız, Ankara: Ütopya Yayınevi.
Clarke, S., (2004), Devlet Tartışmaları, Clarke, S. (ed) içinde, s. 7-88.
Clarke, S., (2004), “Marksizm, Sosyoloji ve Poulantzas’ın Devlet Kuramı”, Clarke, S. (ed) içinde, s. 89-134.
Clarke, S., (2004), “Devlet, Sınıf Mücadelesi ve Sermayenin Yeniden Üretimi”, Clarke, S. (ed) içinde, s. 225-247.
Dikmen, A.A., (2010), “Hangisi Daha Modern? Bürokrasi mi Piyasa mı?”, İpek Özkal Sayan (ed.), Prof. Dr. Kurthan Fişek İçin Yönetim Üzerine, A.Ü. S.B.F. KAYAUM Yay. No: 7 içinde, s. 61-77.
Dikmen, A.A., (2015), Makine, iş, Kapitalizm ve İnsan, Ankara: NotaBene Yayınları.
Dreyfus, F., (2014), Bürokrasinin İcadı, Çev: Işık Ergüden, İstanbul: İletişim Yayınları.
Engels, F. (2012), Ütopik Sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm, Çev: Sol Yayınları Yayın Kurulu, Ankara: Sol Yayınları.
Eryılmaz, B., (2013), Bürokrasi ve Siyaset Bürokratik Devletten Etkin Yönetime, İstanbul: Alfa.
Fişek, K., (2012), Yönetim, Ankara: Kilit Yayınları.
Gülalp, H., (1993), Kapitalizm Sınıflar ve Devlet, İstanbul: Belge Yayınları.
Hirsch, J., (2004), “Fordist Güvenlik Devleti ve Yeni Toplumsal Hareketler”, Clarke, S. (ed) içinde, s. 175-192.
Holloway, J., Picciotto, S., (2004), “Sermaye, Kriz ve Devlet”, Clarke, S. (ed) içinde, s. 135-173.
Jessop, B. (2004), “Birikim Stratejileri, Devlet Biçimleri ve Hegemonya Projeleri”, Clarke, S. (ed) içinde, s. 193-224.
Lenin, V. İ. (1976), Devlet ve İhtilal, Çev: Süleyman Arslan, Ankara: Bilim ve Sosyalizm Yayınları.
Martin, J. (Haz.), (2013), Poulantzas Kitabı Seçme Yazılar, Çev: Akın Sarı ve Selime Güzelsarı, Ankara: Dipnot Yayınları
Marx, K., (2009), Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, Çev: Kenan Somer, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K., (2012), Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Çev: Sevim Belli, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K., Engels, F., (2014), Komünist Manifesto ve Komünizmin İlkeleri, Çev: Muzaffer Erdost, Ankara: Sol Yayınları.
Marx, K., Engels, F., (2013), Devlet ve Hukuk Üzerine, Der. ve Çev: Rona Serozan, İstanbul: Çağdaş Hukukçular Derneği Yayınları.
Miliband, R. (1989), Kapitalist Devlet, Çev: Osman Akınhay, İstanbul: Belge Yayınları.
Mill, J. S., (2009), Hürriyet Üstüne, Çev: M. Osman Dostel, Sad: Ömer Çaha, Ankara:Liberte Yayınları.
Mooers, C., (1997), Burjuva Avrupa’nın Kuruluşu, Çev: Bahadır Sina Şener, Ankara: Dost Kitabevi.
Poggi, G., (2014a), Modern Devletin Gelişimi Sosyolojik Bir Yaklaşım, Çev: Şule Kut ve Binnaz Toprak, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Poggi, G., (2014b), Devlet Doğası, Gelişimi ve Geleceği, Çev: Aysun Babacan, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Popper, K. R., (2010), Açık Toplum ve Düşmanları Cilt: 2 Hegel, Marx ve Sonrası, Çev: Harun Rızatepe, Ankara: Liberte Yayınları.
Poulantzas, N., (2004), Devlet, İktidar, Sosyalizm, Çev: Turhan Ilgaz, Ankara: Epos Yayınları.
Poulantzas, N., (2013a), “Kapitalist Devlet Sorunu”, Martin, J. (Haz.) içinde, s. 245-263.
Poulantzas, N., (2013b), “Toplumsal Sınıflar Üzerine”, Martin, J. (Haz.) içinde, s. 265-308.
Poulantzas, N., (2013c), “Kapitalist Devlet: Miliband ve Laclau’ya Cevap”, Martin, J. (Haz.) içinde, s. 373-404.
Poulantzas, N., (2013d), “Devlet ve Sosyalizme Geçiş”, Martin, J. (Haz.) içinde, s.455-488.
Poulantzas, N., (2014), Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar, Çev: Şule Ünsaldı, Ankara: Epos Yayınları.
Serozan, R. (Der. ve Çev), (2013), Marx/Engels Devlet ve Hukuk Üzerine, İstanbul: Çağdaş Hukukçular Derneği Yayınları.
Tilly, C., (2001), Zor, Sermaye ve Avrupa Devletlerinin Oluşumu, Çev: Kudret Emiroğlu, Ankara: İmge Kitabevi
Uygun, O., (2014), Devlet Teorisi, İstanbul: On İki Levha Yayıncılık.
Wallerstein, I., (2012), Tarihsel Kapitalizm ve Kapitalist Uygarlık, Çev: Necmiye Alpay, İstanbul: Metis Yayınları.
Weber, M. (2008), Sosyoloji Yazıları, Çev: Taha Parla, İstanbul: Deniz Yayınları.
Von Mises, L. (2010), Bürokrasi, Çev: Feridun Ergin ve Atilla Yayla, Ankara: Liberte Yayınları.
Von Hayek, F., (2010), Kölelik Yolu, Çev: Turhan Feyzioğlu, Yıldıray Arsan ve Atilla Yayla, Ankara: Liberte Yayınları.
Yayla, A., (2008), Liberalizm, Ankara: Liberte Yayınları.
Notlar:
[1] Bundan böyle “Marx ve Engels, 2013” olarak atıf yapılan eser Marx ve Engels’in bütün yapıtlarında devlet ve bürokrasiye ilişkin analiz ve görüşlerini içeren ve “Serozan, R., 2013” tarafından hazırlanan derleme-çeviriye yapılmaktadır. Çalışmada tarafımızdan doğrudan Marx ve Engels’in eserlerine yapılan atıflar ayrıca gösterilmiştir.
[2] Marx ve Engels, bürokrasinin “üst kademelerini” içinde toplayan bu sınıf ya da fraksiyonun önemini, özgül bir kavaramla, devletin savunucu-sınıfı kavramıyla vurgulamışlardır. (Poulantzas, 2014: 393).