KAPİTALİST DEVLET (Class Power and State Power) –GENİŞ ÖZET-
Ralph MİLİBAND, 1989
(Çeviren: Osman AKINHAY)
Özetleyen
Ekrem CANDAN
Ankara Üniversitesi Sos. Bil. Enst.
Doktora Programı (Özel Öğrenci)
Bürokrasi ve Bürokratik Elit Dersi
Miliband ve Kapitalist Devlet
I- Marx ve Devlet -1965-
Miliband’a göre Marx’ın devlet hakkındaki düşüncelerine genellikle daha sonraki yorum ve uyarlamaların prizmasından bakıla gelmektedir. Marxist devlet teorisi ya da Marxist-Leninist devlet teorisi biçiminde kalıplaşan bu yorum ve uyarlamaların Marx’ın kendi görüşünü yeterince yansıttığı söylenemez. Miliband “Marx ve Devlet” adlı denemesiyle devlet hakkında Engels’in ya da Lenin’in söylediklerinden, izleyicileri, öğrencileri ya da onu eleştirenlerin söylediklerinden çok Marx’ın kendisinin gerçekten ne söylediği, ne düşündüğünü ortaya çıkarma amacındadır. (Miliband, 1965, ?)
Marx’ın kendisinin hiçbir zaman kapsamlı ve sistematik bir devlet teorisi oluşturmaya girişmediğini, tasarımını yaptığı geniş kapsamlı bir proje/eser kapsamında devleti sistematik olarak incelemek istediğini, ancak, bu projede sadece Kapital’in bir bölümünün tamamlanabildiğini belirten Miliband, Marx’ın devlet üstüne fikirlerinin; Fransa’da Sınıf Mücadeleleri, Louis Bonaparte’in 18. Brumaire’i ve Fransa’da İç Savaş gibi tarihsel olayları değerlendiren çalışmalarından ve diğer bazı yapıtlarında bu konuya değinirken söylediği sözlerinden çıkarılabileceğini belirtmektedir. (Miliband, 1965, ?)
Yazılarının hemen hemen tümünde devlete sürekli değinmesi, devletin Marx’ın analiz şemasındaki can alıcı önemini iyi bir biçimde gösterir. Devlet, genç Marx’ın zihnini kurcalayan merkezi sorunlardan birisiydi. İlk çalışmaları ağırlıkla devletin doğası ve toplumla ilişkisi üzerineydi. Doktora tezinin dışında, 1844 Ekonomi ve Felsefe Elyazmaları’na değin süren çalışmalarının ağırlıklı kısmını Hegel’in Hukuk Felsefesi’nin Eleştirisi oluşturuyordu. Nitekim Marx’ın Hegelci sistemden kopuşunu tamamlayan da, büyük ölçüde Hegel’in devlet görüşünü eleştirme süreci olmuştur. Miliband, Marx’ın devlet üstüne bu ilk çalışmasının önemli görüldüğünü belirtir. (Miliband, 1965, ?)
Miliband’a göre Marx’ın devlet üstüne ilk görüşleri açık bir Hegel’ci etki taşır. 1842-1843 döneminde yazdığı makalelerde “devletin özgürlüğün somutlaşması olarak toplumun genel çıkarlarının ve hukukun bekçiliğini yaptığından” söz etmesi, modern felsefenin “devleti, hukuku, ahlaki ve siyasal özgürlüğün içinde gerçekleştirilmesi gerektiği, tek tek vatandaşların devletin yasalarına uyarken yalnızca kendi akıllarının, insan aklının doğal yasalarına uyduğu büyük bir organizma olarak görür” yönündeki görüşü bunu teyit eder. Öte yandan, Marx “akılcı özgürlüğün gerçekleşmesi olmayan bir devlet, kötü bir devlettir” sözüyle, bu yüceltilmiş devlet görüşünün devletin fiili davranışlarıyla çeliştiğinin tamamen farkında olduğunu ortaya koyar, bu yönde devletin asıl amacı ve misyonundan sapmalarını örneklendir. Fakat zaman içerisinde Marx kendisini giderek devletin eylemlerinde dış baskıları vurgulamaya sürüklenmiş bulmuştur. Devleti ilgilendiren bir durumu araştırırken, çok kolayca koşulların nesnel doğasını gözden kaçırma ve her şeyi harekete geçme yetkisine sahip kişilerin iradesiyle açıklama eğilimine girilir, der. (Miliband, 1965, ?)
Marx’ın Hegel’in devlet kavramına yönettiği eleştirinin ağırlığı, Hegel’in doğru olarak sivil toplumunun devletten ayrılığını kabul ederken, bu ikisinin devlet sisteminde yeniden uzlaştıklarını ileri sürmesidir. Hegel’in sisteminde devlet ile toplum arasındaki “çelişki” toplumun gerçek anlamının ve gerçekliğinin devlette sözde temsiliyle çözülür. Marx bunu bir çözüm değil, gizemlileştirme olarak görür. Ona göre devlet ile toplum arasındaki çelişki yeterince gerçektir. Bu çelişkinin getirdiği siyasal yabancılaşma modern burjuva toplumunun merkezi olgusudur. Gerçek insan, bugünkü devlet yapısının kişi olarak bireyidir. Marx’a göre Helgel sisteminde bu çelişkinin çözümünü sağlayacağı varsayılan uzlaştırıcı unsurların (hükümdar, bürokrasi, orta sınıflar, yasama organı) bunu yapma yeteneklerinin hiç olmadığını, özel çıkarların üstünde durmaktan ve genel çıkarları temsil etmekten uzak olan Hegel’in devleti, aslında özel mülkiyete bağımlıdır. Ona göre, devletin belirleyici olma durumu sadece yanılsamadır, gerçekteyse belirlenendir o. Devlet zamanla özel ve toplumsal iradelere boyun eğdirir, ama bunu yalnızca özel mülkiyetin iradesini maddileştirmek ve özel mülkiyetin gerçekliğini siyasal devletin en yüksek gerçekliği, en yüksek manevi gerçeklik olarak tanımak için yapar. (Miliband, 1965, ?)
Marx’ın Eleştiri’de siyasal yabancılaşmaya ve devlet ile toplum arasındaki çelişkiye ilişkin çözümü asıl olarak siyasi temelde, yani “gerçek demokrasi” çerçevesinde tanımlanmaktadır. Marx’a göre demokratik olanların dışındaki bütün devletlerde, devlet, hukuk ve anayasa, gerçekten yönetmeksizin, yani arta kalanın rızasını maddi olarak karşılamaksızın, siyasal olmayan alanları yönetendir. Demokraside ise anayasa, hukuk ve bizzat devlet, siyasal bir yapı olduğu sürece, yalnızca halkın kendi kaderini belirlemesi ve halkın özel bir rızasıdır. Miliband’a göre Marx demokrasinin gerektirdiği koşulları/şeyleri tanımlamamıştır. Cumhuriyet ile monarşi arasında mukayese ve değerlendirmelerine atıf yaptıktan sonra, Marx’ın gerçek bir demokraside yapının salt siyasal olmaktan çıkacağını belirttiği ve bu bağlamda bazı Fransızların “gerçek demokraside siyasal devlet ortadan kalkmıştır” düşüncesini aktardığı, fakat gerçek demokrasinin içerdiği somut şeyleri tanımlamadığını ifade eder. (Miliband, 1965, ?)
Diğer yandan, Marx’ın gerek Eleştiride, gerekse Yahudi Sorunu ve Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı adlı makalesinde siyasal kurtuluşun insansal kurtuluşa eş anlam taşımadığı, siyasal kurtuluşun sınırlarının devletin bir kısıtlamadan, insan o kısıtlamadan gerçekten kurtulmadan da kendini kurtarabileceği ve insan özgür bir insan olmadan da devletin özgür bir devlet olabileceği olgusundan hemen anlaşılacağı, buna karşın siyasal kurtuluşun büyük bir ilerleme olduğu, insanın kurtuluşunun son biçimi değilse bile, insanın varolan toplumsal düzenin çerçevesi içindeki kurtuluşunun son biçimi olduğunu belirtir. Marx’a göre insansal kurtuluş, ancak insanın bütün türsel-bağlarını koparan, bu türsel bağlar yerine egoizmi ve bencil gereksinimleri geçiren ve insan dünyasını birbirine düşmanca karşıt atomlardan oluşan bireyler dünyasına çözen burjuva toplumunun aşılmasıyla gerçekleştirilebilir. Yani toplumsal kurtuluş ancak pratik gereksinimlerin insanallaştırıldığı ve ticari ruhun yok edildiği yeni bir toplumda olanaklıdır. (Miliband, 1965, ?)
Marx, tablosunu çizdiği sisteme başka bir unsuru, varolan toplumsal düzenin dağılışının aracısı olarak proletaryayı ekliyor ki, bu proletarya görüşü Marx’ın yalnızca devrim kavramı açısından değil, devlet görüşü için de canalıcı bir önemdedir. Marx o zamana kadar siyasal alanın göreli öneminin değerlendirmesini yapmış birisi olarak siyasal kurtuluşun, yani politika ile devleti daha liberal ve demokratik duruma getirme eğilimi taşıyan siyasal reformların önemini hafife almayı istemez. Engels ile birlikte yazdığı Kutsal Aile’de demokratik temsili devleti kusursuz modern burjuva devleti anlamında kusursuz modern devlet olarak tanımlamıştır ki, bu tanımlama ekonomik ve siyasal yaşamın feodal engel ve kısıtlamalardan kurtulmuş olmasından kaynaklanır. (Miliband, 1965, ?)
Ne ki başka bir açıdan siyasal kurtuluşun yeterli olmadığı, toplumun ancak özel mülkiyetin kalkışıyla gerçekten insanal yapılabileceği şeklinde bir görüş daha vardır. Buna göre, sivil toplumu birarada tutan şeyler, temel insansal özellikler ve çıkardır; onların gerçek bağı, sivil-siyasal değil yaşamdır, dolayısıyla sivil toplumu birarada tutan bağ devlet değildir. Gerçekte devletin birliğini sağlayan sivil yaşamdır. Modern demokratik devlet özgürleştirilmiş kölelik ve burjuva toplumu üzerine temellenir. Modern devletin özü burjuva toplumunun engellenmemiş gelişimi, özel çıkarın özgür harekete üstüne temellenir. (Miliband, 1965, ?)
Daha sonra Alman İdeolojisi’nde, Marx ve Engels, devletin burjuva toplumla ilişkisiyle ilgili tanımlarını geliştirmişlerdir. Burjuvazinin artık zümre değil bir sınıf olarak kendisini bundan böyle yerel çapta değil ulusal çapta örgütleme ve ortalama çıkarlarına genel bir biçim verme zorunluluğunda gördüğünü ve bu genel biçimin devlet olduğunu belirtir. Buna göre devlet, burjuvazinin hem iç hem dış amaçlarla mülkiyetlerinin ve çıkarlarının karşılıklı güvencesi için zorunlu olarak benimsediği örgütlenme biçiminden başka bir şey değildir. Marx Felsefenin Sefaleti isimli yapıtında da benzer görüşleri belirtir ve siyasal koşulların yalnızca sivil toplumun resmi ifadesi olduğunu öne sürer. (Miliband, 1965, ?)
Komünist Manifesto’daki devlet formülasyonu da, modern devletin yürütme gücü, bütün burjuvazinin genel işlerini yöneten bir komiteden başka bir şey değildir şeklindedir. Siyasal iktidar da sadece bir sınıfın başka bir sınıfı ezmek için örgütlenmiş gücüdür. Bu yaklaşım devlet konusundaki klasik Marxist görüş ve Marxizm-Leninizm’de bulunan tek görüştür. Bu görüş Marx ve belirli ölçüde Engels için de geçerlidir –sadece ilk devlet görüşü diye nitelenebilecek görüşü oluşturur. (Miliband, 1965, ?)
Marx’ın ilgiye değer başka bir devlet görüşü daha vardır ki, bu da devlet, egemen bir sınıfın aracı olmaktan çok toplumdaki egemen güç olarak, bütün toplumsal sınıflardan bağımsızdır ve hepsine baskın çıkar. Bu görüş, Marx’ın sistemindeki başlıca unsurları ve özellikle proletarya diktatörlüğü kavramını açıklığa kavuşturmaya hizmet eder. Marx zamanın en ileri iki kapitalist ülkesi olan İngiltere ve Fransa örneğinden yola çıkarak genellikle, kimi zaman devleti kontrol edenin bir bütün olarak yönetici sınıf değil, onun bir kesimi olduğunu ve devleti fiilen idare edenlerin pekala ekonomik bakımdan egemen bulunmayan bir sınıfa ait olabileceklerine temas eder. Bu yaklaşım Marx’ın devletin sınıf niteliği ile mülkiyet çıkarlarının bekçisi ve savunucu olma rolünü esastan etkilediği söylenemese de, bu görüş Marx’ın devletin taraflılığının işleyişi görüşüne açıkça bir esneklik getirir. (Miliband, 1965, ?)
Buna karşın, Marx devletin bağımsız rolünün en uç görünümünü otoriter kişi egemenliğinde, Bonapartizm’de bulur. Marx bu fenomeni tartıştığı Louis Bonaparte’nin 18. Brumaire adlı tarihsel incelemesinde, Bonaparte’nin coup detat’sının kurmuş olduğu egemenliğin kapsamını ve niteliğini ortaya koyar. Marx, muazzam bir bürokratik ve askeri güce sahip bu yürütme gücünü, Fransız toplumunun gövdesini bir ağ gibi saran ve bütün gözeneklerini tıkayan dehşet verici asalak bir yapı olarak tanımlar, mutlak monarşi günlerinde boy veren bu bürokratik yapının daha sonraki dönemlerde de yönetici sınıfın aleti iken başlangıçta burjuvazinin sınıf egemenliğini hazırlamanın aracı olmuştu. Ancak, coup detat aracılığıyla devletin rolünün değiştiği, II. Bonaparte döneminde kendisini tamamen bağımsız bir duruma getirdiğini ifade eder. Bu, Marx’ın belirli bir sınıftan bağımsız ve topluma baskın çıkan bir Bonapartist devlet görüşüne vardığını otaya koyar. Buna karşın, Marx Bonaparte’nin bir sınıfı, o sırada Fransız toplumunun en kalabalık sınıfını, küçük toprak sahibi köylülüğü temsil ettiğini ifade eder. Bu bağlamda “temsil”in niteliği ve gerçek yüzünü tartışarak yürütme gücünün aslında toplumu kendisine bağımlı kıldığını belirtir. Marx, Fransa’da İç Savaş adlı eserinde de Bonapartist yönetim biçimini ve niteliğini tartışmıştır. Marx için Bonapartist devlet, siyasal açıdan belirli bir sınıftan ne denli bağımsız olabilirse olsun, ekonomik ve toplumsal açıdan egemen olan sınıfın koruyucusu kalır ve sınıflı bir toplumda başka türlüsü de olamaz yönündeki görüşü belirtilir. (Miliband, 1965, ?)
Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi’nde devletteki bürokratik unsura temas etmişse de, daha sonraları 1850’lilerin başlarında devletin gerçekten toplumun üstünde durur göründüğü bir toplum tipiyle yani “Asya üretim tarzına” dayalı toplumlarla (Hindistan, Çin, Rusya) ilgilenmiştir. Daha önce “Asyatik despotizm” olarak değindiği bu husus sonraları Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’daki Önsözde Asyatik üretim tarzının (toprakta özel mülkiyetin olmadığı, gerçek toprak sahibinin devlet olduğu, devletin üstün efendi olduğu, yapay sulama için devletin ekonomik işlevler üstlendiği, despotik bir yönetimin olduğu) niteliğini tartışmıştır. (Miliband, 1965, ?)
Miliband’a göre Marx’ın kapitalizm sonrası toplumda bürokrasi sorunundan bir nedenle kaçındığı söylenemez, aksine 1880’lerin sonları ile 1870’lerin başlarıda Marx’ın düşüncesinde bürokrasi sorununun canalıcı bir öğe olduğu söylenebilir. Bu konudaki görüşleri özellikle kapitalizm sonrası toplumlardaki siyasal iktidarın niteliğine ilişkin tartışmalarda ve proletarya diktatörlüğü görüşünde ifadesini bulur. (Miliband, 1965, ?)
Yazara göre bu Marx’ın devlet üstüne çalışmasının en önemli ve en çok yanlış anlaşılan yönlerinden birisidir. Marx için proleterya diktatörlüğü ile demokratik ve temsili cumhuriyet arasında ortak bir yan yoktur. Karışıklığı yaratan unsurlardan biri Marx’ın demokratik cumhuriyetin sınıf niteliğini sert biçimde suçlamakla birlikte, ortaya çıkışını yine de desteklemesidir. Marx demokratik cumhuriyeti burjuva toplumundaki en ileri siyasal rejim tipi sayıyor, onu daha geri ve feodal siyasal sistemler karşısında egemen olduğunu görmeyi arzu ediyordu. Ama demokratik cumhuriyet onun açısından yine bir sınıf egemenliği sistemi, aslında burjuvazinin en dolaysız biçimde egemen olduğu sistem olarak kaldı.
Marx ve Engels, Merkez Komitesinin Komünist Birliğe Çağrısı’nda demokratik cumhuriyetin sınırlılıklarını tartışmış ve demokratik küçük burjuvazi işçiler için sadece daha iyi ücretler ve daha güvenli bir yaşam arzu eder, az çok gizli sadakayla işçilere rüşvet vermeyi ve konumlarını o an için katlanılabilir duruma getirerek devrimci potansiyellerini kırmayı ümit edeceğini belirtirler. Marx ve Engels bunu yeterli görmez ve proletaryanın devlet iktidarını fethedene dek devrimi sürekli kılmanın gereğine vurgu yapar, onlara göre sorun özel mülkiyetin değişikliğe uğratılması değil ortadan kaldırılmasıdır, sınıf karşıtlıklarının üstünün örtülmesi değil sınıfların yok edilmesidir, varolan toplumun iyileştirilmesi değil yeni bir toplum kurulmasıdır.
Marx, J. Weydemeyer’e yazdığı ünlü mektubunda, modern toplumda sınıfların ya da onlar arasındaki mücadelelerin varlığını keşfetmenin onuru hiç de bana ait değildir, benim yeni olarak yaptığım;
1- Sınıfların varlığının yalnızca üretimin gelişmesindeki belirli tarihsel evrelerle bağlantılı olduğunu,
2- Sınıf mücadelesinin ister istemez proleterya diktatörlüğüne vardığını,
3- Bu diktatörlüğün bütün sınıfların kaldırılmasına ve sınıfsız bir topluma geçişten başka bir şey olmadığını kanıtlamak olmuştur, der.
Miliband’a göre ne yazik ki, Marx proletarya diktatörlüğünün asıl olarak neyi gerektirdiğini ve daha özelde devletle nasıl bir ilişki içine girdiğinin özgün bir tanımını yapmıyordu.
Miliband, Hal Draper’ın proletarya diktatörlüğünü toplumsal bir tanım, siyasal iktidarın sınıf niteliğinin açıklaması olarak, tanımlamasına atıf yaparak, proletarya diktatörlüğü yönetim makinesinin biçimleri hakkında bir açıklama değildir, görüşüne karşı çıkar. Ona göre, Marx açısından proletarya diktatörlüğü hem siyasal iktidarın sınıf niteliğinin bir açıklaması, hem de siyasal iktidarın kendisinin tanımıdır. Aslında onan sınıf niteliğini güvence altına alan da, proletarya diktatörlüğüyle tanımlanan siyasal iktidarın doğasıdır.
Marx, 18. Brumaire’de önceki bütün devrimlerin onu kırmak yerine bu devlet aygıtını yetkinleştirdiğini belirtmişti. Partilerin bu devlet yapısını ele geçirmek için çalıştığını ve bunu baş ganimet olarak gördüğünü, bundan yirmi yıl sonra Fransa’da İç Savaşta ise, önceki bütün devrimlerin ordu, polis, bürokrasi, ruhban sınıfı ve yargıçlar gibi organlara sahip merkezi devlet iktidarını sağlamlaştırdığını, devletin siyasal niteliğinin toplumdaki ekonomik değişikliklere eşanlı olarak nasıl değiştiğini vurguluyor ve modern tarihin ilerleyişiyle sermaye ile emek arasındaki sınıf karşıtlığının şiddetlenmesiyle aynı anda, devlet iktidarının gitgide daha çok sermayenin emek üzerindeki ulusal çaptaki iktidarı, toplumsal kölelik için örgütlenmiş bir kamu gücü, bir sınıf despotizmi aygıtı niteliğine büründüğünü söylüyordu. Buna göre, sınıf mücadelesinde ileri bir evreye işaret eden her devrimden sonra, devlet iktidarının salt baskıcı niteliği giderek daha açık biçimde ortaya çıkar.
Marx bütün müdahale yıllarında proletarya diktatörlüğüne hiç değinmemiştir. Paris Komünü’nü gerçekten de böyle tanımlamamıştı. Devlet iktidarının sağlamlaştırılmasını değil, yıkılması için çalışılmasını destekliyordu. Marx’a göre Komün’ün istediği “o zamana dek toplumun sırtından beslenen ve toplumun özgür hareketini köstekleyen asalak Devlet’in emmiş olduğu bütün güçleri toplumsal yapıya geri vermiş” olmaktı. Komün’ün halkçı, demokratik ve eşitlikçi niteliğine dikkat çekerek, yalnızca belediye idaresinin değil, o zamana kadar dek devletin yürüttüğü tüm inisiyatifin de Komün’ün ellerine veriliş tarzına ağırlık vermek suretiyle komün tipi yönetim biçimi devlet iktidarının yıkılmasıyla bir gerçeklik olacaktı. Fransa’da İç Savaş için yazdığı notlarda da Komün’ün devlet iktidarının parçalayışına verdiği önemi daha açık vurgular.
Engels, Marx’ın ölümünden çok sonra, Paris Komününü proletarya diktatörlüğü olarak tanımlarken, Marx’ın böyle bir tanım yapmadığı kuşkusuz doğrudur. Marx için proletarya diktatörlüğü ulusal çaptaki bir sosyalist devrimin sonucu doğacaktır. Komün ise, Marx’ın 1881’de yazdığı gibi sadece bir kentin olağanüstü koşullardaki ayaklanmasıydı. Komün’ün çoğunluğu hiçbir şekilde sosyalist değildi ve olamazdı.
Miliband’a göre, Marx’ın kesinlikle otoriter bir doktrine sahip olduğu görüşünün eksikliği, Marx’tan inandırıcı bir kanıtla desteklenmeyişinin yanısıra onu doğrudan çürüten pek çok kanıtın bulunuşudur. Marx, Enternasyonal’daki anarşistlerin kuşkusuz baş muhalifiydi. Marx’ın anarşistlerle asıl kavgası, esas olarak sosyalist devrim mücadelesinin hangi tarzda sürdürülmesi gerektiğiyle ilgiliydi. Anarşistlerin basit politikaya ya hep ya hiç itirazlarına karşı, Marx varolan siyasal çerçeve içinde siyasal katılma gereğinde ısrar ediyordu. Devletin geçiş döneminde oynadığı role gelince, Marx’ın devrim ve proleterya diktatörlüğü konusundaki yaklaşımı otoriter bir nitelik taşımaz. Marx, devlet komümist toplumda hangi dönüşümlerden geçecektir? Başka bir deyişle devletin şimdiki işlevlerine benzeyen hangi toplumsal işlevler varlığını koruyacaktır? sorusunu sorar, ama bu soruyu yanıtlamaz. Marx’a göre bu soru ancak bilimsel olarak yanıtlanabilir, ancak, “halk” sözcüğüyle “devlet” sözcüğünün bin kez değiştirmekle sorun çözülmez. Marx’a göre, kapitalist toplum ile komünist toplum arasında birinin ötekine devrimci dönüşümü dönemi uzanır. Bu ayrıca, devletin proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamayacağı bir siyasal geçiş dönemine denk düşer. Marx, özgürlüğü, devleti, topluma yukarıdan dayatılan bir organ durumundan tamamen topluma bağlı bir organa dönüştürmekten ibaret olarak, görür, bu görüş Marx’ın proleterya diktatörlüğü dönemindeki devlete ilişkin görüşünün iyi bir tanımına benzer. Marx, her zaman kapitalizm sonrası siyasal iktidarın baskıcı yanlarından çok özgürleştirici yanlarını vurgulamayı seçmiştir.
Miliband, Marx’ın çeşitli yazılarına atıf yapmak suretiyle geçiş sürecinde ve proletarya diktatörlüğü konusundaki görüşü konusunda şu sonuca varır, ona göre, otoriter bir etki taşımaktan uzak olan Marx’ın devlet üstüne çalışmalarının tümü, yalnız uzak bir komünist toplumla ilgili olarak değil, onu önceleyecek geçiş dönemiyle ilgili olarak da güçlü bir anti-otoriter ve anti-bürokratik önyargıya kapalıdır. Doğru, devlet bu dönemde gereklidir. Ama Marx’ın gözünde devleti hoşgörülebilir kılan tek şey, halkın katılımı ve halk egemenliğidir.
II. Kapitalist Devlet –Nicos Poulantzas’la İki Yazışma-
Kapitalist Devlet başlıklı bölüm R. Miliband’ın Nicos Poulantzas’la yaptığı iki yazışmayı/tartışmayı içeren denemeler yer almaktadır.
Metinlerden ilki, Nicos Poulantzas’ın, New Left Review Dergisinin 58. Sayısında (1969) “Kapitalist Devlet Sorunu” başlığıyla, R. Miliband’ın “Kapitalist Toplumda Devlet” (1969) adlı kitabına ilişkin olarak yazdığı değerlendirme yazısı hakkındadır. Miliband da aynı Derginin sonraki sayısında Poulantzas’ın yorumlarının bir kısmını ele alıp eleştirilerine karşılık vermiştir. Bu tartışmanın esas konusu Marxistlerin ve diğer kesimlerin önemli olduğunu düşündüğü devletle ilgili konular ve tartışmalardır.
İkinci metin ise N. Poulantzas’ın “Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar” (1973) adlı kitabının İngilizce çevirisinin yayımlanması nedeniyle R. Miliband’ın New Left Review Dergisinin 82. sayısında (1973) Poulantzas ve Kapitalist Devlet başlığıyla yayımladığı denemedir. Miliband ikinci denemede bir önceki tartışmaya da atıf yapmak suretiyle Poulantzas’ın kitabında devletle ilgili görüşlerini değerlendirir ve eleştirir.
Miliband kendi yazıları ve Poulantzas’ın karşı cevaplarını ile bu bağlamda yapılan tartışmaların büyük bir ilgi uyandırdığını ve kendisi gibi “araçcılar” ile Poulantzas gibi “yapısalcılar” arasındaki bölünmeyi özetlediğini öne sürmektedir.
Miliband, Poulantzas’ın “Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar” kitabına son derece eleştirel bir bakışı olduğunu kabul eder, fakat aynı zamanda Poulantzas’ın çalışmalarının bir bütün olarak ele alındığında 1960’lı ve 1973’li yıllarda Marxist siyaset sosyolojisine yapılmış tartışmasız en yaratcı ve uyarıcı katkı olduğunu ve Poulantzas’ın trajik biçimde erken yaşta intiharının Marxist siyaset sosyolojisinin daha da ilerlemesi açısından çok büyük bir kayıp olduğunu belirtir.
A- 1970
Miliband, Poulantzas’ın kendisinin Kapitalist Toplumda Devlet kitabına ilişkin eleştirisini çok beğendiğini belirttikten sonra, bu eleştirilerin bir kısmının geçersiz olduğunu açıkça ifade eder ve bu çalışmadaki asıl amacının kitabını “savunmak” dışında Poulantzas’ın bakışından çıkan ve kapitalist toplumda devletin doğası ve rolünün araştırılması bakımından önemli görülen kimi genel noktaları ele almak olduğunu söyler. Bu genel noktalardan birisi “yöntem sorunu”yla, ikincisi “devletin nesnel doğası”, üçüncüsü ise “ideolojik kurumlar”la ilgilidir. Yazar, ilk metinde bu üç konuyu Poulantzas’ın yaklaşımı ve eleştirileri çerçevesinde tartışır ve nihai kanaatini belirtir.
Yöntem Sorunu
Miliband, Poulantzas’ın kendisinin bahse konu kitabıyla giriştiği analizin, sunduğu somut verileri yerli yerine koyacak bir “sorunsal” yokluğu nedeniyle geçersiz kılındığı, çalışmalarında örtük bir biçimde sürekli varolmasına karşın, Marxist devlet teorisini bu yönteme uygun olarak ele almadığı yönündeki eleştirisine karşı kendisinin Marxist devlet teorisinin ana hatlarını oldukça açık bir biçimde verdiğini, ama bunu çok kısa bir şekilde yaptığını ifade ederek bunun nedenlerini açıklar. Bir diğer eleştiri de Miliband’ın “elitler” kavramına yaklaşımına ilişkindir (Poulantzas’ın “fraksiyonlar” sözcüğünü tercih etmektedir.).
Miliband, kavramların kullanımı ve yöntem bakımından Kapitalist Toplumda Devlet’in “teorik açıdan” yetersiz kalabileceğini kabul etmeye hazır olduğunu, ancak Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabı bakımından da kendi yaklaşımının da karşıt yönde hatalı olduğunu düşünme eğiliminde olduğunu belirtir.
Devletin Nesnel Doğası
Yazar önce “yanlış yönetselcilik sorunu” bağlamında kendisi ve Poulantzas’ın yaklaşımını belirterek, devlet iktidarı ve kapitalist toplum bağlamında “yöneticilerin motivasyonu”, “yönetsel” fenomenin niteliği, “burjuva sınıfı ile devlet arasındaki ilişki”, “yönetici sınıfların hükümetle, toplumsal köken, statü ve çevreleriyle ilişkileri”, “sınıfsal konumları, “devletin işlevi” ve konumu gibi konuları tartışır ve iki yorum yapar:
Birincisi, Poulantzas’ın kendisinin devletin rolünü etkileyen ve biçimlendiren “nesnel ilişkiler”i ne denli hesaba kattığını büyük ölçüde küçümsediği, ancak aslında kendisinin hükümetin ve bürokrasinin toplumsal kökeni, sınıfsal durumu ve hatta ideolojik eğilimlerine bakmaksızın, sistemin yapısal sınırlamalarına ne kadar bağlı olduğunu tekrar tekrar belirttiğini, buna rağmen belki de konunun bu yönünü daha çok vurgulaması gerektiğidir.
İkinci yorum ise ne olursa olsun, Poulantzas’ın bu noktada oldukça tek yanlı davrandığına ve elit kesimin doğasını hiçim hesaba katmamakta çok fazla ileri gittiğine inandığı şeklindedir. Çünkü onun “nesnel ilişkiler”e apayrı bir vurgu yapmakla ileri sürdüğü hususun, devletin yaptıklarının her özgül durumda ve her zaman tümüyle bu “nesnel ilişkiler”ce belirlendiğidir, bir başka deyişle, sistemin yapısal sınırlamalarının devleti idare edenleri “sistem”in onlara dayattığı politikaların en basit görevlileri ve uygulayıcıları durumuna dönüştürmeye zorlayacak ölçüde mutlak olduğu anlamına geleceğini belirtir. Poulantzas’ın aynı zamanda “devleti, yalnızca egemen sınıfın isteğine göre kullandığı basit bir alet ya da araç sayan eski Marxist geleneği”, yadsıdığı, tersine “devletin göreli özerliği”ni vurguladığı, buna karşın yaptığının “yönetici” sınıf kavramının yerine “nesnel yapılar” ve “nesnel ilişkiler” kavramlarını koymak olduğunu belirtir. Buna göre, yönetici sınıf sistemin başat unsuru olduğu için, gerçekte yine elit kesimin o yönetici sınıfa tam bağımlılığı noktasına gelindiğini, yani devlet, yönetici sınıf tarafından emirlerini uygulatmak üzere “kullanılmaz”: devlet bunu özerk olarak yapar, yalnız tamamen sistemin kendisine dayattığı “nesnel ilişkiler”den dolayı. Poulantzas’ın ikinci ve üçüncü enternasyonellerdeki “ekonomizm”ini mahkum ettiğini ve devleti ihmal edişlerini bu politikaya bağladığını, ama kendi analizinin de devlet ile “sistem” arasındaki diyalektik ilişkinin tamamen gerçekçi bir tarzda ele alınışını olanaksız kılan bir tür yapısal determinizme, daha doğrusu yapısal üst-determinizme doğru ilerlediğini ifade eder.
Miliband, sınıflı toplumlardaki devletin, başlıca ve kaçınılmaz olarak, o toplumlarda egemen olan ekonomik çıkarların bekçisi ve koruyucusu olduğuna inandığını belirtir, ancak ona göre devletin “asıl” amacı ve misyonu bu çıkarların sürekli üstün tutulmasını sağlamaktır, önlemek değil. Bununla birlikte, Miliband, bu “sorunsal” için de, elit kesimin “sistem” ve bir bütün olarak toplumla Poulantzas’ın şemasının kabul ettiğinden çok daha karmaşık bir ilişkiye girdiğine inanır. Yazar, yapısal üst-determinizmin tehlikesine dikkat çekerek, bu durumda her şey nesnel yapılar tarafından belirleniyorsa bu durumda faşistlerin yönettiği bir devlet ile sosyal demokratların yönettiği devlet arasında hiçbir gerçek farklılık olmadığı noktasına gelinir ki, bunu aşırı-sol bir yaklaşım olarak görür.
Son olarak, Miliband, Poulantzas’ın Marx’ın Bonapartizmi “burjuvazinin dini” olarak isimlendirdiğini öne sürdüğünü ve ona “bütün kapitalist devlet biçimlerinin karakteristiği” olduğu anlamını verdiğini sandığını belirterek, Marx’ın böylesi bir yorumu kabul eden hiçbir çalışmasını bilmediğini, böyle bir şey söylemiş olsaydı da yanılmış olduğunu, çünkü Bonapartizm bütün kapitalist devlet biçimlerinin karakteristiği olmadığını belirtir. Ayrıca, tüm devletlerin bir derece “özerk” olduklarının tamamen doğru olduğunu, ancak Poulantzas’ın belirttiği şeklinde kendisinin bu özerkliği sadece uç Faşizm örneği bakımından kabul ettiği görüşünün söylediklerinin yanlış yorumlanmasından kaynaklandığını ifade eder. Miliband’a göre Faşizm, devletin kapitalist toplum bağlamındaki özerkliğinin en uç örneğidir, ancak devletin Faşizm döneminde elde ettiği özerklik türü ile burjuva demokrasisi koşullarındaki özerkliği arasında büyük bir uçurum olduğunu söyler ve bunu ifade etmesinin burjuva demokrasisinin yüceltilmesi manasına gelmeyeceğini belirtir.
İdeolojik Kurumlar
Üçüncü tartışma “ideolojiler” konusu bağlamında ideolojinin kaynakları ve ideolojik kurumların niteliğine ilişkindir. Poulantzas’ın partiler, kiliseler, baskı grupları, sendikalar, kitle iletişim araçları, eğitim kurumları/okullar, aile gibi kurumları “devlet sistemine ait oldukları”nı ileri sürdüğünü ve bu devlet sisteminin belirli bir kısmının asıl olarak baskıcı, diğerlerinin asıl olarak ideolojik bir role sahip birkaç aygıt ya da kurumdan bileştiği tezini önerdiğini belirten Miliband, Kapitalist Toplumda Devlet’te, devletin gitgide artan biçimde “siyasal toplumsallaşma” sürecine katıldığını ve kimi yanlarıyla bu süreçte son derece önemli bir rol oynadığını ileri sürdüğünü, ancak bunun yanında söz konusu kurumların bir iktidar sisteminin parçası olduklarını ve Poulantzas’ın dediği gibi gitgide devlete bağlı olup devlet tarafından desteklendiklerini göstermenin gerekli olduğunu, yine bu kurumların burjuva demokrasilerinde devletin değil, siyasal sistemin parçası olduklarını bulanık bırakmamanın önem taşıdığını düşündüğünü ifade eder. Miliband, bu kurumların kitapta belirttiği gibi gitgide artarak bir “devletleşme” sürecine girdiğini kabul eder, bunun belli koşullar altında daha da artabileceğini öngörür, fakat söz konusu kurumların gerçekten devlet sisteminin parçası olduklarını ileri sürmenin gerçekliğe uymadığını belirtir. Ona göre yapılması gereken ideolojik kurumların devlet sisteminin parçası olduklarını iddia etmek değil, onun dışındaki ideolojik işlevlerini nasıl yerine getirdiklerini göstermek olduğunu, kendisinin de yaptığı budur.
Miliband, son olarak Poulantzas’ın kitabında “siyasal sonuçlar”la çok az şey söylediği eleştirisi karşısında şunu söyler: Sosyalistlerin amacı, “Marx’ın sözleriyle, devletin ‘topluma yukarıdan dayatılan bir organ durumundan tamamen topluma bağımlı bir organ’ durumuna dönüştürüleceği güvenilir bir demokratik toplumsal düzen, kendi kendini yöneten insanlardan oluşan gerçekten özgür bir toplum yaratmaktır.”
B- 1973
Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabının Fransızca orjinalinden sonra İngilizce çevirisini okuduktan sonra yeni bir eleştiri kaleme alır. Kitabın Poulantzas’ın ilişkili olduğu Althusser okulunun özgün dil kodu ve açıklama tarzına tanışıklığı bulunmayan okuyucular bakımından anlaşılmaz bulduğunu belirtir, ikinci olarak kitabın soyutluğu konusuna temas eder. Fransızca baskısında alt başlığın Kapitalist Devlet Üstüne (de l’Etat Capitaliste) olduğunu, ancak kitabın herhangi bir yerinde gerçek bir kapitalist devlete neredeyse hiç değinilmediğinin bir gerçek olduğunu, yazarın kitabın başında “somut kapitalist toplumsal formasyonları basitçe araştırma olarak değil, ayrıca açıklayarak ele alacığını” söylemesine rağmen, konuyu bu mahiyette ele almadığını ve saçma biçimde abartılmış bir ampirizme bulaşma korkusu taşımış gibi olduğunu belirtir.
Diğer yandan, Poulantzas’ın asıl amacının devlet ve politika konusunda, Marx ve Engels’ten, ayrıca Lenin’den, metinlerin “okunması”nı sağlamak olduğunu açıkça belirtir, böyle bir okumanın metinlerin özel bir teorileştirilmesi olduğunu öne sürer. Bu bağlamda, Poulantzas’ın teorileştirme ve metinleri çözme, tamamlama konusunda doğru mesaj vermediğini, Poulantzas’ın “okuması”nın büyük bölümünün Marx ve Engels’in, ayrıca aktüel gerçekliğin ciddi bir yanlış sunuluşu olduğunu iddia eder.
Yapılar ve Düzeyler
Poulantzas’ın yeniden doğrulamakla ilgilendiği, klasik Marxizm’de siyasal alanın ekonomik alanın basit bir yansıması olmadığı, devlete ilişkin olarak da devletin “göreli özerkliği” kavramının yalnızca “istisnai koşullarda” değil her koşulda merkezi olduğudur. Aslında bu kavram Marxist siyaset teorisinin çıkış noktası olarak alınabilir. Althusser’de olduğu gibi, Poulantzas için de “ekonomizim” başlıca üç günahtan (öteki ikisi “tarihçilik ile “hümanizm”dir) birisidir.
Göreli ne kadar görelidir? Görelilik hangi koşullarda daha çok ya da daha azdır? Özerklik hangi biçime bürünür? vb. Bunlar Marxist bir siyaset sosyolojisinin ve aslında kısaca siyaset sosyolojisinin anahtar sorularıdır. Miliband’a göre Poluantzas kitabında bu soruların hepsine yanıt vermediği için suçlanamaz, ancak asıl sorun onun bu sorulara yaklaşımının kendisini doyurucu yanıtlar vermekten alıkoyuyor olmasıdır. Miliband daha önce “yapısal üst-determenizm” olarak nitelendirdiği bu yaklaşımı yeni denemesinde daha doğru bir ifadeyle “yapısal soyutlamacılık” olarak düzeltir. Ona göre, Poulantzas’ın içinde yaşadığı “yapılar” ve “düzeyler” dünyasının tarihsel ya da çağdaş gerçeklikle çok az bağlantısı vardır. Ona göre herşey ilkin ekonomik düzeydeki, sonra siyasal ve üçüncü olarak ideolojik düzeydeki yapılar ve onların ilişkilerinin bir toplamının sonucuymuş gibi olur. Sınıflar böyle bir toplamın ürünü olduğu varsayılsa bile bu toplamı oluşturan ve farklı düzeyleri toplamla kaynaştıran dinamiğin niteliğinin de bilinmesi gerekir. Miliband’a göre bu analiz hem tarih anlayışı, hem de toplumsal analiz anlayışı bakımından eksiktir. Esasında yazar sınıflar ve üretim ilişkileri konusundaki yaklaşımını bilimsel analiz olma bir yana, bir analiz olarak dahi kabul etmez.
Sınıf İktidarı ve Devlet İktidarı
Yazar bu başlık altında devletin göreli özerkliği sorunu bağlamında Poulantzas’ın yapısalcı soyutlamacılık yaklaşımı ve bunun sonucunu tartışır. “devlet iktidarı”, “devletin özerkliği”, “sınıf iktidarı”, “devletin göreli özerkliği” kavramları çerçevesinde Poulantzas’ın yaklaşımı ve görüşleri eleştirilir.
Bonapartizm
Miliband’a göre Poulantzas burjuva-demokratik devlet biçimiyle hiç ilgili gibi görülmez. Asıl ilgisi, kapitalist devletin kriz koşullarında büründüğü biçime, daha doğrusu bu biçimlerden birine Bonapartist devlete yöneliktir. Burada bir terslik yoktur, fakat Bonapartizmi ele alış tarzında, özellikle Marx ve Engels’in konuyla ilgili çalışmalarını “okuyuşu”nda ters olan bir şey vardır. Miliband burada bazı alıntılar da yaparak Poulantzas’ı Marx ve Engels’in konuya ilişkin görüşlerini çarpıtmakla suçlar. Şöyle ki, Poulantzas, Marx ve Engels, kapitalist devlet tipinin karakteristiği olarak Bonapartizm (burjuvazinin dini) ile kapitalist devletin doğal birliği, iktidar bloku ve hegemon sınıf ya da fraksiyon karşısındaki işlevinden türeyen göreli özerkliği arasında bağlantı kurar. Hatta daha da kesin olarak Marx ve Engels’in Bonapartizmi sistematik biçimde basitçe kapitalist devlet tipini temel bir teorik karakteristiği olarak kavradıklarını anlatır. Miliband’a göre bu iddialar doğru değildir. Bir kere Marx ve Engels’in şu ya da bu devlet biçimini “sistematik biçimde” kavradıkları düşüncesi doğru değildir. Çok daha önemlisi Marx ve Engels’in yazılarında Bonapartizmi (sistematik ya da başka bir biçimde) kapitalist devlet tipinin temel bir teorik karakteristiği olarak kavradıkları iddiasına haklılık kazandıracak bir şey kesinlikle yoktur. Bunun için kanıt metinleri gösterilemez. Yazar burada bazı metinler üzerinden Poulantzas’ın iddialarını çürütür. Marx ve Engels’in Bonapartizmin kapitalist devlet tipinin temel bir teorik karakteristiği olduğuna inandıklarında ısrar etmenin, böyle bir devlet biçimi ile burjuva-demokratik biçim arasında gerçekten hiçbir farklılık ya da hiç değilse hiç gerçek farklılık bulunmadığı görüşü lehine onların otoritelerine başvurmak anlamına gelir. Miliband’a göre, sorun kapitalist devletin farklı biçimleri arasında işleyiş tarzında gerçek bir farklılık bulunup bulunmadığı ve eğer varsa bu farklılıkların neler içerdiğidir.
Yazar son olarak Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar kitabının Poulantzas’ın ilerlediğini görmeyi tamamen haklı olarak istediği Marxist siyaset sosyolojisinin gelişmesine fazla yardımcı olacağa benzemediğini ifade eder.
III. Siyasal Biçimler ve Tarihsel Materyalizm -1975-
R. Miliband’ın “Siyasal Biçimler ve Tarihsel Materyalizm” adlı çalışması Perry Anderson’un “Passages from Antiqutiy to Feudalism ve Lineages of the Absolutist State” adlı kitaplarına (2 cilt) ilişkin eleştiri ve değerlendirmelerini içermektedir. Miliband, Anderson’un bu kitaplarla yaptığı işi “siyasal iktidarın Avrupanın (yalnız Avrupa’nın olmamakla birlikte) değişik yerlerinde büründüğü biçimlerin ve o siyasal iktidarın hizmet ettiği amaçların karşılaştırmalı bir tarihinin ortaya çıkarılması olarak” tanımlar ve bunun, “gerçekte, farklı toplumsal formasyonlarda ve üretim tarzlarındaki –özellikle köle emeği kullanan toplumlar ile feodalizm ve kapitalizm dönemlerinde, ayrıca “Asyatik üretim tarzı”na sahip toplumlarda, çok sayıdaki farklı coğrafik ve ulusal özgüllükleri hesaba katarak- devletin ve siyasal iktidarın bir tarihinin oluşturulmasından başka bir şey olmadığını” belirtir.
Söz konusu iki kitapta; Avrupa’nın hiç dışına çıkmadan Antikite’den, İngiltere’de 17. Yüzyılda, Fransa’da 18. Yüzyılın sonunda ve Rusya’da 20. Yüzyılın başlangıcında Mutlakiyetçi Devletin yıkılışın arifesine kadar ve Osmanlı İmparatorluğu ile Japon feodalizmi üstüne bölümlerle birlikte yaklaşık iki bin beş yüz yılı kapsayan bir konunun analizi yer alır.
Anderson’un yaptığı çalışmanın olağanüstü bir girişim olduğunu belirten Miliband, kitapları muhteva, dil, kaynaklara hakimiyet ve tarih yazımı bakımından olumlu bulur. Ancak, “tarihsel materyalizmin perspektifleri ve yöntemleri tarafından biçimlendiği” gerekçesiyle yapılan çalışmayı belirli türden bir tarih yazımı olarak niteler. Bununla birlikte, Anderson’u ve kitaplarını, kullanılan kavram yoğunluğu, teorik açıdan niteliği ve özgünlüğü bakımından Marxist tarihçiler ve Marxist tarih yazımı bakımından ayrı bir yere koyar. Anderson’un ortaya çıkardığı ürünü tarihsel materyalist tarzdaki tarih yazımına çarpıcı bir katkı olarak görür.
Yazar bu yöndeki olumlu değerlendirmelerden sonra merkezi birkaç sorun üzerinden kitapların eleştirisini yapar ve tartıştığı konulara ilişkin görüşlerini belirtir.
Tarihsel Materyalizm Yöntemi
Miliband, Anderson’un teorik olarak tarihsel materyalizmi bir yöntem olarak kullandığını, fakat tarih yazımındaki tutumları yönüyle Marxist tarihçiler (bağlı oldukları tarih yazım yöntemi hakkında izlenimci kalma) ve Marxsit filozoflardan (tarihsel sorunları tarihsel çalışma yerine kavram cambazlıklarıyla ele alma ve çözdüğünü iddia etme) kısmen ayrıldığını ve ikisi arasında bir yol bulmaya, iki düşünce grubunu birarada tutmaya giriştiğini belirtse de, teorik olarak, tarihsel materyalizmi bir yöntem olarak kullanışı temelinde bunu neyin içinde başardığını da tanımlamak gerekir, der.
Bu bağlamda, “üretim tarzının” belirleyiciliği, “ekonomik temel”, “üst yapı”, “ekonomik determinizm”, “üretim güçleri ve üretim tarzı ilişkisi” ve üretim güçlerindeki değişim, üretim tarzı ve sınıf mücadelesi, sınıflar arasındaki ve sınıflar içindeki çelişkiler vs. gibi konular çerçevesinde Anderson’un yaptığı analizleri örneklendirir ve değerlendirir. Bu çelişkiler ve sınıf çatışmalarından Mutlakiyetçi Devlet ve “devletin rolü” konusuna geçer.
Mutlakiyetçi Devlet ve “Göreli Özerkliği”
Düşüncesinin merkezi temasını “devletin” oluşturduğu belirten Anderson’un “sınıflar arasındaki dünyevi mücadele nihai bakımdan toplumun siyasal düzeyinde –ekonomik ya da kültürel düzeyinde değil- çözülür…. Sınıflar var olduğu sürece, üretim ilişkilerindeki temel değişimlere damgasını vuran Devletler’in kurulması ve yıkılmasıdır” şeklindeki tarihsel marteryalizmin temel aksiyonlarından birini hatırlatarak, mutlakiyetçi devletin niteliği ve değişik ülke ve değişik dönemlerde oynadığı rolü inceler.
Anderson’un Marx ve Engels’in savunduğu mutlakiyetçi devletin toprak sahibi aristokrasisi ile burjuvazi arasında bir tür denge oluşturduğu görüşünü açıkça reddederek, “mutlakiyetçiliğin temel olarak … köylü yığınlarını –alacakların yaygın el değiştirmesiyle elde etmiş oldukları kazanımlara rağmen ve onlara karşı- geleneksel toplumsal konumlarında yine kıskaca almak için tasarlanmış, yeniden düzenlenmiş ve yeni görevler verilmiş bir feodal egemenlik aygıtıydı” tezini öne sürdüğünü belirten Miliband, Anderson’un “yeniden düzenlenmiş ve yeni görevler verilmiş” bir devlet aygıtı fikrine çok önem vermesini haklı bulur ve onun da dikkat çektiği gibi sürekli orduları, kalıcı bir bürokrasiyi, ulusal çapta bir vergilendirmeyi ve kanunlaştırılmış bir hukuk sistemini hayata geçiren mutlak monarşilerin, kendilerini öncelemiş siyasal sistemlere göre çok değişik devlet biçimlerini oluşturduklarını belirtir.
Devletin, köylü yığınları, aristokrasi ve burjuvazi (Batı Avrupa burjuvazisiyle ilişkisi) ile olan ilişkisi ve devletin üstlendiği rol bağlamında, Anderson’un mutlakiyetçi devletin özel bir sınıfın –burada söz konusu sınıf feodal soyluluktur- çıkarlarına hizmet ettiğini söylediği, aynı zamanda bunu aşacak şekilde yalnızca mutlakiyetçi devletin feodal soyluluk adına kullanılan bir araç olduğunu değil, aynı zamanda çoğunlukla feodal soyluluk tarafından ve kendi amaçlarına yönelik kullanılan bir araç olduğunu da söylediğini belirtir. “Devletin göreli özerkliği” tartışmaları bağlamında bu son açıklamanın tartışmalı olduğunu ifade eden Miliband, Marx ve Engels’in mutlakiyetçi devletin özerkliğini büyük ölçüde abarttıklarını ve denge kavramının gerçekte yanıltıcı bir kavram olduğunu ileri süren Anderson’un haklı olduğunu söyler. Bununla birlikte Andersonun’da devletin göreli özerkliğini büyük ölçüde küçümsediğini ve kendi formülasyonlarıyla çeliştiğini belirtir. Miliband, bu bölümde Anderson’un mutlakiyetçi devletin niteliği ve aristokrasiyle ilişkisi bağlamında bu devlet biçiminde gerçek yöneticinin kim olduğunu aristokrasi mi yoksa monark mı, devlet mi ? olduğunu tartışır.
Miliband, mutalikeyetçi devletin göreli özerkliği ve aristokrasiyle ilişkisi bağlamında, aristokrat sınıf güçlerinin onun için yarattığı dar duvarlar içinde sıkışıp kalmış bir devlet tablosu yerine, mutlakiyetçi devletin feodal aristokrasinin devleti olduğunu, -ama, zorunlu bir ayrımı kullanırsak, onun buyruğunda olmaktan çok, o sınıf adına hereket eden bir devlet olduğunu- ileri sürmenin daha akla yatkın olduğunu kabul eder.
Son olarak mutlakiyetçi devletin Batı kapitalizminin gelişmesinde oynadığı can alıcı role temas eden Miliband, mutlakiyetçi devletin, mutlak monarkların sadece kendileri ve danışmanlarının yönettikleri devletin, aristokrasinin sınıf iktidarının basit bir aracı olmadığını belirterek göreli özerkliğinin niteliğini açıklar.
IV. Devlet İktidarı ve Sınıf Çıkarları -1983-
“Devlet İktidarı ve Sınıf Çıkarları”nın tartıştığı konu önceki denemelerde olduğu gibi “kapitalist toplumda devlet” ve “devletin göreli özerkliği” sorunudur. Miliband, bu yazısında; “Devlet, kapitalist toplumda ne ölçüde büyük bir özerklik derecesi”e sahiptir? Özerkliğin hangi amaca hizmet ettiği düşünülmektedir? Gerçekte hangi amaca hizmet eder? gibi sorulara yanıt arar? Miliband, daha önce yayımladığı iki makalesindeki konuya ilişkin görüşünü özetler:
Miliband, Hal Draper’ın “Karl Marx’ın Devrim Teorisi” kitabına atıfla “devletin özerkliği konusunun” Marx ve Engels’in yazılarında ve siyasal düşüncelerinde ne denli büyük yer tuttuğunu belirterek, kendisinin “Marx ve Devlet” adlı makalesinde de bunu göstermeye çalıştığını belirtir.
Yazar bu noktada Marx’ın devlet anlayışı konusunda iki görüş bulunduğunu belirtir:
Birincisi; devletin, ekonomik faaliyetin temel araçlarının sahipliği ya da denetimine –ya da her ikisine birden- dayanarak böyle isimlendirilmiş bir yönetici sınıfın “aracı” olduğu görüşüdür.
Miliband Marx ve Devlet makalesinde dikkat çektiğini belirttiği ikinci görüş ise “devletin, ‘egemen bir sınıfın’ aracı olmaktan çok toplumdaki egemen güç olarak, ‘tüm toplumsal sınıflardan bağımsız olduğu ve onlara baskın çıktığı” yönündeki görüş olup, Marx’ın kendi yaşamı boyunca ‘devletin bağımsız rolünün en uç görünümü” de Bonapartizm olduğunu, Marx açısından Bonapartist devletin, “siyasal bakımdan belirli bir ekonomik ve toplumsal bakımdan egemen olan sınıfın koruyucusu olarak kalacağını ve sınıflı bir toplumda başka türlü olamayacağını” belirterek, Nicos Poulantzas’ın Siyasal İktidar ve Toplumsal Sınıflar adlı kitabına ilişkin makalesine atıfla, devletin yönetici sınıf adına özerk hareketi ile o sınıfın buyruğunda hareketi arasında bir ayrım yapılması gerektiğini ileri sürerek bu noktayı yeniden formüle ettiğini ve devletin yönetici sınıfın basit bir “aracı” olarak onun emri altında uysal biçimde hareket ettiği şeklindeki kaba görüşü reddettiğini belirtir.
Devletin “Özerkliği” Tartışması
Devletin özerkliği kavramının ilk keşfinin itibarının Poulantzas’a ait olduğunu belirten Miliband, “devletin gerçekten önemli bir ölçüde özerklik taşıyabildiği, ama buna karşın, tüm pratik amaçları yönünden yönetici sınıfın devleti olarak kaldığı” şeklinde açıklanabilecek “devletin göreli özerkliği” formülasyonunu bulan da o olduğunu belirtir.
Miliband’a göre, devleti kısıtlayan unsurlar ve bunların niteliği (yapısal ve kişisel olmayan, dışsal mı) konusunda Marxist görüş ile demokratik çoğulcu görüş arasında temel yaklaşım farklılıkları vardır. Marxist görüş devlet üstündeki temel kısıtlamaları sermayeye ya da kapitalistlere ya da her ikisine birden bağlarken, “demokratik çoğulcu” görüş bu kısıtlamaları toplumda rekabet halindeki grup, çıkar ve partilerin temel olarak demokratik bir devlet üstünde uyguladıkları çeşitli baskılara yükler. Her iki perspektifte de, devletin kendisi eylem yaratmaz, dış güçlere karşılık verir: devlet “tarihsel özne” olarak görünebilir, ama aslında toplumda işler durumdaki süreç ve güçlerin nesnesidir.
Miliband, son olarak Elley Kay Trimberger ve Theda Skocpol’ün konuya ilişkin iki çalışmasından söz ederek devletin önceliği ve devletin özerkliği konusunu tartışır.
Devletin Etkinlik Alanı
Kapitalist toplumlardaki devletin yaşamın bütün alanlarında sahip olduğu hareket alanı çok geniştir, devlet ekonomik yaşamın her yönüne derin ve kaplayıcı biçimde girmiştir, sınıf çatışmasında ve başka her türlü çatışmada sürekli ve etkin bir varlığı söz konusudur, fikirlerin manipülasyonunda ve “rızanın yönetilmesinde” büyük ve gelişen bir rol oynar. Max Weber’in deyişiyle “fiziksel gücün meşru kullanım tekeli”ne sahiptir. Uluslarararası ilişkiler ve ülkenin silahlanması konusunda tek karar vericidir.
Devletten bu şekilde bahsetmenin yanıltıcı bir özetleme olabileceğini belirten Miliband, burada değinilen devletin yürütme gücünde görev alan belli insanlardır –başkanlar, başbakanlar, onların kabineleri, üst düzey sivil ve askeri danışmanları vs. Ancak, bu aslında varolmayabilecek bir görüşler ve çıkarlar birliğini varsayar. Bunlar arasında görüş ve çıkar farklılıkları olabilir. Bununla birlikte karar verme aygıtında kararları “kendi başına” alan yürütme gücüdür.
Devletin kararlarını etkileyen ve belli ölçüde kısıtlayan ülke içinden ve dışından birçok etken olduğu kuşkusuzdur, ancak nihai olarak ne yapılıp yapılmayacağını karar verenler devlette çok küçük bir grup insan, genellikle tek bir kişidir. Ayrıca, bunların karar vermede çoğu zaman seçme/tercih hakkı, özgürlüğü vardır. Devletin özerkliği ve karar verme konusundaki gücü bağlamında devletlerin savaş çıkarma konusundaki yetkilerine/yaklaşımlarına bakmak yeterlidir.
Miliband’a göre kapitalist toplumlarda devletin özerklik derecesi öncelikle sınıf mücadelesinin ve aşağıdan gelen baskının böyle bir toplumdaki egemen sınıfın hegemonyasına meydan okuyuş ölçüsüne bağlıdır. Bu özerklik derecesi bir uçta, egemen bir sınıf tarafından kısıtlanmış, dolayısıyla devletin bir sınıfın hegemonyasına bağımlı olan bir devletten, diğer uçta “Bonopartist” ve otoriteryan biçim aldığı kısıtlayıcı anayasal denetim ve kontrollerden kurtulmuş bir devlete kadar değişkenlik gösterir.
Kapitalist sınıfın ekonomik, toplumsal, siyasal ve kültürel temelde tam hegemonyaya benzer bir şeyi çok ender kazandığını belirten Miliband, kapitalist sınıfın böyle bir hegemonyaya en çok yaklaşmış olduğu kapitalist ülkenin, iş aleminin yerleşik bir aristokrasiyle iktidarı paylaşmak zorunda kalmadığı ve örgütlü emeğin ciddi bir siyasal meydan okuyuşunun görülmediği Birleşik Devletler olduğunu belirtir. Ancak, Birleşik Devletlerde bile ekonomik ve toplumsal çelişkiler ile aşağıdan gelen baskı, özellikle Büyük Depresyon’dan sonra, devleti kuvvetlendirmiş ve ona önceki dönemlere göre daha çok özerklik kazandırmıştır.
Miliband, sınf mücadelesi, devlet ve devletin özerkliği konusundaki klasik yaklaşımını ve bu konuda kullanılan kavramların belirsizliğini belirttikten sonra bunların “devletin eylemliğinin dinamiğini açıklamakta yetersiz kaldığı ve kapitalist bir bağlamdaki topluma ilişkin doyurucu bir devlet “modeli” sunmadığını belirtir. Devletin, eylemliğinin dinamiğinin sermayenin zorunluluklarına ya da kapitalistlerin baskılarına dayandırmayı -bu etkenlerin önemini yadsımamakla birlikte- yetersiz bulur. Ona göre, bu yaklaşımda devlette, karar verme gücüne sahip olan kişiler üzerinde etkili olan diğer itkiler hesap dışı kalır. Halbuki, devleti ve karar vericileri etkileyen birçok itki vardır ve bunlar egemen sınıfların amaçlarıyla eş anlamlı değildir.
Yürütme Gücünün İtkileri
Devletin, yürütme gücünden kaynaklanan iki temel itki, bir yanda “kendi çıkarını gözetme”, öte yanda ise “ulusal çıkar” düşüncesidir.
Marxizm siyasal eylemin belirleyicileri olarak ekonomik ve toplumsal süreçleri vurgular. Vurgu son derece haklı olmakla birlikte, kolaylıkla siyasal süreçlerin sahip oldukları ağırlığın hafife alınmasına yol açabilir ki, bu da “ekonomik indirgemecilik”e varır.
Devlet, yalnızca güç kullanımına olanak veren bir kurum değildir, ayrıca devlette görev yapanlara yüksek ücretler, statü, ayrıcalıklar sağlar. Bu imkanlar sadece karar verme sürecinin merkezinde bulunan insanlarla da sınırlı kalmaz, diğer yönetici kademelerine de birçok ekonomik, siyasi ve sosyal imkan sağlar.
Miliband’a göre, bu tür insanlar, yani devletin üst tabakalarında görev yapanlar, “toplu kapitalist girişimden sorumlu insanlarla bağlı ama onlardan ayrı bir “devlet burjuvazisi” oluştururlar. Onların ilk ilgisi doğallıkla kendi işleri ve kariyerleridir. Kapitalist çıkarlar da gözetilir ama bunlar devlet memurlarının tek ya da başlıca ilgisi de değildir.
Devlet iktidarını elde etmeye çalışanlar, onu yaratmalarının ve sürekli kontrol altında tutmalarının “ulusal çıkar”la eş anlamlı olduğunu kendilerini kolayca ikna ederler ve yaptıkları hizmetin kendi üstün ve her şeyi aşan duyarlılıkları olduğunu iddia ederler. Miliband, burada kısman bir gerçeklik bulur ve “iktidardaki insanları, kendi işleriyle yakından ilgilenmelerine ek olarak “ulusal çıkar” olarak kavradıkları şeyle harekete geçtiklerini” düşünmenin de akla yatkın olduğunu belirtir.
Klasik Marxizm’de muhalefette ve aynı zamanda iktidarda, yalnız işçi sınıfını değil, önderlerini de farklı bir duygunun, proleter ya da devrimci enternasyonalizmin harekete geçireceği ümit ve inancı vardı. Enternasyonalizmin 1914’teki çöküşü bu ümide paramparça eden bir darbe indirdi ve yine, farklı yollarla, Sovyet rejiminin Birinci Dünya Savaşı’nı izleyen devrimci sarsıntıları tek başına yaşatması da. Miliband, ulusal çıkar bağlamında, iktidardaki kişilerin eylemlerinin arkasında “milliyetçilik”in yattığını vurgular ve bunun da devlet iktidarını denetim altında bulunduranların kendi çıkarlarını izlemesiyle kolayca bağdaştığı belirtir.
Bu noktada Miliband şu soruyu sorar:
Devleti yönetenler, iktidarı elinde bulunduranlar kendi çıkarlarını gözetme ve “ulusal çıkar” saikiyle hareket ettikleri kabul ediliyorsa, bu durumda ortaya çıkan soru, bunun egemen sınıfın çıkarlarıyla nasıl bir ilişki içine girdiği, başka bir deyişle, devlet iktidarıyla sınıf çıkarlarının ilişkisinin nasıl olduğudur?
Miliband’a göre bu ilişki kapitalizmin bütün tarihi boyunca iyi yönündedir. Devletin sorumluluğunu yüklenen kişiler genellikle “ulusal çıkar”ın kapitalist girişimin refahına bağlı olduğu, ya da en azından düşünülebilir hiçbir alternatif düzenlemenin, özellikle de sosyalizmin, “ulusal çıkar”a göre daha avantajlı olmasının söz konusu edilemeyeceğine güçlü bir şekilde doymuşlardır. Bu yüzden de, kapitalistlere karşı nasıl bir bakışa sahip olursa olsunlar, kapitalist girişimin çıkarlarına karşı dikkat gösterirler. Bununla birlikte, bazı durumlarda bu dikkat kapitalistlerin bazı arzularını gözetmeyi reddetme anlamı da taşıyabilir.
Miliband’a göre aralarındaki ilişkinin temel olarak ne denli iyi olma olasılığı bulunursa bulunsun devlet iktidarı ile sınıf çıkarları arasında belli bir gerginlik olması kaçınılmazdır. Çünkü kapitalizmin dinamiği ve amaçları ile devlet iktidarının dinamiği ve amacı aynı olamaz. Devlet iktidarını elinde tutanlar kapitalist sınıfın çıkarlarını çevreler ya da en azından buna çalışır, ama hiç de devletin eylemliliğinin ve bu sınıf çıkarlarının kesinkes uyum içinde oldukları söylenemez. Yani devlet iktidarını elinde tutanların yaptıkları ile kapitalistlerin çıkarları arasında bir dengesizlik bulunması (örneğin alt sınıflar yerine sermaye ile kapitalistlerden vergi alınması, yapılan reform ve düzenlemeler örneğinde olduğu gibi) her zaman doğaldır.
Devlet ile Sınıf: Bir Ortaklık Mı?
İleri kapitalist toplumlardaki egemen sınıf ile devlet arasındaki ilişkiye dair doğru ve gerçekçi bir “model”, iki farklı, ayrı güç arasında çok sayıda iplikle birbirine bağlı, ama yine de her birinin kendine özgü ayrı ilgi alanları olan bir ortaklık modelidir. Bu ortaklığın temeli belirlenmemiştir ama sürekli değişmektedir ve çok sayıdaki koşuldan, özellikle sınıf mücadelesinin durumundan etkilenir. Bu ortaklıkta, her durumda devlet ötekine göre ikinci planda kalmaz, aksine kapitalizmin çelişkileri ve kusurları ile bunun ürettiği sınıf baskıları ve toplumsal gerginlikler, devletin toplumsal düzenin savunulmasında her zamankinden daha belirgin bir rol üstlenmesini gerektirir. Bu sürecin sonu, “Bonapartizm”in şu ya da bu biçimidir. Bu da nihai olarak devlet iktidarının devamlı genişlemesine yardım eder. Bu ortaklık modeli devletin bağımsızlığı ile “kendini gözeten” rolüne gereken önemi vermeyi ve Marxizm’deki “sınıf indirgemeci” eğilimlerin perdelediği devletin eylemliliğinin Makyavelci boyutu diye nitelenibilecek şeyi hesaba katmaya çalışır. Bu “politikanın önceliği” sorunu değildir. Miliband, devlet ile egemen sınıf arasındaki ortaklıktan söz ederken, her iki “indirgemecilik” biçimlerinden sakınmaya çalışmakta, ama devletin özellikle kapitalist çıkarları doğrudan ilgilendiren ekonomik konularda, yaptığı herşeyi derinden etkileyen bir kapitalist bağlamı da gözetmektedir.
Politikanın önceliği fikri, bu kapitalist bağlamın katı gerçekliğinden ayrılma eğilimindedir, ama hiçbir hükümet ona kayıtsız kalamaz. Bir hükümet kapitalist bağlam içinde faaliyet gösterdiği sürece, ortaklık o kadar uzun süre dayanır. Eğer kapitalist çıkarlara temel bir tehdit ortaya çıkarsa ortaklık dağılır ve bu durumda kapitalist çıkarları hükümetin yıkılmasını gözetir.
Miliband’a göre ortaklık nosyonunun, bu yüzyılda kapitalist ülkelerde iktidara (ya da göreve) gelen sol hükümetler deneyimiyle çeliştiğini söylemek güçtür. Tüm pratik amaçları yönünden, bu tür hükümetler ile sermaye arasında ortaklık sağlanmıştır. Belli ölçüde sağ hükümetlere nazaran gerginlik ve uzlaşmazlık olsa bile, ilişkinin tam bir kopuşundan söz edilemez. Diğer yandan, iktidara gelmiş olsalar da sol hükümetler devletin/iktidarın tamamını elinde bulunduramıyor çünkü, devletin sadece küçük bir parçası olarak görülüyor, kamu hizmetleri, polis, ordu, yargı sisteminin üst tabakaları az çok dokunulmadan kalıyor ve bu kesim tetikte durarak hükümetin yapabileceği zararı sınırlamakla ilgileniyordu. Dahası, egemen sınıfın sivil toplumda uyguladığı hegemonya sol bir hükümetin göreve gelişinden hiçbir zaman fazla etkilenmemiştir. O egemen sınıfın tuttuğu tüm “siperler” kendi denetimi altında kalmıştır. Sol bir hükümet ile egemen sınıfın çıkarları arasındaki ortaklığın bozulduğu bir örnek olarak Şili’deki Salvador Allende yönetimiydi. Miliband’da göre bu hükümetin “özerkliği de ölüm tezkeresi oldu.”
Miliband, önerilen bu ortaklık modelinin Theda Skocpol’ün “kendisi için devlet” modelinin karşısında yer aldığını belirtir. Bu modelde, bir yanda var olan egemen sınıf ya da gruplar dizisi öbür yanda devlet yöneticileri vardır ve bunlar arasında çıkar çatışmaları vardır. Bu görüşe göre, devlet kimsenin ortağı ya da müttefiği olmaz: “kendisi için” ve toplumdaki tüm sınıf ile grupların karşısında olur. Miliband’a göre sağlam bir sınıf yapısına ve iyi tutunmuş bir egemen sınıfa sahip ülkelerde, böylesi bir model uygun görünmez. Çünkü, bu tür ülkelerde “devlet yöneticileri”nin çıkarlarının ne olacağını kestirmek çok güçtür. Ayrıca, sınıf veya gruplar arasında bir çatışma olursa, devlet birisin yanında yer alır. Bu durumda yeni bir ortaklık kurulmuş olur. Bu durumda devlet “tarafsız”, yani yalnızca “kendisi için” hareket eden olamaz.
Sosyalizm’de Devlet İktidarı
Miliband, “ortaklık modeli”nin sosyalist bir toplumda devletin işçi sınıfıyla ilişkisini tanımlamak bakımından yararlı olabileceğini belirterek, klasik Marxist perspektifte, bu ilişkinin proletarya diktatörlüğüne dayanarak tanımlandığı söyler. Bu da pratikte devlet iktidarının sınıf iktidarına fiilen dönüşmesi demektir. Devlet ilga olmaz ama işlev ve yetkileri büyük ölçüde fazlalık ve ikincil duruma gelir. Gerek sosyal demokrat partiler gerekse komünist partiler sınıf iktidarının devlet iktidarına sıkı sıkıya bağlı olduğu çok farklı türden perspektif ve stratejiler benimsemişlerdir.
Söz gelimi, sosyal-demokrasi için sınıf iktidarı her zaman işçi sınıfının seçim gücünün yayılması ve sosyal-demokrat ya da işçi hükümetinin seçilmesi anlamını taşıma eğiliminde olmuştur. Bu başarılınca, hükümeti destekleyen parti ya da partilerin rutin faaliyetleri dışında “seçmenleri”in görevi bitmiştir. Bundan sonra sınıf iktidarının herhangi bir görünümü (örneğin grev eylemi) bile yerinde görülmemiş ve karşı çıkılmıştır.
Komünist partiler bildiri ve programlarında halka yakın aktivizme büyük bir vurgu yaparlarsa da, gerçekte eski devletin kısmen yenilenmiş bir personele kavuştuğu yasama ve kabine gücünün yaratılmasına odaklanma eğilimindedirler.
Sosyalist bir bağlamda devlet iktidarı ile sınıf iktidarı arasındaki ortaklık oldukça farklı bir şey anlamına gelir. Bu ortaklık, yaşamın bütün alanlarındaki, atelyeden yerel yönetime, halk temsili organlarıyla gerçek iktidarın yaratılmasını gerektirir ve ayrıca devlet sisteminin baştan aşağı demokratikleşmesiyle her cephesinde demokratik denetimin kuvvetlenmesini kapsar. Ne ki buna karşın bu, ayrıca, devlet iktidarının dayanması ve devletin, güçlü bir anlamda, “sönmemesi” demektir. Aslında uzun süre varlığını sürdürmesi ve tek başına yerine getirebileceği çok sayıda işlevi yapması gerekir. Gerçekten bu onları uygulaması için bir derece özerklik ister. Çünkü işçi sınıfı berrak tek bir çıkara ve tek bir sese sahip homojen bir blok değildir ve devlet de tek başına yeni hegemon çoğunluğu oluşturan “fraksiyonlar” arasında bir uzlaştırıcı işlevi görebilir. Dahası, sosyalist vatandaşlık nosyonunun doğal bir parçası olan kişisel, yerel ve siyasal özgürlüklerin korunması için, devletin üstüne geniş bir sorumluluk payı da düşer.
Bu anlamda ve uygun ihtiyat paylarıyla, kapitalizm-sonrası bir toplumda devlet iktidarı sınıf iktidarıyla değil, onu temel olarak tamamlayan şeyle çatışkı içindedir.
V. Şili’de Darbe -1973-
R. Miliband’ın Şili’de 1973 yılında Salvador Allende yönetimine karşı yapılan darbeden hemen sonra yazdığı Şili’de Darbe makalesi, darbe öncesi durumu, darbeyi hazırlayan koşulları, Allende yönetiminin yaptıkları ve yapamadıkları, darbeden korunmak için yapılabilecekleri ve genel olarak sol hükümetlerin devlet iktidarını ele geçirebilmeleri için alınabilecek dersler gibi konuları tartışır.
Şili’nin Latin Amerika’da tek başına anayasal, parlamenter, liberal, çoğulcu bir toplum, siyaseti olan ve Fransız, Amerikan ya da Britanya toplumlarına hiç benzemese bile pekala demokratik, ya da Marxistlerin adlandıracağı biçimiyle “burjuva demakratik” ağıl içinde yer alan bir ülke olduğunu herkesin kabul ettiği bir ortamda Şili’de olup bitenlerin ortaya attığı soru ve yanıtlar ile buradan doğacak hatırlatma ve uyarıları odağa alan makale kitap, gazete makaleleri, asker ve siyasilerin açıklamalarından yola çıkarak yaşananları ve arkasında yatan nedenleri analiz eder.
Milibanda’a göre Salvador Allende Eylül 1970’de Şili başkanlığına seçildiğinde, o zaman başlayan rejimin sosyalizme barışçıl ya da parlamenter geçiş için bir sınav oluşturacağı söylenmekteyse de üç yıl sonra yaşanan bu nitelendirmenin bir abartma olduğu anlaşılıyordu. Ona göre, Allende yönetimi inanılmaz ölçüde zor koşullarda ekonomik ve toplumsal reform yoluyla birçok şey başardı –ama bilerek “ılımlı” bir rejim olarak kaldı ve hükümetin bu “ılımlılığı” ya da “inatçı ılımlılığı” sonunu getirdi.
Şili deneyimi belki “sosyalizme barışçıl geçiş” için bir deney olmamıştır ama, yine de eğer bir hükümet, burjuva demokrasisinde, niyetinin gerçekten toplumsal düzende gerçek ciddi değişiklikler yapmak ve ne denli anayasal ve tedrici bir tarzda olursa olsun sosyalist yönelimlerle hereket etmek olduğu izlenimi verdiği zaman neler olup bitebileceğinin çok anlamlı bir örneğini sunar. Allende yönetimi bunu yapmak istiyorlardı, onlar “sosyalist” sloganlar geveleyen basit burjuva politikacıları değildi ve düşmanları da öyle olmadıklarını biliyorlardı, onlar “Keynesçi sosyalistler” de değildiler. Bu yönüyle Allende yönetimine karşı gelişen tutucu tepki ve darbe deneyimi öteki burjuva demokrasileri için canalıcı bir anlam taşıyabilir.
Burada birinci mesaj ve uyarı “sınıf mücadelesi” kavramıyla ilgilidir. Miliband sınıf mücadelesini yalnızca işçilerin ve aşağı sınıfların egemen sınıflara karşı yürüttükleri bir mücadele olmadığını, sınıf mücadelesinin ayrıca bundan başka egemen sınıfın ve onun adına hareket eden devletin işçilere ve aşağı sınıflara karşı yürüttüğü bir mücadele demek olduğunu, tanımı gereği mücadelenin tek yollu bir süreç olmadığı, hatta mücadelenin egemen sınıf ya da sınıflar tarafından daha etkili bir şekilde yürütüldüğünü vurgular.
Buradan kapitalist toplumlarda iki tür sınıf mücadelesi olduğunu belirterek; birincisinde, ekonomik, siyasal, ideolojik olarak mikro ve makro düzeylerde gün gün devam eden ve içinde yürütüldüğü kapitalist çerçeveye hiçbir tehdit oluşturmadığı bilinen türden “sıradan” sınıf mücadelesi; ikincisi ise toplumsal düzeni gerçekten temelinden ya etkileyen ya da etkileme olasılığı bulunduğu düşünülen sınıf mücadelesi olup, ikisi arasında önemli bir farklılık vardır, dolayısıyla ikincisine basitçe sınıf mücadelesi değil, aynı zamanda sınıf savaşı demek daha doğru olur.
Bu çerçevede şu analizi yapar: Şili on yıllardır sınıf mücadelesini burjuva demokratik bir çerçeve içinde tanımıştı, onun geleneğiydi bu. Allende’nin Başkanlığa gelişiyle, tutucu güçler sınıf mücadelesini gitgide sınıf savaşına çevirdiler. Bu noktada sınıf mücadelesini sınıf savaşına çevirenin tutucu güçler olduğunu vurgular.
Miliband, Allende’nin aldığı oy oranları ve bunun etkileri üzerinde kısa bir analiz (oy oranları daha yüksek olsaydı da darbe koşulları oluşması halinde sağın yine darbe yapacağı yönünde) yaptıktan sonra sınıf mücadalesi/savaşı bağlamında tutucu güçlerin ne olduğunu ve yaptıklarını ele alır. Buna göre Şili’de darbenin yapılmasında etkili olan tutucu güçler;
a) Kavga alanı olarak toplum: Tutucu güçler bağlamında toplum homojen bir ekonomik, toplumsal ya da siyasal bir blok oluşturmaz, ama toplum değişik unsurlara göre ölünmüştür. Sınıf savaşı “sivil toplum” üzerinden bu bölünmeleri kullanarak yürür. Buna göre, eylem yapan ev kadınları, fabrika sahipleri, stok istifleyen tüccarlar, hükümet aleyhine yayın yapan gazete sahipleri, nüfus ve varlık sahibi kesimlerin yaklaşımları, profesyoneller (avukatlar, doktorlar, devlet memurları vs.), işçiler ile küçük girişimci ve küçük tüccarların konumları ve yaklaşımları. Örneğin gelir durumları iyileştiği halde sürekli grev yapan 40.000 kamyon sahibi.
b) Tutucu dış müdahale: Birleşik Devletler emperyalizmi, hem devlet olarak hem de Şili’deki yatırımlar ve şirketler. Şili ekonomisine müdahale (bakır fiyatlarının düşük tutulması, Dünya Bankasının ABD’nin etkisiyle kredi vermemesi, imzalanmış projelerin dahi finanse edilmemesi) ve Allende yönetiminin ekonomik yönden boğulmaya çalışılması. ABD ordusu ve istihbarat birimlerinin etkisi.
c) Tutucu siyasal partiler: Sağ partiler, Hristiyan Demokratlar. Parlamentonun işlemez hale getirilmesi, hükümetin icraatlarının engellenmesi. Devletin diğer unsurlarının da yasama meclisleri gibi muhalefet güdümünde hükümet karşıtı cephede yer alması. Muhalif politikacıların orduyu göreve çağırması, kışkırtmalar.
d) Faşist-tip gruplaşmalar: Faşist-tip gruplaşmalar ve bunlardan kaynaklanan çok örgütlü şiddet.
e) İdari ve yargı sistemindeki muhalefet: Devlet sisteminin üst kademelerinde yer alanların ve hatta aynı şekilde alt kademelerde yer alanların birçoğunun veya bazılarının tutucu güçleri desteklemesi. Allende yönetimi, devletin üst mevkilerine kendi koalisyonunu destekleyen kişileri getirmişse de devlet cihazını tamamıyla yenileyemedi.
Miliband’a göre herşeye rağmen Allende rejimi “çökmedi”. Yasama engeline, idari sabotaja, siyasal savaşa, dış müdahaleye, ekonomik yokluklara, iç bölünmeye vb. karşın tüm bunlara karşın rejim dayandı. Politikacılar ve temsil ettikleri sınıflar açısından sıkıntı buydu.
f) Ordu: Şili Ordusunun başlangıçta “siyasete karışmadığı” doğruydu. Ancak, “kaos” yaratıldıktan, aşırı siyasal istikrarsızlık sağlandıktan ve rejimin krize karşı yanıtının zayıflığı açığa çıktıktan sonradır ki, orduda tutucu eğilimler üstün çıktı ve sonra dengeyi kesin biçimde kendi lehine çevirdi.
“Hükümet ne denli zayıfsa, düşmanları o denli cesur olur ve sayıları günden güne çoğalır.”
Burjuva demokrasilerinde iktidarın anayasal süreçte ve seçim yoluyla elde edilmesiyle barışçı bir şekilde sosyalizme geçilebilir mi?
İktidar ya seçim yoluyla ya da diğer yöntemlerle kazanılır. Seçim yolunun muhaliflerinin ileri kapitalist toplumlardaki burjuva demokrasilerinde sunabilecekleri bir alternatif yoktur, bununla birlikte sunulan böylesi alternatiflerin de gerçekleşmelerinin kesinlikle onların desteğine bağlı olduğu insanların büyük bölümüne hiç çekici gelmediği kanıtlanmıştır. Bu durumda böyle bir siyasal sisteme sahip ülkelerde sol güçlerin kendilerini seçim zaferi yoluyla görevde bulacakları farz edilmelidir. Gerçekten önemli sorun da o zaman olup bitenlerdir. Çünkü Marx’ın da Paris Komüna zamanında not ettiği gibi, seçim zaferi yalnızca yönetme hakkı verir, ama yönetme gücü vermez.
Şili’de Allende liderliğindeki koalisyonun yaptığı da buydu: iktidarın ya da görevin seçim ve anayasal yollarla kazanılmasına bağlanmak. İktidarı bu koşullarda seçim yolla elde ettiler. Başkanlık ve yürütme Sol’un eline geçmiş oldu. Başkan ve yönetimi, devlette bu kısmi yer tutmadan sonra, bir parçası durumuna geldikleri sistemi “işleterek” politikalarını uygulamaya sokma görevine başladılar. Böyle yapmakla kuşkusuz Marxist külliyatın temel bir öğretisine ters düşüyorlardı.
Marxın Paris Komünü zamanında yazdığı ünlü bir mektubundaki gibi “ … Fransız Devrimi’nin sonraki girişimi artık önceki gibi bürokratik-askeri aygıtın bir elden ötekine aktarılması değil, onun parçalanması olacaktır ve bu, kıtadaki her gerçek halk devrimi için hazırlık koşuludur.”. Marx Fransa’da İş Savaşta’da aynı biçimde, “işçi sınıfının hazır bulduğu devlet aygıtını basitçe ele geçirmekle ve onu kendi amaçları için kullanmakla yetinemeyeceğini” not eder. Lenin, Marx ve Engels’in söz konusu görüşlerinden etkilenerek burjuva devletini parçalamanın devrimci hareketin temel görevi olduğuna inanıyordu.
Bununla birlikte, Miliband, başka bir eserinde öne sürdüğü “Devlet ve Devrim’de (ve hatta Fransa’da İç Savaş’a) kullanıldığının göründüğü bir anlamda, yani devrimin hemen ertesi günü parçalanmış burjuva devletinin yerine konmak üzere konsey (yani Sovyet) demokrasisinin aşırı bir biçiminin kurulması anlamında, bu düşüncenin devrimci bir rejimle hiç doğrudan ilgisi olmayacak ve Bolşevik devriminin ertesi günkü Leninist uygulamayla da kesinlikle hiç doğrudan ilintisi bulunmayan, olanaksız bir projeksiyon oluşturduğu” görüşünü belirterek, Allende yönetiminin yaklaşımı nedeniyle suçlamanın güç olduğunu vurgular ve “revizyonist”, “reformist” yaklaşımlarına temas eder.
Ayrıca, başlıca ekonomik, toplumsal ve siyasal değişikliklere niyetli bir hükümet, “burjuva devleti parçalamayı” düşünmese bile, kimi canalıcı noktalarda belli olanaklara sahiptir. Sözgelimi devlet sisteminin çeşitli yerlerindeki personelde çok büyük değişikliklere gidebilir ve aynı doğrultuda, çeşitli kurumsal ve siyasal araçlarla, varolan devlet aygıtına saldırmaya ve arkadan vurmaya başlayabilir. Aslında hayatta kalmak istiyorsa böyle yapmalıdır ve en son içlerindeki en dayanaklı unsuru, ordu ve polis aygıtına ilişkin olarak böyle yapmalıdır.
Allende rejimi bu değişikliklerin bir kısmını gerçekleştirdi, en az başa çıkabildiği sorun ordu sorunuydu. İç savaş korkusu ve çok fazla insanın öleceği nedeniyle Allende uzlaşmayı denedi.
Nihayet sonuç bizi yine doğrudan doğruya devlet ve iktidarın kullanılması sorununa getirdi. Devlet personelinde önemli bir değişikliğin, gerçekten ciddi değişikliklere eğilimli bir hükümet açısından acil ve temel bir görev olduğuna ve bunun devletin demokratikleşmesi sürecini ileriye itmek için tasarlanmış, çeşitli reformlar ve yeniliklerle birleştirilmesi gerektiğine daha önce dikkat çekilmiştir. Ancak bu son noktada, sadece iktidarın sosyalist amaçlar dizisini gerçekleştirmek için değil, aynı zamanda ya silahlı kapışmadan kaçınmanın, ya da kaçınılmaz olduğu görülürse bunu en avantajlı ve en aza mal olacak zeminde karşılamanın bir aracı olarak da çok daha fazla şey yapılmasına gerek vardır. Bununla kastedilen “kitlelerin seferber edilmesi” ya da “işçilerin silahlanması” değildir. Ekonomik, toplumsal ve siyasal yapılarda temel değişikliklere eğilimli yeni bir rejim, başından itibaren, devlet iktidarına paralel ve onu tamamlayan, zamanında “kitlelerin seferber edilmesi” ve eylemlerin etkili biçimde yönetilmesi için sağlam bir altyapı oluşturacak iktidar organları ağını kurmak ve özendirmekle başlamalıdır. Bunun büründüğü biçimler –çalışma yerlerinde işçi komiteleri, bölge ve alt bölgelerde vb. il komiteleri vs.- ve bu organların devletle “içiçe giriş” tarzı, tasarlanabilir değildir. Ama bu gereklilik vardı ve en uygun hangi biçimlerde olursa olsun karşılanması gerektiği kesindir.
Allende rejimi yapılması gereken şeylerin kimisini yapmıştır. Ancak olası bir kapışma için zamanında çok geç kalan “seferber edilme”, ve yapılan hazırlıklar, yönelimden, tutarlılıktan ve hatta pek çok durumda cesaretten yoksundu. Rejim, paralel bir altyapının yaratılmasını gerçekten cesaretlendirmiş olsaydı ayakta kalabilirdi ve sorunları azaltabilirdi.
Miliband son olarak “terör, devrimci mücadelenin parçası olabilir. Ama temel sorun, devrimci mücadelenin yönünden sorumlu olanların halk güçlerinin etkili (örgütlü olması anlamında) seferberliğini hangi ölçüde yaratabildiği ve yaratmaya istekli olduğu, hangi ölçüde cesaretlendirebildiği ve cesaretlendirmeye istekli olduğudur. Eğer Şili trajedisinden öğrenilecek belli bir “ders” varsa, budur gibi görünür. Bu “dersi” öğrenemeyen ve öğrendiklerini uygulamayan partiler ile hükümetler, kendilerine pekala yeni Şili’ler hazırlıyor olabilirler.
VI. Anayasacılık ve Devlet -1978-
Anayasacılık ve Devlet, R. Miliband’ın Avro-komünizmin en önemli karakteristik eğilim ve sorunlarını tartışmak ve konuyu o dönemde yayımlanan üç kitap üzerinden değerlendirmek amacıyla kaleme almış olduğu bir makaledir. 1978 yılında yayımlanan makale Avro-komünizm konusunu Santiago Carrillo’nun (İspanya Komünist Partisi Genel Sekreteri) “Avro-komünizm ve Devlet”, Fernando Claudin’in “Avro-komünizm ve Sosyalizm” ile “The Italian Road to Socialism” adıyla yayımlanan Eric Hobsbawm ile Giorgio Napolitano (İtalyan Komünist Partisi Sekreterya üyesi) arasındaki tartışma üzerinden ele almaktadır. Söz konusu çalışmalar İtalya, İspanya ve Fransa üzerine odaklanmışlarsa da ileri kapitalist ülkelerin tümüyle ilgilidir ve esas olarak bu gibi ülkelerin hepsinde genel hatlarıyla uygulanabilecek bir sosyalist ilerleme stratejisinin geliştirilmesidir.
En başta Avro-komünizmin sosyal-demokrasiden teorik ve programatik temelde keskin bir biçimde ayırtedilmesinin zorunluluğunu belirten Miliband, Avro-komünist partilerin pratiğinde “sosyal demokratlaşma” yönünde belli bir eğilim bulunduğu, bunlara şans tanınması halinde sonunda Avro-komünizmin kapitalizmi yönetmekten fazla bir şey yapamayacağı ya da yapmayacağını öne sürmekte ve sol kesimde bunun tartışıldığını, ancak yine de Avro-komünist amaçların sosyal demokrasinin amaçlarından ayrıldığı belirtmektedir.
Carrillo’ya atıfla “genel olarak ‘Avro-komünizm diye nitelen şey, kapitalist toplumu idare etmeyi değil dönüştürmeyi, onda bütünleşmeyi ve hükümet çeşitlerinden birisi durumuna gelmeyi değil tekelci devlet kapitalizmi sistemine sosyalist bir alternatif çıkarmayı önerir.”. Avro-komünizm açık bir sosyalist amaçtan doğar, kapitalist toplumun baştan aşağıya dönüşümünü savunur ve kaynağını sosyal-demokrasinin çoklukla görmezden geldiği ya da yadsıdığı teorik öncüllerden alır. Buna göre, sosyal-demokrasi ile Avro-komünizm temelden farklı girişimler olarak alınmalıdır. Tam bu noktada asıl sorun dönüşümün nasıl tasarımlandığı ve projenin siyasal bakımdan yaşayıp yaşamayacağıdır.
Miliband’a göre Avro-komünizmin temel ve ayırtedici özelliği, kapitalist toplumun toplumsal yönlerde dönüşümünü, burjuva demokrasisinin sunduğu anayasal ve yasal çerçeve içinde kalarak anayasal yollarla başarmaya çalışması ve burjuva demokrasisinin büyük ölçüde genişletilmesini gerçekleştirmeye çalışmasıdır. Bu çabayı eski bir trajedi olarak niteleyen Miliband, anayasacılık ve yasallık konusunun 1890’dan sonra Marxizm’de başlıca bir eğilim durumuna geldiğini belirtir. Bu doğrultuda Komünist Partiler de sistem içerisinde anayasal ilerleme yolunu izlemişler ve bir anlamda “burjuva koalisyonuna” girmiş oldular.
Avro-komünist perspektifte “olağan” politikaya bağlanıldığı, komünistlerin burjuva demokrasisinin siyasal süreçlerine girişi, nihai olarak ayaklanmacı bir amaca yönelmenin zorunlu aracı değildir, böyle bir amaç yoktur. Tasarımlanan, her alanda ve her düzeyde gitgide ilerleyen demokratikleşmeyle kapitalist toplumun tedrici dönüşümüdür. Napolitano ve Carrillo’nun öz olarak söylediği ekonomik, toplumsal ve siyasal yaşamın yönetilmesine halk katılımını sağlayarak, ekonomik ve toplumsal yapıları dönüştürerek, demokrasiye yeni ve zengin bir içerik kazandırmak, yani devlet yapılarının ve genelde ekonomik ve toplumsal yaşamın demokratikleşmesini tartıştıklarını ve bu değişimin tedrici araçlarla ve tam anlamıyla anayasal çerçeve içinde kalarak ilerlemedir.
Miliband, bu bağlamda Avro-komünizmin neden şimdilerde ortaya çıktığını sorar. Temel olarak SSCB’deki uygulamalar ve deneyimlerin etkisine temas eden Miliband, Avro-komünizmin stratejik tercihlerinin yalnızca bununla açıklanamayacağını, ileri kapitalist ülkelerde, burjuva demokrasisi koşullarında, işçi sınıfı politikasının tam niteliğine kadar uzandığını belirtir. Konu basitçe, burjuva demokrasisinin, kitlesel siyasal ve seçim desteği kazanmaya çalışan partilere kimi belirli kısıtlamalar koymasıdır. Bu kısıtlamaların en önemlisi “olağan” siyasetin kabulü ve ayaklanmacılığın kesin dışlanmasıdır. Ayaklanma ve şiddete dayalı devrim politikası işçi sınıfı tarafından genel olarak kabul görmemiştir, klasik tipte bir proleter devrim kitle desteğine gerek duyduğu sürece, böyle bir devrimin koşulları varolmamıştır.
Bu bağlamda, önderlik, örgütlenme, yapıların gücü ve etkinliği gibi konulardaki tartışmalara yer veren Miliband, ileri kapitalizmin ve burjuva demokrasisinin ayaklanmacı olmayan ve aslında ayaklanmacılığa karşı bir işçi sınıfı siyaseti üretmiş olduğunu belirtir ve devrimci örgütlenme ile siyasetin bu engele takıldığını öne sürer. Sorunun önderlikte ve yalnızca örgütlenme biçiminde olmadığını esas olarak içinde bulunulan yapının belirleyici olduğunu iddia eder.
Miliband’a göre Avro-komünizm sınıf mücadelesinin katı gerçekliklerini önemsememe eğilimindedir ve bunun sonucu olarak proletarya diktatörlüğünü kısmen reddeder. Ona göre proletarya diktatörlüğü üç değişik anlamda alınabilir:
Birincisi, proletaryanın, devrimci bir dönemde, açık bir sınıf şiddeti ve baskısı anlamıyla düşmanları üzerinde uyguladığı “diktatörlük” olarak.
İkincisi, nosyonun tıpkı kapitalist bir toplumda burjuvazinin hegemonyasına ilişkin kullanıldığı aynı anlam gibi, devrim sonrası bir dönemde proletaryanın toplumda uygulanmasının beklendiği hegemonya olarak.
Üçüncüsü ise tümüyle yeni bir yönetim biçimi olarak.
Bu durumda, Avro-komünizm devrimci şiddetin başlıca bir rol oynadığı bir geçiş anlayışını reddettiği sürece proletarya diktatörlüğünün birinci anlamını reddeder. İkinci anlam halkın ezici çoğunluğuyla egemen olması anlamında bir sorun teşkil etmez. Kavramın -en önemli ve Marx’ın en yakından bağlandığı bir anlam olarak da-üçüncü anlamı ise Avro-komünizmle çok güç bağdaşır.
Üçüncü tanım gereği, proletarya diktatörlüğünde eski devlet “parçalanacak” ve Lenin’in “temelden farklı tipte başka kurumlar” diye nitelendirdiği şeyle değiştirilecekti. Bu kısaca, topluma tamamen bağımlı ve ne olursa olsun “sönme” sürecindeki bir devletle birlikte, hemen hemen doğrudan egemenlik biçimi görüşüdür. Miliband bunun harfi harfine özellikle devrimci bir dönemde yaşanabilir olduğuna da, sonraki bir dönemde yaşayabilir olmayacağına da inanmaz.
Avro-komünizm Lenin’in dediği anlamda “parti diktatörlüğünü” de reddeder, en azından siyasi açıdan hayata geçirilemez görür.
Miliband’a göre Napolitano ve Carrillo’nun ileri sürdükleri, parlamenter ya da temsili demokrasinin değiştirilmiş, demokratikleştirilmiş bir versiyonu, ma kesinlikle tanışık olduğumuz bilinen bir sistemin versiyonudur. Napolitano zaten var olan bir demokratik sistemin temel olarak merkeziyetçilikten uzaklaşarak, bölgesel ve yerel özerkliği, halkın katılımı ve denetimini geliştirerek, devlet makinesinin yapısında ve işlev görmesinde değişiklik yaparak daha fazla genişletilmesidir.
Carrillo da işçi köylü devleti fikrini reddeder, ona göre böyle bir devlet ideal olarak vardır, onun dışında gerçekte hiç varolmamıştır. Devrimin kuvvete dayanan bir hareketle zafer kazandığı yerlerde bile bürokrasi bazı istisnalarla, o biçimiyle varlığını sürdürmüş ve yeni görevliler büyük bir hızla kendilerinden öncekilerin kötü alışkanlıklarının birçoğunu kapmıştır. O da varolan devlet yapılarının demokratikleştirilmiş bir versiyonunu savunur. Carrillo, Lenin’in Devlet ve Devrim’de ortaya attığı proletarya diktatörlüğü fikrini kabul etmez. Miliband’a göre de bu akla uygun gibi gözükür, çünkü proletarya diktatörlüğü demokrasi için gerçekçi bir model değildir. Ama Carrillo proletarya diktatörlüğünü bu şekilde terkettikten sonra radikal burjuva demokratik politikanın bir versiyonunun savunuculuğuna çekilir ki, genelde Avro-kominizmin yaptığı da budur.
Miliband, Avro-komünizmi savunanların demokratikleştirme perspektifinin (katılımın artırılması, konseyler, temsili organların çeşitlendirilmesi, artırılması) artmış bir devletçilik ve siyasal yaşamın “resmileşmesi” olasılıklarına duyarsız kaldığını, “temsili” de olsa iktidar organlarının çoğalmasının “temsilciler”den oluşan genişletilmiş bir memurlar sınıfı yaratabileceği riskine dikkat çeker.
Bu noktada devlet iktidarı ile halk iktidarı ilişkisine temas eder. Avro-komünizmin halk iktidarıyla fazla ilgilenmediğini belirtir. Halbuki sosyalist projenin, ikisi arasında bir “diyalektik” bir ilişki kurulması gerektirdiğini öne sürer.
Avro-komünizmi savunanlar ileri kapitalist ülkeler nüfusunun büyük çoğunluğunun artık sosyalist dönüşüm için potansiyel bir seçmen kitlesi oluşturduğunu ve bu kesimlerin kendi içlerinde yeni ittifaklar yapabileceklerini varsayarlar.
Avro-komünizm sosyal demokrasiden farklı olarak, kapitalist devletin doğası hakkında yanılsama içinde değildir. Carrillo, bir bütün olarak devlet aygıtının yönetici sınıfın aracı olmayı sürdürdüğünü belirtir. Ama Avro-komünizm klasik Marxizmden farklı olarak, devletin çeşitli kısımlarını (kamu hizmeti, adli örgüt, ordu, polis gibi) dönüştürmenin ve onları demokratikleşme süreçlerinden geçirmenin olanaklı olduğuna inanırlar.
Son olarak, komünist partilerin, demokratik merkeziyetçilik sorununa sahip oldukları, muhalefeti sindirdikleri, hiziplere yasak koydukları, farklı görüşlerin disiplin yoluyla sindirildiği ve bu örgütlerin demokratik niteliğinin zayıf olduğu, bu hususta diğer partilere göre eşsiz olduklarını belirtir. Ona göre, şaşırtıcı olmayarak iyi yerler tutmuş önderler de “üstünlüklerini korumak” için “eylemde birlik” gereğine başvururlar.
Miliband, makalesinin sonuna eklediği Not’ta makalenin ilk halinde belirttiği görüşlerini üç noktada tashih eder, kısmen düzeltir. Birincisi, Avrupa’daki Komünist Partiler ile Sosyalist ya da sosyal-demokrat partiler arasındaki farklılıklar, ikincisi, Avro-komünizmin ayaklanmacılık konusundaki yaklaşımları ve anayasalcı stratejilerine ilişkindir. Üçüncü husus ise işçi sınıfının ayaklanmacılık ve devrim konusundaki yaklaşımına ilişkin değerlendirmesidir.
8 Nisan 2015, Ankara