KÖLELİK YOLU –Özet- (The Road of Serfdom),
Friedrich August von HAYEK, 1944
(Çev: Turhan Feyzioğlu, Yıldıray Arsan, Atilla Yayla)
ÖZETLEYEN
Ekrem CANDAN
Ankara Üniversitesi Sos. Bil. Enst.
Doktora Programı (Özel Öğrenci)
Bürokrasi ve Bürokratik Elit Dersi
I. Yazar Hakkında
1899 yılında Viyana’da doğan, iktisatçı Friedrich A. von HAYEK (1899-1992) hukuk ve siyaset bilimi doktorası yapmış, iktisat alanındaki çalışmaları yanında farklı alanlarda eserler vermiştir. Üniversite yıllarında ılımlı (fabian) bir sosyalist olan HAYEK, Ludwing von MİSES’le tanıştıktan sonra zaman içinde bu fikirlerini terk etmiştir. HAYEK, serbest piyasa düzeni ve liberalizmin felsefi savunucularındandır, sosyalizme ve totaliter sistem ve uygulamalara katı bir şekilde karşı çıkar. HAYEK, liberal toplumun mahiyetini ve değerlerini açıklama ve kolektivizm eleştirileri konusunda etkili bir düşünür olarak kabul edilmektedir.
Avusturya İktisat Okulunun 20. Yüzyıldaki en önemli temsilcilerinden biri olarak kabul edilen HAYEK, 1974 yılında Nobel Ekonomi Ödülünü düşünsel rakibi Gunnar MYRDAL ile paylaşmıştır. HAYEK görüş ve eserleriyle merkezi ekonomik planlamanın insanların özgürlüklerini ve ihtiyaçlarını kısıtlayacağı tezini vurgulamış, çoğulculuğu ve ekonomik sübjektivizmi savunmuştur. Yazar iktisat, hukuk, siyaset, bilim felsefesi gibi çeşitli alanlarda önemli eserler vermiştir.
II. Kitap Hakkında
II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında sosyalizm cazip bir akım olarak seyrediyor ve bu dönemde iktisadi planlama, iktisadi büyüme için hedefler koyma, tam istihdam politikası, devletin kapsamlı refah hizmetleri ve gelirin yeniden dağıtımı gibi konularda genel bir konsensüs oluşmuşken, HAYEK bu fikirlere keskin bir şekilde karşı çıkmıştır. Bu fikirlerle yakınlaşmanın sürekli hale gelmesinin ve kolektivist yaklaşımın benimsenmesinin toplumu felakete sürükleyeceğine inanan HAYEK bu konudaki fikirlerini Kölelik Yolu kitabıyla ortaya koymuştur. Yazar bu eseriyle II. Dünya Savaşı yılları sırasında Alman Nazizminin diğer ülkelere yayılmaması, ister sağdan gelsin ister soldan, totaliterizmin her türlüsüne karşı özgürlüğün ve hukuk devletinin korunması yönünde entelektüel bir mücadele vermiştir.
Kitap bütün olarak dikkate alındığında, kitabın yazılmasının arka planında sosyalizm cereyanının ve totaliter uygulamaların dünyada ve Avrupa’da revaç bulmasından doğan korku ve kaygı ile liberalizmin beşiği kabul edilen İngiltere’deki bazı uygulamalara karşı ortaya konulan tepkinin yattığı söylenebilir. Gerçekten, kitabın kaleme alınma nedeni sosyalist ütopyacı ideallerin Britanya’da güç kazanmış olması ve bu yöndeki bazı uygulamalardan kaynaklanan endişedir. 1942 yılında yayımlanan kitap İngiltere ve ABD’de önemli bir etkiye sahip olur ve HAYEK tartışılan bir sosyal teorisyen haline gelir. Kölelik Yolu, HAYEK’in en popüler kitaplarından biridir.
III. Kitabın Muhtevası ve Tartıştığı Hususlar
Yazarın da girişte belirttiği üzere Kölelik Yolu muhtevası ve amacı bakımından siyasi bir kitaptır. Yazar kitapta belirttiği hususların/görüşlerin belirli nihai değerlerden kaynaklandığını ifade etmektedir. Ancak, kitapta ortaya konulan inanç ve kanaatlerin kendisinin şahsi çıkarları tarafından belirlenmediğini, savunduğu sistemin/düzenin kendisine ülkedeki insanların çoğunluğuna sağlayacağından daha büyük avantajlar sağlayamayacağını vurgulama gereği hisseder. Kitap nedeniyle eleştiri alacağını ve belli kesimleri rahatsız edeceğini bildiği halde HAYEK bunu bir görev olarak telakki ettiğini belirtir ve müstakbel ekonomi politikaları ve sonuçları hakkında halkı ve yöneticileri uyarmak ister. Savaş koşullarında kimsenin söyleyemediği endişeleri kendisine saklama hakkının bulunmadığını ifade eder.
Kitabın ismi liberal filozof de Tocqueville’nin Amerika’da Demokrasi adlı kitaptan alınan ilhamdan (Tocqueville’nin modern refah devletinin olumsuz etkileri için kullandığı “yeni kölelik” kavramı) doğmuştur.
Kitap; Giriş ve Sonuç bölümleri hariç 15 bölümden oluşmaktadır:
1. Terk Edilen Yol
2. Büyük Ütopya
3. Ferdiyetçilik ve Kollektivizm
4. Plancılığın Önüne Geçilemez Mi?
5. Planlı İktisat ve Demokrasi
6. Planlı iktisat ve Kanun Hakimiyeti Prensibi
7. İktisadi Hayatın Kontrolü ve Totaliterlik
8. Kim, Kimin İçin?
9. Güvenlik ve Özgürlük
10. En Kötüler Neden Zirvede?
11. Hakikatin Sonu
12. Nazizmin Sosyalist Kökleri
13. Aramızdaki Totaliterler
14. Maddi Koşullar ve İdeal Amaçlar
15. Uluslararası Düzenin Geleceği
Kitap konular itibariyle bölümlere ayrılmış olmakla birlikte baştan sona liberalizm ve sosyalizm, bir başka anlatımla serbest piyasa ekonomisi ile kollektivizm ve plancılık tartışması etrafında gelişmekte ve mukayeseli değerlendirmeler içermektedir.
Her bölümün girişinde bir düşünüre/yazara ait kısa iktibaslara yer verilmiştir.
IV. Kitabın Özeti (Bölüm Bazında)
Giriş
Başta da ifade edildiği üzere HAYEK, İngiltere’de ekonomik ve siyasal koşullardaki değişim ve yaşanan gelişmeler çerçevesinde, oluşan kaygılar ve buna rağmen toplumda gördüğü duyarsızlığı eleştirmekte ve uyarmaktadır:
“… Asla önüne geçilemeyecek hiçbir gelişme mevcut olmadığından, tarih hiçbir zaman aynen tekerrür etmese bile, maziye bakarak, tekrar aynı hale düşmemek için ne yapmak lazım geldiğini bir dereceye kadar öğrenmemiz mümkündür. Ufukta bir tehlike bulunduğunu anlamak için insanın kahin olması icab etmez. Arızi bir tecrübe ve alaka kombinezonu, ekseriya bir insana hadiseleri pek az kimseye nasip olan bir şekilde görmek imkanı verir.”
Bu hususu söylemesi gereken “nahoş bir hakikat” olarak ifade eder ve “biz de Almanya’nın akıbetine uğramak tehlikesine maruz bulunuyoruz.” der ve şu uyarıyı yapar: “Uzun vadeli olarak hepimiz kendi kaderimizin yapıcısıyız. Fakat her gün, kendi yarattığımız fikirlerin elinde esiriz. Tehlikeyi ancak vaktinde anlamak suretiyle önleyebiliriz.”
Yazar kitabını “aynı devreyi iki kere yaşamak veya birbirinin aşağı yukarı tıpkısı olan fikir tekamüllerine iki defa şahit olmak kabilinden bir duruma son derece benzeyen bir tecrübenin eseri” olarak nitelendirmek suretiyle Almanya’da yaşananlara ve yaşadığı dönemde İngiltere’de şahit olduğu yeni gelişmelere atıf yapar. Avusturya’da Almanya’da daha önce gördüğü, duyduğu ve yaşadığı şeylerin İngiltere’de yeni yeni gündeme geldiğini ve aynı olayların gelecekte burada da yaşanabileceğine işaret eder ve tedbir alınmasını ister.
Almanya ve İngiltere’deki fikir cereyanları arasındaki benzerlikleri, ekonomi alanında (Milli Müdafaa Teşkilatı) alınan tedbirleri, 19. Yüzyıl liberalizmine karşı yapılan eleştirileri gerekçe gösterir ve İngiltere’nin neredeyse 15-20 yıllık bir mesafeyle Almanya’yı takip ettiğini belirtir. Dolayısıyla alman düşünce ve usullerinin İngiltere’nin idealleri ve siyaseti üzerindeki derin tesirlerinden söz eder. Avusturya, ABD ve İngiltere tecrübesiyle Almanya’da hürriyeti ortadan kaldıran kuvvetlerin İngiltere’de ortaya çıkmaya başladığını, fakat bu tehlikenin mahiyet ve kaynağının anlaşılmadığını söyler:
“Hala anlaşılmayan büyük facia şuradadır: Almanya’da bugün nefret ettikleri rejimi yaratmış, hiç değilse hazırlamış olanlar, iyi niyetli insanlardır. İngilizler’in hayran oldukları ve örnek ittihat ettikleri insanlardır. Biz aynı kadere uğramaktan kendimizi kurtarabiliriz.” Bunun için öncelikle özeleştiri ve fikri cesaret göstermek gerektiğini belirterek şu tespiti yapar: “Faşizmin ve Nazizmin, daha önceki devirlerin sosyalist temayüllerine karşı bir reaksiyon olarak değil, bu temayüllerin zaruri bir neticesi olarak ortaya çıktığını ikrar etmeye hazır olan pek az kimse vardır. Komünist Rusya ile Nazi Almanya’nın iç rejimlerindeki bazı menfi noktaların arzettiği benzerlik anlaşıldıktan sonra dahi insanlar bu hakikati görmeye yanaşmamışlardır.” Nazizmi beğenmeyen ve nefret eden kimselerin dahi peşinde koştukları idealler neticesinde İngiltere’yi bu menfur istibdada götüreceği kaygısını paylaşır.
Sosyalizm ideolojisinin baskın ve yaygın bir hal almasını, sosyalizmin genel kabul görmesini ve herkesin kendisini sosyalist olarak ifade etmesinin moda olmaktan çıktığını belirterek herkesin sosyalizme doğru gitmeye devem edilmesine kani olduğunu söyler. Sosyalizm cereyanını zaruri kılan objektif vakıalar/şartlar mevcut olmadığı halde bu istikamete gitmemizin sebebini hemen hemen herkesin bunu istemesinden kaynaklandığını öne sürer. Bunun sebebini de insanların bu cereyanın kendilerini nereye götüreceğini bilmemesinden kaynaklandığını ifade eder. Hakikatler görülebilse bu yolun terkedileceğini ve bu konudaki görüşlerden sarfı nazar edileceğini belirtir.
Bu hususu şöyle ifade eder: “Yüksek bir ideale tekabül eden bir istikbal yaratmaya gayret ediyoruz ve peşinde koştuğumuz neticeye taban tabana zıt bir neticeyle karşılaşıyoruz. Bundan daha büyük facia tasavvur olunabilir mi?” Gerek sol ve gerekse sağ partilerin nasyonel sosyalizmin kapitalizme hizmet ettiğine ve sosyalizmin her şekline muhalif olduğuna inanmakla hataya düştüklerini, en umulmadık kimselerin Hitlerizmin müesseselerinin örnek gösterdiklerini ve totaliterliğe doğru götüren tekamülü adeta anlamak istemeyerek çok hatalar yapıldığını ifade eder.
Nazizmin sebebini Almanlar’da aramayı hatalı bulur, mesele ırsi değildir; nasyonel sosyalizmin kaynağını sosyalizmin terakkisi yüzünden menfaat ve imtiyazları tehlikeye düşenlerin kışkırttığı basit bir reaksiyondan gören görüş de sathi ve hatalıdır, sosyalizm ile “Prusyalılık” (Prusya Devletinin diğer devletlerden farklı olarak yukarıdan aşağıya doğru katı bir hiyerarşi şeklinde teşkilatlanması, devletin geniş bir fabrika gibi idare edilmesi) arasında bir yakınlık ve etkileşimden söz edilebilirse de, nazizmi/totaliterliği “sosyalizm” unsurunun değil de özellikle “Almanlık” unsurunun doğurduğunu sanmak hatadır. Buna göre, Almanya’nın İtalya ve Rusya ile müşterek olan tarafı, Prusyalılık değil, sosyalist fikirlerin hakimiyeti idi. Nasyonel sosyalizm, Prusya geleneği dairesinde yetiştirilmiş olan sınıflardan değil, halk kütleleri arasında zuhur etmiştir.
1. Bölüm: Terk Edilen Yol
Bütün gayretlerimizi hürriyetin, adaletin ve refahın artması uğruna sarf ettiğimiz halde, neticenin tasarladığımızdan farklı olmasının, hürriyet ve refah yerine kölelik ve sefaletle karşı karşıya bulunmamızın ve planlarımızın habis kuvvetler tarafından bozulmasının nedeni nedir? Suçlu kimdir? Kimimiz suçlu olarak kötü niyetli bir kapitalisti, kimimiz şu veya bu milleti, kimimiz yaşlılarımızın budalalığını, kimiz ise içtimai rejimimizi suçlarız. Medeniyetimizin geçirdiği buhranı izah sadedinde çeşitli iddiaları kabul ediyoruz da neden şu izah şeklini kabule yanaşmıyoruz?
Dünyanın bugünkü hali belki de bizim esaslı surette hataya düşmemizden ileri gelmektedir; ve bizim için en kıymetli olan ideallerden bazılarına kavuşmak üzere sarfettiğimiz gayretler, beklediğimizden tamamiyle farklı neticeler doğurmaktadır. …. Dünyayı bugünkü haline getiren yeni fikirlerdir, insanların iradeleridir. İnsanlar bu neticeyi önceden görememişlerdi. …. Daha totaliterlik heyulasının yakın bir tehlike haline gelmesinden yirmibeş yıl önce, Avrupa medeniyetinin dayandığı ideallerinden yavaş yavaş uzaklaşmaya başladık. Son derece büyük ihtiras ve ümitlerle atıldığımız bu yol bizi totaliterliğin dehşetiyle karşı karşıya getirdi. … İktisadi hürriyeti yavaş yavaş terk ettik. Halbuki onsuz şahsi ve siyasi hürriyet hiçbir zaman mevcut olmamıştır. On Dokuzuncu Yüzyıl’ın en büyük siyasi mütefekkirlerinden ikisi, de Tocqueville ve Lord Acton sosyalizmin kölelik demek olduğunu bize söylemişlerdi. Fakat sosyalizme doğru gitmekten geri durmadık. Bugün gözlerimizin önünde yeni bir kölelik şeklinin ortaya çıktığını görmüş bulunuyoruz. Sosyalizme doğru bugünkü temayül, yalnız yakın mazi ile değil, Garp medeniyetinin bütün tekamül seyri ile irtibatının birdenbire kesilmesi demektir. Böylece Garp medeniyetini oluşturan büyük düşünür ve fikir adamlarından, Hristiyanlık, Kadim Yunan ve Roma’ya dayanan temellerden uzaklaşıyoruz. Yani bu yeni temayül ile sadece 18. ve 19. Yüzyılların liberalizminden değil Erasmus, Montaigne, Çicero, Tacitus, Pericles’den, Thucydides’den tevarüs ettiğimiz ferdiyetçilik temelini terketmiş oluyoruz.
HAYEK, bu kopuşu nasyonal-sosyalist ihtilali bir “karşı-rönesans” olarak kabul eden Nazi şefine atıfla bu ihtilalin Rönesansa dayanan ferdiyetçi olan bir medeniyetin temelden yıkmaya matuf bir hareket olarak görmektedir.
Sosyalizm ve diğer bütün kolektivizm şekillerinin zıddı olan ferdiyetçilik ve hürriyet gibi kavramlar bağlamında, Kuzey İtalya’da ortaya çıkan yeni hayat telakkisinin, ticaretin de gelişmesiyle diğer ülkelere yayılması, süreç içerisinde özellikle Hollanda ve Büyük Britanya’da siyasi ve içtimai hayatın temeli haline gelmesi ve insicamlı bir iktisadi hürriyet nazariyesinin kurulması, ilmin gelişmesi, bunun sonucu olarak üretimin ve sanayinin gelişmesi ve hayatın her alanında görülen muazzam gelişme Garp Medeniyetinin esası olan ferdiyetçilik akımının doğal sonucu olarak görülmektedir.
Ancak, özgürlük, adalet ve refah getiren ferdiyetçilik kendi düşmanını da yaratıyordu. Bu terakki insanlara, kendi mukadderatlarına hakim olma bakımından yepyeni bir itimat ve talihlerini hudutsuz derecede iyileştirmek imkanına malik olduklarına dair bir kanaat aşıladı.Bu başarıyla birlikte insanların talepleri ve hırsları arttı. Artık bu başdöndürücü imkanlar yeterli görülmemeye ve gelişim hızı yavaş gelmeye başladı. “Bir gün geldi ki, vaktiyle bu terakkiyi imkan dahiline sokmuş olan prensipler, elde edilen neticeleri korumak ve geliştirmek için muhafazası zaruri şartlar olarak değil, daha hızlı bir terakkinin tahakkukuna set çeken ve derhal yok edilmesi icabeden engeller olarak görülmeye başlandı.”
Yazar liberalizm prensiplerinin bir dogma şeklinde olmadığını, bir defaya mahsus olmak üzere sabit kaidelerinin bulunmadığını, temel prensibin işlerin idaresinde kendiliğinden doğan içtimai kuvvetlere kabil olduğu kadar çok yer verilmesi ve zorlayıcı, tazyik edici tedbirlerden kabil olduğu kadar kaçınılması olduğunu belirtir. Yazar “bırakınız yasınlar=laissez faire” kaidesi gibi bir takım hantal prensiplerde ısrarın liberalizm davasına büyük zarar verdiğini kabul eder. Bu tür kaideleri 19. Yüzyıl iktisadi politikasının prensiplerini ifadeye yarayan kaba kaideler olarak görür. Liberal doktrinin “müspet iş” keyfiyetinin zaman içerisinde uzaklaştığını, kendini hızlı bir şekilde yenileyemediğini ve “menfi” bir dogma olarak telakki edilmeye başlandığını, fertlere müşterek terakkiden pay verdiğini, fakat bunun yeterli görülmediğini, bu gelişmenin artık herkes tarafından tabii görüldüğünü ve bunun hürriyet siyasetinin bir neticesi olduğu fark edilmediğini belirten Yazar “liberalizmin gerilemesinin sebebi, liberalizmin muvaffakiyeti olmuştur.” der. Sonuçta liberalizmin ana prensiplerine olan güven azalır, hatta bu prensipler yeni isteklerin önündeki engeller olarak görülmeye başlanır. Bu da cemiyetin yeni baştan kurulması yönündeki fikirleri ortaya çıkarır. Teknisyen ve mühendislerin düşünüş itiyatları içtimai meselelere de uygulanır oldu, sonuçta ferdiyetçi gelenek terk edilerek yeni arayışlara başlandı. Pazarın/piyasanın gayri şahsi ve anonim mekanizması yerine, bütün içtimai kuvvetlerin belli gayelere doğru kolektif ve şuurlu bir şekilde sevk ve idaresine dayanan fikirler kabul görmeye başlandı. Artık istikamet değişmiş, iki yüzyıldan beri İngiliz fikirleri Doğu’ya yayılırken, artık Doğu fikirleri Batı’ya akmaya başladı. İngiltere entelektüel hakimiyetini kaybetti, onun yerine Almanya bu yeni fikirlerin merkezi haline geldi. Hegel, Marx, List, Schmoller, Sombart, Mannheim gibi düşünürlerin sosyalizm veya teşkilatçılık, plancılık konusundaki fikirleri benimseniyor ve Alman kurumları örnek alınmaya başlandı. Bu yeni fikirler Almanya’da doğmuş değillerdi, fakat Almanya’da tekamül ettiler ve en geniş inkişafa mazhar oldular. Sosyalizm nazari ve ameli sahada Almanya ve Avusturya gelişim göstermiş oldu.
2. Büyük Ütopya
Liberal filozofların kolektivizmin neticeleri hakkındaki ikaz ve ihtarlarına rağmen sosyalizm liberalizm yerine geçmiştir. Hatta hürriyet için en büyük tehlike olduğu anlaşılan hatta açıktan açığa Fransız İhtilalinin liberalizmine karşı bir reaksiyon şeklinde başlamış olan sosyalizm kendini herkese “hürriyet” bayrağı altında kabul ettirmiştir. Sosyalizmin başlangıçta otoriter bir doktrin olarak doğduğu göz ardı edilmektedir. Modern sosyalizmin temellerini atan Fransız müellifleri fikirlerinin ancak diktatörce bir idare sayesinde tatbik edilebileceğine inanmışlardı ve onların nazarında sosyalizm, cemiyeti hiyerarşik bir şekilde şuurlu olarak yeniden teşkilatlandırmak anlamına geliyordu. Düşünce hürriyetini bütün kötülüklerin kaynağı olarak görüyorlardı. 1848 İhtilali dönemindeki demokratik cereyanların da etkisiyle sosyalizm hürriyetçi bir keyfiyete büründü. Sosyalizm, hürriyet konusundaki şüpheleri izale etmek için “yeni bir hürriyet” vaat etme yoluna gitti. Sosyalizm iktisadi hürriyeti getirecekti, iktisadi hürriyet olmadıktan sonra, elde edilmiş siyasi hürriyet muhafaza edilmeye değmezdi. Böylece hürriyet kelimesinin manası değiştiriliyor ve yeniden tanımlanıyordu. Hürriyet kelimesi artık iktidar ve servete verilen yeni bir isim halini alıyordu. Bu yeni hürriyetle sosyalist cemiyette maddi servetin artacağı vaadediliyordu. Fertler arasındaki eşitsizlik kalkacaktı. Daha geniş bir hürriyet sağlamak vaadi sosyalist propagandanın en etkili silahlarından biri olmuştur ve birçok insan samimi olarak sosyalizmin hürriyeti getireceğine inanmıştır. Bunun içindir ki, vadedilen hürriyet yolunun mutlaka esarete götürdüğü sabit olunca, facia büsbütün dehşet kazanmaktadır. Ancak, aydınların çoğunun sosyalizmi liberalizmin tabii mirasçısı olarak görmeleri nedeniyle insanlar sosyalizmin insanları hürriyetin tam zıddına götürdüğünü anlayamamışlardır. Lakin, zaman içinde sosyalizmin öngörülemeyen neticelerini görmeye başlamışlardır. Faşist rejimdeki hayatla komünist rejim altındaki hayatın birçok bakımdan birbirine fevkalade benzediğini görerek, hayrete düşmüşlerdir. Yazar burada eski sosyalist ve marxistlerin tespit ve görüşlerine yer verir. Buradan yola çıkarak sosyalizm ile nasyonel sosyalizm, Marxizm ve Stalinizm ile Nazizm, Faşizm, Komünizm, arasında benzerlikler kurar. Sosyalizm ile faşizm iki akraba rejim olarak anar. Buna rağmen, sosyalistlerin çoğunun hala hürriyet idealine bağlı olduklarını, kimisinin ferdiyetçi sosyalizm gibi tezatlardan söz ettiğini belirtir.
Sonuç olarak “Son nesillerin büyük ütopyası, demokratik sosyalizm, yalnız imkansız olmakla kalmaz; üstelik ona kavuşmaya uğraşırken o kadar farklı bir neticeye varılmaktadır ki, bugün demokratik sosyalizme taraftar olanlardan pek azı bu neticelere katlanmayı göze alabilirler; fakat mesele bütün cepheleriyle inceden inceye tahlil edilmedikçe pek az kimse buna inanmaya razı olacaktır.”
3. Ferdiyetçilik ve Kolektivizm
Sosyalizm tabiri genel olarak; içtimai adalet, müsavat ve emniyetin artırılması gibi, sosyalizmin nihai gayeleri olan şeyleri ifade etmek için kullanılır. Fakat bu tabir sosyalistlerin bu gayelere varmak için tatbik etmeyi düşündükleri hususi metodu da ifade eder, amaçlara tam ve süratle ulaşmak ancak bu metotlar sayesinde mümkündür. Bu manada sosyalizm kelimesi, hür teşebbüsün, istihsal vasıtaları üzerindeki hususi mülkiyetin ilgası ve kar temini için çalışan müteşebbisin yerine planlayıcı bir merkezi organizmanın kaim olacağı bir “planlı iktisat” sisteminin kurulması demektir. Pek çok kimse kelimenin yalnız birinci manasıyla ilgilenir ve gayelere odaklanır. Fakat bu gayelere hangi yöntemlerle ve nasıl varılacağıyla ilgilenmez. Kimi insanlar da sosyalizme benimsenen yöntemler nedeniyle karşı çıkar. Zaten sosyalizm konusundaki esas tartışma gayeler üzerinde değil, daha ziyade vasıtalar hakkındadır. Diğer yandan, sosyalizmin çeşitli gayelerinin aynı zamanda gerçekleştirmenin mümkün olup olmadığı ayrıca ele alınması gerekir.
Yazara göre, sosyalizm kolektivizmin çeşitlerinden biridir, dolayısıyla kolektivizm hakkında söylenecek hakikatler sosyalizm için de geçerlidir. Sosyalistler ile liberaller arasındaki tartışmaların hepsi bütün kolektivizm şekillerin müştereken kabul ettikleri metotlara mütealliktir, yoksa bu metotlar kullanılarak varılmak istenen gayelere değil. Sosyalizm sadece kolektivizm veya plancılık çeşitlerinin en önemlisi olmakla kalmaz; birçok liberal düşünceli kimseleri, iktisadi hayatın tekrar nizam altına sokulması hususunda ikna eden sosyalizm olmuştur.
Kolektivizminden kasıt muayyen bir inkisam idealini gerçekleştirmek için gerekli plancılık kast edilmektedir. Yazara göre iktisadi hayatı merkezden planlama fikrinin cazibesinin büyük bir kısmı bizzat müphemiyetine borçludur. Plancıların istediği muayyen vasıtalarla muayyen bir gayeye varılmak üzere, cemiyetteki kaynakların şuurlu bir şekilde idaresine matuf tek bir plan dairesinde, bütün iktisadi faaliyetlerin merkezden idaresidir. Esas tartışma bu işin yapılması için kullanılacak yöntem ve sistem konusundadır. Kısaca plan yapma işi devlet gerekli koşulları oluşturmak suretiyle fertlere mi bırakılacaktır yoksa bütün bu faaliyetler bir proje dahilinde merkezi bir idare tarafından mı yapılacaktır? Sosyalistler plancılık teriminin bu ikinci tarifini benimserler.
Yazara göre, bu çeşit plancılığa muhalefet etmekle, dogmatik bir bırakınız yapsınlar taraftarlığı aynı şey değildir. Liberalizm rekabet kuvvetinden azami istifadeyi ister, yoksa herşeyin olduğu gibi bırakılmasını istemez. Rekabetin işlemesi için itina ile kurulmuş bir hukuk düzeninin gereğine inanılır. Rekabetin etkili işlemediği belli hallerde başka metotlara başvurulabilir, ancak genel olarak rekabetin yerine verimsiz ve kötü yöntemlerin uygulanmasını kabul etmez. Rekabet iktisadi hayata dışarıdan müdahaleyi önler. Pazarda fiyatın serbestçe belirlenmesi gerekir. Alışveriş yapma, üretim yapma konusunda serbestlik esası olmalıdır. Bütün meslekler aynı şartlar altında herkese açık olmalıdır. Gerektiğinde üretim yöntemlerine sınırlamalar getirilebilir, bazı hallerde yasaklama yapılabilir. Rekabet ilkesi bazı kamusal hizmetlerin sunulmasına engel değildir. Sistemin işleyişi için, hususi mülkiyet, akitlerin serbestliği, hukuk düzeni vs. şartlar gerekir. Ayrıca, belli hallerde Devletin sisteme müdahale etmesi gerekebilir. Devletin hiçbir şey yapmadan seyirci kalacağı bir sistemi rasyonel olarak müdafaa etmek kabil değildir.
Ancak, sorun rekabetin işleyişindeki sorunların giderilmesi değildir. Rekabetin yerine yeni bir mekanizma önerilmektedir. İşte plancılık lehindeki modern cereyan doğrudan doğruya rekabetin kendisine karşı yönelik bir harekettir. Rekabet yerine güdümlü bir iktisat ikame edilmek istenmektedir. Rekabet yerine geçirilmek istenen plancılık sınırsız bir devlet kontrolünü gerektirir ve plancıların ileri sürdükleri delillere zıt sonuçlar doğurur.
4. Plancılığın Önüne Geçilemez Mi?
Rekabetin yerine plancılığı ikame etmek zorunlu ve kaçınılmaz bir gereklilik olarak ortaya konulmaktadır. Teknik gelişmeler nedeniyle rekabetin kendi kendine tasfiye olduğu öne sürülmektedir. Fakat bu iddia hiçbir esasa dayanmaz. İnhisarcılık ve plancılık temayülü objektif vakıaların doğurduğu bir netice değil, aksine kanaatlere dayalıdır.
Teknik gelişmeler dolayısıyla rekabet imkanının ortadan kalktığı gerekçesiyle plancılığı savunan görüşlerin kaynağı “sınai temerküz” hakkındaki Marxist doktrindir. Yazar inhisarların artması ve rekabet sahasının gittikçe daralması gerçeğini kabul eder, fakat önemli olanın bu gelişmenin teknik gelişmelerden mi yoksa çoğunluk memleketlerde uygulanan siyasetin eseri mi olduğu meselesidir.
Rekabetin çökmesi ve inhisarın genişlemesi hareketi teknolojik ilerleme ve kapitalist gelişmenin zorunlu bir sonucu olsaydı bu hadiselerin ilk önce en ileri iktisadi sisteme varmış olan memleketlerde baş göstermesi gerekirdi. Halbuki bu hadiseler ilk önce ABD ve Almanya’da ortaya çıkmıştır. Almanya’da kartellerin ve sendikaların gelişmesi sistematik bir siyasetle teşvik edilmiştir. Hükümet kolaylaştırıcı fonksiyon yanında, doğrudan doğruya yardım yoluna hatta zorlamaya kadar gitmiştir. Devlet destekli plancılık ve teşkilatlandırma yaklaşımı dev inhisarların doğmasına yol açmıştır. Dolayısıyla bunlar önüne geçilemez hadiseler değildi ve bilakis bile bile takip edilen bir siyasetin neticesiydi. İngiltere’de himayeciliğe geçilmesinden ve İngiliz iktisadi siyasetindeki değişmelerden sonra inhisarlarda artış olmuştur.
“Son altmış veya seksen yılın fikir tarihi şu hakikati tamamiyle teyid etmektedir; içtimai tekamül bahsinde önlenmesi imkansız olan şey yoktur. Kaçınılması imkansız olan şeyler sadece kaçınılması imkansız olduğuna inanılan şeyledir.”
Modern teknik gelişmeler plancılığın gerekçesi olarak öne sürülemez. Aksine işbölümünün karmaşık yapısı rekabeti istenilen koordinasyonu gerçekleştirebilecek yegane metot haline getirmiştir. Bu yapıda merkezi kontrol ve plancılık kolayca ve faydalı bir şekilde uygulanamaz. Rekabet rejiminde, fiyat sistemi en önemli mekanizma olarak gerekli ahengi ve işleyişi sağlar.
Yazar plancılığa gerekçe olarak öne sürülen delilleri tartışıp çürüttükten sonra şu sonuca varır: “Demek ki, plancılığa doğru gidiş, isteyerek benimsenen bir hareket tarzının neticesidir ve bizi buna icbar eden hiçbir harici zaruret yoktur.” Bu bağlamda plancılık konusunda genel ön saflarda teknisyenlerin/mühendislerin olmasına da dikkat çekmek suretiyle ilginç bir örnek üzerinden konuyu açıklar.
Planlı cemiyetlerin başarısı için örnek gösterilen Almanya ve İtalya’daki mükemmel otoyollar. Bu gibi eserleri plancılığın genel üstünlüğünü gösteren bir delil olarak kabul etmez ve böyle bir kabulü manasız görür. Aksine bu tür eserleri şöyle değerlendirmek lazım gelir der:
“Memleketin umumi durumuna nazaran nisbetsiz bir mükemmeliyet arz eden teknik başarılar; o memleketin imkan ve kaynaklarının kötü kullanıldığını ispat eder. Meşhur Alman otoyolları üzerinde seyahat edip de, İngiltere’nin birçok ikinci derecedeki yollarında rastlanan otomobillerden daha az otomobile rastlayınca, insan anlar ki sulh ekonomisi zaviyesinden bu otoyolların inşasını haklı gösterecek hiçbir sebep mevcut değildir.”
“Tek taraflı düşünen temiz kalpli bir idealistle softa arasında ekseriya bir adımlık mesafe vardır.”
“Plancılığa en fazla kuvvet veren saik, şüphesiz, hayal kırıklığına uğramış mütehassısın hıncıdır. Fakat, her sahanın en yüksek mütehassıslarının, kendi ideallerini gerçekleştirmek üzere, istediklerini yapmakta serbest bırakılacakları bir dünya nizamı kadar tahammülfersa ve gayri makul bir nizam tasavvur edilemez.”
5. Planlı İktisat ve Demokrasi
Bütün kolektivist sistemlerin müşterek vasfı, cemiyet içindeki çalışmaların, muayyen bir içtimai gayeye göre teşkilatlandırılması, olarak tarif edilebilir.
Ferdi hürriyet ile kolektivizm arasındaki uyuşmazlığın esas noktası şudur: Kolektivizmin muhtelif şekilleri, mesela komünizm, faşizm vs. cemiyet içindeki gayretleri yöneltmek istedikleri gaye bakımından birbirlerinden uzaklaşırlar. Fakat bütün kolektivizm şekillerinin liberalizm ile ferdiyetçilikten ayrıldıkları nokta şudur: Bunların hepsi cemiyeti topyekun ve bütün kaynaklarıyla tek bir gaye uğrunda teşkilatlandırmak isterler ve ferdi gayelerin tamamiyle hükümran olduğu serbest sahaların mevcudiyetini kabul etmezler.
Kısaca, nazari olarak kolektivizm denilen şey, esasında hakiki manasıyla bütün kolektivist sistemler “totaliter”dir.
Uğrunda bütün cemiyetin teşkilatlandırılıp, seferber edileceği “içtimai gaye” veya “müşterek gaye”, ekseriya “müşterek menfaat”, “umumi refah” yahut “umumi menfaat” gibi müphem tabirlerle ifade edilmektedir. Milyonlarca insanın refah ve saadeti münhasıran kemmi bir şekilde ölçülemez. Bu refah ve saadet, tek bir gaye olarak değil bir “gayeler hiyerarşisi” halinde, içinde her ferdin her türlü ihtiyacının yer aldığı noksansız bir “kıymetler silsilesi” şeklinde tarif edilebilir. Bütün faaliyetlerimizin tek bir plana göre sevk ve idaresi, ihtiyaçlarımızın her birinin bir kıymetler silsilesine göre düzene konmasını gerektirir. Bunun için de evvel emirde tam bir ahlak kodunun mevcudiyeti gerekir. Halbuki ahlak kodumuzu teşkil eden kaideler git gide azalmış ve daha umumi mahiyet almışlardır. Bu nitelikte noksansız bir ahlak kodu mevcut değildir.
Fert, toplum ve devlet bağlamında ihtiyaçların ve faaliyetlerin yönetimine ilişkin tartışmalara değinildikten sonra planlı iktisat ve demokrasinin bağdaşıp bağdaşmadığı tartışılır. Plan çerçevesinde parlamentonun işlevi ve zaman içerisinde parlamento yerine bürokrasinin/uzmanların/bu amaçla kurulmuş ihtisas kuruluşlarının etkinlik kazanmasına temas edilir. Plan konusunda parlamentonun nihai denetim yetkisinin olmasını da plan konusunda halkın mutabakatının varlığı anlamına gelmeyeceğini öne sürer. Sonuçta planı yapan kuruluşlar, örgütler ve gruplar esas belirleyici olur.
Yazara göre planlı iktisat diktatörlüğe dönüşür, çünkü geniş ölçüde planlaştırılmış bir cemiyet nizamı kurmak için diktatörlük elzemdir. Demokrasi hürriyetin imhasına engel olur, halbuki iktisadi faaliyetin istenildiği gibi sevkü idaresi için hürrriyetin kaldırılması lazımdır. Fakat, demokrasi ferdi hürriyetin teminatı olmaktan çıktığı takdirde, totaliter bir rejim içinde şu veya bu kılık altında pekala devam edebilir. Hakiki bir “proletarya diktatörlüğü” şekil itibariyle demokratik de olsa, iktisadi faaliyetin merkezden idaresine kalkıştığı gün, ferdi hürriyeti tamamen yok etmek hususunda herhangi bir mutlakıyet rejiminden herhalde geri kalmayacaktır.
Kaynağını çoğunluğun iradesinden alan bir iktidarın keyfi olamayacağı şeklindeki hatalı ve her türlü esastan mahrum itikadın başlıca mesuliyetini, demokrasinin en fazla tehdide maruz kıymet sayılması ve bütün dikkatlerin münhasıran demokrasi üzerinde toplanması yolundaki modada aramak lazımdır.
“Bu hatalı itikat birçok kimselere yersiz bir emniyet telkin etmektedir; ve bizi tehdit eden tehlikeler karşısındaki gafletimizin sebebi de budur. Demokratik usullerle elde edilen bir iktidarın keyfi olamayacağı düşüncesini haklı gösterecek hiçbir sebep yoktur; bir iktidarı keyfi olmaktan alıkoyan şey, bu iktidarın kaynağı değil, sınırlarıdır. Demokratik murakabe iktidarın keyfi bir hale gelmesine mani olabilir, fakat sadece demokrasinin mevcudiyeti bunun için kafi değildir. Şayet bir demokrasi, sabit kaidelere bağlanamayacak bazı selahiyetlerin kullanılmasını icabettiren işlere girişirse, iktidar ister istemez keyfi hale gelecektir.”
6. Planlı İktisat ve Kanun Hakimiyeti Prensibi
Hür memleketleri keyfi surette idare edilen memleketlerden ayıran en emin kıstas “Kanun Hakimiyeti” kaidesi diye anılan büyük prensiplere hürmet edilmesidir. HAYEK, bu prensibin manasını şu şekilde açıklar: “Hükümet, bütün faaliyet ve hareketlerinde, sabit ve önceden ilan edilmiş bir takım kaidelerle bağlıdır; öyle kaideler ki, icra kuvvetinin, belli durumlarda belli bir şekilde hareket edeceğini önceden kesin olarak görmek imkanını temin ederler. Böylece herkesin hattı hareketini ona göre ayarlaması kabil olur. Zorlayıcı kuvvet kullanmak hususunda icra organlarına bırakılan takdir selahiyetinin asgari hadde indirilmesi lazım geldiği aşikardır.
Bu prensiple oyunun kurallarının önceden belli olması, devletin eylemlerinin öngörülebilir olması ve hükümet iktidarının kişilerin şahsi gayretlerinin semerelerine keyfi bir şekilde el koyamaması kast edilir.
Buna göre, devamlı bir hukuk yapısı kurarak, bu çerçeve dahilinde istihsal faaliyetini ferdi teşebbüslere bırakan sistem ile, istihsal faaliyetinin merkezi bir otorite tarafından idaresi arasındaki fark “kanun hakimiyeti” ile “keyfi idare sistemi” arasındaki umumi tefrikin hususi bir görünüşünden ibarettir.
Yazar bu bölümde “kanun hakimiyeti” prensibinin kapsamını ve gereklerini detaylı bir şekilde anlatır. Hukuk rejimindeki genel geçer kaideler bir nevi üretim aracı niteliğinde olarak görülür.
Hukukun hakimiyeti kaidesi, ister bir beyanname ile düzenlenen haklar, isterse de, Anayasayla düzenlenmiş yahut geleneklere dayansın, hangi şekilde olursa olsun teşrii selahiyetlerin sınırlandırılmasını, ferde vazgeçilmez bazı hakların tanınmasını, insan haklarının dokunulmazlığını tazammum eder.
Rasyonel bir şekilde teşkilatlandırılan bir alemde, artık insan haklarına yer yoktur. Ferdin sadece vazifeleri vardır.
Diğer yandan, parlamento veya hükümetlere sınırsız bir tam selahiyet verilmesinin ve bunun daimi bir hal alması, hukukun hakimiyeti kaidesi ile bağdaşmaz, böyle bir sistem doğruca totaliter devlete dönüşür.
Muhtelif, merkezi Avrupa devletlerinin tecrübeleri fazlasıyla isbat etmiştir ki, devlet, iktisadi hayatı tam bir kontrol altına alınca, fert haklarının veya azınlık haklarının şeklen tanınması hiçbir mana ifade etmez.
7. İktisadi Hayatın Kontrolü ve Totaliterlik
Plancılık taraftarları, güdümlü iktisadın az çok totaliter vasıtalarla idare edilmesi lazım geldiği hususunda pek şüphe beslemezler. Karşılıklı olarak birbirlerine bağlı faaliyetlerden mürekkep mudil bir sistemin şuuri bir şekilde idaresi, ancak mahdut bir mütehassıslar heyeti tarafından ağlanabilir. Nihai mesuliyet ve iktidar, bir başkomutana ait olmalı ve bu şefin hareketleri demokratik usullerle kösteklenmemelidir. Bütün bunlar herkesin katılımıyla yürütülmesi mümkün olmayan plancılığın tabii neticeleridir. Plancılık taraftarları, otoriter nizamın sadece iktisadi meselelere münhasır kalacağını söyleyerek bizi teselliye çalışmaktadırlar. İktisadi hayatı kontrol eden bir iktidarın, hayatımızın ancak ikinci derecedeki veçheleri üzerinde tesir icra edebileceğine inanarak müsterih olan kimseler maalesef aldanmaktadırlar.
Aklı başında insanların faaliyetlerinin “nihai” gayesi hiçbir zaman iktisadi olamaz. İktisadi saik mevcut değildir; sadece diğer gayeler uğrundaki gayretlerimize müessir olan iktisadi faktörler mevcuttur.
İktisadi kontrol, sadece, insan hayatının mahdut ve diğer sahalardan tecrid edilmiş bir parçasının murakabesi demek değil, tasavvuru kabil olan bütün gayeler için lüzumlu her türlü vasıtaların da murakabesi demektir. Bu vasıtaların murakabesini tek başına elinde tutan bir kimse, takip edilecek gayeleri kararlaştırmak, bir kıymetler hiyerarşisi kurarak muhtelif kıymetlerin sırasını da tesbit etmek imkanına da maliktir, bir kelime ile, hangi itikat ve düşüncelerin ve hangi emellerin caiz ve meşru olduğunu o tayin edecektir. Merkezileştirilmiş plancılık, iktisadi meselinin, fert yerine camia tarafından halledilmesi demektir; bu ise muhtelif ihtiyaçların nisbi ehemmiyetlerinin tayin etmek işinin de camiaya –daha doğrusu temsilcilerine- bırakılmasını icap ettirir. Plancıların bize vadettikleri sözde iktisadi hürriyet işte budur. Bizim yerimize başkası karar verecektir. Modern hayatta iktisadi plancılık tabiatı gereği hemen hemen bütün hayatımızın kontrol ve idare altına alınması neticesini doğuracaktır.
İstihlakin doğrudan doğruya kontrolü yoluna gidilmese bile, planı idare edenlerin hususi hayatımıza müdahale ve tesirleri azalmış olmayacaktır. Planlaştırılmış bir cemiyette, otorite istihsali kontrol etmek suretiyle istihlakin de kontrolünü elinde bulunduracaktır.
Bütün iktisadi sistemi idare eden bir otorite, tasavvur edilebilecek inhisarların en kuvvetlisidir.
İstihsalin ve fiyatların kontrolü, devlete hemen hemen hudutsuz bir kudret bahşeder.
Plancılığın gayesinin insanı alelade bir vasıta olmaktan kurtarmak olduğu ileri sürülür; hakikatte planlı iktisat sisteminde fert her zamankinden daha fazla ve münhasıran bir istihsal vasıtası haline gelecektir, çünkü iktisadi plan ferdi tercihleri, şahsi zevkleri asla hesaba katmayacaktır; baştaki otorite, ferdi, “içtimai refah” veya “camianın menfaati” gibi mücerret mefhumlar uğrunda pervasızca harcayacaktır.
Tercih/seçme hakkı
Potansiyel bolluk ve bereket nazariyesi
Servetlerin daha adil ve hakkaniyetli bir şekilde dağıtılması
8. Kim, Kimin İçin?
Herkesin nasibini, yani kimin hissesine ne düşeceğini tesbit etmek hakkını muayyen bazı kimselerin iradesine bırakan bir sistem mi, yoksa her ferdin mukadderatının, kısmen önceden bilinmeyen hadiselere, fakat hiç değilse kısmın de kendi kabiliyet ve teşebbüslerine bağlı olacağı bir sistem mi?
Sosyalistlerin çoğu, sadece hususi mülkiyetten elde dilen gelirleri ortadan kaldırıp, kazanç ve ücretler arasındaki bugünkü farkların olduğu gibi muhafaza edilmesine razıdırlar. Hakikaten bu kadarı onların adalet ideallerini tatmine kafi gelmektedir. Fakat bu kimseler şu noktayı unutmaktadırlar ki, tekmil istihsal vasıtaları üzerindeki mülkiyet devlete intikal edince, devlet bütün diğer gelirleri de tespit ve tayin edebilecek bir duruma girecektir. Devlete böyle bir iktidar verilip, bu iktidarını kullanarak bir “plan” yapması istenince, devletin bütün bu tesirleri tamamiyle hesaplayarak icraatta bulunacağı aşikardır.
Devlete böyle bir iktidar verilmesi basit bir el değiştirme olarak görülmesi hatadır. Bu tamamıyla yepyeni bir iktidardır; rekabet esasına dayanan cemiyette kimsenin elinde böyle bir iktidar yoktur. Mülkiyet çok sayıda insan arasında taksim edilmiş olduğundan, maliklerden hiçbiri müstakilen böyle bir kuvvete, yani muayyen insanların gelirini ve durumunu tek başına tayin etmek iktidarına sahip değildir.
Yalnız mal sahipleri için değil, hemen hemen onlar kadar mal sahibi olmayanlar için de, hürriyetin en iyi teminatı hususi mülkiyettir. İstihsal vasıtalarının mülkiyeti birbirlerinden müstakil olarak hareket eden çok sayıda insan arasından bölünmüş olduğu içindir ki, hiç kimse bizim üzerimizde tam bir hakimiyete malik değildir ve fert dilediği gibi hareket etmek imkanına sahiptir. Bütün istihsal vasıtaları bir tek elde toplanırsa –bunun adına ister “cemiyet”, ister “diktatör” densin- bu iktidarı elinde tutacak olanın topyekun hakimiyeti altına gireriz.
Kim inkar edebilir ki, zenginin kudretli olduğu bir dünya, yalnız kudretlinin zengin olabileceği bir dünyaya nazaran daha iyidir.
Kim kimin için (Lenin’in kullandığı tabir) planlar yapacak, kim kimi sevk ve idare edecek, kim insanların hayattaki mevkilerini tespit edecek, kim başkaları tarafından tayin olunan hissesine razı olacaktır? Bütün bu ana meseleler hakkında, iktidarın başında bulunanlar tek başına karar vereceklerdir.
Gerçekten her hükümetin faaliyeti, insanların nisbi durumları üzerinde biraz müessir olur; hangi sistemde olursa olsun, hayatımızın hükümetin faaliyetinden müteessir olmayan hiçbir veçhesi yok gibidir. Hükümetin yapacağı herhangi bir faaliyet “kimin, ne zaman, hangi şartlar altında, ne alacağı” meselesine mutlaka, biraz olsun tesir edecektir.
Nazilerin ve sosyalistlerin istedikleri gibi siyasi ve iktisadi kuvvetler birleştirilerek tek bir kuvvet yaratılacak olursa, bu “tek kuvvet”i elinde tutan idareci zümre, bütün beşeri faaliyet ve emelleri kontrol etmek imkanını elde edecek ve bilhassa her ferdin cemiyet içindeki mevkiini tayin etmek hususunda tam bir iktidara sahip bulunacaktır.
Eşitlik prensibi
Mutlak eşitlik
Daha fazla eşitlik
Adil fiyat, adil ücret
Sosyalist düzende çıkar çatışmaları
Tek ve müşterek bir dünya görüşüne inandırma
Telkin ve propaganda
Hayatın bütün veçhelerini içine alan siyasi hareket
Sosyalizm nazariyesine göre cemiyet iki sınıfa ayrılır: Menfaatleri hem birbirine bağlı hem de birbirine zıt olan bu sınıflar 1) Kapitalistler, 2) Sanayi işçileridir. Sosyalizm eski orta sınıfın ortadan kalkacağına güveniyordu. Fakat sayısız yeni bir orta sınıfın (katip, daktilo, idari personel, öğretmenler, küçük tüccar ve esnaf, memurlar, az kazanan serbest meslek erbapları) doğmakta oluşunu hesaba katmamıştı. İşçi sınıfının koşulları iyileştikçe bu orta sınıfın hayat standardında nisbi bir gerileme görülünce, işçi sınıfının siyasi idealleri bu sınıf nezdinde cazibesini geniş ölçüde kaybetti. İktisadi alanda zümrelerin çıkar çatışmaları sosyalist cereyanları etkilemiş ve farklı akımlar ortaya çıkmıştır.
Faşizmin ve nasyonal-sosyalizmin bir nevi orta sınıf sosyalizmi olduğu yolundaki iddiada büyük bir hakikat payı vardır.
9. Güvenlik ve Özgürlük
Ekonomik güvenlik kavramı, genellikle, tıpkı ekonomik özgürlük kavramı gibi, gerçek bir özgürlüğün vazgeçilmez şartı olarak ileri sürülmektedir. Ancak, ekonomik güvenlik kavramı da muğlak bir kavramdır ve özgürlük kavramını tehlikeye sokmaktadır. Mutlak anlamıyla alındığında, güvenlik kavaramı özgürlüğün alanını genişletmek bir yana, bu alanı giderek daraltıp yok edecek en büyük tehdittir. Dar ve geniş anlamda iki tür güvenlikten söz edilebilir. Biri herkes için geçerli olabilecek nisbi bir özgürlük, ikincisi ise herkesin ulaşamayacağı mutlak özgürlüktür. Birincisi asgari bir gelir güvencesi, ikincisi kişilerin hakkettiklerine inandıkları özel bir gelir güvencesidir. Refah düzeyini yükseltmiş toplumlarda, genel özgürlüğünü tehlikeye sokmadan, birinci tür güvenliğin sağlanması da mümkündür.
Herkese sağlıklarını ve çalışma kapasitelerini korumaya yetecek asgari ölçüde gıda, giyecek ve barınak imkanı sağlanabilmelidir. Toplumsal felaket günlerinde devletin mağdur vatandaşlara yardım etmemesi için de bir sebep yoktur. Hastalık ve kaza gibi talihsizliklere veya sonuçlarına karşı devletin sosyal güvenlik sistemi oluşturması da bu kapsamdadır. Ancak, sosyal güvenlik sistemi adına yeni tedbirlerin getirilmesi rekabet sisteminin etkinliğini şu veya bu ölçüde azaltmaktadır. Devletin sosyal güvenlik katkısın artırılması kişisel özgürlüğün korunmasıyla tutarsız da olmayabilir. Aynı şekilde işsizlikle mücadele bakımından da geçerlidir. İşsizlikle mücadele için belli bir planlamaya ihtiyaç duyulsa da serbest piyasa düzeninin yerine geçecek bir planlama gerek yoktur. Bunun için para politikası ve kamu yatırım harcamaları da çözüm olarak önerilmektedir, bu tür zorunlu adımlar özgürlüğe tehdit oluşturacak bir planlama türüne yol açmaz.
Adil bir gelir talebi için mücadele edilebilir, fakat insanlara işlerini istedikleri gibi seçme özgürlüğü tanınan toplumlarda herkese sabit bir gelir garantisi verilemez. Aksi taktirde, bazı kişilere tanınacak böyle bir hak başkalarının güvenlik sınırlarını daraltan bir imtiyaza dönüşür. Herkese sabit ve sürekli bir gelir güvencesi ancak insanların iş alanlarını serbestçe belirleyebilme özgürlüğünün yok edilmesi halinde söz konusu olabilir.
Sürekli olarak yapılagelen şey, şu veya bu gruba, söz konu türden bir parça güvenlik sağlanırken bazılarının da evsiz barksız ve güvencesiz bırakılmasıdır. Netice itibariyle, güvenlik denilen imtiyaza verilen önem giderek o kadar artar ki, sonunda onu elde edebilmek için ödenen hiçbir fiyat, hatta özgürlük bile yüksek bir bedel olarak görünmekten çıkar.
Planlanmış bir sistemde ne işçinin ne de işletmecinin konumu veya geliri yaptıkları işteki başarı veya başarısızlıkla ilgilidir. Onun açısından ne kazanç, ne de kayıp kişisel bir durumdur, bundan dolayı başarılı veya başarısız olduğunu belirlemede başvurulacak ölçüt, daha önceden belirlenmiş kurallara göre davranıp davranmadığıdır.
İnsanlar daha önceden objektif olarak saptanmış kurallara göre hareket ettiklerinde kapitalist girişimciden daha güvenli bir gelir imkanına kavuşmuş olurlar. Başarısızlıkları halinde ise onları bekleyen tehlike, kapitalist sistemdeki iflas olayından çok daha büyüktür. Kişi üstlerini tatmin ettiği sürece ekonomik güvenliğini sağlayabilir. Ne var ki, böyle bir güvenlik, özgürlük ve hayat hakkı pahasına alınmış bir güvenliktir.
Güvenlik sağlama amacıyla piyasa sistemine müdahale ettiğimiz ölçüde güvensizliğimizi arttırdığımızı görürüz. Daha da ötesi, güvenliğin kendisine imtiyaz olarak tanındığı insanlarla, kendisinden esirgendiği imtiyazsız insanlar arasındaki çelişki biteviye büyümesidir. Güvenlik giderek imtiyaz haline dönüştükçe, güvencesiz insanların maruz kalacağı tehlike de giderek büyür, sonuçta da güvenliğin bedeli yükselir. Kısıtlayıcı tedbirlerle sağlanan güvenlik zaman içinde toplumda bir transformasyon süreci başlatır.
Güvenlik idealinin bağımsızlık idealine galip geldiği bir ülkedeki yapısal değişmenin ne olduğunu anlayabilmek için İngiliz ve Alman toplum modellerine bakmak gerekir. Alman sivil hayatının büyük bir kısmı başka ülkelerden daha yüksek oranlarda tepeden organize edilmiş olduğundan, halkın büyük bir bölümü kendisini bağımsız vatandaştan çok atanmış devlet memuru olarak görür. Almanların övünerek belirttikleri gibi, sadece kamu görevinde değil, hayatın her cephesinde gelir ve statünün belli bir otorite tarafından belirlenip garanti altına alındığı bir memur devlet kimliğini sürdürmüştür.
Güvenlik önlemlerinin başarılı olabilmesi için, güvenliğin kişisel özgürlüğü tahrip etmeyecek şekilde, piyasa düzeni dışında ve rekabet düzeni bozulmadan gerçekleştirilmelidir.
Özgürlüğün bir bedeli vardır ve bireyler olarak özgürlüğümüzü koruyabilmemiz için maddi fedakarlıkta bulunmamız kaçınılmazdır.
10. En Kötüler Neden Zirvede?
Totalitarizmin ortaya çıkışı belli koşulların oluşmasına bağlıdır. Totaliter lider kendisini geleneksel moral değerlerle, başarısızlık arasında tercih yapma zorunda kaldığını görecektir. Kolektivizmin moral temeli geçmişte de çok tartışılmıştır, burada esas konu onun manevi sonuçlarıdır. Kolektivist toplum yapısının yarattığı ahlaki yargıların neler olduğu ve hangi düşüncelerle yönlendirildiğini bilmektir. Hakim ahlak sistemi, bir yandan fertleri kolektivist ve totaliter sistemde başarıya götüren kalitelere, bir yandan da totaliter makinanın gereklerine göre şekillenmiştir.
Demokratik sistemin işleyişindeki yavaşlık ve zahmetli keyfiyet “işleri yaptırmaya kararlı” ve yeterince güçlü görülen insan veya parti halka çok cazip gelmeye başlar. Burada “güçlü” halkı artık tatmin etmeyen parlamenter anlamda etkisiz bir çoğunluk değil, arkasına alacağı sağlam bir halk desteği ile istediği herşeyi yaptırmaya muktedir insan izlenimi veren bir kişidir. İşte bu safhada militer bir tarzda örgütlenmiş yeni bir parti devreye girer.
Totaliter bir rejimi halkın tümüne kabul ettirebilmek için liderin etrafında totaliter disiplini gönüllü olarak kabul eden bir grubun varlığına bağlıdır.
Böyle güçlü, homojen ve kalabalık bir topluluğu oluşturan koşullar;
Düşük moral ve entelektüel standartların belirdiği sosyal katmanlar,
Sahip olunan sayısal ağırlığın kullanılarak toplumun diğer kesimlerine kabul ettirilmesi ve kendisine inanan insan sayısının artırılması.
Taraftarlar ordusunu homojen bir yığın hale dönüştürme çabası ile negatif ayıklama süreci (negatif programlar üzerinden zenginlere husumet, düşmana karşı kin oluşturma, biz ve onlar ayrımı)
Kolektivizmin milliyetçilik, ırkçılık veya sınıfçılık gibi özel şekillerin dışında varolabilme şansı yok gibidir. Amaç ve çıkar birliğinin oluşturduğu toplulukta yoldaşlar arasında görünüş ve düşünce benzerliği çarpıcı bir hal alır.
Dünya çapında bir kolektivizm düşünülemez, bu sadece iktidardaki elit bir grup için geçerlidir.
Sosyalistler sermayeyi tüm insanlığa değil, millete ait bir kaynak olarak algılarlar.
Sosyalizm teorik düzeyde enternasyonalist, ancak gerek Rusya gerekse Almanya’da hayata geçirildiğinde görüldüğü gibi aşırı derecede nasyonalisttir. Bu yüzden Batı Dünyasında halkın büyük çoğunluğunun “liberal sosyalizm” olarak düşlediği rejim tamamiyle teoriktir. Sosyalizmin pratiği ise totaliterdir.
Kolektivist topluluk, ancak bireyler arasında amaç birliği mevcut olduğu ölçüde var olacaktır.
Sosyalist planlamacıların nasyonalist ve emperyalist eğilimleri genellikle bilinenden daha güçlü ve yaygındır.
“Güç” kavramı (ekonomik güç, politik güç)
Kolektivist ahlak ve ahlak kodu.
11. Hakikatin Sonu
İnsanları plana yön veren tek bir hedefler sistemine hizmet ettirmenin en etkin yolu onları bu hedeflere inandırmaktır. Totaliter bir sistemi etkin bir şekilde işletebilmek için halkın bu amaçları kendi özel amaçları gibi benimsemesi gerekir. Bu amaçların birer inanç ve akide haline gelmesi gerekir ki plancıların istendiği gibi hareket edilsin. Totaliter hükümetlerin halkını istediği şekilde düşünmeye sevk etmede büyük bir başarısı söz konusudur. Bu başarının sırrı değişik propaganda yöntemleridir. Tek elden koordine edilen güçlü bir propaganda mekanizmasıyla tüm kafalarda aynı imaj yaratılır. Tüm günlük propaganda kaynakları fiilen tek bir merkezden kontrol edildiğinde, artık halkı şu veya bu şekilde ikna etmek sorun olmaktan çıkar. Halk öteki enformasyon kaynaklarından uzaklaştırılarak istenilen yönde düşünmeye sevk edilir. Totaliter propaganda tüm ahlak sistemini tahrip eder. Propaganda ile insan aklını geleneksel düşünce sisteminin dışında başka yerlere çekmektir Bunun için ortak bir değerler kodu oluşturulur.
Totaliter lider halka verdiği zararları rasyonel olarak mazur gösteren teorileri benimseyecektir. Böylece sözde bilimsel teori, resmi akidenin bir parçası haline gelecek, şu veya bu ölçüde herkesin eylemini yönlendirecektir. Resmi doktrin yaratma ihtiyacı halkın desteğini kazanma ve yönlendirme için gereklidir. Halka yeni değerlerin benimsetilmesi gerekir. Bu amaçla kullanılacak en etkin teknik, eski kelimeleri kullanmak, ancak anlamlarını değiştirmektir. “Özgürlük”, “hak ve adalet”, “eşitlik” gibi kavramlar farklı şekillerde tanımlanır. Hayatın her alanına müdahale edilir ve yeniden tanımlanır. Artık “gerçek” kelimesi eski anlamından uzaklaşır.
12. Nazizmin Sosyalist Kökleri
Nasyonal sosyalizm doktrini uzun bir düşünce evriminin doruk noktasını teşkil etmiştir. Bu doktrini üretenler fikirleri tüm Avrupa düşüncesi üzerinde iz bırakacak kadar güçlü yazarlardır. Düşünce sistemleri tutarlı ve mantıki bütünlüğe sahiptir. Doktrin bireyci geleneğin tüm izlerinden kurtarılmış bir kolektivizm ile gerçekleştirilip güçlendirilmiştir. Alman düşünürler gelişme sürecinde öncülük yapmakla birlikte, yalnız değillerdir. Bu görüşler, 1914 yılına kadar Almanya içinde ve dışında küçük bir azınlık tarafından paylaşılıyordu.
Yazara göre bu fikirleri iktidara taşıyan esas sebep savaş yenilgisi, çekilen acılar ve nasyonalizm dalgası veya sosyalizme karşı olan kapitalist tepki değildir. Bu fikirleri iktidara taşıyan destek sosyalizmden gelmiştir. Hatta denilebilir ki, bu düşüncelere iktidar yolunu açan, burjuvazinin desteği değil, güçlü bir burjuvazinin yokluğu olmuştur.
Almanya’da sosyalizm ve nasyonalizm arasındaki ilişki baştan beri güçlüydü. Nasyonel sosyalizmin öncüleri aynı zamanda sosyalizmin de babaları sayılırlar. Zaman içerisinde nasyonal sosyalist dalga yüksek bir seviyeye ulaşmış ve Hitler doktrinine dönüşmüştür.
Bu gelişmenin belki ilk ve bir bakıma da en karekteristik temsilcisi başlangıçta Marxist bir sosyalist olan Profesör Werner Sombart idi. Bir diğer Alman Profesör Johann Plenge’de etkili bir misyon üstlenmiştir. Yazarın kitapta belirttiği diğer yazar ve düşünürler nasyonal sosyalizmin gelişme sürecine hizmet etmişlerdir.
Almanya’yı mağlup eden liberalizme karşı savaş açma düşüncesi, sosyalistleri ve muhafazakarları ortak bir cephede birleştirmiştir. Bu düşüncelerin kolayca kabul edildiği, sosyalizm ve nasyonalizmin aynı potada eritildiği zemin Alman Gençlik Hareketi olmuştur.
13. Aramızdaki Totaliterler
Totaliter hükümetlerin aşırılıkları İngiltere’de bir gün benzer bir sistemin kurulabileceği korkusundan çok, adeta böyle bir şeyin imkansızlığının güvencesi olarak yorumlanmaktadır. Ancak, unutmayalım ki, daha onbeş yıl öncesine kadar, Almanya’da olanlar hayal gibi gelmekteydi. Yazar İngiltere ve Almanya arasındaki benzerliklere temas ederek yaşanacak gelişmeler konusunda endişelerini ifade etmektedir. Bu kapsamda bazı İngiliz yazar ve düşünürlerin görüşlerine yer verilmekte ve tartışılmaktadır. Almanya örneğinden yola çıkarak politize olmuş akademisyenlerin nasyonel sosyalizme yaptığı katkılar ve bu süreçteki işlevleri değerlendirilmektedir.
İngiltere’de orta sınıf sosyalizmini yaratamaya yönelik teşebbüsler ve bu bağlamda sanayide monopolist organizasyonlara temas edilmekte ve İngiltere’deki bazı güncel gelişmeler tartışılmaktadır.
14. Maddi Koşullar ve İdeal Amaçlar
“Ekonomik insanın sonu” sloganı çağımıza hakim olacak özlemlerden biri olacağa benzemektedir.
Sosyal yeniden yapılanma konusundaki görüşlerin hemen hemen hepsi ekonomik niteliklidir. Geçmişin politik ideallerinin, özgürlüğünün, eşitliğinin ve güvenliğinin ekonomik olarak yeniden yorumlanması “ekonomik insanın” da sonunu ilan etmektedir. İnsanlar eskisiyle karşılaştırılmayacak ölçüde ekonomik doktrinlerce yönetilmektedir. Bu doktrinler mevcut ekonomik sistemimizin irrasyonel olduğuna inanç, “potansiyel bolluk” gibi sahte idealler ve monopolün kaçınılmazlığı gibi mesnetsiz görüşlerle beslenmiş ve geliştirilmiştir. “Economophobia” terimi “ekonomik insanın sonu” gibi yanıltıcı bir iddianın daha doğru bir tanımlaması olacaktır.
Yazar bu açıklamalardan sonra İngiltere’de ekonomi alanında dikkat edilmesi gerekli hususlar ve alınması icap eden tedbirleri tartışır ve bazı öneriler geliştirir.
Ayrıca, İngiliz değerlerindeki aşınma, toplumdaki değişmeye işaret edilmekte ve bu doğrultuda takınılması gerekli tavır ve yaklaşımlar belirtilmektedir.
15. Uluslararası Düzenin Geleceği
Ulusal düzeyde bağımsız ekonomik planlama uygulamalarının nihai etkileri sadece ekonomik bakımından zararlı olmakla kalmaz, uluslararası düzeyde de ciddi sorunlara yol açar. Devletler ve milletler arası ilişkilerde rekabet kavramının yerini güç yarışması alır. Bu da devletler arasındaki ekonomik ilişkilerin sonunda ülkeler arasında güç çatışmalarının yaşanmasına neden olur. Bu tehlikelere karşı ekonomik planlamanın uluslararası düzeyde ve süper-nasyonal bir otorite tarafından yapılması gerektiği önerisi bir yanılgı olup, ekonomik olayların ulusal düzeyde bilinçli olarak yönlendirilmesinin yaratacağı sorunlar aynı olayların uluslararası düzeyde düzenlenmesi durumunda daha fazla sorun doğurur. Çünkü üniter plana tabi tutulanlar arasındaki ölçek ve değer farklılıkları arttıkça, planlama ve özgürlük arasındaki uzlaşmazlık daha ciddi boyutlara varmaktadır.
Bunun için bir uluslararası ekonomik otoriteye ihtiyacımız olduğu ve aynı esnada devletlerin de kendi sınırsız egemenliklerini muhafaza edebileceği doğru değildir. Tam tersi doğrudur. İhtiyacımız olan şey, uluslararası otoritelerin ellerine daha fazla güç vermek değildir, tam tersine ekonomik çıkarları denetim altında tutabilecek ve ekonomik çıkarlar arasında ihtilaf çıktığında, kendisi ekonomik hayatta yer tutmadığı için kuralları koruyabilecek bir üstün siyasi güçtür. İhtiyaç, farklı insanları (milletleri) ne yapmaları gerektiği konusunda yönlendirme gücüne sahip olmayan, onların diğer insanlara zarar vermesini önlemeye muktedir bir uluslararası siyasi otoritedir.
Devletler ve uluslararası otorite bağlamında federasyon ve federalizm tartışmalarına yer verildikten sonra, yakında büyük bir ihtimalle, düşünülen uluslararası organizasyonun çok kapsamlı ve cihanşümul olması için yoğun çabalar gözlenecek, hatta Milletler Cemiyeti türünden yeni bir kurum oluşturulması zorunluluğunun hissedileceği ifade edilmektedir.
Sonuç
Bugün için önemli olan, bazı temel prensipler üzerinde uzlaşmamız ve bize yakın geçmişte hakim olan yanlışlardan kurtulabilmemizdir. Kabul etmeliyiz ki, bu savaştan önceki dönemde, beşeri çılığınlığın yolumuza diktiği sayısız engelin temizlenmesi, fertlerin yaratıcı enerjilerinin açığa çıkabilmesi için, o enerjiyi yönlendirmeyi amaçlayan bir sistemi kurmaktan daha önemlidir. Başka bir deyişle, önemli olan “gelişmeyi planlamak”tan çok onu kolaylaştıran şartların yaratılmasıdır.
Özgür insanların dünyasını kurma teşebbüsümüzün ilkinde başarılı olamadık. Tekrar çabalamalıyız. Bireyin özgürlüğü politikasının ayağı yere basan tek ilerici program olduğu ilkesi, bugün de ondokuzuncu yüzyılda olduğu gibi gerçekliğini korumaktadır.
17 Mart 2015, Ankara
Ekrem CANDAN
Ankara Üniversitesi Sos. Bil. Enst.
Doktora Programı (Özel Öğrenci)
Bürokrasi ve Bürokratik Elit Dersi