İslâmî Îlîmlerdeki Metodu
215- Araştırmalarında Akla Verdiği Önem:
Buraya kadar geçen bahislerde îbn Hazm'm aklî ve tecrübî metodunu . Simdi de onun İslâmî konulardaki metodunu beyana çalışacağız r" konuda araştırıcının gözüne ilk çarpan şey şudur. İbn Hazrn, İslâmî kokardaki çalışmalarında sırf akla dayanmaz ve ona güvenmez. Vaki şudur: O İslâmî incelemeleri anlamayı, İslâm'ın hakikatini tanımak için ak-ı esas tutar. Allah'ın birliğini akli delillerle isbat, peygamberliğin aklî yönden caiz olması, Allah Teala'nın âyetlerindeki i'casm tarzı gibi, İslâm'ın ilk esaslarından olan hakikatlere iman ve tasdikin temeli olan şeyler böyledir. Onun için el-İhkam Fi Usuli'l-Ahkam kitabında şöyle der:
ilim için iki yol vardır: Biri akıl ve his yolu, ikincisi de aklî bedihele-re ve hissin gereğine dayanan öncüllere bağlıdır. Bunu başka yerde beyan ettik, burada tekrarlamaya gerek yok. Yine beyan ettik ki, sağlam mantık Öncüllerine dayanan zaruri netice hükümleıri ile, Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed (sav)in peygamberliğini, dediklerinin hepsinin doğruluğunu kesinlikle biliyoruz. Onda bize farz kılman buyrukları tutup yaparız, yasaklanan şeylerden sakınırız. Ona itaat edene ebedi nimet vardır, ona karşı gelip asi olana şiddetli azap varid olunmuştur. Bunların doğruluğuna inanırız. Emr olunduğumuz şeylere uyarız. Bu zikir olunanların hepsinin doğruluğunu zaruri surette kabul ederiz. Kişinin bunlardan ayrılıp sapmasına imkân yoktur. Halik Teala'dan başkasının yapmaya kaadir olamayacağı mucizelerle bu sabittir. Peygamber'in Allah nezdinde getirdiklerinin doğruluğuna bunlar şahiddir. Bize düşen Kur'an-ı Kerim'i anlamak ve onda-kileri kabul etmektir. Akıl ve hisler vasıtasıyla anladığımız, öğrendiğ miz Şeylerin doğru olduğuna dair onda, tenbihler bulmaktayız. Bundan maksadımız: Akıl ve his yoluyla idrak ettiklerimizin, doğruluğunda şüphemiz olup da onu Kur'anla tashih ediyoruz, demek değil. Eğer bunu yaparsak, gerekçeleri iptal etmiş oluruz ve hiç bir şey isbatma yaramayan kısır döngü yoluna girmiş sayılırız. Şöyle ki, bize sorulsa ve denilse ki: Kur'an'ın hak olduğunu ne ile bildiniz? Behemahal: Akıl ve hissin sahih olduğuna şahid an bir takım sağlam mukaddimelerle, deriz. Sonra bize bu öncüllerin akıl ve hisle doğru olduğunu ne iIe bildiniz, denirse biz de; Kur'anla dersek, bu ıdlal fasid olur, bu yolda delil getirmede devir vardır."[1][1]
Bu sözler gösteriyor ki o İslâm'ı araştırmalarında akla itimad eder, Allah’ın Hz. Muhammed (sas)'in peygamberliğinin doğruluğunu, bu yolla isbat eder. Bu ise; insanın yaradılışında mevcut olan mukarrer ak-
lî hakikatler ile olur. Bu apaçıklık insana mahsus bir idrak hassası olup onunla diğer hayvanlardan ayrılır. Mucizeler ve sağlam hüküm öncülleriy-le Hz. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğu ve Kur'an-ı Kerim'in yüce Ailah'dan geldiği sabit olunca, ona uymak farz olur. Bundan sonra merhum şunu söylüyor: Aklî bedihiyyata başvurmak, ancak Kur'an'm nassı ile sahih olur, demek caiz değildir, diyor. Çünkü bu devir kısır döngüye götürür, şöyle bir durum ortaya çıkar; Kur'an'ın hak olduğu akıl bedihiyatıyla bilinir. Aklî bedihiyatine, doğruluğu ve delil olması da Kur'anla bilinir. Böyle bir delil ise fasid olur. Burada makul olan şudur: Aklı bedihiyyat, insan aklının, düşüncesinin mahsulüdür. Bütün insan ilimlerinin temeli odur, ister mücerred aklı olsun, ister nakle veya tecrübeye dayalı olsun, hep birdir.
216- O, Nassları Zahiriyle Alır:
Tevhidi, peygamberliğin doğruluğunu ve Kur'an'ın i'cazını isbat etmede, İbn Hazm, akla itimad eder. Kur'andaki emirler, nehİyler, mubah kıldıkları ve müsaade ettikleri bunların hepsinin Allah'ın buyrukları olduğunu tasdik eder.
Fakat bundan sonra nassa dayanır. Nassları zahir ve batınıyle alır. Tevil veya sebep gösterme yoluyla hükümlerden sıyrılma yoluna asla gitmez, ister akideye ister ameli hükümlere dair olsun, dini nassları zahiri üzere alır. Nassların zahirini tevile kalkışmaz. Cenab-ı Hak Kur'anda da: "el-Rah-manüAlel arşı isteva - Rahman arş üzerine istiva etti" (Taha, 20/5) buyurmuş o, tevil etmeksizin şöyle der: Allah'ın yüce zatına layık arş vardır. Kur'an-ı Kerim bir dini hüküm bildirdimi, tevil etmeksizin ona uymak gerekir, çünkü Kur'an'ın nassları, Hz. Peygamber'in hadisi şerifleri latif ve habir olan her şeyi bilen Allan'm buyurduklarıdır, onlara bizzat itaat edilir, illetleri için değil. Gayba dair olanlar da te'vil caiz olmayınca, dini hükümlerde de caiz değildir. Zahir neyi ifade ederse uyulur, başkasına itibar olunmaz. Çünkü İslâm dini Kur'an-ı Kerim'in ve Peygamberin Sünnetlerinin beyan buyurduklarıdır. Hz. Peygamber (as), risaletini tebliğ edip peygamberliğini ifa ettikten sonra Rabbine dönmüştür. Cenab-ı Allah şöyle buyurmuştu: "Biz, hiçbir şeyi noksan bırakmadık" (el-En'am, 6/38) Yine buyuruyor: "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim." (el-Maide, 5/3) ve şöyle buyurmuştur: "İnsan kendisinin başı boş bırakıldığını mı zanneder?" (el-Kıyame, 75/36) Allah'ın dininde reyle hüküm vermek, kıyas yapmak, kararlaştırılmış esaslara aykırıdır.
216- Taklitten Şiddetle Menetmesi:
Ibn Hazm, nassların zahirine itibar eder, onlar açıktır, delaletleri de zahirdir, açıktır. İbn Hazm, Allah'ın dininde taklidi meneder, Allah'ın Kitabı ve Peygamber'in Sünnetinden oluşan din sofrası, hakikati arayan her müslünıana açıktır, önüne konmuştur. Bu konuda şöyle der:
"Hiçbir kimseye, ölü, diri başka bir kimseyi taklid etmek helal olmaz, herkesin, gücünün yettiği kadar içtihad hakkı vardır. Bir kimse, din hususunda başkasına bir şey sorarsa, o dininde Allah'ın kendisine neler yüklediğini ne farz kıldığını bilmeyi murad eder. Eğer o, yer halkının en cahili ise, o yerde, Allah'ın Rasulünün getirmiş olduğu dini en iyi bilenden sorar. O da onun sorusunu cevaplandırıp fetva verirse, Cenab-ı Hak böyle mi buyurdu? diye sorar o da: Evet, derse, onu kabul edip ebedi olarak onunla amel eder. Eğer: "Bu benim görüşümdür veya bu kıyastır veyahud: Bu falan ada-mm kavlidir der ve bir sahabi, tabii veya eski ve yeni fukahadan birinin adını söylerse, yahudda sükut eder veya azarlar, ya da: Ben bilmem derse, o zaman, onun sözünü alıp onunla amel etmesi helal olmaz. Fakat başkasına sorar... Kim ki, avamdan bir kimsenin müftüyü, fetva veren kimseyi taklid etmesi gerektiğini iddia ederse, batıl olan şeyi iddia ediyor demektir. Kur'an nassmın, Sünnetin, icmam ve kıyasın getirmediği söz söylemiş olur. Böyle bir söz batıldır, çünkü delilsiz bir sözdür."[2][2]
Görülüyor ki İbn Hazm, taklidi kesinlikle men ediyor. Avam halkın taklidini caiz görmüyor, âlimin taklid etmesi öncelikle caiz olmaz. Alimle canil arasında şu kadar bir fark görüyor. Cahil, bilmediği için bir bilene sorar, fetva verdiklerinde, fetvayı Kitap ve Sünnetten hangi asıldan aldıklarını söylemedikçe o, yine kabul etmez. Eğer bunu yapmazlarsa, onların kavlini bırakır, başkasına gider, sorar. "Bunu Allah böyle buyurdu veya peygamber böyle söyledi" diyeni buluncaya kadar böyle yapar. Alime gelince, başka bir bilenin yardımına muhtaç olmaksızın Kitap ve Sünnetin hükmünü biliyorsa başka birine sormadan Kitap ve Sünnetin hükümlerini alır. Ancak dininde kalbi mutmain olsun diye başkasına da sorar. Bu konuda şöyle demektedir:
"Sahabiyi, tabiiyi, İmam Malik'i, Ebû Hanife'yi, Şafii'yi, Süfyan Sevri'yi, Evzâiyi, Ahmed b. Hanbel'i, Davud Zahiri'yi (Allah cümlesinden razı olsun) taklid eden kimse, bilsin ki bunlar, dünya ve ahirette, mahşerde, hesap gününde o kimseden teberri eder, uzak dururlar. Yarab, Sen biliyorsun ki, biz bir şeyde ancak Sen'in kelamın ve kendisine selat ve selam ettiğin Peygamberinin sözüyle hüküm vermekteyiz, hükmünde ayrılığa düştüklerimizi böyle çözmekteyiz. Biz Sen'in hükümlerine karşı içimizde hiç bir darlık duydayız. Bu tarzda yeryüzündekilerin hepsini kızdırsak, onlardan ayrılsak, taraftarlarca az da kalsak, bizimle savaşsalar da aldırmayız. Biz bu yola canla başla giren müslümanlarız, bu uğurda hiç tereddütsüz koşarız, hiç aksaklık göstermeyiz. Bunda bize muhalif olanların karşısındayız. Kanımız odur ki, onlar Sen'in nezdinde hata üzeredirler, biz ise doğru yoldayız. Yarab, bizi bu uğurda sebatlı kıl, bizi bundan ayırma. Allah'ım evladları-Hiızı ve müslüman kardeşlerimizi de bu yola ilet. Ta ki, buna sarılmış olduğumuz bir halde toptan ahirete göçelim. Amin. Ya Erhamerrahimin."[3][3] böylece görüyoruz ki, bu değerli imam, fukahaya ve avam halka karşı hak sedasıyla haykırarak dinde kimseyi taklid etmemelerini, Kur'an nass-lanna ve hadisi şeriflere dayanmayan bir sözü asla kabul etmemelerini söylüyor., Âlimler hükmü kaynağından, yani Kitap ve Sünnetten alacaklar, avam halkı âlimlere sorup öğrenecekler. Böylece onlar da mümkün mertebe istenildiği şekilde İslâm asıllarına uymuş olacaklardır.
218- Akaid Hususunda da Haber-i Vahidi Delil Alır:
İbn Hazm, hem fer'i meselelerde, hem asli meselelerde nasların zahirini alır. Yukarıda geçtiği üzere akaid meselelerinde nasîarı te'vil etmeksizin, zahiri üzere alır. Amel meselelerinde olduğu gibi, akaid meselelerinde de hadisi şerifleri delil tutar. Ona göre bunda haberi vahid olan hadisler, mütevatir hadislerle birdir. O, akaid meselelerinde haberi vahid hadisleri almakla, ulemanın büyük bir kısmına muhalefet etmiştir, Zira onlara göre, haberi vahid yani yalan üzere birleşmeleri kabil olmayan bir cemaatın Peygamber'e ulaşıncaya kadar sağlam bir senedle rivayet edilmeyen hadis, akaidde delil olmaz. İnanç meselelerinde ancak mütevatir hadisle, yani bir cemaatın diğer bir cemaattan sağlam bir senetle rivayet ettikleri hadisle sabit olur. İbn Hazm, haber-i vahidi kabul etmekle bu ulemaya muhalefet etmektedir. O şöyle der:
"Ebu Süleyman Davud Hüseyin b. Ali Kerabisi, Haris Muhasibi demişlerdir ki, senedi Peygamber'e varıncaya kadar adil kimsenin adil kimseden rivayet ettiği haber-i vahid ilim ve ameli icab eder. Biz de böyle diyoruz. Bu söz, İmam Malik'den de nakil olunur. Hanefüer, Şafiîler, Malikilerin çoğu, Mutezile ve Haricilerin hepsi haber-i vahid ilmi icab etmez, derler. Bu şu demektir: "Onların hepsine göre hadisin yalan olması veya zan ifade etmesi mümkündür, bundan hepsi birleşmişlerdir."[4][4]
İbn Hzm, haber-i vahid hadisleri ilim, yani itikad hususunda delil aldığından, mütevatirle değil de böyle haber-i vahidle sabit olan gayb işlerine ait bir çok şeylere iman etmenin vacip olduğunu söyler ki, kabir azabı, kıyamete yakın Hz. İsa'nın yere inmesi ve Deccal'm çıkması ve sıfatları, sırat köprüsü, havz-ı kevser, kıyamet günü şefaat ve tafsilatı, Hz. Peygamber'in ümmetinden büyük günah işlemiş olanlara şefaat etmesi vs. bunlar sahih hadis kitaplarında haber-i vahid yoluyla rivayet olunmuştur.[5][5]
218- Haber-i Vahidi Akaidde Delil Almada İmamlarına Muhalefeti:
Adil ve mevsuk raviler yoluyla rivayet olunup tevatür derecesine varmayan haber-i vahid hadisler hakkında, İbn Hazm'm görüşü böyledir. Bu suretle o, haber-i vahid itikadı icab etmez, ancak ameli icab eder diyen dört mezheb imamlarına tabii olan cumhur ulemaya muhaliftir. O, amel ile itikadı ayrı tutmalarını kınar, onlarca itikadı icab etmediği halde, haber-i vahidi amelde delil tutup onunla cana kıymaya, haram olan ferci helal saymaya hüküm vermelerini şiddetle reddeder.
Bunda esas olan şudur: îbn Hazm'agöre, dinde mevsuk kimsenin haber-i vahidinde yalan ihtimali yoktur. O şöyle demektedir: "Yakinen sabittir ki, Hz. Peygamber'e kadar adil kimselerin senediyle rivayet olunan haber-i vahid kesin olup birlikte ilim ve ameli icab eder."[6][6]
Hatta o, adil kimselerin haber-i vahidini değerlendirmede aşırı gidip madem ki adildirler; o halde yalandan masumdurlar, diye kalemi ile yazmaktadır. Muhaliflerin sözlerini şöyle tartışır:
"Onlar bize: Buna göre Hz. Peygamberin dediği dini haberleri nakil edenler, nakillerinde masumdurlar.^ Onlardan her biri naklinde yalan kastetmekten uzaktırlar, dememiz gerekir, diyecek olurlarsa, onlara şöyie cevap veririz: Evet, biz öyle diyoruz ve bunu kesinlikle söylüyoruz. Hz. Peygamber'in dine dair söylediği haberi, onun yaptığı bir işi rivayet eden her adil ravi, kasten yalan söylemekten masumdur. Allah katında bu kesindir, bunda vehim ve zan olmaz, açık bir beyan varsa o başka."[7][7]
Şüphesiz ki, bunda, haber-i vahid hadis ravilerini taktirde aşırılık var. Fakat, din delillerini nakle, zan ve kasten yalan karıştırmaktan korumak düşüncesi, onu buna itmiştir.
220- Tartışma Hususunda Ulemanın İki Gruba Ayrılması:
İbn Hazm, îslâmî konularda yazarken genellikle cedelci bir metod takip eder, tartışmacıdır. Görüşleri tartışır, karşı tarafın delillerini birer birer ortaya döker, sonra bunları tartışır, batıl olduklarını, kendi görüşlerine göre, asıldan uzak bulunduklarını söyleyip çürütür. Arkasından kendi dava--sini isbatlayıp onların iddialarını çürüten delillerini getirir. Bundan sonra tartışmanın ikinci noktasına gelip hasmın sözlerini, onların kendi sözleri ile çürütmeye başlar. Böylece delil ve hüccet yolundan sonra, susturma anlatma yolunu tutar, onları sıkıştırıp köşeye tıkar. Ulema eskiden beri iki takımdır. Bir kısmı hakkı müdafaa edip korumak için tartışmayı mubah sayar. İmam Azam Ebu Hanife ve İmam Şafii'nin bunlardan oldukları anlaşılıyor. Çünkü onlardan öyle münazaralar, tartışmalar nakil olunuyor ki, onlarla karşılanndakini sustururlarmış.
İkinci bir grup var ki din konusunda tartışmaya müsade etmezler. Zira, tartışma olunca hakikatler gölgelenir, hakka inanç zedelenir, tartışmacılar, ihtilaf edenler arasında gerçek kaybolur gider. Bunlara göre, tartışmada adet üzere çekiştirerek hakikat kopup parçalanır. Yine bunlara göre, birbirinden daha üstün tartışmacı kimseler geldikçe Hz. Muhammed'in dininden bir şey noksanlaşır. Bit grubun başında İmam Malik gelmektedir. İbn Hazm, tartışmaya cevaz veren, hatta onu gerekli gören cedelci gruptandır. Öyleyse onun cedel ve münazara hakkındaki görüşünü ve metodunu anlatalım.
İbn Hazm'a Göre Münazara - Tartışma:
221- Münazaranın Nev'ileri Memduh ve Mezmûm Olanlar:
Bazı ulema, cedel ile münazarayı birbirinden ayırır. Münazara: Hakkı aramak ve onu bulmak için görüş alıp-vermektir. Cedel ise: Mücerred hakkı aramak ve ona delil getirmek değil, belki üstün gelip davayı kazanmak, haklı çıkmaya çalışmaktır.
Bazı ulemanın tarifi böyle. İbn Hazm ise; cedele dair yazdıklarından anlaşıldığına göre cedel sözünü geniş manada alıyor, hakkı bulmak için görüş alıp vermek manasına olduğu gibi hakkı batıla karıştırmaya çalışmak, sözü yaldızlamak, anlatmak, hak veya batıl yolu ile susturmak ma-nalarınada kullanıyor. Onun için İbn Hazm, münazarayı iki kışıma ayırır. Biri övülen ve makbul olup onun yapılması kadir olanlara vaciptir. Hakkı meydana çıkarıp korumak İslâm delillerini müdafaa etmek böyledir. Ce-nab-ı Hak şu âyet-i kerime ile bunu buyurmaktadır: "Kitap ehli ile en güzel surette, uygun olanla mücadele edin, ancak onlardan zulüm edip haksızlık yapanlar müstesnadır." (el-Ankebut, 29/46)
Cenab-i Hak: "Tartışmada, mücadelede yumuşak davrananı, insafı emr edip zulmü, kaba davranmayı bırakmayı istiyor, ancak aksilik yapanlar başka."[8][8]
Münazannm ikinci kışımı yerilmiştir, kötüdür. Münazarıcı ilmi ve delili olmadığı halde tartışmaya kalkarsa ya da karşısındakinin kuvvetli delili olup, hak sabit olduğu halde inat gösterirse, bu yerilmiştir. Onun için yerilmiş haberin ve münazarayı iki kışıma ayırıp şöyle der:
"Yerilmiş münazara ikidir. Biri ilimsiz münazaradır. İkincisi de hak zahir ve sabit olduktan sonra, batıla yardım için mugalata yapmaktır. İşte bu gibi yerilmiş tartışmacılar hakkında cenabı hak şöyle buyurur: "Baksana, Allah'ın âyetlerini tartışma yapanlar, hakdan nasıl ayrılıyorlar." "İnsanlardan öyleleri var ki, Allah hakkında ilimsiz tartışır ve şarlatan şeytana uyarlar" yine buyurur: "Öyle insanlar var ki Allah hakkında ilimsiz, delilsiz ve aydın kitabı olmaksızın mücadele eder." "Allah'ın ayetlerinden ancak inkarcılar mücadele eder. Memleketlerde onların dolaşıp dönmeleri seni aldatmasın. Onlardan Önce Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen gruplarda yalanladı. Her millet peygamberlerini tutup engellemeye yeltendi. Hakkı gidermek için boş şeyler ileri sürerek boyuna tartıştılar, bu yüzden onları yakalayıp helak ettim. Benim azabım nasılmış baksınlar."(el-Mümin, 4-5) Görüldüğü üzere haram olan tartışma, batıla yardım için, hakkı iptal için bilgisizce yapılan tartışmadır. Cenab-ı Hak bunu beyan ediyor.
İbn Hazm'a göre, hakkı bilen alime, münazara yapmak vaciptir, çünkü isbat yollarını bilir, hakkı arayıp bulur, müdafa eder, haktan başka bir şey aramaz. Çünkü münazaranın bu türlüsü Allah'ın delillerini göstermek nev'indendir. peygamberlerin risaletini tebliğ etmek kabilindendir. İyiliği emir edip kötülükten men etmek sayılır. Onun için Hz. İbrahim azgın Nemrut'la tartıştı, en kuvvetli delil tarzı ile onunla münakaşa yaptı. Hakka yardım için anlatarak susturdu. Cenab-ı Hak'km şu ayetlerine bak: "Allah kendisine hükümranlık verdi diye, azarak rabbi hakkında ibrahim ile tartışanı görmedin mi"? İbrahim: "Beni rabbim o dur ki yaratır, öldürür" dedi. Nemrutda: "Ben de yaşatır ve öldürürüm" dedi. ibrahim: "Allah, güneşi doğudan getirmekte sen de onu batıdan getir" deyince o inkarcı şaşırıp kaldı. Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez." (Bakara, 2/258) İbn Hazm, bunu bir nevi tartışma sayıyor. Bu delil ve açık hüccete dayanarak hakkı yükseltmektedir, Allah yolunda cihad gibidir. Çünkü bu sayede, Allah'ın kelamı yücelip İslam üstün olup bu konuda Hz. Peyganıber'in şu hadisini nakleder: "Müşriklerle malınızla, canınızla ve dilinizle cihad edin." Bu hadisi şerif sahih olan bir hadistir. Bunda cihadın farz olduğu, Allah yolunda sarf etmenin farz olduğu gibi münazara ile de emir vardır.[10][10]
223- Tartışma, Hakkı Korumak İçin Yapılır:
İbn Hazm, yerinde münazaranın vacip olduğunu, ashab-ı kiramın amelleri ile isbat eder. Muhacirler, Ensar ve diğer sahabe tartışmalar yaptılar, İbn Abbas, Hz. Ali'nin emri ile Haricilerle tartıştı. Hakkı müdafaa için, münazarayı ashabtan inkâr eden hiç olmamıştır, dedikten sonra, şöyle devam ediyor: "Münazarayı münazara ile iptale çalışan, tartışmayı tartışma ile yıkmak isteyenden daha çürük bozguncu olamaz. Çünkü o, bu suretle münazarayı bozmak istiyor ve kendisinin batıl üzere olduğunu da ikrar etmiş oluyor. Çünkü o, çürük delili ile başka delilleri de iptale uğraşıyor. Ancak cahil zayıflar, beceriksiz inatçılar, bu yolu tutar. Bizim çağırdığımız münazara, hakkı aramak ve ona yardım etmek içindir. Batılı ezip açıkça yok etmek içindir. Bir kimse hakkı aramayı bırakıp da batılı yıkmayı inkâr ederse; o, sapıtmış olur. Batıl ehlinden olup, batıla saplanıp inatla onu savunan çekişkenlere katılır. Hz. Peygamber (sav), öyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah'ın en çok buğz ettiği kimseler, batıl üzere olan inatçılardır."[11][11]
224- Çağdaşları Onu Nasıl Tanıyordu1?
İbn Hazin, tartışmacı ve münazaracıları neden bu kadar savunuyor? Ve gerektiğinde dini müdafaa için tartişmayanları, mülhitlerden bile sayıyor. Çünkü böyle yapmamak, batılın yayılmasına meydan açar. Bana göre, onun tartışmayı bu derece savunması, onun ihmal edilmemesi gereken bir vacip sayması, bir de şundan ileri gelmektedir: Çünkü o kendisi seçkin, başta gelen bir münazaracıydı. Onun çağdaşı olan Maîikiler, onunla tartışmaya girmekten kaçınırlar. O cedelci bir kimsedir. O münazaradaki kuvveti sayesinde üstün geliyor, yoksa haklı olduğundan değil derlerdi. Sonraları hicret yurdu imamı, Malik'in dediğine uyarak münazara ve cedele karşı çıktılar.
İmam Malik şöyle dermiş: Münazaracı bir kimseden daha çetin bir mü-nazaracı gelince, Cebrail'in Hz. Muhammed'e indirdiğinden bir şey noksan-laşır."
Onun kitaplarının hepsi, onun yaman bir münazaracı olduğunu gösterir. Çağdaşı ulema da onu böyle tanırlardı, ulema ile tartışmaya başlamadan Önceleri bile, böyle bilinirdi. Tavku'lHamame kitabında Kayravan'da bulunduğu sırada, oranın uleması ile münakaşalar yaptığını kaydeder. Kendisine cedelci dediklerini söyler. Her konuda kültürlü ve birazda sözünü esirgemeyen bir adam Ebu Abdullah Muhammed b. Küleyb ona şöyle demiştir: "Sen cedelci bir adamsın. Dostlukta cedel olmaz."
Ulema, ona karşı hücuma geçmezden önce dahi onu böyle tanırlardı, sonraları araları açılıp ona amansız bir savaş başlatınca, onu küçük saydılar, İbn Hazm, onlara münazaranın gerekli ve faydalı olduğunu, dindar bir kimsenin bundan kaçamayacağını bunun Hz. Peygamber'in risaletini tebliğ etmek sayıldığını anlatarak onların sözlerini reddetti. Yukarıda da geçtiği üzere, ona göre: Münazara İslâm'ı müdafaa ve onu korumak için gereklidir. Evet, İbn Hazm cedelci, münazaracı bir adamdı. Onun münazaralarda kendine Özgü bir metodu vardır. Öyleyse onun münazaralarından ve bu metodundan bahsetmek gerekir. Şimdi onu inceleyelim.
Münazaradaki Tutumu:
225- Birinci Vasfı İhlasıdır:
Onun münazaradaki metodunun birinci vasfı; umumiyetle hakkı aramadaki ihlasıdır. O, sadece üstün gelmek peşinde değildir, diliyle ve kalemiyle galip gelip meclislerde hakim olup başa geçmek davasında da değildir. Bizzat hak için hakkı arar. Allah'ın dininde hak sözün hakim olmasını ister. Kendisi bunu açıkça tasrih eder. Muhalifinin söylediklerinin doğru olduğu meydana çıkarsa, kendi dediğinden vazgeçmeye hazır olduğunu söy1er. Çünkü, hakkı arayan kimsenin hakkı görmesine taassup mani olma-ahdır. Faydalı münazaraya dair âyetleri zikrettikten sonra şöyle demektedir:
"Bu âyet-i kerimelerde, cenab-ı Hak bize münazarada adalet Ölçüsü olan insan öğretiyor ki, o da şudur: Bir kimse açık bir delil getirse onu kabul edip onun sözüne dönmek gerekir. Yüce Rabbimizin emrine uyarak biz de böye diyoruz. Mezhebimizin sahih olduğundan şüpheye düşersek veya korkarak değil, buna aykırı bir delil kimse getirmeyeceğine güvenerek bunu yapıyoruz. Çünkü, Allah'a hamd olsun, biz ihlas ehliyiz. Ömür boyunca sahih delilleri araştırmışı zdır. Delillerin medlulünden önce delillere bağlanırız, Allah'a şükürler olsun. Bizi gönlümüzün yattığına muvaffak kıldı. Cehalet ve taklid ehlini kendi şüpheleri ile başbaşa bıraktık. Tereddütlerinde devam etsinler. Şimdiye kadar bizce sahih olmayanlar için bunu deriz. Ciddi ve kararlı olarak deriz ki; eğer en doğru olanı bulursak ona tabi oluruz. Bulunduğumuz hali tereddütsüz terkederiz."[12][12]
226- Fikrine Taassubla Bağlanması, İhlasını Gölgeledi:
İbn Hazm'ın bu sözleri, onun münazaradaki ihlasını ve hakkı hak için aradığını göstermektedir, o, galip gelmek için değil, hakka yardım etmek istiyor. Karşısındakinin sözünün batıla karışmamış hak olduğunu görünce kendi sözünü bırakıp onun sözünü almaya hazır olduğunu da söylüyor. Bu onun münazaradaki ihlasını gösterir. Şu da var ki, naklettiğimiz bu sözü, onun ihlasını gösterdiği gibi, kalbinin başkasının sözünü kolay kolay kabule hazır olmadığını da göstermektedir. Her ne kadar buna hazır olduğunu söylüyorsa da sözünden onun fikir değiştirmesinin güç bir şey olduğu anlaşılıyor.
Birinci Husus: Kendi görüşünün doğruluğunda hiç şüphe etmiyor, karşısındakinin elinde sağlam delili bulunduğuna inanmıyor. Münazaraya başkasının delili olmadığını inanarak başlıyor. Önceden böyle bir hüküm olunca; başkasının sözünü kabul etmek elbette güçleşir. Çünkü başkasının sözünü kabul edebilmek için kalbinde onun kabulü için bir yer bulunmalıdır. O ise, mezhebinin sahih olduğuna önceden kesin hüküm vermekle kalbinin bütün kapılarını kapamıştı. Muhaliflerinin elinde hiçbir delil olmadığını söylüyor. Muhaliflerinin görüşlerini kalbine ulaşabilmesi için iki engeli aşmaları gerekir; birincisi karşısındakilerin sözleri batıl, onların delilleri yok ,diğeri de; onun sözü haktır, buna şüpheye yer yoktur.
Şüphesiz ki bu, İbn Hazm'ın münazarasında bir kusurdur, ihlas bunu ağışlatmaz. Hatta, kendi fikrine ve mezhebine taassub derecesinde şiddetle bağlılığı onun ihlasma uymaz bir noksanlıktır. Zira bir şeye şiddetle bağlanıp taassup göstermek, hakka ulaşma yollarını kapar. Bu da hiç-şüphesiz, ihlası zayıflatır. Çünkü İhlasın sırf hak için olmasını değiştirir bu defa ihlas kendi düşüncesine göre olan hak için olmuş olur. Şunu da belirtelim ki, İbn Hazm ile münazaraları ile meşhur olan fukaha şeyhi "fakih-ler üstadı Ebu Hanife" arasında esaslı bir fark bulunmaktadır: Ebu Hani-feye görüşleri sorulunca verdiği cevaba bak: Birisi ona:
- "Senin bulduğun bu görüş hiç şüphe götermiz bir hak mıdır?" dedi. Hakkıyla fukahanm şeyhi olan o koca imam şöyle dedi:
- "Bilemem, belki de şüphe götürmez bir batıl olabilir!"
Bütün mezheblerin fukahası şunu söylemişlerdir: Kendi mezhebleri doğrudur, hataya da ihtimal vardır. Diğerlerinin mezhebleri hatalıdır, fakat doğru olma ihtimalleri de vardır, onlar taassub göstermeksizin hem kendi görüşlerinde ve hem muhaliflerinde ihtimale yer veriyorlar. İbn Hazm ise, kendi sözünden hata ihtimaline yer vermiyor, muhaliflerinin sözlerinde de doğru olma ihtimalini kabul etmiyor. Bu, kötü bir taassubtur. Kendine bütün kapıları kapıyor, kendini yenilemiyor, şüphesiz bu hakkı aramaktaki ihlasım bulandırır.
İkinci Husus: İbn Hazm, seçtiği görüşünü kolay kolay değiştirmez. O, şu inanca saplanmıştır: Zahiriye Mezhebindekiler araştırma ehlidirler, hakikati ararlar, onlar doğru deliller peşinde bir Ömür harcarlar. Onlar, medlullerden önce delillere bağlıdırlar, yani onlar, bir şey hakkında hüküm vermeden önce hak kaynağı olan delillere bakarlar. Onlar, delile tabidirler. Onlar, delile müracaat etmeden bir şey hakkında görüş beyan etmezler.
Zahiriyenin işte bu inançları, İbn Hazm'ı başkalarına yukarıdan bakmaya şevketti. O, kendi görüşlerini büyük gördü, başkalarının görüşlerine aynı açıdan bakmadı. İnsanın başkalarının görüşlerini kolayca kabul edebilmesi için karşısındakinin de kendisine eşit, düşünen birini farzetmesi gerekir, karşısındakinin noksan, kendisinin kemal sahibi biri olduğunu düşünürse muhaliflerinin görüşlerinin onun kalbine girmesi hiç de kolay olmaz. Görüşler de şahıslar gibidir. Aşağıdan yukarı yükselmesi zordur, çukurdan tepeye çıkmak güçtür. Yükseğe çıkmak zor, fakat yüksekten aşağı yuvarlanmak çok kolaydır.
227- Münazaralardaki Kusurları:
Bütün bunlardan vardığımız netice şudur: İbn Hazm, Allah ondan razı olsun, din hususunda hakkı aramakta mutlak suretle ihlas sahibidir. Kendi görüşüne şiddet derecesinde bir taassubla bağlanmakla beraber, münazarada ihlas üzere bulunurdu, başkalarının görüşlerini kolay kolay kabul etmezdi. Bu nedenle diyoruz ki, o, münazara ve münakaşalarında meseleye, mevzua göre bakmazdı. Fikirleri ortaya atıp karşısındakiyle tartışarak hakkı bulmak konu din meselesi olduğundan önyargılardan sıyrılarak, ırf hakkı araştırmak yerine o, meseleye kendi yönünden bakardı. İncele-vici bir araştırmacı gibi değil, taraf tutan bir münazaracı gözüyle bakardı Şübhesiz ki bu onun münazaradaki bir kusurudur. Belki de bu yüzden, ulemanın nefretini üzerine çekti, başkaca onun görüşleri de muhaliflerinin alışık oldukları görüşlerine uymuyordu, onlara daima hücum ediyordu. Ayrıca işaret ettiğimiz gibi, kendini onların üstünde görmekten de çekinmiyordu. Bu yüzden olan oldu. Çağdaşlarının bir çokiarıyla arasında şiddetli bir nefret uyandı.
228- Gayri Müslimlerle Münazarasında Tamamen Haklıdır:
Yukarıda açıkladığımız birbirinden ayrılmaz bu iki vasıf, İbn Hazm’ın münazaralarında hakimdir. Münakaşanın sebebi ve münakaşada eş düşünce havası böyle olunca onun münazaradan gayesi, her ne kadar ihlas sahibi olsa da, kendi görüşlerini savunup yaymak oluyordu. O, görüşünün şüphe götürmez hak olduğu inancındaydı. Münazaraya daima kendi görüşü açısından bakar, bulduğu delilerden başkaca münazarası ile onları teyide çalışırdı. Biz, bunun onun münazarada bir kusuru olduğunu söylüyorsak, bunu çağındaki İslâm ulemasıyla yaptığı münazaralarda ve bir de fukaha ile yaptığı münakaşalarda bir kusur sayıyoruz. Gayr-ı müslimlerden olan muhalifleri ile yaptığı münakaşa ve münazaralarında, hiç şüphe yok-ki, bizce bunlar bir noksan değil bir kemâldir, münazaranın ayıbı değil, selametidir. Çünkü onlara karşı, İslâm'ı müdafaa ediyor, İslâm, zaten haktır, hak meydanda iken ona dil uzatana karşı elbette böyle davranacaktır. Diğer din erbabı veya sapık zındıklar İslâm'a hücum edince; îbn Hazm, İslâm'ı bu yolda savunurken biz, hakkın kimin tarafında bulunduğu belli olmadığım farzederek onun münazara adabına uymadığını mı söyleyelim. Çünkü onlar, İslâm hakikatlerini bozuyorlar, İslâm inancını zedeliyorlar, müslümanlar arasına bozuk fikirler saçıyorlar. Onlar İslâm'a saygı gösterip şeref tanımıyorlar, onların saldırılarını durdurup planlarını yıkmak övgüye değer bir iştir. Meydanda olan İslâm hakikatinden yana olup, onu tutmak dinen vacip bir iştir. Sadık iman bunu gerektirir, o, bunu yapıyor.
229- Filozoflarla, Yahudilerle, Hristiyanlarla Münakaşaları:
ibn Hazm'ın gayr-ı müslimlerle münakaşası, onların hücumuna karşı islâm'ı müdafaa tarzı, münakaşanın şekli bakımından değilse de delil getirme bakımından İslâm uleması ile olan münakaşa yolundan bambaşka-dır, ifade bakımından münakaşalar takriben birdir.
Filozoflarla olan münakaşalarında, mücerred akla dayanırdı. Filozofla-nn "alem, illetin malulden sadır olması gibi Allah'dan sadır olmuştur" sözlerini iptal ederken aklî bedihiyata dayanır. Sağlam mantık Öncülleriyle onları reddeder. Yahudilerle ve hristiyanlarla yaptığı münakaşalarda da akli bedihiyata dayandığı gibi, onlarca muhterem tanınan bazı naslarla, onları ilzam edip sustururdu. Onların bazı inançlarının çürük olduğunu aklî delilerle isbat ederdi. Bunları yaparken o, sadece İslâm'ı savunmakla kalmaz bazan hücuma da geçerdi. Tevratın metinlerini, onların kaynağını ve esasını bilen bir âlim gibi tahlil eder, onun haberlerini durumlarını inceden inceye açıklardı.
Örneğin, Yahudilerin neshi kabul etmelerini, Tevratlarmda Allah hakkında bedayi yani Allah'ın ilmine göre iradesini de değiştirmesini de kabul etmelerini çürütür. Tevratın bu sözlerini eleştirir: Allah Teala Musa'ya dedi ki: "Bu ümmeti-helak edeceğim, seni başka büyük bir millete göndereceğim, Musa, bunu yapmaması için Allah'a çok yalvardı, O da duasını kabul edip onlara dokunmadı."[13][13] Bu nakilden sonra diyor ki: Bu aynıyla bir bedadır, yani Allah helak etme iradesini değiştirmiştir, bu Allah'a yalan ve iftiradır.
Bunlar, onlarla münakaşalarında küçük bir örnektir. Filozoflarla, ya-hudi ve hristiyanlarla olan münakaşalarını bilmek isteyenler onun el-Fasl kitabının I. ve II. ciltlerine baksınlar. Onlar, bunlarla doludur, bunlar İbn Hazm'ın milletler, dinler ve onlara dair haberler hakkındaki derin bilgisinin bir ayinesidir.
230- Müslüman Fırkalarıyla ve Taklitçilerle Tartışmaları:
Gayr-i müslimlerle yaptığı münakaşalara kısaca işaret ettik. Müslüman ulemasıyla, yani mezheb sahibleriyle, fırkalarla, taklitçilerle olan münakaşalarına gelince; bunların iki metodu vardır. Çünkü bunlar, bir birinden farklı iki nev'idir. Eş'ariler, Mutezile gibi kelam fırkalarıyla Şia ve Hariciler ile bir grup olup onlarla münakaşa usul başka, fukaha ve hadis ulemasının kavillerini münakaşa usûlü başka.
Başta Mutezile olmak üzere muhtelif fırkalarla münakaşa yaparken, bakıyoruz ki, çoğunlukla akla dayanıyor. Çünkü onlar, aklî meseleleri kurcalıyorlar. Mesela; Allah'ın iradesi ve kudreti yanında insanın iradesi nedir? Allah Teala'nın sıfatları Allah'ın aynı gayrisi midir? Bu gibi meseleleri aklî delillere dayanarak bedihi bir asla dayandırmak ister. Muhalifinin İslâmî olmayan sözlerini reddeder. O, bunu yaparken âdeti üzere sert ve şiddetli davranır.
Örneğin: Allah ilmi ile bilinen, kudreti ile kadirdir, diyen kimsenin bu sözünü şiddetle inkar edip reddeder. Bu söz Eş'ariîerindir. Bunu reddederken şöyle demektedi: "Bu söz öyle bir söz ki, onu red için fazla söze gerekyok. Bu mücerred şirktir; tevhidi bozan bir şeydir. Çünkü bunun gereği, Allah ile beraber başka bir şey var oluyor. (Yani ilmi, bulunuyor demektir). Allah'ın bir tek olduğu batıl olmuş oluyor. Hatta bu, onun şeriki oluyor. Bu ise mücerred küfürdür ve mahza hristiy anlıktır. Bundan başka bu belirsiz bir davadır. Hicri 300 yılında ortaya çıkan bu fırkadan önce ehl-i İslâm'dan böyle bir şey, hiçbir kimse asla söylememiştir.[14][14] Bu, icmadan ayrılmaktır. Onlardan bazısına dedim ki, "siz madem ki, Allah ile beraber başka bir şeyin varlığını söylüyorsunuz öyleyse, hri tiyanların "Allah, üçün üçüncüsüdür" demelerini neden inkâr ediyorsunuz?"[15][15]
İşte onlarla aklî tarzda böyle münakaşa ediyor ve davasını müslüman-lar arasında ittifak edilmiş olan vahdaniyete, Allah'ın birliğine götürüyor. Fakat çok sert davranıyor, Eş'arinin: Allah'ın ilmi zatının gayrıdır, sözlerini bir nev'i şirk sanıyor, bunu hristiyanların üç tanrı inancına benzetiyor ki, bu düpedüz mugalatadır ve bunu tüm münakaşalarında görmekteyiz.
231- Fukaha ve Hadis Uleması İle Münakaşadaki Metodu:
Bunlarla, kelam fırkalarıyla yaptığı münakaşaların bazısına işaret etmiş oluyoruz. Fukaha ve hadis alimler ile olan münakaşaları, başka türlüdür. Onlarda aklın payı sınırlıdır, akla fazla yer yoktur. Onların görüşlerini münakaşa edeken mücerred akla itimad etmez, belki naslara, asara ve fukahanm hüküm almaktaki kurallarına dayanır. Bakıyorsun bu incelemelerinde ve muhtelif kavilleri münakaşasında o, Kur'an âyetlerinden, hadisi şeriflerden takım takım deliller getiriyor, İslam düşüncesini sergiliyor. O, bu hususta muhaliflerinin kavillerini münakaşaya şöyle başlar: Önce ihtilaf mevzuunu açık surette, serbestçe ortaya atar, çekişme yerini dikkatle arzeder, şüphe doğuracak kapalı hiçbir nokta kalmaz. Sanki bu noktada Sokrat'm görüşünü alıyor: Niza yerini tesbit etmek, ihtilafı çözer, ihtilaflar ne kadar büyük de olsa!..
ihtilaf mahalli tesbit olunduktan sonra, muhalif delili açıkça getirir, bazen onu etrafı ile açar, bazen de kısaca anlatır, tafsilata girmez fakat icma-len söylese de, tafsilatla da anlatsa, söylenmesi gereken hiçbir delili bırakmaz. Bunları ortaya döktükten sonra, bu muhalif delilleri birer birer çürütmeye başlar ve bunu çok defalar sert bir dille yapar. Onları çürüttükten sonra bu konuda kendi delillerini getirmeye başlar. Çok az hallerde isbat delillerini iptalden önce getirir. Muhaliflerinin sözlerinden önce kendi delilini söyler. Muhaliflerin sözlerini iptal ederken, kendince sabit dini usûl ve kaidelere dayanarak icabı red yolunu tutar, ilzam yoluna kadar gider. Muhalifinin sözleri, muhalifin başka bir yerde söylemiş olduğu kendi sözlerine nakzederek reddeder, bütün bunları kendi inanç ve zanni dairesinde yapar.
İbn Hazm, muhalifinin sözlerini münakaşa ederken çok defalar bundan başka bir yol tuttuğu da olur. Karşısındakinin delillerini darmadağın edip saçar. Onları toplamaz da, hemen redde başlar, bir delil getirir, onu çürütür. Sonra ikinci bir delil getirir, böyle devam eder. En sonunda kendi delilini söyler. Sedd-i Zerayi kabilinden harama benzeyen birşeyin haram olması gerektiğini söyleyenlerin sözlerini bu tarzda münakaşa ettiği gibi.[16][16]
Şüphesiz ki birinci yol en doğrudur. Muhalifin belli başlı bir delili olduğu zaman ikinci yolu tutar. Diğer deliller red ve yardımcı olurlar. Üzerinde hüküm kurulan ana delil değil.
232- Reyle Hüküm Hakkında Çetin Bir Münakaşa:
Diğerlerine örnek olmak üzere bir münakaşasını anlatalım: Seçtiğimiz konu da Zahiriyeci İbn Hazm'a uygun bir konudur ki, o da rey ile hüküm verme meselesidir. İbn Hazm, buna karşıdır. Cumhur ulema bunu kabul eder. îbn Hazm konuya şöyle girer: Önce reyi alanların delillerini getirir ve şöyle der: Rey ile hüküm verenler, kendi görüşlerinin doğruluğuna Cenab-ı Hakkın şu âyet-i kerimelerini gösterirler: "Onlarla iş hususunda müşavere et. Karar verip azmettikten sonra Allah'a tevekkül et." (Ali İm-ran, 3/159) "Onların işi, aralarında şura yoluyladır." (eş-Şura, 42/38) Hadisi şeriflerden de Ezan'ın belli olmadan önce, Hz Peygamberin namaz vakitlerini tayin için ashabı ile müşavere etmesini delil tutarlar. Müslümanlardan bazıları ateş yakmayı, bazıları çan çalmayı önermişlerdir. Hu-deybiye'de savaş yapıp yapmama hususunda Hz. Peygamber'in ashabı ile müşavere yaptığına dair Zühri'nin rivayet ettiği hadisi delil getirirler. Ebu Hureyre (ra) şöyle der. "Hz. Peygamber'in ashabı ile yaptığı müşavereden daha çok müşavere yapan kimse asla görmüş değilim." Abdurrahman b. Hüseyin'den de şu hadis-i şerif rivayet olunur, der ki:
- "Hz. Peygamber'e üstün akıllılık nedir?" diye soruldu. O da şöyle buyurdular.
- "Görüş sahibi bir adamla istişare yaparsın. Sonra onun emrettiği üzere hareket edersin." Abdullah b. Amr b. As'm babasından rivayet ettiği hadis de delildir; o der ki: "İki hasım kişi muhakeme için Hz. Peygambere geldiler. Peygamberimiz bana;
- «Ya Amr şu ikisinin arasında sen hüküm ver,» buyurdu. Ben de:
- «Ya Rasulullah, bu işe sen benden daha layıksın» dedim.
- «Öyle de olsa sen hüküm ver» buyurunca,
- «Neye göre hüküm vereyim» dedim.
«Sen hüküm ver, eğer hükümde isabet edersen sana on sevap var. Eğer içtihad eder hata edersen sana bir sevap var,» buyurdular." Muaz (ra) hazretlerinin arkadaşlarından Hums halkının red ettikleri şu hadisi şerifte delildir. Hz. Peygamber (sav) Muaz'ı Yemen'e gönderirken ona sordu:
- "Sana bir hüküm arzolunduğu zaman ne ile hüküm edersin?"
- "Allah Teala'nm Kitabıyla hüküm ederim," dedi.
- "Allah'ın Kitabında bulamazsan neyle?" dedi,
- "Rasulünün Sünneti ile" dedi.
- "Rasulünün sünnetinde de bulamazsan" deyince:
- "Reyle içtihad ederim," dedi. Bunu Hz. Peygamber beğendi ve göğsüne vurarak:
- "Rasulullah'm elçisini Rasulullah'ın hoşuna şnden bir şeye muvaffak kılan Allah'a hamd ve sena olsun," buyurdu. Hz. Ali b. Talib'den (Allah ondan razı olsun) şu rivayet olunmuştur: Dedim ki
- "Ya Rasulullah, hakkında Kur'an nazil olmamış bazı işler başımıza geliyor. Senin de bu hususta bir Sünnetin, hükmün yok ne yapalım?" Buyurdular ki;
- "Müminlerden âlimleri veya abidleri toplayın, aranızda onu müşavere edin. Sakın bir kişinin görüşü ile hüküm vermeyin."[17][17]
Ebu Muhammed İbn Hazm, rey ile hüküm vermeyi caiz gören rey fuka-hasmın delillerini böylece sıralıyor. Bundan sonra onların görüşlerim beyan için getirdiği bunları ve uzun süreceğinden burada zikredemeyeceğiz, îbn Hazm, diğer delilleri birer birer nakzedip çürütüyor:
"İşte bütün saydıkları bunlar. Bunlardan başka bir şeyleri var mı bilmiyoruz? Halbuki bunlar da onlara delil olacak bir şey yok" diyor ve delilleri bir bir reddediyor. Bunları delil kabul etmelerini red ediyor. "îşi onlarla müşavere et" (Âli İmran, 3/159) "Onların işleri aralarında istişare yoluyladır" (eş-Şuara, 42/38) bu âyetler delil olamazmış, keza müşavereye dair hadisler de böyleymiş. Şöyle diyor: "Âyetin mevzuu din işleri değildir, bu dünya işleri hakkındadır. Namaz ve hükümleri, zekat ve meseleleri, fera-iz ve hisse sahipleri bunlar şûra ile bilinen şeyler değildir. Bir müslüma-rtın kalbine bu delil nasıl gelir, Allah Teala'nm şu âyeti varken bunu nasıl yaparız? "Bilmiş olun ki aranızda Allah'ın peygamberi bulunuyor. Şayet birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz." (Hucurat, 49/7) aklı başında olan bir kimsenin kafası, Peygamber'in ashabına itaat etmesi gerektiğini nasıl düşünebilir? Bu mahza küfürdür... Sonra bu sözde ahmaklık her yönden meydandadır. Allah aşkına söyleyin. Ashab ile müşavere yaparda bir din işinde onunla ihtilafa düşerlerse, sonra ne olur?..." Rey meselesini reddetmeyi şu sözlerle bitiriyor:
"Açıkça görülüyor ki, ashabıyle müşavere emri, sadece diledikleri gibi tasarruf etmek, mubah kılman işlerdedir, her şeyde değil. Mesela filan kabileye vali kimi göndermeli, kabilelerle hangi yolda savaş yapmak daha kestirme ve kolay olur gibi şeylerdir."
Müşavereye dair delil olarak getirdikleri bütün hadisleri de aynı şekilde reddeder. Bazısının muttasıl senetle rivayet olunduğunu, diğer hadislerin çoğunun senedinde, ona göre, zaaf bulunduğunu söyler. Bu konuda en kuvvetli delil olan Muaz Hadisi'ne gelince şöyle der:
"Muaz Hadisi'ne gelince; o hadis bu konuda delil olamaz, zira o sakıt bir hadistir, düşmüştür. Çünkü sadece Haris b. Amr yoluyla rivayet olunmuştur, o ise meçhul bir kişidir, kimse onun kim olduğunu bilmiyor. Kim olduğu, tanınmayan adamlardan biri. Sonra bu sahabe devrinde asla ma'ruf olmayan bir söz, sahabeden kimsede onu zikretmemiş. Tabiin çağında, hiç bilinmiyor. Nihayet yalnızca Abu Avn onu bilinmeyen bir kimseden alıp rivayet etmiş. Rey taraftarları onu şaibe içinde bulunca, onu kapıştılar. Onu dünyanın her yanına yayıp uçurdular. Halbuki onun aslı yok."
İbn Hazm, yalnız bu redle yetinmiyor, onun sahih olduğunu da farzede-, rek: "Kendi reyimle içtihad ederim" sözünü tevil ederek bunun manası; "hakkı Kur'an'da ve Sünnette buluncaya kadar çalışırım, kuvvetimi kullanırım," demektir diyor. Bu tevil çok su götürür. Yerinde açıklayacağız. O, bu redle de yetinmiyor, ilzam yolunu da tutuyor ve şöyle devam ediyor: "Reyi kabul edenler de bu hadisi almazlar. Çünkü bu hadise göre, Allah'ın kitabından nassı varken sünneti almamak gerekiyor; halbuki rey yanlıları sahih hadisle, bazen Kur'an'm nassını bırakırlar, yahud Kur'an'ın umumunu Sünnetle sınırlandırırlar."[18][18] Bu suretle onları ilzam edip köşeye sıkıştırıyor.
233- Hasmın Delilini Nakzdan Sonra Kendi Delillerini Söyler:
Görüldüğü üzere, kendi görüşüne göre, muhalifin delillerini bozup ilzam yoluna da girdikten sonra, kendi görüşünü delillerle isbata başlıyor. Reyi kö-tüleyen bir çok hadisler sıralıyor. Şöyle ki: "Her kim Kur'an hakkında kendi reyiyle bir şey söylerse, Cehennemdeki yerine hazır olsun" hadis-i şerifini, sonra sahabeden reyi zem eden sözler naklediyor, rey ile din olmaz, diyor. Ashab-i Kiram'dan bir çok nakiller yaptıktan sonra şunu söylüyor: "Biz bunları delil olsun diye getirmiyoruz, çünkü Hz. Peygamber (sas)in sözünden veya icmadan başkası delil olamaz. Onlar bizi sahabe sözleriyle ilzam etmek istediklerinden, biz de bunlarla onları ilzam etmek için söylüyoruz. Bunlar onları ilzame yeter, çünkü onlar bu tür sözleri delil alıyorlar. Çünkü bir şeyi bir yerde delil alan onu her yerde delil olarak kabul etmek zorundadır. Öyle yapmazsa tenakuza düşer, dinde, delilsiz zorbalık yapıyor demektir."[19][19]
Burda onun delillerini daha uzun beyan etmek istemiyoruz. Zira incelemelerimizde inşallah onların da yeri gelecektir.
234- Münakaşanın Değerini Zedeleyen Kaba Kelimeler Olmasa:
İşte bunlar, İbn Hazm'ın muhalifleriyle olan tartışmalarına buğz örnekleri olup, bunlar, genellikle, çağındaki ulema ile aralarında kavganın şiddetlenmesinden sonra olanlardır. Bakıyoruz ki, muhaliflerinin görüşlerini münakaşa ederken çok sert ibareler kullanıyor: Delilin, ahmak, budala, cahil sefih gibi bayağı kelimeler bunlardandır. Bu ağır ve katı kelimeleri muhaliflerine yağdırmaktan çekinmiyor. İbn Hibban'm dediği gibi, onları muhaliflerine koca taş gibi çarpıyor, onun getirdiği deliller kuvvet bakımından bir değer taşısa da, ifadesinde bu gibi kaba sözlerin bulunması, şüphesiz ki o değeri zedeler, azaltır. Biz, o kanıdayız ki eğer kitapları bunlardan hali olsaydı, şüphesiz ki daha çok takdire lâyık olurdu.
Buraya kadar onun münazaraları, münakaşa şekilleri hakkında konuştuk, şimdi de onun üslubundan bahsetmek gerekli, sıra ona geldi.
İbn Hazm'ın Üslubu:
235- İbn Hazm'ın Üslubunda Teferruat Hakimdir:
İbn Hazm'ın üslubunda icaz yerine sözü uzatma hakimdir, kısa değil, uzun yazar, uzunboylu açıklamak ister. Bazı manaları tekrarlar ve gerekli yerde sözü dönüp dönüp söyler. Böylece bir manayı, bir kitapta bir çok yerde zikrettiği olur. Bir bahiste geçen bir manayı, başka bir bölümde de söylemek gereğince, onu oraya atfedip bırakmaz, burada da özetle anlatır.
Böyle uzun boylu yazması yüzünden, kitapları çok açıktır, kolay anlaşılır, kapalı, mübhem yeri yoktur. Manalar bütün açıklıkla sıralanmıştır, parlaktır. En derin bahislere dalsa da anlaması kolaydır. Bu uzatma nedeniyle istediği manayı okuyucunun kalbine yerleştirmektedir. İyice yerleştirmek ve pekiştirmek maksadıyla tekrar eder durur. Bunu yaparken usta bir hatip maharetiyle yapar. Takviye etmek istediği manalar kulakları doldursun diye, usanç vermeksizin sözlerini tekrarlar, fakat sözün parlaklığından ifadenin güzelliğinden hiçbir şey de eksilmez.
236- Onun İlmi ve Edebi Üslubu:
Burada hemen şunu da belirtmemiz gerekir ki, İbn Hazm'ın iki türlü üslubu vardır. Biri kitaplarında kullandığı üslup, ikincisi de nazmının edebi eserlerindeki edebi üslubu. Onun edebi üslûbuna işaret etmemiz gerek-, lidir. Şiirlerine ve şairler arasındaki mevkiine işaret etmemiz yerinde olur, ama, bu ilmi eserde buna yer vermemiz uygun olmaz. Fakat edebi nesrinden biraz bahsedeceğiz ve sonunda da örnek olarak şiirinden bir demet sunacağız.
Edebi eserlerinde, ilmi üslubundan daha üşün bir üslubu vardır. Nesr-i fenni denen bu tarz ile yazar, ifade şeklinin en güzel beyan yolunu seçer, en parlak ibarelerle, edebi parçalar meydana getirir ki, latif kelimeler manalarla edebi zevkle birleşir.
237-Edebi Üslubunun Parlaklığı:
İbn Hazm, edebi nesrinde yüksek bir üslup kullanır. Kelime ve mâna bu üslupta öyle yüksek ve parlak bir şekilde kaynaşır ki, her kelime kardeşi kelimeyle kucaklaşır, tatlı bir ses çıkarır, bu ahenk konuya da uygundur. Üslup perçinlenmiş, pürüzsüz bir halde, âdeta sehl-i mamteni (kolay ve sade göründüğü halde söylenmesi ve taklidi zor olan söz) nev'indendir. Kelimeler müzik sesi verir, bu ses ruhu okşar, tatlı nağmeler gönle akar. Üslup akıcıdır, parlaktır, kelimeler yerli yerindedir. Bu üslup kalbi doyurucu, hayali besleyicidir. Fikrin önünde geniş ufuklar açar.
Bana öyle geliyor ki, o, edebi üslub ile çağındaki ediblerin bir çoğundan üstündür. Çünkü onun yazdığı edebi parçalar, gönülden gelen ve gönle akan sözlerdir. Onda zorlama yok, yapmaca söyler yok, gölgeli bir yer yok, onlar açık ve se'çiktir.
238- Edebi Üslubu Çok Üstündür:
Onun edebi üslubu Tavku 'l-Hamame ve diğer risalelerinde açıkça görülür. Onun Tavku'l-Hamamede bir bahçe tasvirini alıyoruz. Şöyle diyor: "Ben, edebiyat adamlarından arkadaşlarla bir ahbabın bahçesini gezdik. Orada biraz dolaştık, görülecek yerleri gördük. Güzel bahçeler, geniş yerler, göz alabildiğine uzanıyor, gönül istediği gibi eğleniyor. Su arkları, dizilmiş kadehler gibi. Kuşlar ötüşüyor, bülbüller şakıyor, çeşid çeşid meyva dalları sarkmış, el uzanıp koparsın diye bekliyor. Her yer gölgelerle süslü. Aralarından güneş ışıkları süzülüp önümüzde titreşiyor, tatlı sular, gerçek hayat suyu gubu coşkun ırmaklar, yılan gbi kıvrılarak akıyor, şırıltıları başka, renkleri başka zevk veriyor. Tatlı bir rüzgar sesi, yumuşak bir hava cana can katıyor... Güzel bir bahar günü, güneşli bir hava, bazen ince bulutlar kaplıyor, ince bir yağmur serpiliyor, bazen hava açıyor, sanki aşıkına görünüp saklanan bir dilber gibi..."[20][20]
239- Şiirinden Örnekler:
Yine Tavku'l-Hamame de güzel bir tasviri var ki, hiçbir edip ondan daha güzelini yazamaz: "Gençliğimde; hanemizde bulunan bir kızı sevdim, aklı, terbiyesi, namusu, edası, sedası her şeyi güzeldi. Ne şişman, ne sıska, endamı dilber, vücudu dertop, nazlı tavırlıydı. Çok sözlü değil, tok gözlüydü, iffetine sadık, başkaları gibi değil, oyuna bakmaz, fakat güzel ud çalardı. Gönlümü ona kaptırdım, iki yıl peşinde koştum, bir kelime söyleyip seni seviyorum, demedi"[21][21] (Bu bölüm özet halindedir) Burada onun şiirinden de birkaç beyit örnek vermek istiyoruz ki, bu beyitler onun yaşa-yışıyla, ilmiyle ilgilidir:
"Ben ilim semasını aydınlatan bir güneşim. Ancak benim kusurum;
Batıdan (Endülüs'ten) doğuşumdur.
Eğer ben doğu tarafından doğsaydım, böyle zayi olmazdım.
Benim Irak tarafına büyük bir şevkim, arzum var...
Eğer Allah benim kervanımı onlar arasına kondurursa,
O zaman eseflenip hayıflanırlar. . .
Bir takım kimseler bana yazık ettiler, zaman beni harcadı
Fakat Hz. Yusuf un başına gelenlerde benim için teselli var.
Kardeşleri ona neler ettiler ama o yükseldikçe yükseldi.[22][22]
Bunlar onun hem nesirinde, hem de şiirde ne kadar üstün olduğunu gösteren küçük parçalardır. (Gerek nesir, gerek şiir parçaları serbest tercüme yoluyla özet halinde verilmiştir).
240- İlmi Üslubu Üstün ve Açıktır:
İbn Hazm'm ilmi yazılarına gelince, Arapça bakımından ifade üstündür, üslup seçkindir. Kelimeler birbirine uygundur, yazdıklarında ilmi metodun dışına çıkmadan düzgün yazar. Yukarıda da dediğimiz gibi fazla uzatma yolunu seçtiğinden yazıları açıktır, kapalı bir yer yoktur. .Onun böyle anlaşılır bir ifade ile yazması üç sebebe dayanır.
1. Söylediğimiz gibi, fazla uzatıp uzun yazar. Çünkü uzun yazınca, manalar açıkça beyan olunur, okuyan onları yorulmadan kolayca anlar.
2. Mevzua hakim olup yazacakları şeyleri iyice bilmesidir, manalar ka-, fasında hazırdır, konuyu sindirmiş ve güzelce anlamış olarak yazar. Zira,
yazının kapalı, karmaşık olması iki şeyden ileri gelir: Biri yazıdaki acemilik, diğeri de yazacağı konuyu iyice kavramamış, onu sindirememiş olmak. İbn Hazm'm ise, hem dili, hem kalemi düzgündü, konuya tamamıyla aşina ve hakimdi. Konuyu bütün incelikleriyle ele alır ve her yanma temas ederdi.
3. Yazılarının açık olmasının üçüncü sebebi ise; taksimini güzel yapıp konuyu bölümlere ayırması, güzelce planlamasıdır. O, konusuna girmeyen şeylere temas etmez, konusuna almadığı meselelere girişmez, anlattığıyla ilgisi olmayan şeylerden söz açmaz. İki konuya dair bir düşünce oldumü onu birinci bölümde etraflıca anlatır, ikinci bölümde kısaca temas veya işa^ ret eder geçer. Bunu da meseleyi güçlük göstermeden açıkça anlatmış olsun diye yapar, araştırıcıya kolaylık gösterir, İbn Hazm'm ilmi üslubu, kendisi ve düşüncesi gibidir, açıktır, parlaktır.
241- Onu Sert Davranmaya İten Sebebler:
Burada onun ayrılmaz bir vasfı olan bir şeye işaret etmemiz gerekirki-o da ihtilaflı konulara dair yazdıklarında çok sert ve şiddetli olmasıdır. Başkalarının görüşleri hakkındaki ifadeleri çok şiddetli, pek sert ve hatta bazen çirkin tabirler kullanır. Kendisinin de dediği gibi, taşkınlıktan hali değil. Tekfir edilecek yerde tekfir etmesi, bayağılık bulunmayan yerde bayağılık damgası vurması böyledir. Hatta fıkıh pınarının kaynağı olan müç-tehid imamlar hakkında bile bu gibi tabirler kullanmaktan çekinmediği yerler olmuştur. Şüphesiz, bu sert tabirler bazen yerinde olabilir, fakat çoğunlukla bunlar makul sınırı aşmıştır. İleride bazı münakaşalarını anlatırken bunlar görülecektir.
Burada okuyucu şunu sorabilir: Onu bu sertliğe iten sebeb nedir? Bize göre bunun üç sebebi vardır:
Birincisi; Geçirmiş olduğu hastalıktır. Yukarıda naklettiğimiz üzere, anlattığına göre o, şiddetli bir hastalığa tutulmuş, bu yüzden içine bir sıkıntı illeti çökmüş, huyu darlaşmiş, sabrı azalmış. Bu illet sebebiyle ahlakının değiştiğini hissedermiş.[23][23]
Şüphesiz ki o kendi hakkında söylediklerinde doğrudur, kendini daha iyi bilir, yalnız ifadelerindeki o şiddetin tümünü, sadece bu hastalığa bağlayamayız. Ancak asıl sebeb odur, çünkü insanın içindeki darlık, onu tahrik eden başka bir sebeb olmayınca kendiliğinden harekete geçmez, sükun halinde kalır, bunun için onu tahrik eden ikinci bir sebeb lâzımdır.
242- Diğer Sebebler:
İkincisi; Çağındaki insanlardan gördüğü kötülüktür. Onu hiç iyi karşılamadılar. Onu dininde itham ettiler, kavminden ayrı düştü, ona kaba davrandılar, eza ve cefa ettiler, onun kıymetini bilmediler, takdir etmediler-Onun namını silmek, ortadan kaldırmak istediler. İşi o dereceye götürdüler ki onun fikirlerinin meyvesi, zihninin Özsuyu olan kitaplarını Sevilla da alenen yaktılar. Hiç şüphe yokki, bu insanı çileden çıkarır, en yumuşak başlı kimseyi çıldırtır, nerede kaldı ki onun gibi hastalık geçirmiş, illete müb-tela olmuş, daralmış, sabrı azalmış, kendi ifadesiyle tutulmuş bir kimse buna nasıl davamr?
na nasıl dayanır?
Rahmetli İbn Hazm, duyan, hisseden, yazan, anlayan bir kimseydi, lan duygulu bir kimse, kaba bir muameleye maruz kalırsa, cisim hastalığına gönül hastalığı da karışır, elbette rahatı kaçar. Allah tarafından h'r hastalık gelmişti, insanların böyle kaba muameleleriyle karşılaşın-duygulu ve temiz ruhlu insan, Allah'ın kendine verdiği ilim kudretiy-
onlara aynı sertlikle hitap etmek zorunda kaldı. Hiçbir şeye aldırış et-' den en şiddetli kelimelerle onların hatalarım yüzlerine vurdu. Hatta açtı ağzını yumdu gözünü, onların sebeb olduğu şiddet sınırını da aştı, onları da onların tabi oldukları, taklid ettikleri imamları da eleştirdi, durdu.
Eza ve cefa iki tarafı da acı söze iter. Onlar madem ki onu tarafgir ve yavan görüşleri itham edip eza yapıyorlar, o da onları ve taklid ettiklerini en sert ve bayağı kelimelerle eleştirip hiç bir vebalden çekinmeden, ve azarlanmaktan korkmadan söyleyeceğini söylüyor. Bu işi onlar başlattılar, onu kınadılar, onu inkâr ettiler, canı yanan acı söyler, inkârın cezası budur. Delilsiz belgesiz çatmanın, sataşmanın karşılığı böyle olur.
Üçüncüsü de: Bu kitaplar onunla savaşan, onu yan ve yayan görüşle itham edenlerin uyandırdıkları heyecan ve tahrik neticesi yazılmıştır, bunlar, şiddet toprağına ekilmiş ve hiddet suyuyla sulanmıştır. Öyleyse o nitelikte olmaları çok tabiidir. Meyve, ağacın cinsine göredir, meyve tadını ağacın suyundan alır, ne ekersen onu biçersin. Bunu o kendisi de söylemiştir. Yukarıda ondan,nakil ettiklerimiz arasında bu da geçer, O der ki: Cahillerle sürtüşmenin ona çok faydası oldu. Muhalif görüşlerle sürtüşünce onun tabiatı alevlendi, zihni keskinleşti, fikri canlandı, şevki arttı, kalbi heyecanlandı. Bunlar da bu kitapların yazılmasına sebeb oldu. Eğer muhaliflerinin sözleri yumuşak ve sakin olmuş olsaydı, bu kitaplar yazılmış olmayacaktı.[24][24]
Bu takdirde, bu hilafat kitapları, onunla cehalet ehli dediği muhalifleri arasındaki sürtüşme ve sataşmaların acı veya tatlı meyveleri sayılabilir. Bu şiddetli ibareler, o sürtüşmenin görüntülerini ve meyvelerini taşımaktadır.
243- Kitapları İki Kısımdır:
Bize göre onun hiddet ve şiddetinin sebeblerinin bazısı bunlardır. Buna göre, onun kitaplarını iki bölüme ayırmaktayız: İşaret ettiğimiz o hastalıktan önce yazdığı kitaplar olup, bunlar her türlü şiddetten uzaktır. Bu hastalığa ne zaman yakalandığını ve her kitabın hangi tarihte yazıldığı kesin olarak bilmiyoruz ki, ona göre bunu ayıralım. Zanm galibimize göre Tav-u l-Hamame kitabını bu hastalığa yakalanmazdan önce yazmış olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu kitapta neşe var, hayat dolu satırlar var, bunda gurbet acısından başka bir elem ve şikayet yok.
İkinci bölüm kitapları, söylediği o hastalıktan sonra yazmış olduğu kitaplar olup bunlar da iki türlüdür; bir kısmı hilafiyata dair olmayıp bunlar; mücerred tahlil ve tarihe aid olanlardır ki, bunlarda öyle sert ve şiddetli ibareler bulunmaz. Bunlar da kelime kaba değildir, üslup sert değildir. Örneğin Müdavatü'n-Nefs risalesi bunlardandır. Bu risale, bir çok tecrübeler görmüş bir adamın kaleminin mahsulüdür ki, insanlara fikrinin meyveleriyle ahlak ve davranış tecrübeleriyle doğru yolu göstermektedir.
ikinci Bölüm; ihtilaf konularına dair olup bunların çoğu günümüze gelmiştir. Bunlarda şiddet var, çünkü onların ibarelerinin sert, kelimelerinin kaba, kuru.olmasmı hazırlayan şartlar mevcut olmuştur. O hastalığa yakalandıktan sonra yazılmıştır, çağın ulemasıyla aralarında o soğukluk meydana gelip tartışmalardan sonra kaleme alınmıştır, demek bunlar o sürtüşmelerin; çekişmelerin doğurduğu ateşli günlerin mahsulüdür. Öyleyse sebeplerinin cinsinden olması tabiidir.
İfade ve ibareleri nasıl olursa olsun, bunlar çok hayırlı olan ve hayrı umumi olan kitaplardır. İbarelerin o kelimelerden salim olması kemalleri olurdu, fakat ne diyelim, kemal ancak Allah'a mahsustur. O, her şeye kadirdir.
[1][1] İbn Hazm el-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, c. 1, s. 66
[2][2] İbn Hazm, el-Muhalla, c.I, s. 66-67
[3][3] İbn Hazm, el-İhkam fi Usulü'l-Ahkam c. î, s. 100
[4][4] îbn Hazm, el İhkam c. I, s. 119
[5][5] Bunlar, onun el-Muhalla kitabının birinci cildinde tafsilatıyla sayılmıştır, oraya bakılabilir.
[6][6] İbn Hazm el-İhkam c. I, s. 14
[7][7] Aynı kaynak, c.I, s. 13
[8][8] İbn Hazm, el-îhkam, c. I, s. 21
[9][9] Aynı kaynak, c. I, s. 24
[10][10] Aynı kaynak, c. I, s. 26
[11][11] Aynı kaynak, c. I, s. 27
[12][12] İbn Hazm, el İhkam, c. I, s. 20
[13][13] İbn Hazm, el-Fasl, c. I, s. 101, Allah'ın helak etmeyi vaad ettiği bu milet, İsrailoğullarırlır
[14][14] Bu fırkadan maksad ehli sünnetin en meşhur inanç fırkası olan Eş'ari mezhebidir. Onlara bile böyle bir damga vurmaya yelteniyor. Ne diyelim. Lâ havle ve-la kuvve illâ billah!
[15][15] İbn Hazm, el-Fasl, c. II, S. 235
[16][16] İbn Hazm, el-îhkam, c. VI, s. 2-16
[17][17] ibn Hazm el-İhkam, c. VI, s. 25-26 senedleri ihtisar etti
[18][18] İbn Hazm, el-İhkam, c. VI, s. 30-37
[19][19] Ayni kaynak, s. 41
[20][20] İbn Hazm, Tauku'l-Hamame, s, 99
[21][21] Aynı kaynak, 109
[22][22] İbn Hazm, ez-Zahire, c. I, s. 149. Kahire Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Baskısı.
[23][23] İbn Hazm, Müdavatü 'n-Nefs, s. 55
[24][24] Aynı kaynak, s. 31