İslâmî Îlîmlerdeki Metodu

215- Araştırmalarında Akla Verdiği Önem:

Buraya kadar geçen bahislerde îbn Hazm'm aklî ve tecrübî metodunu . Simdi de onun İslâmî konulardaki metodunu beyana çalışacağız r" konuda araştırıcının gözüne ilk çarpan şey şudur. İbn Hazrn, İslâmî ko­kardaki çalışmalarında sırf akla dayanmaz ve ona güvenmez. Vaki şudur: O İslâmî incelemeleri anlamayı, İslâm'ın hakikatini tanımak için ak-ı esas tutar. Allah'ın birliğini akli delillerle isbat, peygamberliğin aklî yön­den caiz olması, Allah Teala'nın âyetlerindeki i'casm tarzı gibi, İslâm'ın ilk esaslarından olan hakikatlere iman ve tasdikin temeli olan şeyler böyledir. Onun için el-İhkam Fi Usuli'l-Ahkam kitabında şöyle der:

ilim için iki yol vardır: Biri akıl ve his yolu, ikincisi de aklî bedihele-re ve hissin gereğine dayanan öncüllere bağlıdır. Bunu başka yerde beyan ettik, burada tekrarlamaya gerek yok. Yine beyan ettik ki, sağlam mantık Öncüllerine dayanan zaruri netice hükümleıri ile, Allah'ın birliğini, Hz. Muhammed (sav)in peygamberliğini, dediklerinin hepsinin doğruluğunu ke­sinlikle biliyoruz. Onda bize farz kılman buyrukları tutup yaparız, yasak­lanan şeylerden sakınırız. Ona itaat edene ebedi nimet vardır, ona karşı ge­lip asi olana şiddetli azap varid olunmuştur. Bunların doğruluğuna inanı­rız. Emr olunduğumuz şeylere uyarız. Bu zikir olunanların hepsinin doğ­ruluğunu zaruri surette kabul ederiz. Kişinin bunlardan ayrılıp sapması­na imkân yoktur. Halik Teala'dan başkasının yapmaya kaadir olamayaca­ğı mucizelerle bu sabittir. Peygamber'in Allah nezdinde getirdiklerinin doğ­ruluğuna bunlar şahiddir. Bize düşen Kur'an-ı Kerim'i anlamak ve onda-kileri kabul etmektir. Akıl ve hisler vasıtasıyla anladığımız, öğrendiğ miz Şeylerin doğru olduğuna dair onda, tenbihler bulmaktayız. Bundan mak­sadımız: Akıl ve his yoluyla idrak ettiklerimizin, doğruluğunda şüphemiz olup da onu Kur'anla tashih ediyoruz, demek değil. Eğer bunu yaparsak, gerekçeleri iptal etmiş oluruz ve hiç bir şey isbatma yaramayan kısır dön­gü yoluna girmiş sayılırız. Şöyle ki, bize sorulsa ve denilse ki: Kur'an'ın hak olduğunu ne ile bildiniz? Behemahal: Akıl ve hissin sahih olduğuna şahid an bir takım sağlam mukaddimelerle, deriz. Sonra bize bu öncüllerin akıl ve hisle doğru olduğunu ne iIe bildiniz, denirse biz de; Kur'anla dersek, bu ıdlal fasid olur, bu yolda delil getirmede devir vardır."[1][1]

Bu sözler gösteriyor ki o İslâm'ı araştırmalarında akla itimad eder, Allah’ın Hz. Muhammed (sas)'in peygamberliğinin doğruluğunu, bu yolla isbat eder. Bu ise; insanın yaradılışında mevcut olan mukarrer ak-

lî hakikatler ile olur. Bu apaçıklık insana mahsus bir idrak hassası olup onunla diğer hayvanlardan ayrılır. Mucizeler ve sağlam hüküm öncülleriy-le Hz. Muhammed'in peygamberliğinin doğruluğu ve Kur'an-ı Kerim'in yü­ce Ailah'dan geldiği sabit olunca, ona uymak farz olur. Bundan sonra mer­hum şunu söylüyor: Aklî bedihiyyata başvurmak, ancak Kur'an'm nassı ile sahih olur, demek caiz değildir, diyor. Çünkü bu devir kısır döngüye götü­rür, şöyle bir durum ortaya çıkar; Kur'an'ın hak olduğu akıl bedihiyatıyla bilinir. Aklî bedihiyatine, doğruluğu ve delil olması da Kur'anla bilinir. Böy­le bir delil ise fasid olur. Burada makul olan şudur: Aklı bedihiyyat, insan aklının, düşüncesinin mahsulüdür. Bütün insan ilimlerinin temeli odur, is­ter mücerred aklı olsun, ister nakle veya tecrübeye dayalı olsun, hep birdir.

216- O, Nassları Zahiriyle Alır:

Tevhidi, peygamberliğin doğruluğunu ve Kur'an'ın i'cazını isbat etme­de, İbn Hazm, akla itimad eder. Kur'andaki emirler, nehİyler, mubah kıl­dıkları ve müsaade ettikleri bunların hepsinin Allah'ın buyrukları olduğu­nu tasdik eder.

Fakat bundan sonra nassa dayanır. Nassları zahir ve batınıyle alır. Te­vil veya sebep gösterme yoluyla hükümlerden sıyrılma yoluna asla gitmez, ister akideye ister ameli hükümlere dair olsun, dini nassları zahiri üzere alır. Nassların zahirini tevile kalkışmaz. Cenab-ı Hak Kur'anda da: "el-Rah-manüAlel arşı isteva - Rahman arş üzerine istiva etti" (Taha, 20/5) buyur­muş o, tevil etmeksizin şöyle der: Allah'ın yüce zatına layık arş vardır. Kur'an-ı Kerim bir dini hüküm bildirdimi, tevil etmeksizin ona uymak ge­rekir, çünkü Kur'an'ın nassları, Hz. Peygamber'in hadisi şerifleri latif ve habir olan her şeyi bilen Allan'm buyurduklarıdır, onlara bizzat itaat edi­lir, illetleri için değil. Gayba dair olanlar da te'vil caiz olmayınca, dini hü­kümlerde de caiz değildir. Zahir neyi ifade ederse uyulur, başkasına itibar olunmaz. Çünkü İslâm dini Kur'an-ı Kerim'in ve Peygamberin Sünnetle­rinin beyan buyurduklarıdır. Hz. Peygamber (as), risaletini tebliğ edip peygamberliğini ifa ettikten sonra Rabbine dönmüştür. Cenab-ı Allah şöy­le buyurmuştu: "Biz, hiçbir şeyi noksan bırakmadık" (el-En'am, 6/38) Yi­ne buyuruyor: "Bugün sizin dininizi kemale erdirdim. Size nimetimi tamam­ladım ve size din olarak İslâm'ı seçtim." (el-Maide, 5/3) ve şöyle buyurmuş­tur: "İnsan kendisinin başı boş bırakıldığını mı zanneder?" (el-Kıyame, 75/36) Allah'ın dininde reyle hüküm vermek, kıyas yapmak, kararlaştırıl­mış esaslara aykırıdır.

216- Taklitten Şiddetle Menetmesi:

Ibn Hazm, nassların zahirine itibar eder, onlar açıktır, delaletleri de za­hirdir, açıktır. İbn Hazm, Allah'ın dininde taklidi meneder, Allah'ın Kita­bı ve Peygamber'in Sünnetinden oluşan din sofrası, hakikati arayan her müslünıana açıktır, önüne konmuştur. Bu konuda şöyle der:

"Hiçbir kimseye, ölü, diri başka bir kimseyi taklid etmek helal olmaz, her­kesin, gücünün yettiği kadar içtihad hakkı vardır. Bir kimse, din hususun­da başkasına bir şey sorarsa, o dininde Allah'ın kendisine neler yüklediği­ni ne farz kıldığını bilmeyi murad eder. Eğer o, yer halkının en cahili ise, o yerde, Allah'ın Rasulünün getirmiş olduğu dini en iyi bilenden sorar. O da onun sorusunu cevaplandırıp fetva verirse, Cenab-ı Hak böyle mi bu­yurdu? diye sorar o da: Evet, derse, onu kabul edip ebedi olarak onunla amel eder. Eğer: "Bu benim görüşümdür veya bu kıyastır veyahud: Bu falan ada-mm kavlidir der ve bir sahabi, tabii veya eski ve yeni fukahadan birinin adı­nı söylerse, yahudda sükut eder veya azarlar, ya da: Ben bilmem derse, o zaman, onun sözünü alıp onunla amel etmesi helal olmaz. Fakat başkası­na sorar... Kim ki, avamdan bir kimsenin müftüyü, fetva veren kimseyi tak­lid etmesi gerektiğini iddia ederse, batıl olan şeyi iddia ediyor demektir. Kur'an nassmın, Sünnetin, icmam ve kıyasın getirmediği söz söylemiş olur. Böyle bir söz batıldır, çünkü delilsiz bir sözdür."[2][2]

Görülüyor ki İbn Hazm, taklidi kesinlikle men ediyor. Avam halkın tak­lidini caiz görmüyor, âlimin taklid etmesi öncelikle caiz olmaz. Alimle canil arasında şu kadar bir fark görüyor. Cahil, bilmediği için bir bilene sorar, fet­va verdiklerinde, fetvayı Kitap ve Sünnetten hangi asıldan aldıklarını söy­lemedikçe o, yine kabul etmez. Eğer bunu yapmazlarsa, onların kavlini bı­rakır, başkasına gider, sorar. "Bunu Allah böyle buyurdu veya peygamber böy­le söyledi" diyeni buluncaya kadar böyle yapar. Alime gelince, başka bir bi­lenin yardımına muhtaç olmaksızın Kitap ve Sünnetin hükmünü biliyorsa başka birine sormadan Kitap ve Sünnetin hükümlerini alır. Ancak dininde kalbi mutmain olsun diye başkasına da sorar. Bu konuda şöyle demektedir:

"Sahabiyi, tabiiyi, İmam Malik'i, Ebû Hanife'yi, Şafii'yi, Süfyan Sevri'yi, Evzâiyi, Ahmed b. Hanbel'i, Davud Zahiri'yi (Allah cümlesinden razı olsun) taklid eden kimse, bilsin ki bunlar, dünya ve ahirette, mahşerde, hesap gü­nünde o kimseden teberri eder, uzak dururlar. Yarab, Sen biliyorsun ki, biz bir şeyde ancak Sen'in kelamın ve kendisine selat ve selam ettiğin Peygam­berinin sözüyle hüküm vermekteyiz, hükmünde ayrılığa düştüklerimizi böy­le çözmekteyiz. Biz Sen'in hükümlerine karşı içimizde hiç bir darlık duy­dayız. Bu tarzda yeryüzündekilerin hepsini kızdırsak, onlardan ayrılsak, taraftarlarca az da kalsak, bizimle savaşsalar da aldırmayız. Biz bu yola canla başla giren müslümanlarız, bu uğurda hiç tereddütsüz koşarız, hiç aksaklık göstermeyiz. Bunda bize muhalif olanların karşısındayız. Kanı­mız odur ki, onlar Sen'in nezdinde hata üzeredirler, biz ise doğru yoldayız. Yarab, bizi bu uğurda sebatlı kıl, bizi bundan ayırma. Allah'ım evladları-Hiızı ve müslüman kardeşlerimizi de bu yola ilet. Ta ki, buna sarılmış ol­duğumuz bir halde toptan ahirete göçelim. Amin. Ya Erhamerrahimin."[3][3] böylece görüyoruz ki, bu değerli imam, fukahaya ve avam halka karşı hak sedasıyla haykırarak dinde kimseyi taklid etmemelerini, Kur'an nass-lanna ve hadisi şeriflere dayanmayan bir sözü asla kabul etmemelerini söy­lüyor., Âlimler hükmü kaynağından, yani Kitap ve Sünnetten alacaklar, avam halkı âlimlere sorup öğrenecekler. Böylece onlar da mümkün merte­be istenildiği şekilde İslâm asıllarına uymuş olacaklardır.

218- Akaid Hususunda da Haber-i Vahidi Delil Alır:

İbn Hazm, hem fer'i meselelerde, hem asli meselelerde nasların zahiri­ni alır. Yukarıda geçtiği üzere akaid meselelerinde nasîarı te'vil etmeksi­zin, zahiri üzere alır. Amel meselelerinde olduğu gibi, akaid meselelerin­de de hadisi şerifleri delil tutar. Ona göre bunda haberi vahid olan hadis­ler, mütevatir hadislerle birdir. O, akaid meselelerinde haberi vahid hadis­leri almakla, ulemanın büyük bir kısmına muhalefet etmiştir, Zira onlara göre, haberi vahid yani yalan üzere birleşmeleri kabil olmayan bir cema­atın Peygamber'e ulaşıncaya kadar sağlam bir senedle rivayet edilmeyen hadis, akaidde delil olmaz. İnanç meselelerinde ancak mütevatir hadisle, yani bir cemaatın diğer bir cemaattan sağlam bir senetle rivayet ettikleri hadisle sabit olur. İbn Hazm, haber-i vahidi kabul etmekle bu ulemaya mu­halefet etmektedir. O şöyle der:

"Ebu Süleyman Davud Hüseyin b. Ali Kerabisi, Haris Muhasibi demiş­lerdir ki, senedi Peygamber'e varıncaya kadar adil kimsenin adil kimseden rivayet ettiği haber-i vahid ilim ve ameli icab eder. Biz de böyle diyoruz. Bu söz, İmam Malik'den de nakil olunur. Hanefüer, Şafiîler, Malikilerin çoğu, Mutezile ve Haricilerin hepsi haber-i vahid ilmi icab etmez, derler. Bu şu demektir: "Onların hepsine göre hadisin yalan olması veya zan ifade etme­si mümkündür, bundan hepsi birleşmişlerdir."[4][4]

İbn Hzm, haber-i vahid hadisleri ilim, yani itikad hususunda delil aldı­ğından, mütevatirle değil de böyle haber-i vahidle sabit olan gayb işlerine ait bir çok şeylere iman etmenin vacip olduğunu söyler ki, kabir azabı, kı­yamete yakın Hz. İsa'nın yere inmesi ve Deccal'm çıkması ve sıfatları, sırat köprüsü, havz-ı kevser, kıyamet günü şefaat ve tafsilatı, Hz. Peygamber'in ümmetinden büyük günah işlemiş olanlara şefaat etmesi vs. bunlar sahih hadis kitaplarında haber-i vahid yoluyla rivayet olunmuştur.[5][5]

218- Haber-i Vahidi Akaidde Delil Almada İmamlarına Muhalefeti:

Adil ve mevsuk raviler yoluyla rivayet olunup tevatür derecesine var­mayan haber-i vahid hadisler hakkında, İbn Hazm'm görüşü böyledir. Bu suretle o, haber-i vahid itikadı icab etmez, ancak ameli icab eder diyen dört mezheb imamlarına tabii olan cumhur ulemaya muhaliftir. O, amel ile iti­kadı ayrı tutmalarını kınar, onlarca itikadı icab etmediği halde, haber-i vahidi amelde delil tutup onunla cana kıymaya, haram olan ferci helal say­maya hüküm vermelerini şiddetle reddeder.

Bunda esas olan şudur: îbn Hazm'agöre, dinde mevsuk kimsenin haber-i vahidinde yalan ihtimali yoktur. O şöyle demektedir: "Yakinen sabittir ki, Hz. Peygamber'e kadar adil kimselerin senediyle rivayet olunan haber-i va­hid kesin olup birlikte ilim ve ameli icab eder."[6][6]

Hatta o, adil kimselerin haber-i vahidini değerlendirmede aşırı gidip ma­dem ki adildirler; o halde yalandan masumdurlar, diye kalemi ile yaz­maktadır. Muhaliflerin sözlerini şöyle tartışır:

"Onlar bize: Buna göre Hz. Peygamberin dediği dini haberleri nakil edenler, nakillerinde masumdurlar.^ Onlardan her biri naklinde yalan kas­tetmekten uzaktırlar, dememiz gerekir, diyecek olurlarsa, onlara şöyie cevap veririz: Evet, biz öyle diyoruz ve bunu kesinlikle söylüyoruz. Hz. Pey­gamber'in dine dair söylediği haberi, onun yaptığı bir işi rivayet eden her adil ravi, kasten yalan söylemekten masumdur. Allah katında bu kesindir, bunda vehim ve zan olmaz, açık bir beyan varsa o başka."[7][7]

Şüphesiz ki, bunda, haber-i vahid hadis ravilerini taktirde aşırılık var. Fakat, din delillerini nakle, zan ve kasten yalan karıştırmaktan korumak düşüncesi, onu buna itmiştir.

220- Tartışma Hususunda Ulemanın İki Gruba Ayrılması:

İbn Hazm, îslâmî konularda yazarken genellikle cedelci bir metod takip eder, tartışmacıdır. Görüşleri tartışır, karşı tarafın delillerini birer birer ortaya döker, sonra bunları tartışır, batıl olduklarını, kendi görüşlerine gö­re, asıldan uzak bulunduklarını söyleyip çürütür. Arkasından kendi dava--sini isbatlayıp onların iddialarını çürüten delillerini getirir. Bundan son­ra tartışmanın ikinci noktasına gelip hasmın sözlerini, onların kendi söz­leri ile çürütmeye başlar. Böylece delil ve hüccet yolundan sonra, sustur­ma anlatma yolunu tutar, onları sıkıştırıp köşeye tıkar. Ulema eskiden be­ri iki takımdır. Bir kısmı hakkı müdafaa edip korumak için tartışmayı mu­bah sayar. İmam Azam Ebu Hanife ve İmam Şafii'nin bunlardan oldukla­rı anlaşılıyor. Çünkü onlardan öyle münazaralar, tartışmalar nakil olunu­yor ki, onlarla karşılanndakini sustururlarmış.

İkinci bir grup var ki din konusunda tartışmaya müsade etmezler. Zira, tartışma olunca hakikatler gölgelenir, hakka inanç zedelenir, tartışmacılar, ihtilaf edenler arasında gerçek kaybolur gider. Bunlara göre, tartışmada adet üzere çekiştirerek hakikat kopup parçalanır. Yine bunlara göre, birbirinden daha üstün tartışmacı kimseler geldikçe Hz. Muhammed'in dininden bir şey noksanlaşır. Bit grubun başında İmam Malik gelmektedir. İbn Hazm, tartış­maya cevaz veren, hatta onu gerekli gören cedelci gruptandır. Öyleyse onun cedel ve münazara hakkındaki görüşünü ve metodunu anlatalım.

İbn Hazm'a Göre Münazara - Tartışma:

221- Münazaranın Nev'ileri Memduh ve Mezmûm Olanlar:

Bazı ulema, cedel ile münazarayı birbirinden ayırır. Münazara: Hakkı aramak ve onu bulmak için görüş alıp-vermektir. Cedel ise: Mücerred hakkı aramak ve ona delil getirmek değil, belki üstün gelip davayı kazan­mak, haklı çıkmaya çalışmaktır.

Bazı ulemanın tarifi böyle. İbn Hazm ise; cedele dair yazdıklarından an­laşıldığına göre cedel sözünü geniş manada alıyor, hakkı bulmak için gö­rüş alıp vermek manasına olduğu gibi hakkı batıla karıştırmaya çalış­mak, sözü yaldızlamak, anlatmak, hak veya batıl yolu ile susturmak ma-nalarınada kullanıyor. Onun için İbn Hazm, münazarayı iki kışıma ayırır. Biri övülen ve makbul olup onun yapılması kadir olanlara vaciptir. Hak­kı meydana çıkarıp korumak İslâm delillerini müdafaa etmek böyledir. Ce-nab-ı Hak şu âyet-i kerime ile bunu buyurmaktadır: "Kitap ehli ile en gü­zel surette, uygun olanla mücadele edin, ancak onlardan zulüm edip hak­sızlık yapanlar müstesnadır." (el-Ankebut, 29/46)

Cenab-i Hak: "Tartışmada, mücadelede yumuşak davrananı, insafı emr edip zulmü, kaba davranmayı bırakmayı istiyor, ancak aksilik yapan­lar başka."[8][8]

Münazannm ikinci kışımı yerilmiştir, kötüdür. Münazarıcı ilmi ve de­lili olmadığı halde tartışmaya kalkarsa ya da karşısındakinin kuvvetli delili olup, hak sabit olduğu halde inat gösterirse, bu yerilmiştir. Onun için yerilmiş haberin ve münazarayı iki kışıma ayırıp şöyle der:

"Yerilmiş münazara ikidir. Biri ilimsiz münazaradır. İkincisi de hak za­hir ve sabit olduktan sonra, batıla yardım için mugalata yapmaktır. İşte bu gibi yerilmiş tartışmacılar hakkında cenabı hak şöyle buyurur: "Baksana, Allah'ın âyetlerini tartışma yapanlar, hakdan nasıl ayrılıyorlar." "İnsan­lardan öyleleri var ki, Allah hakkında ilimsiz tartışır ve şarlatan şeytana uyarlar" yine buyurur: "Öyle insanlar var ki Allah hakkında ilimsiz, delil­siz ve aydın kitabı olmaksızın mücadele eder." "Allah'ın ayetlerinden ancak inkarcılar mücadele eder. Memleketlerde onların dolaşıp dönmeleri seni al­datmasın. Onlardan Önce Nuh kavmi ve onlardan sonra gelen gruplarda ya­lanladı. Her millet peygamberlerini tutup engellemeye yeltendi. Hakkı gi­dermek için boş şeyler ileri sürerek boyuna tartıştılar, bu yüzden onları ya­kalayıp helak ettim. Benim azabım nasılmış baksınlar."(el-Mümin, 4-5) Gö­rüldüğü üzere haram olan tartışma, batıla yardım için, hakkı iptal için bil­gisizce yapılan tartışmadır. Cenab-ı Hak bunu beyan ediyor.

222- Ona Göre Gerektiğinde Münazara Vacip Olur [9][9]

İbn Hazm'a göre, hakkı bilen alime, münazara yapmak vaciptir, çünkü isbat yollarını bilir, hakkı arayıp bulur, müdafa eder, haktan başka bir şey aramaz. Çünkü münazaranın bu türlüsü Allah'ın delillerini göstermek nev'indendir. peygamberlerin risaletini tebliğ etmek kabilindendir. İyili­ği emir edip kötülükten men etmek sayılır. Onun için Hz. İbrahim azgın Nemrut'la tartıştı, en kuvvetli delil tarzı ile onunla münakaşa yaptı. Hak­ka yardım için anlatarak susturdu. Cenab-ı Hak'km şu ayetlerine bak: "Al­lah kendisine hükümranlık verdi diye, azarak rabbi hakkında ibrahim ile tartışanı görmedin mi"? İbrahim: "Beni rabbim o dur ki yaratır, öldürür" de­di. Nemrutda: "Ben de yaşatır ve öldürürüm" dedi. ibrahim: "Allah, güne­şi doğudan getirmekte sen de onu batıdan getir" deyince o inkarcı şaşırıp kal­dı. Allah, zalim toplumu doğru yola iletmez." (Bakara, 2/258) İbn Hazm, bu­nu bir nevi tartışma sayıyor. Bu delil ve açık hüccete dayanarak hakkı yük­seltmektedir, Allah yolunda cihad gibidir. Çünkü bu sayede, Allah'ın ke­lamı yücelip İslam üstün olup bu konuda Hz. Peyganıber'in şu hadisini nak­leder: "Müşriklerle malınızla, canınızla ve dilinizle cihad edin." Bu hadi­si şerif sahih olan bir hadistir. Bunda cihadın farz olduğu, Allah yolunda sarf etmenin farz olduğu gibi münazara ile de emir vardır.[10][10]

223- Tartışma, Hakkı Korumak İçin Yapılır:

İbn Hazm, yerinde münazaranın vacip olduğunu, ashab-ı kiramın amel­leri ile isbat eder. Muhacirler, Ensar ve diğer sahabe tartışmalar yaptılar, İbn Abbas, Hz. Ali'nin emri ile Haricilerle tartıştı. Hakkı müdafaa için, mü­nazarayı ashabtan inkâr eden hiç olmamıştır, dedikten sonra, şöyle devam ediyor: "Münazarayı münazara ile iptale çalışan, tartışmayı tartışma ile yık­mak isteyenden daha çürük bozguncu olamaz. Çünkü o, bu suretle müna­zarayı bozmak istiyor ve kendisinin batıl üzere olduğunu da ikrar etmiş olu­yor. Çünkü o, çürük delili ile başka delilleri de iptale uğraşıyor. Ancak ca­hil zayıflar, beceriksiz inatçılar, bu yolu tutar. Bizim çağırdığımız müna­zara, hakkı aramak ve ona yardım etmek içindir. Batılı ezip açıkça yok et­mek içindir. Bir kimse hakkı aramayı bırakıp da batılı yıkmayı inkâr ederse; o, sapıtmış olur. Batıl ehlinden olup, batıla saplanıp inatla onu sa­vunan çekişkenlere katılır. Hz. Peygamber (sav), öyleleri hakkında şöyle buyurmuştur: "Allah'ın en çok buğz ettiği kimseler, batıl üzere olan inat­çılardır."[11][11]

224- Çağdaşları Onu Nasıl Tanıyordu1?

İbn Hazin, tartışmacı ve münazaracıları neden bu kadar savunuyor? Ve gerektiğinde dini müdafaa için tartişmayanları, mülhitlerden bile sayıyor. Çünkü böyle yapmamak, batılın yayılmasına meydan açar. Bana göre, onun tartışmayı bu derece savunması, onun ihmal edilmemesi gereken bir vacip sayması, bir de şundan ileri gelmektedir: Çünkü o kendisi seçkin, baş­ta gelen bir münazaracıydı. Onun çağdaşı olan Maîikiler, onunla tartışma­ya girmekten kaçınırlar. O cedelci bir kimsedir. O münazaradaki kuvveti sayesinde üstün geliyor, yoksa haklı olduğundan değil derlerdi. Sonrala­rı hicret yurdu imamı, Malik'in dediğine uyarak münazara ve cedele kar­şı çıktılar.

İmam Malik şöyle dermiş: Münazaracı bir kimseden daha çetin bir mü-nazaracı gelince, Cebrail'in Hz. Muhammed'e indirdiğinden bir şey noksan-laşır."

Onun kitaplarının hepsi, onun yaman bir münazaracı olduğunu göste­rir. Çağdaşı ulema da onu böyle tanırlardı, ulema ile tartışmaya başlama­dan Önceleri bile, böyle bilinirdi. Tavku'lHamame kitabında Kayravan'da bulunduğu sırada, oranın uleması ile münakaşalar yaptığını kaydeder. Ken­disine cedelci dediklerini söyler. Her konuda kültürlü ve birazda sözünü esir­gemeyen bir adam Ebu Abdullah Muhammed b. Küleyb ona şöyle demiştir: "Sen cedelci bir adamsın. Dostlukta cedel olmaz."

Ulema, ona karşı hücuma geçmezden önce dahi onu böyle tanırlardı, son­raları araları açılıp ona amansız bir savaş başlatınca, onu küçük saydılar, İbn Hazm, onlara münazaranın gerekli ve faydalı olduğunu, dindar bir kim­senin bundan kaçamayacağını bunun Hz. Peygamber'in risaletini tebliğ et­mek sayıldığını anlatarak onların sözlerini reddetti. Yukarıda da geçtiği üze­re, ona göre: Münazara İslâm'ı müdafaa ve onu korumak için gereklidir. Evet, İbn Hazm cedelci, münazaracı bir adamdı. Onun münazaralarda kendine Özgü bir metodu vardır. Öyleyse onun münazaralarından ve bu me­todundan bahsetmek gerekir. Şimdi onu inceleyelim.

Münazaradaki Tutumu:

225- Birinci Vasfı İhlasıdır:

Onun münazaradaki metodunun birinci vasfı; umumiyetle hakkı arama­daki ihlasıdır. O, sadece üstün gelmek peşinde değildir, diliyle ve kalemiy­le galip gelip meclislerde hakim olup başa geçmek davasında da değildir. Bizzat hak için hakkı arar. Allah'ın dininde hak sözün hakim olmasını is­ter. Kendisi bunu açıkça tasrih eder. Muhalifinin söylediklerinin doğru ol­duğu meydana çıkarsa, kendi dediğinden vazgeçmeye hazır olduğunu söy1er. Çünkü, hakkı arayan kimsenin hakkı görmesine taassup mani olma-ahdır. Faydalı münazaraya dair âyetleri zikrettikten sonra şöyle demek­tedir:

"Bu âyet-i kerimelerde, cenab-ı Hak bize münazarada adalet Ölçüsü olan insan öğretiyor ki, o da şudur: Bir kimse açık bir delil getirse onu ka­bul edip onun sözüne dönmek gerekir. Yüce Rabbimizin emrine uyarak biz de böye diyoruz. Mezhebimizin sahih olduğundan şüpheye düşersek veya korkarak değil, buna aykırı bir delil kimse getirmeyeceğine güvenerek bunu yapıyoruz. Çünkü, Allah'a hamd olsun, biz ihlas ehliyiz. Ömür boyun­ca sahih delilleri araştırmışı zdır. Delillerin medlulünden önce delillere bağ­lanırız, Allah'a şükürler olsun. Bizi gönlümüzün yattığına muvaffak kıldı. Cehalet ve taklid ehlini kendi şüpheleri ile başbaşa bıraktık. Tereddütle­rinde devam etsinler. Şimdiye kadar bizce sahih olmayanlar için bunu de­riz. Ciddi ve kararlı olarak deriz ki; eğer en doğru olanı bulursak ona ta­bi oluruz. Bulunduğumuz hali tereddütsüz terkederiz."[12][12]

226- Fikrine Taassubla Bağlanması, İhlasını Gölgeledi:

İbn Hazm'ın bu sözleri, onun münazaradaki ihlasını ve hakkı hak için aradığını göstermektedir, o, galip gelmek için değil, hakka yardım etmek istiyor. Karşısındakinin sözünün batıla karışmamış hak olduğunu görün­ce kendi sözünü bırakıp onun sözünü almaya hazır olduğunu da söylüyor. Bu onun münazaradaki ihlasını gösterir. Şu da var ki, naklettiğimiz bu sö­zü, onun ihlasını gösterdiği gibi, kalbinin başkasının sözünü kolay kolay kabule hazır olmadığını da göstermektedir. Her ne kadar buna hazır oldu­ğunu söylüyorsa da sözünden onun fikir değiştirmesinin güç bir şey oldu­ğu anlaşılıyor.

Birinci Husus: Kendi görüşünün doğruluğunda hiç şüphe etmiyor, kar­şısındakinin elinde sağlam delili bulunduğuna inanmıyor. Münazaraya baş­kasının delili olmadığını inanarak başlıyor. Önceden böyle bir hüküm olunca; başkasının sözünü kabul etmek elbette güçleşir. Çünkü başkasının sözünü kabul edebilmek için kalbinde onun kabulü için bir yer bulunma­lıdır. O ise, mezhebinin sahih olduğuna önceden kesin hüküm vermekle kal­binin bütün kapılarını kapamıştı. Muhaliflerinin elinde hiçbir delil olma­dığını söylüyor. Muhaliflerinin görüşlerini kalbine ulaşabilmesi için iki en­geli aşmaları gerekir; birincisi karşısındakilerin sözleri batıl, onların delilleri yok ,diğeri de; onun sözü haktır, buna şüpheye yer yoktur.

Şüphesiz ki bu, İbn Hazm'ın münazarasında bir kusurdur, ihlas bunu ağışlatmaz. Hatta, kendi fikrine ve mezhebine taassub derecesinde şiddetle bağlılığı onun ihlasma uymaz bir noksanlıktır. Zira bir şeye şiddetle bağlanıp taassup göstermek, hakka ulaşma yollarını kapar. Bu da hiç-şüphesiz, ihlası zayıflatır. Çünkü İhlasın sırf hak için olmasını değiştirir bu defa ihlas kendi düşüncesine göre olan hak için olmuş olur. Şunu da be­lirtelim ki, İbn Hazm ile münazaraları ile meşhur olan fukaha şeyhi "fakih-ler üstadı Ebu Hanife" arasında esaslı bir fark bulunmaktadır: Ebu Hani-feye görüşleri sorulunca verdiği cevaba bak: Birisi ona:

- "Senin bulduğun bu görüş hiç şüphe götermiz bir hak mıdır?" dedi. Hak­kıyla fukahanm şeyhi olan o koca imam şöyle dedi:

- "Bilemem, belki de şüphe götürmez bir batıl olabilir!"

Bütün mezheblerin fukahası şunu söylemişlerdir: Kendi mezhebleri doğrudur, hataya da ihtimal vardır. Diğerlerinin mezhebleri hatalıdır, fa­kat doğru olma ihtimalleri de vardır, onlar taassub göstermeksizin hem ken­di görüşlerinde ve hem muhaliflerinde ihtimale yer veriyorlar. İbn Hazm ise, kendi sözünden hata ihtimaline yer vermiyor, muhaliflerinin sözlerin­de de doğru olma ihtimalini kabul etmiyor. Bu, kötü bir taassubtur. Ken­dine bütün kapıları kapıyor, kendini yenilemiyor, şüphesiz bu hakkı ara­maktaki ihlasım bulandırır.

İkinci Husus: İbn Hazm, seçtiği görüşünü kolay kolay değiştirmez. O, şu inanca saplanmıştır: Zahiriye Mezhebindekiler araştırma ehlidirler, haki­kati ararlar, onlar doğru deliller peşinde bir Ömür harcarlar. Onlar, med­lullerden önce delillere bağlıdırlar, yani onlar, bir şey hakkında hüküm ver­meden önce hak kaynağı olan delillere bakarlar. Onlar, delile tabidirler. On­lar, delile müracaat etmeden bir şey hakkında görüş beyan etmezler.

Zahiriyenin işte bu inançları, İbn Hazm'ı başkalarına yukarıdan bakma­ya şevketti. O, kendi görüşlerini büyük gördü, başkalarının görüşlerine ay­nı açıdan bakmadı. İnsanın başkalarının görüşlerini kolayca kabul edebil­mesi için karşısındakinin de kendisine eşit, düşünen birini farzetmesi ge­rekir, karşısındakinin noksan, kendisinin kemal sahibi biri olduğunu dü­şünürse muhaliflerinin görüşlerinin onun kalbine girmesi hiç de kolay ol­maz. Görüşler de şahıslar gibidir. Aşağıdan yukarı yükselmesi zordur, çukurdan tepeye çıkmak güçtür. Yükseğe çıkmak zor, fakat yüksekten aşağı yuvarlanmak çok kolaydır.

227- Münazaralardaki Kusurları:

Bütün bunlardan vardığımız netice şudur: İbn Hazm, Allah ondan ra­zı olsun, din hususunda hakkı aramakta mutlak suretle ihlas sahibidir. Ken­di görüşüne şiddet derecesinde bir taassubla bağlanmakla beraber, müna­zarada ihlas üzere bulunurdu, başkalarının görüşlerini kolay kolay kabul etmezdi. Bu nedenle diyoruz ki, o, münazara ve münakaşalarında mesele­ye, mevzua göre bakmazdı. Fikirleri ortaya atıp karşısındakiyle tartışarak hakkı bulmak konu din meselesi olduğundan önyargılardan sıyrılarak, ırf hakkı araştırmak yerine o, meseleye kendi yönünden bakardı. İncele-vici bir araştırmacı gibi değil, taraf tutan bir münazaracı gözüyle bakar­dı Şübhesiz ki bu onun münazaradaki bir kusurudur. Belki de bu yüzden, ulemanın nefretini üzerine çekti, başkaca onun görüşleri de muhaliflerinin alışık oldukları görüşlerine uymuyordu, onlara daima hücum ediyordu. Ay­rıca işaret ettiğimiz gibi, kendini onların üstünde görmekten de çekinmi­yordu. Bu yüzden olan oldu. Çağdaşlarının bir çokiarıyla arasında şiddet­li bir nefret uyandı.

228- Gayri Müslimlerle Münazarasında Tamamen Haklıdır:

Yukarıda açıkladığımız birbirinden ayrılmaz bu iki vasıf, İbn Hazm’ın münazaralarında hakimdir. Münakaşanın sebebi ve münakaşada eş düşün­ce havası böyle olunca onun münazaradan gayesi, her ne kadar ihlas sahi­bi olsa da, kendi görüşlerini savunup yaymak oluyordu. O, görüşünün şüphe götürmez hak olduğu inancındaydı. Münazaraya daima kendi görü­şü açısından bakar, bulduğu delilerden başkaca münazarası ile onları te­yide çalışırdı. Biz, bunun onun münazarada bir kusuru olduğunu söylüyor­sak, bunu çağındaki İslâm ulemasıyla yaptığı münazaralarda ve bir de fu­kaha ile yaptığı münakaşalarda bir kusur sayıyoruz. Gayr-ı müslimlerden olan muhalifleri ile yaptığı münakaşa ve münazaralarında, hiç şüphe yok-ki, bizce bunlar bir noksan değil bir kemâldir, münazaranın ayıbı değil, se­lametidir. Çünkü onlara karşı, İslâm'ı müdafaa ediyor, İslâm, zaten hak­tır, hak meydanda iken ona dil uzatana karşı elbette böyle davranacaktır. Diğer din erbabı veya sapık zındıklar İslâm'a hücum edince; îbn Hazm, İs­lâm'ı bu yolda savunurken biz, hakkın kimin tarafında bulunduğu belli ol­madığım farzederek onun münazara adabına uymadığını mı söyleyelim. Çünkü onlar, İslâm hakikatlerini bozuyorlar, İslâm inancını zedeliyor­lar, müslümanlar arasına bozuk fikirler saçıyorlar. Onlar İslâm'a saygı gös­terip şeref tanımıyorlar, onların saldırılarını durdurup planlarını yıkmak övgüye değer bir iştir. Meydanda olan İslâm hakikatinden yana olup, onu tutmak dinen vacip bir iştir. Sadık iman bunu gerektirir, o, bunu yapıyor.

229- Filozoflarla, Yahudilerle, Hristiyanlarla Münakaşaları:

ibn Hazm'ın gayr-ı müslimlerle münakaşası, onların hücumuna karşı islâm'ı müdafaa tarzı, münakaşanın şekli bakımından değilse de delil ge­tirme bakımından İslâm uleması ile olan münakaşa yolundan bambaşka-dır, ifade bakımından münakaşalar takriben birdir.

Filozoflarla olan münakaşalarında, mücerred akla dayanırdı. Filozofla-nn "alem, illetin malulden sadır olması gibi Allah'dan sadır olmuştur" sözlerini iptal ederken aklî bedihiyata dayanır. Sağlam mantık Öncülleriyle onları reddeder. Yahudilerle ve hristiyanlarla yaptığı münakaşalarda da akli bedihiyata dayandığı gibi, onlarca muhterem tanınan bazı naslarla, on­ları ilzam edip sustururdu. Onların bazı inançlarının çürük olduğunu ak­lî delilerle isbat ederdi. Bunları yaparken o, sadece İslâm'ı savunmakla kal­maz bazan hücuma da geçerdi. Tevratın metinlerini, onların kaynağını ve esasını bilen bir âlim gibi tahlil eder, onun haberlerini durumlarını ince­den inceye açıklardı.

Örneğin, Yahudilerin neshi kabul etmelerini, Tevratlarmda Allah hak­kında bedayi yani Allah'ın ilmine göre iradesini de değiştirmesini de kabul etmelerini çürütür. Tevratın bu sözlerini eleştirir: Allah Teala Musa'ya de­di ki: "Bu ümmeti-helak edeceğim, seni başka büyük bir millete göndere­ceğim, Musa, bunu yapmaması için Allah'a çok yalvardı, O da duasını ka­bul edip onlara dokunmadı."[13][13] Bu nakilden sonra diyor ki: Bu aynıyla bir bedadır, yani Allah helak etme iradesini değiştirmiştir, bu Allah'a yalan ve iftiradır.

Bunlar, onlarla münakaşalarında küçük bir örnektir. Filozoflarla, ya-hudi ve hristiyanlarla olan münakaşalarını bilmek isteyenler onun el-Fasl kitabının I. ve II. ciltlerine baksınlar. Onlar, bunlarla doludur, bun­lar İbn Hazm'ın milletler, dinler ve onlara dair haberler hakkındaki derin bilgisinin bir ayinesidir.

230- Müslüman Fırkalarıyla ve Taklitçilerle Tartışmaları:

Gayr-i müslimlerle yaptığı münakaşalara kısaca işaret ettik. Müslüman ulemasıyla, yani mezheb sahibleriyle, fırkalarla, taklitçilerle olan müna­kaşalarına gelince; bunların iki metodu vardır. Çünkü bunlar, bir birinden farklı iki nev'idir. Eş'ariler, Mutezile gibi kelam fırkalarıyla Şia ve Hari­ciler ile bir grup olup onlarla münakaşa usul başka, fukaha ve hadis ule­masının kavillerini münakaşa usûlü başka.

Başta Mutezile olmak üzere muhtelif fırkalarla münakaşa yaparken, ba­kıyoruz ki, çoğunlukla akla dayanıyor. Çünkü onlar, aklî meseleleri kur­calıyorlar. Mesela; Allah'ın iradesi ve kudreti yanında insanın iradesi ne­dir? Allah Teala'nın sıfatları Allah'ın aynı gayrisi midir? Bu gibi mesele­leri aklî delillere dayanarak bedihi bir asla dayandırmak ister. Muhalifi­nin İslâmî olmayan sözlerini reddeder. O, bunu yaparken âdeti üzere sert ve şiddetli davranır.

Örneğin: Allah ilmi ile bilinen, kudreti ile kadirdir, diyen kimsenin bu sözünü şiddetle inkar edip reddeder. Bu söz Eş'ariîerindir. Bunu reddeder­ken şöyle demektedi: "Bu söz öyle bir söz ki, onu red için fazla söze gerekyok. Bu mücerred şirktir; tevhidi bozan bir şeydir. Çünkü bunun gereği, Al­lah ile beraber başka bir şey var oluyor. (Yani ilmi, bulunuyor demektir). Allah'ın bir tek olduğu batıl olmuş oluyor. Hatta bu, onun şeriki oluyor. Bu ise mücerred küfürdür ve mahza hristiy anlıktır. Bundan başka bu belirsiz bir davadır. Hicri 300 yılında ortaya çıkan bu fırkadan önce ehl-i İslâm'dan böyle bir şey, hiçbir kimse asla söylememiştir.[14][14] Bu, icmadan ayrılmaktır. Onlardan bazısına dedim ki, "siz madem ki, Allah ile beraber başka bir şe­yin varlığını söylüyorsunuz öyleyse, hri tiyanların "Allah, üçün üçüncüsüdür" demelerini neden inkâr ediyorsunuz?"[15][15]

İşte onlarla aklî tarzda böyle münakaşa ediyor ve davasını müslüman-lar arasında ittifak edilmiş olan vahdaniyete, Allah'ın birliğine götürüyor. Fakat çok sert davranıyor, Eş'arinin: Allah'ın ilmi zatının gayrıdır, sözle­rini bir nev'i şirk sanıyor, bunu hristiyanların üç tanrı inancına benzetiyor ki, bu düpedüz mugalatadır ve bunu tüm münakaşalarında görmekteyiz.

231- Fukaha ve Hadis Uleması İle Münakaşadaki Metodu:

Bunlarla, kelam fırkalarıyla yaptığı münakaşaların bazısına işaret et­miş oluyoruz. Fukaha ve hadis alimler ile olan münakaşaları, başka tür­lüdür. Onlarda aklın payı sınırlıdır, akla fazla yer yoktur. Onların görüş­lerini münakaşa edeken mücerred akla itimad etmez, belki naslara, asa­ra ve fukahanm hüküm almaktaki kurallarına dayanır. Bakıyorsun bu in­celemelerinde ve muhtelif kavilleri münakaşasında o, Kur'an âyetlerinden, hadisi şeriflerden takım takım deliller getiriyor, İslam düşüncesini sergi­liyor. O, bu hususta muhaliflerinin kavillerini münakaşaya şöyle başlar: Önce ihtilaf mevzuunu açık surette, serbestçe ortaya atar, çekişme yerini dikkatle arzeder, şüphe doğuracak kapalı hiçbir nokta kalmaz. Sanki bu noktada Sokrat'm görüşünü alıyor: Niza yerini tesbit etmek, ihtilafı çözer, ihtilaflar ne kadar büyük de olsa!..

ihtilaf mahalli tesbit olunduktan sonra, muhalif delili açıkça getirir, ba­zen onu etrafı ile açar, bazen de kısaca anlatır, tafsilata girmez fakat icma-len söylese de, tafsilatla da anlatsa, söylenmesi gereken hiçbir delili bırak­maz. Bunları ortaya döktükten sonra, bu muhalif delilleri birer birer çürüt­meye başlar ve bunu çok defalar sert bir dille yapar. Onları çürüttükten son­ra bu konuda kendi delillerini getirmeye başlar. Çok az hallerde isbat delil­lerini iptalden önce getirir. Muhaliflerinin sözlerinden önce kendi delilini söy­ler. Muhaliflerin sözlerini iptal ederken, kendince sabit dini usûl ve kaide­lere dayanarak icabı red yolunu tutar, ilzam yoluna kadar gider. Muhalifinin sözleri, muhalifin başka bir yerde söylemiş olduğu kendi sözlerine nak­zederek reddeder, bütün bunları kendi inanç ve zanni dairesinde yapar.

İbn Hazm, muhalifinin sözlerini münakaşa ederken çok defalar bundan başka bir yol tuttuğu da olur. Karşısındakinin delillerini darmadağın edip saçar. Onları toplamaz da, hemen redde başlar, bir delil getirir, onu çürü­tür. Sonra ikinci bir delil getirir, böyle devam eder. En sonunda kendi de­lilini söyler. Sedd-i Zerayi kabilinden harama benzeyen birşeyin haram ol­ması gerektiğini söyleyenlerin sözlerini bu tarzda münakaşa ettiği gibi.[16][16]

Şüphesiz ki birinci yol en doğrudur. Muhalifin belli başlı bir delili oldu­ğu zaman ikinci yolu tutar. Diğer deliller red ve yardımcı olurlar. Üzerin­de hüküm kurulan ana delil değil.

232- Reyle Hüküm Hakkında Çetin Bir Münakaşa:

Diğerlerine örnek olmak üzere bir münakaşasını anlatalım: Seçtiği­miz konu da Zahiriyeci İbn Hazm'a uygun bir konudur ki, o da rey ile hü­küm verme meselesidir. İbn Hazm, buna karşıdır. Cumhur ulema bunu ka­bul eder. îbn Hazm konuya şöyle girer: Önce reyi alanların delillerini ge­tirir ve şöyle der: Rey ile hüküm verenler, kendi görüşlerinin doğruluğu­na Cenab-ı Hakkın şu âyet-i kerimelerini gösterirler: "Onlarla iş hususun­da müşavere et. Karar verip azmettikten sonra Allah'a tevekkül et." (Ali İm-ran, 3/159) "Onların işi, aralarında şura yoluyladır." (eş-Şura, 42/38) Ha­disi şeriflerden de Ezan'ın belli olmadan önce, Hz Peygamberin namaz va­kitlerini tayin için ashabı ile müşavere etmesini delil tutarlar. Müslü­manlardan bazıları ateş yakmayı, bazıları çan çalmayı önermişlerdir. Hu-deybiye'de savaş yapıp yapmama hususunda Hz. Peygamber'in ashabı ile müşavere yaptığına dair Zühri'nin rivayet ettiği hadisi delil getirirler. Ebu Hureyre (ra) şöyle der. "Hz. Peygamber'in ashabı ile yaptığı müşave­reden daha çok müşavere yapan kimse asla görmüş değilim." Abdurrahman b. Hüseyin'den de şu hadis-i şerif rivayet olunur, der ki:

- "Hz. Peygamber'e üstün akıllılık nedir?" diye soruldu. O da şöyle bu­yurdular.

- "Görüş sahibi bir adamla istişare yaparsın. Sonra onun emrettiği üze­re hareket edersin." Abdullah b. Amr b. As'm babasından rivayet ettiği ha­dis de delildir; o der ki: "İki hasım kişi muhakeme için Hz. Peygambere gel­diler. Peygamberimiz bana;

- «Ya Amr şu ikisinin arasında sen hüküm ver,» buyurdu. Ben de:

- «Ya Rasulullah, bu işe sen benden daha layıksın» dedim.

- «Öyle de olsa sen hüküm ver» buyurunca,

- «Neye göre hüküm vereyim» dedim.

«Sen hüküm ver, eğer hükümde isabet edersen sana on sevap var. Eğer içtihad eder hata edersen sana bir sevap var,» buyurdular." Muaz (ra) hazretlerinin arkadaşlarından Hums halkının red ettikleri şu hadisi şerif­te delildir. Hz. Peygamber (sav) Muaz'ı Yemen'e gönderirken ona sordu:

- "Sana bir hüküm arzolunduğu zaman ne ile hüküm edersin?"

- "Allah Teala'nm Kitabıyla hüküm ederim," dedi.

- "Allah'ın Kitabında bulamazsan neyle?" dedi,

- "Rasulünün Sünneti ile" dedi.

- "Rasulünün sünnetinde de bulamazsan" deyince:

- "Reyle içtihad ederim," dedi. Bunu Hz. Peygamber beğendi ve göğsü­ne vurarak:

- "Rasulullah'm elçisini Rasulullah'ın hoşuna şnden bir şeye muvaffak kılan Allah'a hamd ve sena olsun," buyurdu. Hz. Ali b. Talib'den (Allah on­dan razı olsun) şu rivayet olunmuştur: Dedim ki

- "Ya Rasulullah, hakkında Kur'an nazil olmamış bazı işler başımıza ge­liyor. Senin de bu hususta bir Sünnetin, hükmün yok ne yapalım?" Buyur­dular ki;

- "Müminlerden âlimleri veya abidleri toplayın, aranızda onu müşave­re edin. Sakın bir kişinin görüşü ile hüküm vermeyin."[17][17]

Ebu Muhammed İbn Hazm, rey ile hüküm vermeyi caiz gören rey fuka-hasmın delillerini böylece sıralıyor. Bundan sonra onların görüşlerim be­yan için getirdiği bunları ve uzun süreceğinden burada zikredemeyeceğiz, îbn Hazm, diğer delilleri birer birer nakzedip çürütüyor:

"İşte bütün saydıkları bunlar. Bunlardan başka bir şeyleri var mı bil­miyoruz? Halbuki bunlar da onlara delil olacak bir şey yok" diyor ve delil­leri bir bir reddediyor. Bunları delil kabul etmelerini red ediyor. "îşi onlar­la müşavere et" (Âli İmran, 3/159) "Onların işleri aralarında istişare yoluy­ladır" (eş-Şuara, 42/38) bu âyetler delil olamazmış, keza müşavereye da­ir hadisler de böyleymiş. Şöyle diyor: "Âyetin mevzuu din işleri değildir, bu dünya işleri hakkındadır. Namaz ve hükümleri, zekat ve meseleleri, fera-iz ve hisse sahipleri bunlar şûra ile bilinen şeyler değildir. Bir müslüma-rtın kalbine bu delil nasıl gelir, Allah Teala'nm şu âyeti varken bunu na­sıl yaparız? "Bilmiş olun ki aranızda Allah'ın peygamberi bulunuyor. Şa­yet birçok işlerde size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz." (Hucurat, 49/7) aklı ba­şında olan bir kimsenin kafası, Peygamber'in ashabına itaat etmesi gerek­tiğini nasıl düşünebilir? Bu mahza küfürdür... Sonra bu sözde ahmaklık her yönden meydandadır. Allah aşkına söyleyin. Ashab ile müşavere yaparda bir din işinde onunla ihtilafa düşerlerse, sonra ne olur?..." Rey meselesini reddetmeyi şu sözlerle bitiriyor:

"Açıkça görülüyor ki, ashabıyle müşavere emri, sadece diledikleri gibi tasarruf etmek, mubah kılman işlerdedir, her şeyde değil. Mesela filan ka­bileye vali kimi göndermeli, kabilelerle hangi yolda savaş yapmak daha kes­tirme ve kolay olur gibi şeylerdir."

Müşavereye dair delil olarak getirdikleri bütün hadisleri de aynı şekil­de reddeder. Bazısının muttasıl senetle rivayet olunduğunu, diğer hadis­lerin çoğunun senedinde, ona göre, zaaf bulunduğunu söyler. Bu konuda en kuvvetli delil olan Muaz Hadisi'ne gelince şöyle der:

"Muaz Hadisi'ne gelince; o hadis bu konuda delil olamaz, zira o sakıt bir hadistir, düşmüştür. Çünkü sadece Haris b. Amr yoluyla rivayet olun­muştur, o ise meçhul bir kişidir, kimse onun kim olduğunu bilmiyor. Kim olduğu, tanınmayan adamlardan biri. Sonra bu sahabe devrinde asla ma'ruf olmayan bir söz, sahabeden kimsede onu zikretmemiş. Tabiin çağın­da, hiç bilinmiyor. Nihayet yalnızca Abu Avn onu bilinmeyen bir kimseden alıp rivayet etmiş. Rey taraftarları onu şaibe içinde bulunca, onu kapıştı­lar. Onu dünyanın her yanına yayıp uçurdular. Halbuki onun aslı yok."

İbn Hazm, yalnız bu redle yetinmiyor, onun sahih olduğunu da farzede-, rek: "Kendi reyimle içtihad ederim" sözünü tevil ederek bunun manası; "hak­kı Kur'an'da ve Sünnette buluncaya kadar çalışırım, kuvvetimi kullanı­rım," demektir diyor. Bu tevil çok su götürür. Yerinde açıklayacağız. O, bu redle de yetinmiyor, ilzam yolunu da tutuyor ve şöyle devam ediyor: "Reyi ka­bul edenler de bu hadisi almazlar. Çünkü bu hadise göre, Allah'ın kitabın­dan nassı varken sünneti almamak gerekiyor; halbuki rey yanlıları sahih ha­disle, bazen Kur'an'm nassını bırakırlar, yahud Kur'an'ın umumunu Sünnet­le sınırlandırırlar."[18][18] Bu suretle onları ilzam edip köşeye sıkıştırıyor.

233- Hasmın Delilini Nakzdan Sonra Kendi Delillerini Söyler:

Görüldüğü üzere, kendi görüşüne göre, muhalifin delillerini bozup ilzam yoluna da girdikten sonra, kendi görüşünü delillerle isbata başlıyor. Reyi kö-tüleyen bir çok hadisler sıralıyor. Şöyle ki: "Her kim Kur'an hakkında ken­di reyiyle bir şey söylerse, Cehennemdeki yerine hazır olsun" hadis-i şe­rifini, sonra sahabeden reyi zem eden sözler naklediyor, rey ile din olmaz, di­yor. Ashab-i Kiram'dan bir çok nakiller yaptıktan sonra şunu söylüyor: "Biz bunları delil olsun diye getirmiyoruz, çünkü Hz. Peygamber (sas)in sözünden veya icmadan başkası delil olamaz. Onlar bizi sahabe sözleriyle ilzam etmek istediklerinden, biz de bunlarla onları ilzam etmek için söylüyoruz. Bunlar onları ilzame yeter, çünkü onlar bu tür sözleri delil alıyorlar. Çünkü bir şe­yi bir yerde delil alan onu her yerde delil olarak kabul etmek zorundadır. Öy­le yapmazsa tenakuza düşer, dinde, delilsiz zorbalık yapıyor demektir."[19][19]

Burda onun delillerini daha uzun beyan etmek istemiyoruz. Zira ince­lemelerimizde inşallah onların da yeri gelecektir.

234- Münakaşanın Değerini Zedeleyen Kaba Kelimeler Olmasa:

İşte bunlar, İbn Hazm'ın muhalifleriyle olan tartışmalarına buğz örnek­leri olup, bunlar, genellikle, çağındaki ulema ile aralarında kavganın şid­detlenmesinden sonra olanlardır. Bakıyoruz ki, muhaliflerinin görüşleri­ni münakaşa ederken çok sert ibareler kullanıyor: Delilin, ahmak, buda­la, cahil sefih gibi bayağı kelimeler bunlardandır. Bu ağır ve katı kelime­leri muhaliflerine yağdırmaktan çekinmiyor. İbn Hibban'm dediği gibi, on­ları muhaliflerine koca taş gibi çarpıyor, onun getirdiği deliller kuvvet ba­kımından bir değer taşısa da, ifadesinde bu gibi kaba sözlerin bulunması, şüphesiz ki o değeri zedeler, azaltır. Biz, o kanıdayız ki eğer kitapları bunlardan hali olsaydı, şüphesiz ki daha çok takdire lâyık olurdu.

Buraya kadar onun münazaraları, münakaşa şekilleri hakkında ko­nuştuk, şimdi de onun üslubundan bahsetmek gerekli, sıra ona geldi.

İbn Hazm'ın Üslubu:

235- İbn Hazm'ın Üslubunda Teferruat Hakimdir:

İbn Hazm'ın üslubunda icaz yerine sözü uzatma hakimdir, kısa değil, uzun yazar, uzunboylu açıklamak ister. Bazı manaları tekrarlar ve gerek­li yerde sözü dönüp dönüp söyler. Böylece bir manayı, bir kitapta bir çok yerde zikrettiği olur. Bir bahiste geçen bir manayı, başka bir bölümde de söylemek gereğince, onu oraya atfedip bırakmaz, burada da özetle anlatır.

Böyle uzun boylu yazması yüzünden, kitapları çok açıktır, kolay anla­şılır, kapalı, mübhem yeri yoktur. Manalar bütün açıklıkla sıralanmıştır, parlaktır. En derin bahislere dalsa da anlaması kolaydır. Bu uzatma ne­deniyle istediği manayı okuyucunun kalbine yerleştirmektedir. İyice yer­leştirmek ve pekiştirmek maksadıyla tekrar eder durur. Bunu yaparken us­ta bir hatip maharetiyle yapar. Takviye etmek istediği manalar kulakla­rı doldursun diye, usanç vermeksizin sözlerini tekrarlar, fakat sözün par­laklığından ifadenin güzelliğinden hiçbir şey de eksilmez.

236- Onun İlmi ve Edebi Üslubu:

Burada hemen şunu da belirtmemiz gerekir ki, İbn Hazm'ın iki türlü üs­lubu vardır. Biri kitaplarında kullandığı üslup, ikincisi de nazmının ede­bi eserlerindeki edebi üslubu. Onun edebi üslûbuna işaret etmemiz gerek-, lidir. Şiirlerine ve şairler arasındaki mevkiine işaret etmemiz yerinde olur, ama, bu ilmi eserde buna yer vermemiz uygun olmaz. Fakat edebi nes­rinden biraz bahsedeceğiz ve sonunda da örnek olarak şiirinden bir demet sunacağız.

Edebi eserlerinde, ilmi üslubundan daha üşün bir üslubu vardır. Nesr-i fenni denen bu tarz ile yazar, ifade şeklinin en güzel beyan yolunu seçer, en parlak ibarelerle, edebi parçalar meydana getirir ki, latif kelimeler mana­larla edebi zevkle birleşir.

237-Edebi Üslubunun Parlaklığı:

İbn Hazm, edebi nesrinde yüksek bir üslup kullanır. Kelime ve mâna bu üslupta öyle yüksek ve parlak bir şekilde kaynaşır ki, her kelime kardeşi kelimeyle kucaklaşır, tatlı bir ses çıkarır, bu ahenk konuya da uygundur. Üslup perçinlenmiş, pürüzsüz bir halde, âdeta sehl-i mamteni (kolay ve sa­de göründüğü halde söylenmesi ve taklidi zor olan söz) nev'indendir. Ke­limeler müzik sesi verir, bu ses ruhu okşar, tatlı nağmeler gönle akar. Üs­lup akıcıdır, parlaktır, kelimeler yerli yerindedir. Bu üslup kalbi doyuru­cu, hayali besleyicidir. Fikrin önünde geniş ufuklar açar.

Bana öyle geliyor ki, o, edebi üslub ile çağındaki ediblerin bir çoğundan üstündür. Çünkü onun yazdığı edebi parçalar, gönülden gelen ve gönle akan sözlerdir. Onda zorlama yok, yapmaca söyler yok, gölgeli bir yer yok, on­lar açık ve se'çiktir.

238- Edebi Üslubu Çok Üstündür:

Onun edebi üslubu Tavku 'l-Hamame ve diğer risalelerinde açıkça görü­lür. Onun Tavku'l-Hamamede bir bahçe tasvirini alıyoruz. Şöyle diyor: "Ben, edebiyat adamlarından arkadaşlarla bir ahbabın bahçesini gezdik. Orada biraz dolaştık, görülecek yerleri gördük. Güzel bahçeler, geniş yerler, göz alabildiğine uzanıyor, gönül istediği gibi eğleniyor. Su arkları, dizilmiş ka­dehler gibi. Kuşlar ötüşüyor, bülbüller şakıyor, çeşid çeşid meyva dalları sarkmış, el uzanıp koparsın diye bekliyor. Her yer gölgelerle süslü. Arala­rından güneş ışıkları süzülüp önümüzde titreşiyor, tatlı sular, gerçek ha­yat suyu gubu coşkun ırmaklar, yılan gbi kıvrılarak akıyor, şırıltıları baş­ka, renkleri başka zevk veriyor. Tatlı bir rüzgar sesi, yumuşak bir hava ca­na can katıyor... Güzel bir bahar günü, güneşli bir hava, bazen ince bulut­lar kaplıyor, ince bir yağmur serpiliyor, bazen hava açıyor, sanki aşıkına görünüp saklanan bir dilber gibi..."[20][20]

239- Şiirinden Örnekler:

Yine Tavku'l-Hamame de güzel bir tasviri var ki, hiçbir edip ondan daha güzelini yazamaz: "Gençliğimde; hanemizde bulunan bir kızı sevdim, aklı, terbiyesi, namusu, edası, sedası her şeyi güzeldi. Ne şişman, ne sıs­ka, endamı dilber, vücudu dertop, nazlı tavırlıydı. Çok sözlü değil, tok gözlüydü, iffetine sadık, başkaları gibi değil, oyuna bakmaz, fakat güzel ud çalardı. Gönlümü ona kaptırdım, iki yıl peşinde koştum, bir kelime söyle­yip seni seviyorum, demedi"[21][21] (Bu bölüm özet halindedir) Burada onun şi­irinden de birkaç beyit örnek vermek istiyoruz ki, bu beyitler onun yaşa-yışıyla, ilmiyle ilgilidir:

"Ben ilim semasını aydınlatan bir güneşim. Ancak benim kusurum;

Batıdan (Endülüs'ten) doğuşumdur.

Eğer ben doğu tarafından doğsaydım, böyle zayi olmazdım.

Benim Irak tarafına büyük bir şevkim, arzum var...

Eğer Allah benim kervanımı onlar arasına kondurursa,

O zaman eseflenip hayıflanırlar. . .

Bir takım kimseler bana yazık ettiler, zaman beni harcadı

Fakat Hz. Yusuf un başına gelenlerde benim için teselli var.

Kardeşleri ona neler ettiler ama o yükseldikçe yükseldi.[22][22]

Bunlar onun hem nesirinde, hem de şiirde ne kadar üstün olduğunu gös­teren küçük parçalardır. (Gerek nesir, gerek şiir parçaları serbest tercüme yoluyla özet halinde verilmiştir).

240- İlmi Üslubu Üstün ve Açıktır:

İbn Hazm'm ilmi yazılarına gelince, Arapça bakımından ifade üstündür, üslup seçkindir. Kelimeler birbirine uygundur, yazdıklarında ilmi metodun dışına çıkmadan düzgün yazar. Yukarıda da dediğimiz gibi fazla uzatma yolunu seçtiğinden yazıları açıktır, kapalı bir yer yoktur. .Onun böyle an­laşılır bir ifade ile yazması üç sebebe dayanır.

1. Söylediğimiz gibi, fazla uzatıp uzun yazar. Çünkü uzun yazınca, ma­nalar açıkça beyan olunur, okuyan onları yorulmadan kolayca anlar.

2. Mevzua hakim olup yazacakları şeyleri iyice bilmesidir, manalar ka-, fasında hazırdır, konuyu sindirmiş ve güzelce anlamış olarak yazar. Zira,

yazının kapalı, karmaşık olması iki şeyden ileri gelir: Biri yazıdaki acemi­lik, diğeri de yazacağı konuyu iyice kavramamış, onu sindirememiş ol­mak. İbn Hazm'm ise, hem dili, hem kalemi düzgündü, konuya tamamıy­la aşina ve hakimdi. Konuyu bütün incelikleriyle ele alır ve her yanma te­mas ederdi.

3. Yazılarının açık olmasının üçüncü sebebi ise; taksimini güzel yapıp konuyu bölümlere ayırması, güzelce planlamasıdır. O, konusuna girmeyen şeylere temas etmez, konusuna almadığı meselelere girişmez, anlattığıyla ilgisi olmayan şeylerden söz açmaz. İki konuya dair bir düşünce oldumü onu birinci bölümde etraflıca anlatır, ikinci bölümde kısaca temas veya işa^ ret eder geçer. Bunu da meseleyi güçlük göstermeden açıkça anlatmış ol­sun diye yapar, araştırıcıya kolaylık gösterir, İbn Hazm'm ilmi üslubu, ken­disi ve düşüncesi gibidir, açıktır, parlaktır.

241- Onu Sert Davranmaya İten Sebebler:

Burada onun ayrılmaz bir vasfı olan bir şeye işaret etmemiz gerekirki-o da ihtilaflı konulara dair yazdıklarında çok sert ve şiddetli olmasıdır. Baş­kalarının görüşleri hakkındaki ifadeleri çok şiddetli, pek sert ve hatta bazen çirkin tabirler kullanır. Kendisinin de dediği gibi, taşkınlıktan ha­li değil. Tekfir edilecek yerde tekfir etmesi, bayağılık bulunmayan yerde ba­yağılık damgası vurması böyledir. Hatta fıkıh pınarının kaynağı olan müç-tehid imamlar hakkında bile bu gibi tabirler kullanmaktan çekinmediği yer­ler olmuştur. Şüphesiz, bu sert tabirler bazen yerinde olabilir, fakat çoğun­lukla bunlar makul sınırı aşmıştır. İleride bazı münakaşalarını anlatırken bunlar görülecektir.

Burada okuyucu şunu sorabilir: Onu bu sertliğe iten sebeb nedir? Bize göre bunun üç sebebi vardır:

Birincisi; Geçirmiş olduğu hastalıktır. Yukarıda naklettiğimiz üzere, an­lattığına göre o, şiddetli bir hastalığa tutulmuş, bu yüzden içine bir sıkın­tı illeti çökmüş, huyu darlaşmiş, sabrı azalmış. Bu illet sebebiyle ahlakı­nın değiştiğini hissedermiş.[23][23]

Şüphesiz ki o kendi hakkında söylediklerinde doğrudur, kendini daha iyi bilir, yalnız ifadelerindeki o şiddetin tümünü, sadece bu hastalığa bağ­layamayız. Ancak asıl sebeb odur, çünkü insanın içindeki darlık, onu tah­rik eden başka bir sebeb olmayınca kendiliğinden harekete geçmez, sükun halinde kalır, bunun için onu tahrik eden ikinci bir sebeb lâzımdır.

242- Diğer Sebebler:

İkincisi; Çağındaki insanlardan gördüğü kötülüktür. Onu hiç iyi karşı­lamadılar. Onu dininde itham ettiler, kavminden ayrı düştü, ona kaba dav­randılar, eza ve cefa ettiler, onun kıymetini bilmediler, takdir etmediler-Onun namını silmek, ortadan kaldırmak istediler. İşi o dereceye götürdü­ler ki onun fikirlerinin meyvesi, zihninin Özsuyu olan kitaplarını Sevilla da alenen yaktılar. Hiç şüphe yokki, bu insanı çileden çıkarır, en yumuşak baş­lı kimseyi çıldırtır, nerede kaldı ki onun gibi hastalık geçirmiş, illete müb-tela olmuş, daralmış, sabrı azalmış, kendi ifadesiyle tutulmuş bir kimse bu­na nasıl davamr?

na nasıl dayanır?

Rahmetli İbn Hazm, duyan, hisseden, yazan, anlayan bir kimseydi, lan duygulu bir kimse, kaba bir muameleye maruz kalırsa, cisim hastalığına gönül hastalığı da karışır, elbette rahatı kaçar. Allah tarafından h'r hastalık gelmişti, insanların böyle kaba muameleleriyle karşılaşın-duygulu ve temiz ruhlu insan, Allah'ın kendine verdiği ilim kudretiy-

onlara aynı sertlikle hitap etmek zorunda kaldı. Hiçbir şeye aldırış et-' den en şiddetli kelimelerle onların hatalarım yüzlerine vurdu. Hatta aç­tı ağzını yumdu gözünü, onların sebeb olduğu şiddet sınırını da aştı, onla­rı da onların tabi oldukları, taklid ettikleri imamları da eleştirdi, durdu.

Eza ve cefa iki tarafı da acı söze iter. Onlar madem ki onu tarafgir ve ya­van görüşleri itham edip eza yapıyorlar, o da onları ve taklid ettiklerini en sert ve bayağı kelimelerle eleştirip hiç bir vebalden çekinmeden, ve azar­lanmaktan korkmadan söyleyeceğini söylüyor. Bu işi onlar başlattılar, onu kınadılar, onu inkâr ettiler, canı yanan acı söyler, inkârın cezası bu­dur. Delilsiz belgesiz çatmanın, sataşmanın karşılığı böyle olur.

Üçüncüsü de: Bu kitaplar onunla savaşan, onu yan ve yayan görüşle it­ham edenlerin uyandırdıkları heyecan ve tahrik neticesi yazılmıştır, bun­lar, şiddet toprağına ekilmiş ve hiddet suyuyla sulanmıştır. Öyleyse o ni­telikte olmaları çok tabiidir. Meyve, ağacın cinsine göredir, meyve tadını ağacın suyundan alır, ne ekersen onu biçersin. Bunu o kendisi de söylemiş­tir. Yukarıda ondan,nakil ettiklerimiz arasında bu da geçer, O der ki: Ca­hillerle sürtüşmenin ona çok faydası oldu. Muhalif görüşlerle sürtüşünce onun tabiatı alevlendi, zihni keskinleşti, fikri canlandı, şevki arttı, kalbi heyecanlandı. Bunlar da bu kitapların yazılmasına sebeb oldu. Eğer mu­haliflerinin sözleri yumuşak ve sakin olmuş olsaydı, bu kitaplar yazılmış olmayacaktı.[24][24]

Bu takdirde, bu hilafat kitapları, onunla cehalet ehli dediği muhalifle­ri arasındaki sürtüşme ve sataşmaların acı veya tatlı meyveleri sayılabi­lir. Bu şiddetli ibareler, o sürtüşmenin görüntülerini ve meyvelerini taşı­maktadır.

243- Kitapları İki Kısımdır:

Bize göre onun hiddet ve şiddetinin sebeblerinin bazısı bunlardır. Bu­na göre, onun kitaplarını iki bölüme ayırmaktayız: İşaret ettiğimiz o has­talıktan önce yazdığı kitaplar olup, bunlar her türlü şiddetten uzaktır. Bu hastalığa ne zaman yakalandığını ve her kitabın hangi tarihte yazıldığı ke­sin olarak bilmiyoruz ki, ona göre bunu ayıralım. Zanm galibimize göre Tav-u l-Hamame kitabını bu hastalığa yakalanmazdan önce yazmış olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bu kitapta neşe var, hayat dolu satırlar var, bunda gurbet acısından başka bir elem ve şikayet yok.

İkinci bölüm kitapları, söylediği o hastalıktan sonra yazmış olduğu ki­taplar olup bunlar da iki türlüdür; bir kısmı hilafiyata dair olmayıp bun­lar; mücerred tahlil ve tarihe aid olanlardır ki, bunlarda öyle sert ve şid­detli ibareler bulunmaz. Bunlar da kelime kaba değildir, üslup sert değil­dir. Örneğin Müdavatü'n-Nefs risalesi bunlardandır. Bu risale, bir çok tecrübeler görmüş bir adamın kaleminin mahsulüdür ki, insanlara fikrinin meyveleriyle ahlak ve davranış tecrübeleriyle doğru yolu göstermektedir.

ikinci Bölüm; ihtilaf konularına dair olup bunların çoğu günümüze gelmiştir. Bunlarda şiddet var, çünkü onların ibarelerinin sert, kelimele­rinin kaba, kuru.olmasmı hazırlayan şartlar mevcut olmuştur. O hastalı­ğa yakalandıktan sonra yazılmıştır, çağın ulemasıyla aralarında o soğuk­luk meydana gelip tartışmalardan sonra kaleme alınmıştır, demek bunlar o sürtüşmelerin; çekişmelerin doğurduğu ateşli günlerin mahsulüdür. Öy­leyse sebeplerinin cinsinden olması tabiidir.

İfade ve ibareleri nasıl olursa olsun, bunlar çok hayırlı olan ve hayrı umu­mi olan kitaplardır. İbarelerin o kelimelerden salim olması kemalleri olur­du, fakat ne diyelim, kemal ancak Allah'a mahsustur. O, her şeye kadirdir.

[1][1] İbn Hazm el-İhkam fi Usuli'l-Ahkam, c. 1, s. 66

[2][2] İbn Hazm, el-Muhalla, c.I, s. 66-67

[3][3] İbn Hazm, el-İhkam fi Usulü'l-Ahkam c. î, s. 100

[4][4] îbn Hazm, el İhkam c. I, s. 119

[5][5] Bunlar, onun el-Muhalla kitabının birinci cildinde tafsilatıyla sayılmıştır, oraya ba­kılabilir.

[6][6] İbn Hazm el-İhkam c. I, s. 14

[7][7] Aynı kaynak, c.I, s. 13

[8][8] İbn Hazm, el-îhkam, c. I, s. 21

[9][9] Aynı kaynak, c. I, s. 24

[10][10] Aynı kaynak, c. I, s. 26

[11][11] Aynı kaynak, c. I, s. 27

[12][12] İbn Hazm, el İhkam, c. I, s. 20

[13][13] İbn Hazm, el-Fasl, c. I, s. 101, Allah'ın helak etmeyi vaad ettiği bu milet, İsrailoğullarırlır

[14][14] Bu fırkadan maksad ehli sünnetin en meşhur inanç fırkası olan Eş'ari mezhe­bidir. Onlara bile böyle bir damga vurmaya yelteniyor. Ne diyelim. Lâ havle ve-la kuvve illâ billah!

[15][15] İbn Hazm, el-Fasl, c. II, S. 235

[16][16] İbn Hazm, el-îhkam, c. VI, s. 2-16

[17][17] ibn Hazm el-İhkam, c. VI, s. 25-26 senedleri ihtisar etti

[18][18] İbn Hazm, el-İhkam, c. VI, s. 30-37

[19][19] Ayni kaynak, s. 41

[20][20] İbn Hazm, Tauku'l-Hamame, s, 99

[21][21] Aynı kaynak, 109

[22][22] İbn Hazm, ez-Zahire, c. I, s. 149. Kahire Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Baskısı.

[23][23] İbn Hazm, Müdavatü 'n-Nefs, s. 55

[24][24] Aynı kaynak, s. 31