Çağı, Siyasi Buhranlar, İlim Hayatı, İçtimai.Durum

105- O Çağının İhtiyaçlarına Cevap Veren Bir Âlimdir:

Yaşadığı çağın âlim üzerindeki tesiri, bitki ve hayvanların gelişip bü­yümesinde, hava, su ve güneşin tesiri gibidir. Canlılar nefes alarak hava­yı da besledikleri gibi güneş ışınlarından faydalanırlar. Alim de bunun gi­bi çağından bir şeyler alır, çağının tesirinde kalır. Bu demek değildir ki âlim, çağının ruhuna tamamıyla uyup ancak çağına uygun bir şey verir, başka yeni bir şey yapmaz. Belki de çağının ulemasına muhalefet etmek bazen mu-vafakattan daha ziyade uymak sayılır. Geçen bahislerde görüldüğü üzere İbn Hazm, fukahanın ve hadisçilerin metodlarma muhalif çıkarak; aşk ve sevenler hakkında kitap yazdı, ahlaka dair, ruhun tedavisine dair eserler yazdı. Bunları yazmakla çağının ruhuna cevap verip uydu. Zira, o çağda, aşk gazelleri çoğalmıştı, şairlerin şiirleri, ediblerin nesir yazıları, bu saha­ya dönmüştü. Hattâ emirlerin kızlarının bile şiirlerinde gazel vadisine girdiklerini görüyoruz. Halbuki bu tarz, İslâm'da, Arap kadınları arasın­da alışılmış bir şey değildi.

Biz, İbn Hazm kadar çağının ihtiyaçlarına cevap veren bir âlim görmü­yoruz. Ahlak felsefesine, ruh tahlillerine dair yazdıklarına ve Müdâvâtü'n-Nufûs kitabına bak. Bunlara hepsi de o çağdaki içtimaî ruha onun fikir yö­nünden uymasıdır, siyaset ve ilim ruhu da böyle.

Bu itibarla biz İbn Hazm, çağındaki siyasi ahvaldan içtimaî ahvaldan, ılım hareketlerinden bahsetmeyi gerekli gördük. İbn Hazm el-Fasl [1][1] kita­bında İslâm fırkalarını ele alıp münakaşasını yaptı. Öyle olunca muhtelif ırkalarla, nasıl tartışmalar yaptığını bilelim diye kısaca onlardan bahse­deceğiz.

Çağında Siyasi Ahval:

106- Endülüs'ü Birlik Sayesinde Aldılar, Parçalanınca Kaybettiler:

Nefhu't-Tıb'da şöyle deniyor: Araplar ülkesine hücum edince, Frenk kra­lı Kari şöyle demiş: "Benim görüşüme göre, onların bu saldırısına karşı çık­mayın, bırakın, dokunmayın. Çünkü onlar bir sel gibi, önüne geleni silip süpürür. Onlar şimdi herşeye hâkim. Onların bir takım niyyetleri var, adet­çe çokluğa ihtiyaçları yok, öyle kuvvetli kalbleri var ki, zırhların koruma­sına ihtiyaçları yok. Fakat bırakın onları, elleri dolsun, yerlerine yerleşsin­ler, o zaman aralarında başkanlık kavgası başlasın. Birbirlerine üstün gel­mek için yardım aramaya başlasınlar. İşte o zaman, kolayca onların üste­sinden gelir, onları haklarız..." Vallahi bu iş böyle oldu, onun dediği çıktı... Müslümanlar arasında hükümdarlar, başkanlık kavgasına kalktılar, bir­birlerine galip gelmek için, komşuları düşmanlardan (Hristiyanlardan) yar­dım istediler."[2][2]

Müslümanların Endülüs'ü fethettikleri sırada, oranın başı olana nisbet edilen bu sözler doğru olsun, olmasın tarih, bunu doğru çıkarmıştır. Çün­kü Araplar Endülüs'e hâkim olup oranın nimetlerini tadınca, oranın güzel havasını alınca, kendilerine rehavet çöktü. Rahat uykusuna daldılar. Ara­larında çekişmeler başladı, şiddetli ihtilaflar başgösterdi.

107- Halkın Araplarla Berberilerden Oluşması İhtilafa Yol Açtı:

Bunların asıl sebebi şudur: Endülüs halkı, muhtelif Arap kabileleri ile

Berberilerden oluşuyordu. İş, kuvvetli ve kudretli bir emirin hükümdarın elinde toplanmış değildi. Valiler zayıftı, devlet onların bazısından memnun değildi. Bu da, devletin zaafını artırıyordu. Devletten memnun olan, ken­disine ondan yeteri kadar destek bulamıyordu. İş o hale gelmişti ki, Mağ-rib valisi, Endülüs'e vali tayin ederdi, Valinin nüfuzu azahnca, sert ihti­laflar çıkardı. Araplarla Berberiler arasında fitne olurdu. Sonra Araplar ara­sında birbirleriyle ihtilaflar başgösterdi, bunlar günden güne şiddetlendi, Arapların Yemen kabileleri ile Mudar kabileleri arasında en şiddetli ihti­laflar meydana çıktı, hatta bazen iş kavgaya, döğüşe kadar varırdı. Bazen sükunet gelirdi. Fakat kalpler kin ve nefret dolu. Ara sıra patlak verir, İs­lâm Devleti'ne başağnsı olurlar bela kesilirlerdi.

108- Endülüs'ün Tekrar Birleşmesi:

Bu şiddetli kargaşalıklar, coşkun çalkantılar ortasında Kureyş karta­lı Abdurrahman Dahil ortaya çıktı. Endülüs'e hakim oldu, orayı eline al­dı işleri yoluna koydu, hepsini bir idare ve söz altında topladı. Bu sayede, bu bereketli vadide, Endülüs topraklarında İslâm medeniyeti parladı. İbn Hazm'a göre, bu devirde Endülüs'te Emevi Devleti, İslâm devletlerinin uya­nığı, düşmanlara karşı en kuvvetlisiydi. Şeref ve zaferin en üstün merte­besine çıkmıştır.[3][3]

Bu genç Emevi Devleti zamanında, Endülüs'de fütuhat genişledi, düş­manlara karşı durdu. Düşmanlar, Araplardan ilk yedikleri darbenin tesi­rinden henüz ayılmamişlardı. Bu defa da müslümanlara karşı duramadı­lar. Müslümanlar parçalandıktan sonra, tekrar biraraya gelip birleşince, Avrupa'nın bu toprakları üzerinde İslâm kuvvetlendi, serhatlere hakim ol­dular. Fütuhat birbirini takib etti, Frenklerin huzuru kaçtı, nihayet Avru­pa kralları gelerek müsîümanîardan barış dilediler. Bu heyetler islâm Devleti'nin merkezi Kurtuba'ya geliyorlardı. Kurtuba, o zaman çok ma'mur-du, düzgündü, yüksek dağlardan gelen sular, kanallar vasıtasıyla şehre da­ğıtılıyor, saraylarda, konaklarda bol sular akıyordu."[4][4]

109- Ülkenin Kuvveti Baştakitıin Dirayetine Bağlıdır:

Ancak Emevi hükürn d arlarının hepsi böyle değildi. Bazıları zayıftı, fit­neler başladı. Müslümanlar düşmanı karşısında gerilediler. Hakem b. Ab-durrahman devrinde böyle oldu. Ancak genellikle İslâm kuvvetliydi. On­lar birer hükümdardılar, halifelik iddiasında değildiler. Dördüncü yüzyı­lın başlarında Abdurrahman Nasır devrinde, Doğuda Abbasi halifeleri za­yıfladı, idare; vezirlerin ve kumandanların eline geçti. Hilafet mânâsız, ku­ru bir isimden ibaret kaldı. İşte o zaman, Endülüs'de Abdurrahman Nasır hilafet iddiasına başladı ve Emirül Müminin unvanını kullandı, sonra ge­lenler de bunda devam ettiler, bu Abdurrahman Nasır devrinde Endü­lüs'de İslâm hakimiyeti, şeref şan ve kudretin son noktasına ulaştı. Frenk-ler, yıldılar ve korktular. Fakat güneş gökyüzünde tepeye yükseldikten son­ra nasıl yine aşağı inmeye başlarsa, her kemalin bir zevali varsa, burada da öyle oldu. Ondan sonra yerine geçen oğlu Hakem de onun siyasetini ta­kip etti, fakat onun hakimiyeti uzun sürmedi. 16 yıl kadar o makamda dur­du. Halbuki babası 50 yıl hükümdarlık ve halifelik yapmıştı. Hakenı'den sonra yerine Müstansır geçti, bu 9 yaşında bir çocuktu. Böyle şeyler devlete musallat olan bir felaketti. Hişam Müeyyed devrinde idareyi Mansur İbn Ebû Amir ele almıştı. Onun vezirlerinden biri de İbn Hazm'm babası Ahmed b. Said idi. İşler Mansur'un kuvvetli dirayeti sayesinde iyi gitti. Hic­ri 392 yılında onun ölümünden sonra, fitneler koptu. Kurtuba da bu fitne­lerin ortasında kaynadı durdu, İbn Hazm da bu çalkantıdan payını alan­lardan biriydi.

110- Hişam Zamanında Kopan Fitneler:

Burada, musibet başı olan bir şeye işaret etmek istiyoruz, belanın kay­nağı odur. Müslümanlar, Endülüs'ü aldıkları zaman, hristiyanlar bir tara­fa yerleşip kaldılar, burası İslâm devletinin bağrında bir diken gibiydi, da­ha doğrusu burası gizli bir dert oldu. Kuvvetli zamanlarında bunu koparıp atmadılar. Zira vücut kuvvetli olunca içinde gizli derdi duymaz, hafifleyin­ce debreşir, ortaya çıkar; bütün vücudu sarar ve ölüme götürür. Endülüs'de bir köşeye yerleşen hristiyanlar da böyle oldu. Daima tetikte, müslüman-ları gözetlerlerdi, bir fırsat ele geçince; hemen harekete geçerlerdi. Ebu Man­sur Amiri'nin ölümünden sonra bu fırsat doğdu. Müslümanların birbiriy­le ihtilafa düşmeleri, onların ekmeğine yağ sürdü. Birbirlerine karşı hris-tiyanlardan medet umdular, yardım istediler, olayları adamların adıyla an­latalım:

Başta Hişam Müeyyid var, Ebû Mansur Amiri idareyi ele almıştır. Ba­bası usta bir siyasi, dirayetli, akıllı, adil bir adam olduğundan onun zama­nında işler iyi gitti, fakat bu hırs ve tamah sahibi bir adamdı. Akıllı baba­sından bile istemediği şeye gözdikti, Emiril Müminin unvanını almak iste­di. İşi elinden kaptıran Hişam'dan bu hususta söz aldı. Berberiler buna is­yan etti. Bu halifeyi azlettiler. Mehdi dedikleri birini, onun yerine getirmek istediler, fakat Berberilerin arasında çıkan anlaşmazlık yüzünden bu iş de olmadı. Fitne koptu ve Kurtuba harab oldu, umum halk, özellikle İbn Hazm ailesi bundan çok zarar gördüler. İbn Hazm, bu kudretli yazar bu olayı şöy­le anlatır, hayatından bahsederken birazını naklettik, yine dinleyelim:

111- Mehdi ile Müstain'in Kavgaları, Hristiyanların Hoşuna Giderdi:

Berberiler, Mehdi'yi getirdikten sonra, bu defa da Müstain'i seçtiler. Sa­de bununla yetinmediler, ikinci olarak sultan seçtikleri Müstain'i destek­lemek için Hristiyanların başı olan Alfhonso'dan yardım istediler, Makka-rî, Mehdi ile Müstain arasındaki bu çekişme hakkında şunları yazar, her ikisini de Berberiler seçmiştir: "Müstain, Berberi ordusu ve hristiyan as­kerleriyle Kurtuba'ya yürüdüler. Mehdi bütün memleket halkı ve devlet erkanıyla karşı çıktı. Felaket çemberi aleyhlerine döndü, bozuldular; 20 bin kadar kayıpları oldu, en iyi adamları imam ve müezzinleri, âlimleri yok ol­du. Müstain dörtyüzüncü yılda Kurtuba'ya girdi."[5][5]

Buraya kadar, iş, Berberilerin lehine gelişti. Onların ve hristiyanların sayesinde Müstain kazandı. Fakat Mehdi de boş durmadı, o da Alfhonso'dan yardım istedi. O da buna olumlu cevap verdi, çünkü müslümanı müslüma-na kırdırmak hoşuna gidiyordu. O, yardım isteyene, sevdiğinden değil, müslümanları ve İslâm'ı ezmek için yardım veriyordu. Böylece emeline yak­laşıyordu ki, İslâm'ı, Endülüs'den bu güzel topraklardan kovmak istiyor­du. Müstain o ve Berberiler sayesinde Kurtuba halkını çıkarıp orayı almış­tı. Berberiler ülkeye yayıldılar. Sonra Müstain ile Mehdi arasında başka bir çarpışma oldu, Mehdi ve yanındaki hristiyanlar yenildi.

112- Bitmeyen Kavgalar:

Bu kavgalar sonunda Mehdi, azlolundu ve öldürüldü. İş, Hişam'ın eli­ne geçti, fakat Müstain davasından vazgeçmedi. Sözü Makkari'ye verelim, açıkça olayı anlatsın:

"Müstain, Alfhonso'ya haber salarak yardım istedi. Emîrül Müminin un­vanı alan Hişam'da, ona Hacibini göndererek, bunu engellemek istedi, vaktiyle Mansur'un fethettiği Kastilla Kalesini ona bırakmak şartıyla Alf-honso'yu ona yardımdan vazgeçirdi. Nihayet Müstain Berberi askerleriy­le birlikte 403 hicri yılı Kurtuba'ya girdi ve Hişam gizlice öldürüldü. Kur­tuba evleri yağma edildi, kadınlar, çocuklar perişan oldu, Müstain idare­ye sağlam el koyduğunu sanıyordu."[6][6]

Bundan sonra ülkeyi Berberiler paylaştılar, her biri bir parçaya hakim olup müstakil sayıldı. Milletin işleri korkunç bir hal aldı, perişanlık baş­ladı. Sebte'den Samud oğulları gelip milleti birleştirmek istedilerse de bırşey yapamadılar, onlar 407 yılından 414 yilına kadar hükmettiler. On­lar da bölünmüş haldeydiler, Emevilerle aralarında kavga vardı.

113- Bu Kavgalarda Müslümanlar Kaybetti Hristiyanlar Kazandı:

Bu fitneleri, kavgaları yazdık, başmdakileri de isimleriyle zikrettik. Bu kavgalarda galip, mağlup bizi ilgilendirmez, ölen de öldüren de Cehennemlik

Gerçekde onların hepsi mağlubdu, kazanan İslâm düşmanlarıdır. Bu

he a muslümanlardan sadece Kastilla Kalesi'ni alıp kazandılar, sonra da- a neler oldu neler? Bizi burada iki şey ilgilendirir:

a. Bu kördöğüşü fitneler, bu güzel topraklarda hristiyanlan kuvvetlen­diren ilk adım oldu. Gördüğün gibi bunlar hep müslümanlarm başlarının başı altından çıktı. Kendi evlerini kendi elleriyle harap ettiler. Onlar ve on­lardan yana olanlar, kıyamete kadar Allah'ın lanetine müstahak oldular. Çünkü bu işin sorumluluğu onlarındır.

b. İbn Hazm, bu işleri gördü, bunlar onun üzerinde derin izler bıraktı. Şöyle ki, önce Endülüs'ün cenneti olan, ilim nuru saçan Kurtuba'nm uğra­dığı hâle çok üzüldü, bu acısını Tavku'l-Hamame'âe dile getirir, oradaki ai­le konaklarının, sarayların harab halini Öğrenince şöyle dedi:

"Kurtuba'dan gelen biri, bana haber verdi ve dedi ki: Kurtuba'nm Ba­tı semtindeki bizim konakları görmüş, harab haldeymiş. Etrafları dökül­müş, şekilleri silinmiş, bakımsızlık onları eskitmiş, ma'mur iken şimdi ıs­sız çöle dönmüş, yabani, vahşi kırlar halini almış, o güzellikten sonra ha­rabe haline gelmiş, emniyetten sonra korkunç bir sapa vadiye dönmüş. Kurt yuvası, gulyabani yatağı olmuş, cinler, periler oynuyor. Arslanlar gibi adamlardan sonra şimdi yırtıcı hayvanların ini, barınağı haline gelmiş... O, yaldızlı mihraplar, o süslü saraylar ki güneş gibi parlaktırlar, güzel gö­rünüşleri bakanların gamını, kederini dağıtırdı. Şimdi ıssız kalmış, hara­be halinde."[7][7]

İkinci olarak o, Endülüs'de Hristiyanlarm kuvvetlendiğini, müslüman­larm zayıf düştüklerini gördü. O ki, kuvvetli bir mümin sağlam bir hadis alimidir. O bilir ve inanmıştır ki, izzet ve şeref Allah'a-, Rasulüne ve mü­minlere aiddir, onların hakkıdır. Bu zaafın sebebi ise müslümanlarm bir­liği ve beraberliği bozup dağılmaları, ihilafa düşmeleridir. Bu işin çaresi müslümanları bir araya toplayıp birliği sağlayacak, kalbleri birleştirecek bir kişinin ortaya çıkmasıdır. Ona göre Endülüs halkını bir araya top­layıp bu birliği sağlayacak ancak Emevilerdir. Berberiler daha önce olduğu gibi şimdi de memleketi parçalayıp harap etmektedirler, Bu sebeble onun kalbi Emevilere bağlandı, onlardan yana oldu, daha önce de onlarla mü­nasebeti vardı.

Üçüncü olarak, İbn Hazm, siyasette rol oynamış bir ailedendir. Bu durumda dinine ve milletine karşı bir vazifesi olduğunu ve bu yükün altına girmesi gerektiğini hissetti; bir süre ilmi, dersi bırakıp bu işe girişti. 408 Hicri yılında Balansiye'de Emevilerden biri bu dava ile ortaya çıkınca, on­dan yana oldu, ona yardım etti, onun veziri oldu. Emevilerden bu yükü yük­lenenlere hep destek oldu. Abdurrahman Müstazhire, Hişam Mü'tedibillah'a vezirlik yaptı. Sonra bunları bırakıp berrak ilim kaynağının başına dönüp kan kana içmeye başladı.

14 Endülüs Devleti Parçalanıp Tavâif-i Mülûk Türedi:

İbn Hazm, müslümanlarm bir hükümdarın idaresi altında toplanıp birleşmesinden ümidini kesince, siyaseti bıraktı. 422 Hicri yılında Emevi Devleti son buldu. İş dağıldı, o cennet vatan parçalandı, Makkarî bu duru­mu şöyle anlatır:

"Emevi Devleti yeryüzünden silindi, Mağrıb'de hilafet bağı kopup par­çalandı. Bölük bölük devletçikler - Tavaif-i Mülük kuruldu. Emirler, Ber-berilerden ve Araplardan bir çok başlar türeyip birbir dağıldılar, ülkeyi ara­larında bölüştüler, birbirleriyle boğuşmaya başladılar, kimisi galip geldi, sonunda istiklalini ilan ettiler. Fakat yine de kendilerine, diğerlerine kar­şı yardım etsin diye Hristiyanlarm başına vergi verirlerdi. Bir süre iş böyle gitti. Nihayet Marakeş Hakimi Emirü'l-Müslimin Yusuf b. Taşgın Mes-mûni Endülüs idaresini alarak bunları temizledi."[8][8]

Bu Tavaif-i Mülükden bazıları, hristiyanlara vergi verirlerdi, İbn Hazm işte bu devirde yaşadı, bunların en meşhuru Sevilla Hükümdarları oğul­larıdır ki, İbn Hazm'ın kitaplarını bunların sonuncusu olan Mu'tedid yak­mıştır. Kurtuba da Cahur oğuları hakimdi, daha bir çok Tavaif-i Mülük gru­buna girenler vardır.

115- Onu Büyük Âlimler Arasına Koyan Eserleridir:

İbn Hazm zamanında, Endülüs'ün hali işte böyle. Baştan kuvvetli bir hü­kümdar vardı, onun idaresinde çocukken bulundu, sonra fitneler koptu, kar­gaşalıklar başladı, onun güzel gençlik günlerini bulandırdı. Daha sonra iç-çekişmeler sonucu ülke parçalandı, müslümanlar İslâm düşmanlarına bo­yun eğdiler, hristiyanlara vergi bile verdiler. İbn Hazm'ın vefatına kadar bu hal böyle sürdü. Bu durumda îbn Hazm'ın siyasetten ayrılması, şaşa­cak bir şey değildir. Gençliğinde Berberilerin fitneleri, baştakilerin hris-tiyanlardan yardım istemeleri, onu bezdirdi, bazı Emevi emirleri yardımıy­la işleri düzeltmek, ıslah etmek istedi, fakat zaman ona yardımcı olmadı. Bundan sonra siyaseti bırakıp kendini ilme verdi, ömrünün kalan 36 yılı­nı sadece ilme verdi. Bilemeyiz, eğer siyaset ona şans tanısaydı, acaba İbn Hazm'ın durumu ne olurdu? İslâm'a ne yolda fayda sağlardı? Acaba bırak-ıgı bu faydalı eserlerin yerini tutacak kadar İslâm için faydalı olabilir miy Gelecek kuşaklara bırakdığı bu ilmi mertebesi kadar, acaba siyasette e baŞarıh olur muydu? Yazdığı bu kitapların ona kazandırdığı bu ölüm­süzler derecesine acaba ulaşabilir miydi? Onun hakkında hayırlı olan, Al-ın seÇtiğidir, İslâm hakkında seçtiğidir... Yeryüzüne ve üzerindekile­re hakim olan ancak yüce Mevlâdır.

116- Hükümdarların Ona Düşmanlığı:

Burada iki şeye işaret etmeden İbn Hazm çağını kapamak istemiyoruz-

a. O zamanlar Endülüs'de müslümanlarm hristiyanlarla sürtüşmesi, onu muhtelif dinleri incelemeye ve hristiyanlığm nasıl tahrife uğradığını araş­tırmaya şevketti. Böylece hristiyanlarla delillere dayalı tartışmaya, onla­rın dayanaklarını öğrenerek inançlarıyla İsa (as) davetiyle olan münase­beti tesbit etti.

b. Pek tabii olarak İbn Hazm, hristiyanlardan yardım isteyen veya on­lardan meded umarak onlara dostluk elini uzatan, onlara haraç veren emirlere, hükümdarlara iyi gözle bakmıyordu, onları aşağı gözle görüyor­du. Çünkü onlar, dünyayı ahirete, izzeti zillete sattılar, dini dinarla değiş­tiler. Bu yüzden aralarında düşmanlık vardı, onun için kitaplarını yaktı­lar, o, diyar diyar dolaştı, nihayet babasından miras kalan köy çiftliğine sı­ğındı. Oraya yerleşip ders okuttu, kitap yazdı, âlimlerle mektuplaşıp dine hizmet etti, ilim vazifesini tamamlayarak hakkın rahmetine göçtü. Allah rahmet eylesin.

İbn Hazm'm Çağında İlmi Durum:

117- Endülüs'de İlmi Uyanış:

Bu siyasi çalkantılara rağmen, İbn Hazm'ın çağında, Endülüs'de ilmî bir uyanış vardı, gerçekten Endülüs, o zaman ilim çağını yaşıyordu. Ülkede bir fikir kalkınması başlamıştı, bütün batıyı aydınlatan ışık o zaman parladı. Geniş görüşlü, değerli âlimler bu çağda yaşadılar, fukaha çalışmalarında sadece fıkıh mezheblerini araştırmakla yetinmiyorlar di, edibler ve tarih­çiler vardı onlar da araştırıyordu. İşte onlardan bir kaç isim: İbn Hazm'ın dostu Ebû İbn Abdilberr, ilimde hasmı olan Ebû Velid Bâcî ve diğer bir çok­ları hep geniş görüşlü âlimlerdir. Diğer yönden Endülüs'de başka bir fik­ri uyanış başladı. Felsefe ilimleri tercüme olunmuş ve bunlar doğudan batıya geçmiştir. Mem'un devrindeki tercüme hareketi, Yunan ilimlerim de kapsamıştır. Bu hareket, hicri üçüncü ve dördüncü asırlarda Endü­lüs'de meyvesini verdi. Böylece Endülüs'de İbn Rüşd, İbn Bâce gibi İslâm filozofları yetişti. İbn Hazm, işte bu kaynaktan daha Önce içti. Nasıl ki hi­tabete dair mantıka dair eserleri yazdı, öylece de muhtelif fırkalarla mü­nakaşalara dair ilmi eserler de bunu gösterir.

118- Endülüs Emevileri, Bağdad Abbasileriyle Boy Ölçüştüler

Emeviler, Endülüs'e hakim olup orada kuvvetlenince doğudaki âlimle­rin bir çoğu Endülüs'e gittiler. Orada ilimlerini yaydılar, himaye gördüler. Emeviler onlara kapılarını açtılar. Oraya gelip ilim getirdiler. Endülüs âlimlerinin de birçokları doğuya gelirler, ilim alırlar, bilgilerini artırırlardı.

Sunu da belirtelim ki, doğuda hakimiyet ilim ve edebiyatı hakkıyla kdir etmeyen Acemlerin eline geçtiği sırada', halis Arap olan Emevi ha-l'feleri Endülüs'de edibleri, şairleri, âlimleri topladılar, himayelerine al-, , r içlerinde şiir söyleyenler, en iyi şekilde yazanlar vardı, bunu bece­remeyenler azdı.

Endülüs'de Tavâif-i Mülûk ortaya çıkınca ki onların çoğu Emevilere ta­bii idi, onlarda aynı yolu takip ettiler. Aralarında yazarlar, şairler vardı. Vezirleri de böyleydi. O çağda, ilim ve edebiyat ilerledi, düşünce ufku ge­nişledi, ilim ve edebiyat verileri çoğaldı. Böylece Endülüs ilim ve edebiyat bahçesi haline geldi. Siyasetin zayıflamasıyla ilim zaafa uğramadı, siyasi­lerin yıldızı sönse de âlimlerin yıldızı sönmedi.

119- Abdurrahman Nasır'ın İlmi Himayesi:

İbn Hazm'ın çağında, ilim hayatı kısaca böyle. Şunu da belirtelim ki, bu durum umumi değildir, Endülüs'de ilim ruhunun canlanması, 300 yılından 350 Hicri yılma kadar 50 yıl orada hakim olan Abdurrahman Nasır saye­sinde olmuştur. Abbasi halifeleri zayıflamaya başlayınca o, Endülüs'de Emi-rül Müminin unvanını almıştır. Onun ilmi desteklemesi, Me'mun'un ilmi desteklemesine benzer. Doğudan âlimleri celbetti, kütüphaneler kurdu, do­ğudan kitaplar getirtti. Ondan sonra, yerine geçen oğlu Hakem de aynı yo­lu tuttu. Bu konuda Makkari'nin sözlerini nakledelim:

"Abdurrahman ilmi sever, ehline ikram ederdi. Her türlü kitapları top­ladı, ondan önce hiçbir hükümdar bunca kitap toplamış değildi. Ebû Mu-hammed İbn Hazm der ki: O'na da Mervan oğullarının kütüphanesi müdü­rü olan Telidül-Hassıy haber vermiş, kitapların isimlerini içeren fihristle­rin sayısı 44 imiş. Her fihristte yirmi varaka varmış. Bunlarda sadece di­vanların adı yazılmış. İlim ve âlimler için zengin bir pazar kurulmuş. Her ülkeden oraya mal getirmiş . Ebû Muhammed İbn Haldun da şöyle der: Ki-tap almak üzere her ülkeye tüccar adamlar gönderirdi, satın almak için bol para verirdi. Böylece Endülüs'e hiç görülmedikleri kitapları getirtti. Eğa-ni kitabını almak için yazarı Ebul-Ferac İsfehani'ye bin dinar halis altın verdi. O da kitabını yaymaktan önce ona bir nüsha gönderdi. Irak'da yaşa­yan Maliki fakihi (375 H. / 985 M.) kadı Ebû Bekr Ebheri'nin Abdül Hakem Muhtar şerhini de öyle aldı[9][9] Böylece birçok kitap aldı. Sarayına kitap is-msah etmekte, cilt yapmakta usta nice sanatkârları topladı. Bu işe çok m verdi. Bu suretle Endülüs'de ondan Önce ve sonra görülmemiş şekil-kitap hazineleri meydana geldi."[10][10]

120- Kurtuba'nın Zengin Kütüphanesi Ne Oldu?

içinde en çok kitap bulunan bu kütüphaneler ki, İbn Haldun'un dediği gibi Hakem'den önce ve sonra kimse o kadar kitap toplamamıştır. Bunlar şüphesiz İbn Hazm'ın gözü önünde idi. Onları okuyordu. Mütalaa ediyor onların berrak kaynağından kana kana içiyordu. Böylece İslâm düşünce­sinin mahsulü olan bütün görüşlere vakıf oldu. Doğuda batıda müslüman dimağların eserlerini gördü. Onları okudu, istinsah etti, yazdı, çizdi. On­ları iyice kendine mal etti ve böylece geriye sönmez ilmi eserler bıraktı.

İbn Hazm, bu kütüphanedekileri gördü diyoruz. Çünkü onun eli altın­da idi. Bunlar Kurtuba'da 399'da yerleştirip 402 H. yılma kadar süren fit­neler ve kargaşalıklara kadar mahfuzdu. İbn Haldun bu konuda şöyle der: "Bu kitaplar Kurtuba Sarayında durdu. Ancak Berberilerin muhasa­rası sırasında çoğu satıldı. Mansur b. Amir'ın azadlısı olan Hacib Vazih bun­ların kütüphaneden çıkarılmasını emretti. Kalanları da Berberiler Kurtu-ba'ya girince yağma edildi. Böylece yazık oldu."[11][11]

Öyleyse İbn Hazm, bu kütüphaneyi gördü ve ondan gereğince faydalan­dı. Demek kitaplar yağma edildi. Yakılmadı, onları insanlar paylaştılar. Bel­ki İbn Hazm'da onlardan bir miktar almış olabilir. Zaten çoğunu istinsah etmişti. Böylece ondaki malumat değerler büsbütün boşa gitmedi. Nehire dökülüp veya ateşte yakılıp yok edilmedi.

121- Endülüs Ulema Yatağıdır:

Bunları yazmaktan maksadımız şudur: Endülüs'de muhteliflimi kitap­lar, İslâm fikrinin meyveleri mevcuttu. Bunlar halifelerin, emirlerin kütüp­hanelerinde ve insanların elinde bulunuyordu. Onları okuyorlar, istedik­lerini istinsah ediyorlardı. Ölçü sadece kitaplar değildi. Onları okuyan, ya­zan, onlardan faydalanıp hüküm âlimlere de bakılır. Endüyüs'ün bundan da nasibi çoktu. Hicri IV ve V. yüzyıllarda Endülüs'de bir âlimler toplulu­ğu vardı. Bunlar menkul ve mâkul ilimleri bağdaştırdıkları gibi, selefle ha­lef ilmini de münasib bir tarzda birleştirdiler. Böylece güzel bir ilim mu­hiti meydana çıktı ve Endülüs'ün bir ilmi kişiliği oluştu. İbn Hazm'ın En­dülüs Uleması risalesi Endülüs'de parlak bir ilim kişiliği meydana getiren bu âlimlerden bazı örnekler vermektedir. Görelim: "Bizim ülkemiz, doğu­daki ilim kaynaklarından, âlimler ocağından uzak olmakla beraber yine de ilim erbabı vardır. İran ve Ehvaz'da, Rabia bin Mudar, Yemen ve Şam'da onların misli bulunmaz. Halbuki o memleketler, fikir ve anlayış sahiple­rinin hicret yurdu maarif ehlinin nuru olan Irak'a bizden çok daha yakın­dırlar."[12][12] Bundan sonra İbn Hazm, Endülüs'ün meşhur bazı âlimleri ile şarktaki benzerlerini mukayese yapıyor, eserlerini karşılaştırıyor ve şarkın öğündüğü her âlimin Endülüs'de de bir benzeri değerli âlim bulundu-km ogunaugLi"

gunu söylüyor.

Mesela- Buhari'nin benzeri Bakıy b. Mahled, Şarkta Müzenı'mn talebesi Kaffal’ın benzeri yine Müzeni'nin talebesi Kasım b. Muhammed Endü-r 'dedir Böylece Endülüs şarktakilere mukayeseye devam ederek III, IV ve V. yüzyıllarda Endülüs'de de birçok âlimin bulunduğunu söylüyor. Bu da İbn Hazm'ın dediği gibi rey yurdu olan Irak'ın hiç de geri kalma­yan bir ilim çevresinin Endülüs'de de olduğunu gösterir.

Böylece görüyoruz ki, âlim İbn Hazm, gür yapraklı koca bir ilim ağacı gölgesinde yetişmiştir. İlim ocağında doğdu, onun ocağında büyüdü, onun havası ile beslendi, bu suretle onun için bütün bilgi şartları tamdı. Küçük yaşta hocalar arasında bulundu, ilim ocağında yaşadı. İlim meyvelerini der-li ve olgun ilim meyveleri verdi. Ebu Hanife'ye bunca ilmi nasıl elde etti­ğini sordular. Şu cevabı verdi: Ben ilim ocağında yetiştim ve âlimlerden bi­rine sarıldım. İbn Hazm'da ilim ocağında yaşadı, daha küçükken âlimler arasında bulundu, onun hayatını, fikir çevresini anlatırken bunları söyle­dik, O söylediklerimizi burada tekrar etmiyoruz.

İbn Hazm'ın Çağında İçtimai Durum:

122- İbn Hazm Toplumun Tercümanıdır:

İbn Hazm çağında, Endülüs'de içtimai duruma kısaca değinmemiz ge­rekli. Çünkü onun malzemesini toplumdan alan kitapları var. Onun Tav-ku'l-Hamame kitabının ana maddesi Endülüs toplumudur. Çok yerinde bu toplumun olaylarını anlatır. Davasını ortaya atar. Onu teyid eden olayla­rı söyler. Onun ahlak risalesi hikmetlerle, öğütlerle doludur, bazı yerde söy­lediklerini, içinde yaşadığı toplumda gördüğü şeylerle teyid eder. O, ahla­ka ve aşka dair yazı yazarken toplum onun kitabıydı, ondan okudukları­nı yaşardı.

İbn Hazm, toplum içinde insanlık faziletinin doğru bir örneğidir. Her top­lumda iki sınıf bulunur. Fazilet ve rezalet yanlısı, bazıları yolunu sapıtır, haram yolunda yürür. Bir kısmı da fazilet dairesinde kalır. Allah'ın haram kıldıklarını helal saymaz. Helal kıldıklarını da haram saymaz. "Allah'ın kul­lan için meydana çıkardığı zineti kim haram etti" (el Araf, 7/32) ayeti ile amel eder. İbn Hazm, fazilet yanlısı sınıftan olup, kalbi güzelliğe karşı iyi duygularla doluydu; helal dairesini asla aşmazdı. Haram işlemedi, ha­ram bahçesine göz dikmedi. Hak dairesinde kaldı. Nasıl ki Tavku'l-Hama-e kitabında sevgi ve aşıklardan bahsederken harama asla el sürüp iffe-Inı Azmadığım yeminle söyler; o, her davranışında teiniz ve muttaki bir mümindir. Böylece o, çeşit çeşit hevesler içinde yüzen bir toplumda sadık bir fazilet nümunesidir. Ayrıca onun içinde bulunduğu toplumdan da bah­setmemiz gerek. Çünkü onu bu konularda yazmaya iten o toplumdur. Eğer o toplumda bu karışık unsurlar bulunmasaydı o bu konulara girişmez­di. Müslümanlarla hristiyanlar arasında devamlı sürtüşmeler, karışık bir halde yaşamaları, onun çağında bunların çoğalması, inançlar hakkında tar­tışmalar, bütün bunlar onun yazılarında yer aldı...

123- Endülüs Karışık Milletler Topluluğudur:

Bu sebeple, bu toplumdan bahsetmemiz yerinde olur. Çünkü İbn Hazm'da düşünce kıvılcımı çakan odur. Ondaki duyguları uyandıran top­lumdur. Ta ki, fıkıh ve inanç hakkında yazdığı gibi aşka dair de yazmaya onu itti.

Endülüs'de toplum çeşitli unsurlarla çalkalanırdı. Onları mekan bir ara­ya toplamıştı, fakat milletler ayrıydı, her milletten de türlü soylar ve on­ların özellikleri vardı. Aralarında halis Arap olanlar var. Onlar kültürlü, dilleri köklü, hayalleri kuvvetli olduğundan hakimiyet onlardaydı... Endü­lüs'de edebi ve fikir üstünlüğü oluşturmuşlardı. Kur'an dili olan Arapça, dil birliği sağlamıştı. Orada Berberiler vardı. Bunların içinde fütuhat sı-rasında kahramanlar çıktı. Bunlar, sert tabiatlı insanlardı. Bazen şid­detli nefrete kapılırlar, o yüzden fitne ateşini kurcalarlar ve yakarlardı. İç­lerinde kültür sayesinde tabiatım terbiye edenler, ince hisli, kibar olanlar da bulunurdu. Parlak edebiyat ürünü vermişlerdi. Bu toplumda yerliler­den müslümanlığı kabul edenler de vardı.

Diğer yandan müslümanlar, Güney Fransa ve diğer Akdeniz adalarında yaptıkları bir çok gazalarda harb esirleri almışlardı. Bu, fütuhat sonu esir­ler arasındaki güzel cariyeler, toplumda yeni bir sınıf oluşturduki, Endülüs toplumunda bunlar ayrı bir yer alır. Bunlar yüksek terbiye görüp kültür sa­hibi oldular. Araplar da güzelliğe karşı ince ve kibarca duyguları geliştirdi­ler. Şairlerin hayalleri coştu. Ediblerin kalemleri ustalıklarını döktü, insan­ların duygularına ufuklar açıldı. Bazıları ana caddeden şaşmadı. Azgın se­le kapılmadı. Bazı kimselerin ise, nefisleri şahlandı. Akıl ve dizginlerini tu­tamadı. Fikir ve din duygulan hakim olamadı, sınırı aştı, aşırı gitti.

124- Endülüs'de Müslümanlarla Hristiyanlar Arasındaki Münasebetler:

Görüldüğü gibi İbn Hazm çağında, müslümanlarla hristiyanlar karış­tılar. Müslüman toplumu çeşit çeşit milletlerden türlü tabiattaki insanlar­dan oluştuğundan başka, bir yerde müslümanlarla hristiyanlarm birbiri üe sürtüşmesi veya karışması da ortaya çıkınca durum hepten karıştı. Gün­den güne şiddetlenen bu harbler sonucu, müslümanlarla hristiyanlar arasına sürtüşme sürüp gitti. Ancak bir yanda silah gürültüleri işitilirken, di-- r vandan kılıç parıltılarından gizlice fikir parıltıları da insanlara geçti. Savaşlar her zaman, savaş sırasında münasebetleri kestiği gibi barış za­manında işe yarayan temaslar da meydana getirir. Baksana, doğu ile ba­tı arasında yapılan haçlı seferleri, Avrupalıların doğudaki ilim ve irfan nu­runu tanımalarına yol açtı. Ancak ondan sonradır ki Avrupa'da rönesans devri başladı, doğudan, İslâm diyarından aldıkları ilim ve irfan rönesan-sm tacıdır. Onların aydınlığı sayesinde Avrupa kendine uygun bir hayat yo­lu buldu. Onların düşüncelerine yol açan daima bu olmuştur.

Bu sürtüşmeler dışında müslümanlar, hristiy ani arla karışırlardı. İstan­bul'dan Endülüs'e heyetler gelir, müslümanlara yakınlık gösteren hristi­yanlar vardı. Bundan başka hristiyanlar Endülüs'de zımmi idiler. İslâm hu­kukuna göre zımmiler, müslümanların faydalandıkları haklardan fayda­lanırlar, müslümanların mükellef olduklarıyla mükelleftirler, hukukta eşitlik vardır. İslâm adaleti herkese kanat verir. Bazı hükümdarlar aşırı gitmişse, bunu müslümanlara karşı da yapmışlardır. Müslüman emirler za­yıflayınca, müslümanlarla hristiyanlar arasında münasebet daha da art­tı. Bazen hristiyanlardan yardım istemeye başladılar. Bazen onlara haraç ödemek zorunda kaldılar. O zaman daha çok karıştılar. Hatta bazı haller­de İslâm ve müslümanlar için sevmediğimiz nahoş şekil aldı. Bu ihtilaf so­nucu, fikir münasebeti doğdu. Tartışmalar alevlendi. Söylediğimiz gibi İbn Hazm'm kitaplarında bunların izleri vardır.

125- Karışık Toplumun Maharetleri:

Bu durumda, Endülüs'de şu karışım meydana geldi. En değerli millet­ler yanında en sert soylar da yer aldı. Ortaya öyle bir toplum çıktı ki, en kuv­vetli unsurlar yanında zayıf olanlar da vardı. Endülüs halkı ihtilafa en ya­kın insanlar oldukları gibi, akıl ve fikircede çok kuvvetliydiler. Böylece si­yası çöküntü, arttığı devirlerde İslâm medeniyeti her nevi kültürde en kuvvetli oldu. Edebiyat en yüksek zirvedeydi, felsefe parlaktı, bütün ilim­ler ufukları aydınlatıyordu.

Endülüs halkı, muhtelif soylardan oldukları için orada bu soyların her birinin özellikleri ortaya döküldü. Nefhu't-Tıb Endülüs ahalisini şöyle an-a "/. En(*ülüs ahalisi, nesebçe Arapdır; izzet, kuvvet, yüksek himmet sahibidir. Dili güzeldir. İyi kalblidir. Zillete düşmez, cömerttir, nezihtir, te-ız ir aşağılık tanımaz. İlmi sevip ona Önem vermede Hintli gibidir, onu lakierler Ve bİlİrler" Temizükte ve zarafette Bağdatlıdırlar, yumuşak ah-ke t' yU^Sek deSerli uyanık, zeki, iyi görüşlü, parlak fikirli, açık zihinli, le^ T11 düşÜncelidir- Sulama işlerinde, su taksiminde Yunanlılar gibidir­ler' ■ a^aç yetiştirmede meyve ağaçlarını seçmede envai sebze bahçe-1 ıslah edip bakmakda, her türlü çiçekçilikte çok ustadırlar, onlar, insanların ziraat işlerini en iyi bilenleridirler... Onlar işte yorulmazlar, yp tıklarını iyi yaparlar, sanatı geliştirmekten usanmazlar. Binicilikte çok ma­hirdirler. Atıcılıkta ustadırlar... Endülüs halkı ameli sanayide Çinliler gibidirler, teknik işlerde, alet yapmada ustadırlar. Harb işlerinde Türkler gibidirler, harb aletlerinde, teçhizat işlerinde Türkler gibidirler..."[13][13]

126- İlerlemeler:

Endülüs toplumunun özellikleri bunlar. Her taife, elinin yatkın olduğu işi yapıyor demek. Bunun anlamı, her Endülüs'lü de bu niteliklerin hepsi var demek değildir. Her iş için mutahassıs kişiler vardı. Kimisi bahçıvan­lıkta çok ustaydı, meyve ağaçları Allah'ın izniyle her mevsimde bol bol mey­ve verirlerdi. Bostanlar, bahçeler şehirleri süslerdi, öyle ki, sanki dünya cen­net haline dönmüştü. Yer silkinmiş, uyanmış ve envai güzel bitkiler bitir­miştir. Mimarlar saraylar yapmışlar, binalar oturtmuşlar, hayat yolları­nı kolaylaştırmışlardır. Ulema, din ilmini elde ederken, diğer yandan Yu­nan felsefesini öğrenenler vardı. Felsefeyi gömülü olduğu mezardan çıka­rarak Avrupa'ya yaydılar. Böylece Endülüs'deki bu karışık toplum, parlak bir medeniyet kurdu. Edebiyatı, ilimleri, fenleri yeniden diriltti. Siyasi du­rum zayıflasa da, Endülüs Emevileri dağılsa da, ilim ilerledi. Edebi zevk ve fenler, sanatlar gelişti. Din ilimleri, dil ilimleri kuvvetlendi.

127- Arapçanın Gelişimi:

Bu dağınıklığı bir araya toplayan şey Arap dilidir, onları bir fikir kül­türü etrafında birleştirdi. Öyle anlaşılıyor ki, Endülüs halkının dili umu­miyetle fasihti, düzgündü, yabancılık etkisinde kalmamıştı. Abdurrah-man Nasır devrinde Endülüs'e gelen Ebû Ali el-Kâli Endülüs'de Arap di­lini şöyle anlatır: "Kayrevan'a geldiğimde orayı birbirinden farklı bul­dum. İbn Bessam der ki, Endülüs halkı ise onun bu sözüne şaşarlar, En­dülüs halkı mübahasa (konuşma) ve münakaşada zekasını gösterir..."[14][14]

Endülüs halkının bu düşüncelerinin ve bu meyvelerin mahfazası Arap diliydi. Onların yazmaları kuru bir ilim ile değildi. Kitaplara yazılıp bugü­ne kadar gelen ilim mecmuaları, doğru ifade ve güzel tasvirleri yazılmış olup seve seve okunur. Fıkıh, usul, kıraat kitapları bile ilmi tahkikler yanında güzel ifadelerle doludur; Çıplak ilim dili ile edebiyat dili yanyanadır. Eğer V. ve VI. Hicri yüzyıllarında Endülüs'de yazılanlar Doğu'da yazılanlarla kar-şılaştırılırsa iki üslup arasındaki fark açıkça görülür.

128- Kadınların, Hatta Cariyelerin Çoğalması:

Diğer İslâm ülkelerinde olmayıp da Endülüs'de içtimai hayatta görülen , . fark da toplumda bir çok kadın edib ve şairlerin ortaya çıkmasıdır. Öy-ı ki kadınlara dair haberleri okuyan kimse, bu ülke ehlinin tabiatı o dere-

incelmiş, zevki o kadar güzelleşmiş ki, herkes şair ve yazar olmuş, kadın sairlerle dolmuş sanır. Erkeklerin dilinden olduğu gibi kadınların dilinden de şiirler akıyor, şairlerin ağzından olduğu gibi, fakihlerin ve hadis âlimle­rinin de ağzından şiir ve edebiyat dökülüyordu. Her sınıfın ehli var, herkes sanatkâr kesilmiş, hepsi de hayatın ona ayırıldığı hisseden payını alıyor.

Bir çok şair cariyeler görüyoruz. İçlerinde ilmin dallarını iyi bilenler var, ilimde müteahassıslar gibi bahsediyorlar. Nefhu't-Tıb Nahiv, Arap grame­ri okutan cariyeden bahseder: Onlardan biri de katip Ebu Mutarrif Abdur-rahman'm azadh cariyesi Aruziyye'dir. Balansiye'de otururdu. Efendisin­den nahiv ve lügat okumuştu, fakat onu geçti, aruz ilminde çok çok mahir­di, Kâmil'in Müberredini, Kâli'nin Nevâdiri'ni ezbere bilirdi, onları şerh ederdi. "Ebû Davud Süleyman b. Necah der ki, bu iki kitabi ben ondan oku­dum, aruzu ondan öğrendim. 450 Hicri yılında efendisinden sonra öldü."[15][15] Cariyeler arasında bile böyle lügat bilginleri olunca, İbn Hazm'ın ilk Öğre­nimini kadınlardan yaptığında hayreti mucib bir şey olamaz.

129- Şair Cariyelerin Hikâyeleri:

Şair olan cariyelerin haberleri, hikayeleri pek çoktur. Güzel zevk sahip­leri çoğalmış, zarif ve latif sözler revaç bulmuş, kibarca davranışlar artmış­tır. Bu tür hayat gereği, halife ve emirlerin saraylarında, zenginlerin ko­naklarında cariyeler rağbet görmüş, önemli rol oynamışlardır. İbn Hazm'ın Tavku'l-Hamame kitabı, içtimai hayatta rol oynayan bir çok cariyelerin ha­berleriyle doludur. Bunlardan biri de Hakkari'nin Nefhu't-Tıb daki şu haberidir: "Emirü'l Mü'minin Nasır, ameliyat olmak istedi. Medinetü'z- Zeh-ra'daki sarayının salonunda oturdu. Doktoru çağırdı, doktor aletlerini al­dı, Nasır'ın elini tutup nabzına baktı. Tam bu sırada Zurzur ortaya geldi, oradaki altın kabın üstüne çıkıp şu beyitleri söyledi:

Ey Nasır, Emirül Müminin'e yumuşak davran, şefkatli ol. Sen öyle bir damara ameliyat yapıyorsun ki, Bizim âlimimizin hayatı ona bağlı."

O bu şiiri tekrarladı durdu. Bu Emirül Müminin Nasır'ın çok hoşuna git-lu R1 v& Ç(? sevinc*i- Bu kimin aklına gelip böyle hazırladı, diye sordu. Oğlu Hakem’in annesi büyük Hatun Mercâne'nin bunu hazırladığını söylediler.[16][16]

130- Gazelde Aşırı Gidenler:

Cariyelerin bu tarzda çoğalması, böyle geniş kültür sahibi olmaları, top­lumda böyle yer almaları, bütün bunlar bize gösteriyor ki, Endülüs'de ka­dın, kafesi arkasında kapalı değildi, toplum içine karışıyordu. Endülüs şe­hirlerinin caddelerinde kadınlar dolaşıyor, halk onları sokakta görüyordu Bu hususta en doğru şahid Tavku'l-Hamame kitabıdır. Onda, milletin bü­yüklerinden bazı kimselerin haberleri var, aralarında bazı âlimler de bu­lunuyor; yolda bir cariye, kız görüp onun aşkına düşenler, sevdasına kapı­lanlar olmuş...

Arap kadınları arasında, hatta azadlı cariyelerden gazel şiirleri ya­zanlar, şiir ve nesir halindeki gazelleri makbul sayanlar vardı. Emeviler-den Müstekfi'nin kızı Velâde şiirlerinde çok gazele kaçardı. Hatta din­darlara göre onun şiirleri gazelden öte, daha kötüdür, bu kitabımıza onla­rı yazmak bile istemeyiz. Şunu bilmek yeter ki, o elbisesinin sağ yanına al­tın yaldızla şunu işlemiş:

"Vallahi ben yüksek işlere lâyıkım, Benim yürüyüşüm gelişim bile başkadır.

Sol yanında da şu beyti işlemiştir:

"Aşıkça yanağımı okşayana müsaade ederim, isteyene de buse veririm."

Bununla beraber Makkari, onun masum ve iffetli olduğunu söyler.

131- Zenginlerin Arasında Kütüphane Kurma Modası:

Onun masum ve iffetli olduğunda şüphe yok, bununla beraber bu söy­lediklerini de söylemiş. Biz onlarla kağıtlarımızı kirletmek istemeyiz- Bu çağda hayat bir çok tezadlarla doluydu. Kurtuba dini şiarları yerine geti­ren en iyi şehirlerdendi. Makkari bu konuda şöyle der:

"Kurtuba'nm iyi taraflarından şunlar da var: Elbiseleri kibar, dine saygılı, namaza devamlı, ahalisi büyük camiye çok bağlı. Ahalisinden bi­ri bir yerde şarap kabı görürse, onu kırar, kötü şeyleri gizlerler, aşikare ya­pan yok. Köklü aileden olmakla, askerlikle ve ilim sahibi olmakla iftihar ederler. Kurtuba Endülüs'de en çok kitap bulunan yerdir. Ahalisi kitap alıp kütüphane kurmaya en meraklı insanlardı. Büyüklük ve başta gelme ölçüsü kütüphanedir. Hatta ilim sahibi olmayan reis bile, evinde kitaplı­ğı olmasına önem verir, filanın kütüphanesi var, onun kitaplığındaki filan kitap başkasında yok, filanın el yazısıyla olan kitabı onda bulunur, desin­ler diye kütüphane kuranlar oldu."

Hramî der ki: Bir defa Kurtuba'da oturdum, bir süre aradığım bir ki- tabı bulmak için kitap pazarını dolaştım. Nihayet güzel yazılmış kitabı buldum buna çok sevindim. Müzayede ile satılıyor. Fiati artırmaya başladım.

Münadi başkasının daha fazla verdiğini söyledi, fiat haddini aşınca, mü-

nadiye:

"Değerinin çok üstünde fiatı arttıran şu adamı bana göster," dedim. Ba­na reis kıyafetinde birini gösterdi. Ona yaklaşıp:

- "Allah fakih efendimizin şerefini arttırsm, eğer bu kitap size çok lazım­sa ben vazgeçeyim, sizde kalsın, zira fiatı haddi aştı," dedim. Bana

- "Ben fakih falan değilim, hatta kitabın içinde ne var, onu da bilmem. Fakat ben bir kütüphane kurdum, memleket eşrafı arasında onun güzel ol­masını istedim. Kütüphane de bu kitabın sığacağı kadar boş yer kaldı, bu kitabın yazısı güzel, cildi iyi, hoşuma gitti, beğendim, fiatma bakmayıp ala­cağım. Allah'ın verdiği nimete şükürler olsun" dedi.[17][17]

132- Endülüs Gibi Karmaşık Toplumda Zıt Davranışlar Olur:

Dini vazifelere Önemle bağlılık, kötülüklerden sakınıp aşikare işleme­mek, şarap kaplarını kırmak, kitap toplamaya merak yanı sıra bazen zevk-u safa eğlenceleri de olurdu. Mesire yerlerinde kaba sözler geçerli pa­zar bulurdu. İbret alınsın diye Makarri onlardan söz eder ve şöyle der: "Şu gençlere ilave olarak burada, Kurtuba ve diğer Endülüs bölgeleri mesire­lerinde, gizli yerlerinde yapılanlardan birazcık sözetmek istedim. Sohbet toplantılarında gönül eğlendirici şeyler olurdu. Kurtuba ve Zehra sitesin­den başka yerlerde de bunlar vardı. Bunlara, oyunu eğlence yapmadan ib­ret alınsın diyedir. Sonra zaman bunları silip süpürdü. Eğlence defterle­rini dürdü. Allah bilir, biz bu haberleri ibret olsun diye naklettik, harama teşvik için değil, maksadımız budur, ameller niyete göredir."[18][18]

Gezinti yerlerindeki eğlence ve oyunların yanı sıra, ciddi olup kc'ülük-lerden sakınanlar da vardı. Şüphesiz ki muhtelif unsurlardan oluşan ka­rışık bir toplumun hâli böyle olur. Bir kaç medeniyet ve kültürün karışı­mı neticesi budur, Arapça dilbirliğini sağladı, fakat unsurlardaki soy far-ı kendini gösterdi ve bunlar içtimai hayatta meydana çıktı, göründü. uşüncelerini bir araya getirmek kolaydı. Niyetler temiz olunca siyaseti ırleştırmek kolaydır, fakat arzu ve hevesler çeşitli olan nefisleri birleştir-mek kolay olmaz, onları bir kalıba dökemeyiz.

133- İbn Hazm'ın Yaşadığı Çevre:

İbn Hazm, Kurtuba'da yaşadı, orada da diğer Endülüs şehirlerinde ol­duğu gibi bu tür oyunlar, haram helal karışık eğlenceler vardı. Bir taraf­ta dinin icaplarına uyanlar, kötülüklerden sakınanlar, aşikare içilen yer­lerde şarap küplerini kıranlar var. Evlerde gizli içenlere karışan yok, İbn Hazm işte bu şehirde yaşadı. İlim meclislerine girdi, camilere gitti, hadis okutanları dinledi. Şüphesiz İbn Hazm'm ailesi, her zengin aile gibi, kitap topladı, ailesinin topladığı kitapları okudu, inceledi. Diğerleri gibi onun ki­tapları kütüphaneyi süslemek için değildi, okuyan vardı, bunlar kütüpha­nedeki boş yeri doldurmak için alınmış değildi.

Birbirine zıt görüşler arzeden bu şehirde İbn Hazm, 20 yıl yaşadı. Öm­rünün ilk yılları burada geçti. 384 H. yılında doğdu, 404 yılında buradan ay­rıldı. Arasıra buraya dönerdi. Gittiği diğer Endülüs şehirleri de böyleydi.

Bu içtimai havanın, İbn Hazm'ın ruhu ve fikri üzerinde etkisi oldu. Bunun belirtilerinden biri de ifadesinde görülen sertliktir. O ki gazel ve aş­ka dair şiirleri söyleyen bir şairdir, aşka dair o değerli kitabı yazandır, o bunları yalnız gören sıfatıyla değil, bu zevki tadan biri olarak yazmıştır. "Menley yezuk, bilmez yazık" demiştir. Halbuki p helalden başkasına el sür­memiş nezih bir kimsedir.

Bu toplumun onun düşüncesinde tesiri vardır. Onun araytırma incele­me ve mukayese maddesi bunlardır. OnunTavku'l-Hamame ve Müdâvâ-tü'n-Nüfus kitapları, bu tezadlar içinde çalkalanan muhtelif unsurların ya­şayışları, bu tezatlar içinde çalkalanan muhtelif unsurların yaşayışları ve neticeleriyle doludur.

Gerçek şudur ki, Endülüs'de her şey, İbn Hazm gibi değerli bir âlimin ve imamın doğuşuna elverişliydi. Onun niteliklerine, kuvvetli iradesine bun­lar katılınca Endülüs'ün o büyük âlimi ve fakini, Kitap ve Sünneti ihya eden imam yetişti. Ölümünden sonra bir süre her ne kadar sesi gizlense de, ve­fatından 200 yıl kadar geçtikten sonra yine canlandı ve İslâm dünyasının her köşesinde o ses yine dalgalanıyor, ileride inşallah açıklayacağımız üzere, başka isimler taşısa da gerçekte ses onundur.

[1][1] Kıtab el-Fasl fi'l-Milel ue'l-Ahual ve'n-Nihal

[2][2] Nefhu't-Tıb, c. II, s. 227, Rufai Baskısı

[3][3] Aynı kaynak, s. 125

[4][4] Ayın kaynak, c. III, s. 71

[5][5] Aynı kaynak, c. IV, s. 19

[6][6] Aynı kaynak, s. 22

[7][7] İbn Hazm, Tavku'l-Hamame s. 94

[8][8] Nefhu’t-Tıb, c. IV, s. 59, Rufai baskısı

[9][9] Muhammed b' Abdullah b- Hakem, Maliki fakihi olup Malik'in talebesinden fıkıh udu. Şafii'de de ders almıştı. Onun ölümünden sonra Maliki Mezhebine girdi ve eser yazdı 414 H.de öldü. Mezarı Kahire'de İmam Şafii'nin mezarı yanındadır.

[10][10] Makkarî Nefhut-Ttb c. III, s. 241

[11][11] Aynı kaynak, s. 242

[12][12] Aynı kaynak, c. II, s. 134, Ezheriye Tab'ı

[13][13] Nefhu't-Tıb, c. II, s. 123, Ezheriye Tab’ı

[14][14] Aynı kaynak, sh. 125;

[15][15] Aynı kaynak c. II, sh. 430, Ezheriye tab.

[16][16] Makkari, Aynı kaynak, c. III, s. 158

[17][17] Aynı kaynak, c IV. s- 113-114, Rufai Tab'ı

[18][18] Aynı kaynak, c. V, s. 219-230