İbn Hazm'ın Görüşleri

244- Her Alanda Kalem Oynatan Derin Bir Alim:

Yukarıda geçtiği üzere İbn Hazm geniş bilgili bir kişidir. Tarih, felse­fe nıantıka dair eserler yazdı. Hitabet usulünü Öğrendi, İslâm akaidine, İs­lâm siyasetine ve İslâm fıkhına dair bir çok çalışmaları var.

Bu geniş bilgi ufkunda, onun en seçkin yeri ve onun ilmi genişliğine şöh­ret kazandıran İslâm'a dair eserleri olduğunu söyleyebiliriz. Mantık hak­kında yazması, onu kendisinden sonra gelen İbn Sina, Farabi, İbn Rüşd de­recesine çıkaramamıştır. Ne de felsefeye dalıp Gazali derecesine ulaşabil­miştir ve hatta felsefeye girdi, fakat oradan çıkamadı, derler. İbn Hazm, ak­lî ilimlere girdiyse de âlim olmak için değil, o kültürü almak, haberdar ol­mak için girdi, yoksa onda derinleşip de sahanın avamlarından olmak maksadıyla değil. İbn Sina ve Farabi gibi onun teferruatına dalmadı. Ken­disinden sonra gelen Gazali ve İbn Rüşd'ün yaptıkları gibi onlarla İslâm hakikatlerini karşılaştırmak için derinleşmeye çalıştı. Felsefeye dair ba­zı görüşleri oluştuysa da bu ilminin özü değil, kenarıdır. Asıl maksad ol­mayıp, çalışmalarının mukaddimesi kabilindendir. Bunları, maksad ve gaye olarak değil, vasıta olarak öğrendi, mantıka dair yazdığı kitabında, Aristo'ya muhalefet etti ki, bu İslâmı incelemelerinin ve eleştirici aklının tesiriyledir. Bununla beraber bir çokları onun bunda yanıldığını söyler. Kıf-tı'in Ahbaru'l'Hukema'smda şöyle der:

"O, mantık ilmiyle meşgul oldu ve ona "Kitabu't-Takrib Hududi'l-Man­tık adım verdi. Onda bilgi, usul ve yollarını anlattı. Onda fıkhi misaller, di­ni kaideler kullandı. Bu ilmin kurucusu olan Aristo'ya, maksadını anlat-maksızın bazı kaidelerde muhalefet etti. Bu yüzden kitabında çok hatalar vardır."[1][1]

Onun bu kitabı hakkında böyle söyleyen Kıfti, İslâm ilimlerindeki de­recesi hakkında şöyle demektedir: "Bundan sorna din ilimlerine dair çalış­malarını arttırdı, kendini bu işe verdi, ondan önce Endülüs'de hiçbir kim­senin nail olamadığı dereceye ulaştı. İslâm'a dair bir çok sayıda kitap yazdı, hepsi de yüksek şerefli eserler olup çoğu usul-i fıkha ve fıkıh mese­lelerine aittir."[2][2]

245- İbn Sina da Aristo'yu Eleştirir:

İslâm filozofları içinde Aristo'nun mantık usulüne itiraz eden ilk İbn Hazm değildir. Ondan önce Aristo mantıkini eleştiren İbn Sina olmuştur.

Bu konuda bir de kitap yazmıştır. Mukaddimesinde Aristo'nun yoluna muhalif olduğunu söylemiştir. Bu, felsefe ehlinin havası içindir. Felsefe öğ­rencilerinin umumuna mantıka dair yazdığı "eş-Şifa" kitabını tavsiye eder. Bu kitabı ise kendisi için yazdığını söyler.

İbn Sina, İbn Haznı'dan önce Aristo mantıkini eleştirmiştir, fakat hiç-kimse kalkıp da bu Aristo'nun maksadını anlamadan yapılan bir eleştiri de­memiştir. İslâm filozoflarından hiçbiri, Aristo mantıkim İbn Sina'dan da­ha çok anladığını söyleyemez. Çünkü felsefe İbn Sina'nın malıdır, madde­sidir, en meşhur olduğu ilim budur. İbn Hazm'ın sahası mantık değil, o yüz­den, Aristo'ya itiraz edince, onu yanlış bulan çıktı, halbuki İbn Hazm'ın de­diği doğru olabilir de, fakat onun asıl sahası İslâm ilimleridir.

Onun için biz, onun görüşlerini incelerken, İslâm akaidine dair görüş­lerini, siyasete dair görüşlerini, sonra da fıkhı ele alacağız. İslâm akaidi­ne dair görüşlerini, siyasete dair görüşleriyle, sahabenin dereceleri hakkın­daki görüşlerini kısa keseceğiz. Sonra fıkhını uzun boylu anlatacağız, çün­kü onun asıl şöhreti fıkıhladır. Onun vasfı budur.

Akaide Dair Görüşleri, Allah'ın Vahdaniyeti:

246- Akaid Meseleleri Aklî Delille ve Nasslarla Sabit Olur:

Akaid bahsinde İbn Hazm'ın metodu, yukarıda geçtiği üzere, iki şeye da­yanır: Biri aklî deliller, yani akılla sabit olan esaslar ki, bunlar, bedihiyat olarak kabul edilir. Allah'ın birliği, peygamberliğin aslı, peygamberlerin mu­cizeleri, Kur'an-ı Kerim'in Hz. Muhammed'in Peygamber olduğuna delale­ti, Sünnetin bildirdiklerinin doğruluğu bunlar bu yolla sabittir. İkincisi nass-lardır. Kur'an-ı Kerim'in getirdikleri ve Peygamber'lerin hak oldukları, Sün­netin doğru olduğu sabit olduktan sonra bütün nasslarm hepsi sadık de­lildir. Bunlar, zahiri üzere alınır, başka bir nassla zahire gidilir, mücerred rey ve içtihadla veya akılla yapılan kıyaslarla zahir bırakılamaz. Böylece, vahdaniyet yani Allah'ın birliği, peygamberliğinin doğru ve Kur'an'ın hak olduğu akli delille isbat edildikten sonra akaid meselelerinin hepsinin de-lii ve kaynağı Kitap ve Sünnet yani naslar olmuş olur. Bu nasslar da zahi­ri üzere alınır, ancak başka bir nassı zahire muhalif olursa, o müstesnadır. Sahih Sünnetin getirdiği her şey; kati olarak sabittir, o, fer'i meseleler­de olduğu gibi akaid hususunda delildir, akaidi isbat hususunda, ona gö­re haber-i vahid hadislerle meşhur ve mütevatir hadisler arasında fark yok­tur. Bunların hepsiyle itikad sabit olur. Ancak çelişki olursa o zaman usu­lüne göre tercih yapılır. Böylece sahih hadislerin haber verdiği gayba da­ir her şey sabit olur. Kıyamet ahvali, melekler ve onların halleri, sırat ve mizan, amel defterleri, kitap ve hesap, levh-i mahfuz ve arş, bunların hepsine sahih hadislere göre iman etmek farzdır.

247- Allah Teala'ya İmarı Etmek İlk Vazifedir:

İslâm'ın ruhu ve özü vahdaniyettir, Allah'ın birliğidir. İslâm'ın içi ve dışı şiarı, şekli ve hakikati budur. Allah'ın birliğim kabul ve ikrar etmeyen müslüman olamaz. Lailahe illallah, Muhammeden Rasulullah diye şeha-det etmeyen müslüman değildir. Bunu söylemek, müslim ve gayr-i müslim olanı birbirinden ayıran farktır. İbn Hazm, bunu böylece anlatır, her ne ka­dar ona göre bunlar aklınca bedihiyat olmakla böylece anlatmaya da hacet yoksa da. Sözüne şöyle devam eder:

"Herkese ilk lazım olan şudur ki, İslâm da zaten ancak onunla tamam olur, kalb ile kesin surette ve hiç bir türlü şüphe karıştırmayarak, tam ih-lasla bilmeli ve lisaniyle de Kelime-i Tevhidi söyleyip «Lailahe illallah, Mu­hammeden Rasulullah, Allah'tan başka ilah yoktur, Muhammed (sav) onun elçisidir,» demeli."[3][3]

İbn Hazm, tekrar tekrar anlatır ki; Allah'ın birliğine iman eden kimse, Allah'ın her şeyi yarattığını, her şeyin Rabbi ve yaratanı ancak O olduğu­nu tasdik etmelidir. Hak Teala her şeyi illetsiz yaratmıştır, O'na hiçbir şey vacip olamaz, bu âlem, malulün illetten sudur etmesi gibi sadır olmuş de­ğildir. Onu doğrudan yaratan Allah'tır. O, irade etti mi olur, O muhtardır, dilediğini yapar. Kulları üzerinde hakimdir, her şeye kaadirdir, her şeyi bi­lir, hikmet sahibidir, işitir, görür Lâtif ve haberdardır. O, yücedir, sonra­dan meydana gelenlerden hiçbir şey O'nabenzemez. O'nun misli, benzeri yoktur, O, bilendir: Yüce zatı yarattıklarına benzemekten münezzehtir, O, ulular ulusudur, yüceler yücesidir.

248- Allah'ın Birliğine İmanın Üç Esası:

Buna göre, Allah'ın birliğine imanın üç şıkkı vardır ki, bunların hepsi­ne birden inanmak farzdır.

1. Mabudun Bir Olduğu: Allah Teala'dan başka mabud yoktur, O'ndan başka ibadete layık bir şey olamaz. O, yüce kudret sahibidir, Allah'dan baş­kasına yapılan ibadet şirktir, O'na ortak koşmaktır. Böyle bir şey yapan kimsenin ibadeti batıldır. Ne insana, ne de taşa asla tapılmaz, Allah ile be­raber varlıkta hiç bir şeye tapılmaz. Rabbulalemin olan Allah ile beraber başka bir şeye tapmayı caiz gören kimse, müslüman değildir. Bir pey­gambere veya bir veliye asla ibadet edilmez.

2. Yaradanın Birliği: Allah Teala tek haliktır, O'ndan başka yaratıcı yok­tur. Her şeyi yaratan O'dur. Yaratılmışlardan hiç biri, bir şey yaratamaz.

3. Zat ve Sıfatının Birliği: Cenab-ı Hakka, sonradan yaratılanlardan bi­ri asla benzemez. Göklerde ve yerde tek yüce, en üstün olan O'dur. O, azizdir, hakimdir, izzet ve hikmet sahibidir. Hiçbir şey O'na denk ve eş ola­maz. Yüce zatı bir tektir. İnsanlar gibi parçalardan meydana gelmiş değil­dir. Hak sübhanehu ve Teala bütün mahlukatm üstündedir, yücedir.

249- Allah'ın Sıfatlarına Dair İhtilaflar:

Allah'ın birliğine imanın bu üç esasında, ulema arasında ihtilaf yoktur. Dini fırkalardan hiç biri, bundan başka bir şey söylemez. Dini fırkalar ara­sındaki ihtilaf, diğer cüz'i meselelerdedir. Örneğin: Allah'ın sıfatları zatı­nın gayrı mıdır? Yoksa aynı mıdır? Bunlar sıfat değil de isim midirler? Al­lah'ın bilen, işiten, gören olması, O'nun ilmi, işitmesi, görmesi bunlar za­tının gayrı sıfatlar mıdır? Yoksa yüce zatının isimleri midir? Yoksa sıfat­lar ve zat bir midir? İşte ihtilaf konusu bunlardır. Maturidi, Eş'ari, Mute­zile fırkaları arasında münazara sahası bunlardır. Bu konuda İbn Hazm'm da sözü vardır.

Arş üzerine istiva da böyledir. Bu, Allah'ın yüce zatının hadis olan şey­lerden münezzeh olduğu kaidesine uygun mudur? Yoksa değil midir? Kur'an-ı Kerim'de geçen: "Allah'ın eli, onların elleri üstündedir" (el-Feth, 43/10) ayeti hadis olanlara benzemesin diye tevil mi edilmelidir, yoksa za­hiri üzere mi bırakılmalıdır?

Allah'ın yaratma, yoktan var etme ve var etme de (halk, ibda ve tekvin) birliğine nisbetle kul, kendi fiilinin yaratıcısı mıdır ki, yaptığından sorum­lu olsun, yoksa bu vahdaniyete aykırı değil mi ki, bütün fiiller âlim ve ha­kim olan Allah'ın olup, kul ve yaptığı da O'nun mülkünde dahil midir? Al­lah işinden sorulmaz, kullar ise sorumludurlar.

İslâm fırkaları arasında, ihtilaflı olan felsefi meseleler bunlardır, hep­si esasta birdir, bunların esasını kabul etmeyen İslâm'dan çıkar. Bazı cüz'i meselelerde görüş ayrılığı olduğuna göre, biz, burada bunlara dair îbn Hazm'm görüşüne işaret edelim:

İbadette Tevhid:

250- Peygamberlerden Başkası Harkülade Birşey Yapamaz:

Her müslüman, şuna kesinlikle iman etmelidir ki, Hak mabud yalnız Al­lah Teala'dır, ibadet ancak Allah'a yapılır. Bu müslümanlar arasında itti­fakla böyledir. Ulemanın ittifak üzere olduğu hususu şudur ki, ibadet mertebesine varırcasma kimse takdis edilemez. Fakat acaba mukaddes kim­seler var mıdır, bir kimse takdis edilebilir mi? İbn Haznı kesin olarak söylüyor ki, peygamberlerden başka mukaddes sayılacak hiçbir insan yok­tur ve olamaz, fakat her çağda olduğu gibi İbn Hazm'm yaşadığı çağda da bir takım şahısları takdis etmeye çağıranlar bulundu. Onların, Allah'a ya­kın oldukları, ellerinden bir takım harikulade haller geldiği iddia edildi. Ba­kıyoruz İbn Hazm, işi kökünden hallediyor, meseleyi kesip atıyor:

Evet, bir takım kimselerin ellerinden harikulade işlerle keramet göster­dikleri iddia olundu. Bazı insanlar da onların peşine takılıp gittiler, onları takdis ettiler. İbn Hazm'a gelince; bu harikulade şeyleri inkâr etti, ancak peygamberlerin, peygamberliğini isbat için olan mucizeler bunun dışındadır, onlar haktır. Peygamberlerden başkasının harikulade bir şey yapamayacağı, böyle bir halin olamayacağı ortaya atılınca, onlar takdis sebebi de or­tadan kalkmış oldu. Halbuki tabileri onlara hayattayken ve öldükten son­ra fazla takdis ediyorlardı. Sağlıklarında onları takdis edercesine tabi oluyorlar, öldüklerinden sonra kabirlerini tavaf ve ziyaret ediyorlardı.

251- Harikuladelik Hakkında Bakıllani'nin Görüşü:

Bu konuda, İbn Hazm'm dediklerini nakil etmezden önce şunu belirtelim ki, Bakıllani'nin ve büyük bir grup, peygamberlerden başkasında har­külade ahvalin vuku bulmasını kabul ederler. Peygamberlerin mucizesiy-le bunun arasındaki farkı şöyle belirtirler: Peygamber, mucizesi, yani ha­rikulade ahvali ile insanlara meydan okur, insanlar onun mislini yapamaz­lar, böylece peygamberliğine delil olur. Eğer bu harikulade hal, salih bir kimsenin elinden vuku bulursa, bu keramettir.

Bakıllani böyle diyor. İbn Hazm ise, peygamberlerden başkasından ha­rikulade bir halin vukuunu inkâr ediyor ve şöyle diyor: "Mucizeleri peygam­berler, doğrudan kendisi getiremez. Cenabı Hak şöyle diyor: "Birpeygam­ber Allah'ın izni olmaksızın mucize getiremez." (er-Rad, 13/38) "Bir muci­ze gördüler mi, ondanyüzçevirirler ve bu süregelen bir sihirdir, derler." (el-Kamer, 54/2) Cenabı Hak, Hz. Musa lisanından şöyle buyurur, o Fira-vun'a dedi ki: "Sana açık bir delil getirsem, yine inanmaz mısın? O da: Eğer doğru söylüyorsan getir bakalım, dedi. Musa da asasını yere attı." (el-Araf, 7/107) Cenabı Hak buyurur ki: "Bu ikisi, Firavun'a ve kavmine kar­şı sana Rabbinin iki belgesidir" (el-Kasas, 28/32) Peygamber, meydan okumadıkça tabiatı değiştiren harikulade mucize olmaz diye iddia ederse, yalan söylüyor demektir, ne akıldan, ne de Kur'an ve Sünnet nasslarından delili olmaksızın kuru bir şey iddia etmiş olur. Böyle bir iddia batıldır. Bu­na göre biz deriz ki: Hurma ağacının Hz. Peygamber'e özlemi, az bir yemekle kalabalık bir cemaatın doyurulması, Hz. Peygamber'in mübarek parmaklarından suyun akması, 1400 kişinin küçük bir su kabı ile sulan­ması, bunlardan kimseye kısıtlama getirmeden meydan okumadığından bunlar mucize sayılamaz mı?"[4][4]

252- Peygamberlerden Başkasından Harikulade Hal Vaki olmaz:

İbn Hazm, şöyle demektedir: Bu alem ince ve muhkem bir nizam üzere yürümektedir. Cenabı Hak bu nizamı, muayyen bir müddet için değiştirir ve bunu peygamberlerden başkası değiştiremez. Bu nizamı ancak gön­derdiği peygamberlerinin, peygamberliğini ispat için değiştirir: "Peygam­berlerin peygamberliklerinin sıhhat ve sıdkma şehadet eden hallerin var olduğu doğrudur, harikulade olan bu mucizeler, görenlerin şahidliğiyle sabittir. Bunları görmeyenlere zaruri ilim ifade eden tevatür yoluyla na­kil olunmuşlardır. Bunları kabul etmek farzdır. Peygamberlerden başkasından bu gibi hallerin vukuu mümkün olmaz, bunların varlığı elbette caiz değildir."

"Ne sihirbaz, ne de salih bir kimse, harikulade bir şey yapamaz, çünkü buna dair hiçbir delil yoktur, böyle bir şey nakil olunmamıştır. Söylediğimiz gibi bu, aklen mümkün değildir. Eğer bu mümkün olsaydı, mümkün olan­la mümkün olmayan ve vücudu vacip olan bir olur, o zaman da bütün hakikatlerin hepsi batıl olur."[5][5]

Bundan da görülüyor ki, ona göre; Cenab-ı Hakkın yaratmış olduğu bu varlıkta kurduğu nizamın, tabiat kanunu gereğinin ve sünnetullahm değişmesi mümkün olmaz, yoksa hakikatler bozulur batıl olur. Ancak Ce­nab-ı Hak bunları peygamberliğini isbat için mucize olarak değiştirir, ha­rikuladelik olur. Fakat peygamberlerden başkası hakkında böyle bir şey sa­bit değildir, eşyanın hakikati olduğu hal üzere kalmıştır. Buna göre, ha­rikulade haller, sadece peygamberler asrında vaki olur, o da, Peygamber­liklerini isbat içindir. Peygamberlerden sonra varlıkta mutlak surette hiç­bir harikulade hal vaki olmaz, böyle bir şeyi iddia eden, tasdik edilmez, ak­si halde hakikatler alt üst olmuş olur.

253- Mucize Peygamberliği İsbat Delili Olduğundan İrtihalle Son Bulur:

Salih kimselerin elinde, harikulade bir hal vaki olmayacağına göre, on­ları kutsal saymaya bir sebep kalmıyor. Müridlerinin aşırılık gösterip onlara taparcasına bağlanmaları da boşunadır. İbn Hazm, peygamberlerden baş­kasından harikuladeliği kaldırıp sadece bununla da yetinmiyor, peygamber­lerin Ölümünden sonra onlardan da harikulade halin vukuunu reddediyor. Çünkü, mucizeler peygamberliği isbat içindir, onların peygamberlik vazifesi son bulmuştur, tebliğlerini yapmışlar, risaletleri yerleşmiş, Cenab-ı Hakkın huzuruna göçmezden önce peygamberliğin hak ve sadık olduğuna deliller ta­mam olmuştur. Ölümlerinden sonra mucizeye, delile ihtiyaç kalmamıştır. O, bu konuda kelam âlimi Ebu Bekir Bakillâni ile şöyle tartışıyor:

"Eğer bize, siz, peygamberliğine delil olmak üzere Peygamber'den zamanında mucize sadır olmasını caiz görüyorsanız, bunu Ölümünden son­ra da caiz görür müsünüz? denirse, şöyle deriz: Biz hayvanlarda bu varlık nizamının dışındaki halleri caiz görürüz, Allah insanlardan dilediğinin elinde bunu gösterir. Böyle bir şey fazilet, fazilet sahibine mahsus kılıp da fasıkın fışkından dolayı da menetmeyiz. Biz, fazıl bir kişinin bunu keramet olarak göstermesini inkâr ediyoruz. Eğer, Peygamber'in vefatından sonra bu caiz olursa, iş karışır, biri bu halin keramet olduğunu delil sayıp da iddiaya kalkışırsa ne olur? Dinde zorlama doğar, Allah kulları baştan sona karışık­lığa uğrar. Halbuki Allah, bize şunu haber vermiştir ki, doğruluk, sapıklık­tan ayrılıp belli olmuştur. Peygamber zamanında ise, hal böyle değildir. Pey­gamberin mucizesi delildir, onun haberiyle sabittir. Bu açık bir şeydir."[6][6]

Ona göre, peygamber'den başkasından harikulade bir şey vaki olmaz, ze Peygamber'in hayatında delil olarak vaki olur, vefatından sonra va-. ımaya gerek yoktur. Peygamber, hakkı tebliğ ve beyan ettikten sonra lirete intikal eder. Artık harikulade hale ihtiyaç kalmaz. Şayet ondan son-bövle bir şey vaki olursa, bu karışıklığa ve sapıklığa yol açar. Bazı kim­ilerden harikulade haller vuku bulduğu, bu kimselerden hayatlarında ve öldükten sonra Allah'a yaklaşma iddiasına gelince, bu bir nevi şirk manasını taşır. Hatta bunlar vasıtasıyla Allah'a yaklaşma İdaiası, müşriklerin şöy­le demelerine benzer: "Biz bu putlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye ta­pıyoruz" (ez-Zümer, 34/3) diyorlar ve dara gelip sıkıntıda kalınca onlara dua ediyorlar, Allah'a onları vasıta yapıyorlardı. Bütün bunlar ibadette tevhid manasına aykırı şeylerdir.

İbn Hazm, meseleyi kökünden çürütüyor, bu aracılık ağacını aradan sö­küp atıyor, Herhangi bir insanın elinden harkulade bir şeyin çıkmasını in­kâr ediyor. Çünkü insanların hepsi birdir, birbirine eşittir. Yaratma ve tek­vinde birinin diğerine bir üstünlüğü olamaz. Salih bir kimse kutsal sayı­lamaz. Salih olsun, olmasın bir insanda harikulade bir kuvvet yoktur. Çünkü eşyanın tabiatında değişme olmaz. Ancak peygamberlerin hayatın­da mucizeleri vardır. Vefatlarından sonra mucizeye hacet yoktur, kimse için keramet yoktur.

254- İbn Teymiye Bu Konuyu Daha Çetin Ele Aldı:

İbn Hazm'ın ortaya attığı görüş budur. Böylece, bazı kimselerin, tabi­leri tarafından mukaddes tutulan kutsal sayılması, hatta müşriklerin yaptıkları gibi onları Allah'a yaklaştırıcı vasıta saymaları hususunda uyandırılan vehimleri defetmek isteyenlere, ilk yolu o açmış oldu.

VII. asırda ve VIII. asrın başlarında İbn Teymiye gelerek, îbn Hazm'ın başlattığı bu davayı cesaretle yürüttü. Bu konuda hücum meydanına atıl­dı, Ebu Bekir Bakillani'nin sözlerini eleştirip; bazı kimselerin keramet gös­termesini, mucizede meydan okuma olup keramette ise, böyle bir meydan okuma iddiası bulunmadığından reddedip bu görüşü çürüttü. Çünkü bunun «ini karıştırmasından, onun hükümleriyle oynanmasından korktu.

ibn Teymiye, özellikle salih kimselerin vasıtasıyla Allah'a yaklaşma id­diasını çürütmeye çalıştı.

ibn Teymiye, özellikle salih kimselerle tevessülü, vesileyi yıkmayı hedef almıştır. Şu gerçek bilinmelidir ki, bu işe ilk başlayan, ilk kazmayı vuran *on Hazm olmuştur. Harikuladelik düşüncesini yıkarak, peygamberlerin mu­cizelerinin bile vefatlarıyla durduğunu, herhangi bir veli ile tevessül, yani Allah'a yaklaşma olamayacağım söylemiş, Allah'a yaklaşma vasıtasından ancak itaat olduğunu bildirmiştir. "Ey inananlar, Allah'dan korkun ve ü na yaklaşma yolunu tutun" (el-Maide 5/35) âyetinden murad da budur.

255- İbn Hazm'la İbn Teymiye'nin Müşterek ve Ayrıldıkları Noktalar:

İbn Hazm'la İbn Teymiye, bu konuyu işlerken birleştikleri ve ayrıldık­ları noktalar oldu. İnsana takvadan başka üstünlük veren bir şey bulun­madığı, kimseyle tevessül etmenin caiz olmadığı hususunda birleştiler. An­cak İbn Teymiye, kitaplarından ders almış olduğu üstadı İbn Hazm'dan iki noktada ayrılmaktadır:

1. İbn Hazm, Peygamberlerden başkasından harikulade halin çıkmasını inkâr eder. İbn Teymiye ise, peygamberlerden başkasından harikulade hallerin vukuunu kabul eder. İnsanların elinde vukubulan bu harikulade halleri üçe ayrılır:

a. Harikulade şeyle dini bir fayda hasıl olursa, o dinen makbul, salih bir amelden sayılır.

b. Eğer mubah bir şey hasıl olursa; o, Allah'ın bir nimetidir.

c. Eğer yasak birşey hasıl olursa, o haramdır.[7][7] Görüldüğü üzere İbn Teymiye, peygamberlerden başkasından harikulade halin vukuunu ka­bul ediyor, îbn Hazm ise bunu reddediyor. Belki de İbn Teymiye, çağında olup biten sihir, büyü gibi olayların etkisinde kalmış, zamanında salih ol­sun, olmasın bir takım kimseler, hakkında söylenen harikulade haller onu buna sevketmiş, olaylar ancak bu gibi hallerin sahiplerini evliyadan saymamış, istikameti kerametten üstün tutmuştur, o daima kerameti de­ğil, istikameti aramayı tavsiye etmiştir. Ebu Ali Cürcani'den onun şu sö­zü nakil olunur: "Sen istikameti ara, keramet arayan biri olma, çünkü ne­fis keramet istemeğe kapılır, Rabbin ise senden istikamet istemektedir."

2. ibn Teymiye'ye göre; bereketlenilsin niyetiyle salih kimselerin kabir­lerini ziyaret yasaktır. Bu hususta îbn Hazm'la birleşiyor. Fakat İbn Tey­miye işi daha ileri götürüp, öğüt ve ibret almak maksadının dışında pey­gamberlerin kabirlerini ziyaret etmenin caiz olmadığını söylüyor ki, bu çok aşırılılıktır. Hz. Peygamber'in şu hadislerini zayıf sayıyor, almıyor: "Ölümümden sonra beni ziyaret eden, hayatımda ziyaret etmiş gibidir." "Al­lah'dan bir şey dilediğiniz vakit, benim makamım ve derecem namına di­leyin, çünkü benim makamım Allah katında çok büyüktür." Halbuki bu hadisleri zayıf saymak için elinde bir delili yok. Bize göre bu, İbn Tey­miye'nin çok aşırı bir tutumudur. Bunu İbn Teymiye kitabımızda etraflıca anlattık, oraya bakınız."[8][8]

256- Dini Hükümleri Kitap ve Sünnetten Başka Yerden Alanlar:

ibn Hazm, Allah'dan başkasına ibadeti veya Allah'dan başkasını mukad­des saymayı inkâr ederken şuna dayanmaktadır: Allah'ın emirleri ancak,

Allah'dan ve Peygamberinden gelir, onlardan alınır, dini hükümler sade­ce Kitap ve Sünnetten alınır. Bir kimsenin Kur'an-ı Kerim'den veya Sünnet­ten alınmamış bir kavli söylemeye hakkı yoktur. Bu ikisinden başkasından dini bir şey alan, Allah'dan başkasını tanrı saymış olur. Böyle yapan ya-hudiler, hristiyanlar hakkında cenabı Hak şöyle buyurmuştur: "Onlar, Al­lah'dan başka hahamlarını ve papazlarını Rab ittihaz edindiler." (et-Tev-be 9/3D Çünkü onlar, dinlerini hahamlardan ve papazlardan aldılar. Böy­lece onları Rab derecesinde tuttular, yine bu yüzden Şia'nın bir kısmına kar­şı çok sert durum aldı. Çünkü onlar, imamlarının sözlerini reddolunmaz bir dini hüküm gibi aldılar, imamlarını masum saydılar, sözlerinde hata etmez kabul ettiler, dinin sırlarını, batını yönünü onlar bilir kanısın d a diri ar.

257- Mutasavvıfların Bazısının Aşırılığı, Haşvuye'nin Saçmaları:

İbn Hazm, peygamberlerden başkasına bir üstünlük tanımadığından ona göre diğer insanların üstünlüğü, faziletleri ancak takva iledir. Takva ise, ancak Allah'ın emirlerine itaatle olur. Dinin batını yoktur. Bu yüzden So-fiye taifesine karşı şiddetle hücuma geçti. Öyle anlaşılıyor ki, Irak'da, Mavera-i Nehir'de ve diğer İslâm ülkelerinde pek çoktular. Toprakları birbirine yakın ve komşu olduklarından Hind düşüncesi, buralara bulaşıp yayılmıştır. Çünkü birbirlerine yakın ülkelere su ve hava geçtiği gibi fikir­lerde kolayca geçer.

Mutaavvıflara karşı sert çıkışı, Allah'a vasıl olmuş kimselerden, ermiş­lerden teklifin düştüğü, batıl iddiaları olmuştur. Halbuki teklif peygamber­lerden bile sakit değildir, onlar ki kendilerine vahiy geliyor, Allah'ın ke­lamına muhatab oluyorlar. Onlar hakkında şöyle demektedir:

"Sofiye Taifesinden bir kısmı iddia ederler ki, evliya arasında bütün pey­gamberlerden daha faziletli olan varmış, veliliğin üst mertebesine çıkan­dan teklif düşermiş; namaz, oruç, zekat vesaire ona farz değilmiş. Zin*, şa­rap ve diğer haramlar ona helalmış, başkalarının karılarını kendilerine mu­bah sayarlar. İddialarına göre; onlar, Allah'ı görürlermiş. O'nunla söyleşir-lermiş, gönüllerine doğan her şeyi hakmış, onlardan İbn Şem'un diye ta­nınan bir adamın bir sözünü gördüm, şöyle diyor: "Allah Teala'nm 100 is­mi vardır. Yüzü tamamlayan 36 harften olup onlardan hiç biri hece harf­lerinde mevcut olmayıp sadece biri vardır. Bu birle makamat ehli hakka ula­şır. Şu Şem'un şunu da söyler: Hakkın zikir meclisinde bulunan biri (ermiş) bana haber verdi ki, bir gün ayağını uzatmış, gaibden bir ses; melikler huzurunda böyle mi oturulur? diye nida etti. Bundan hiç bir zaman ayağını uzatmamış, yani Allah'ın sohbetinde bulunmakla böyle Öğünür."[9][9]

îbn Hazm, onların bu gibi evhama, boş kuruntularına şiddetle hücum ediyor ve onların Allah'ın Kitabına karşı geldiklerini yüzlerine fırlatıyor.

İçlerinden bazıları ehli kitabın (yahudi ve hristiyanlarm) kestiklerini ha­ram sayıyor. Halbuki Allah Teala Kur'an'da bunu helal kılmıştır. Onlardan bir kısmı ilk sahabilere hücum edip saldırır, mürtedler müdafaa eder. Hz. Peygamber'in irtihalinden sonra, İslâm'dan dönen mürtedlerle savaştı di­ye Hz. Ebu Bekir'e dil uzatırlar. Bir kısmı ise Haşviye denen taifeden olup Allah'a haşa cisim nisbet ederler, insan suretinde eti, kanı var, sevi­nir, üzülür, hastalanır, düzelir, sokaklarda yürür, deli bir insan şeklinde dolaşır, çocuklar peşine takılıp taşlarlar, ayakları bile kanar..."[10][10]

258- İbn Hazmın Kitaplarndan Faydalanan Muhiddin-i Arabi Vahdet-i Vücutçu, Ibn Teymiye ise Vahdet-i Vücud Düşman Oldu:

İbn Hazm, bu sözleriyle tarikatçıların yanlış tutumlarına ilk dikkati çe­ken kişi olmuştur. Ondan sonra İbn Teymiye gelince, onlara karşı daha sert hücuma geçti. Çünkü onun başına bela olmuşlardı. Onlar ona saldırdılar, o da onlara amansızca saldırdı. Onların yüzünden başına ne felaketler gel­di, zindana atıldı. Mısır'da, Şam'da onlarla uğraştı, onlardan bir kısmının kaleminden çıkan "Hulul Nazariyesine savaş açtı. Daha Önce İbn Hazm bu­nu inkâr eylemiş, haşa, Allah'ın sokaklarda yürüyen bir deli kıyafetine gi­rip yürüdüğünü, çocukların onu taşlayarak ayakların kanattıkları gibi deli saçmasını söyleyenleri rezil etmiştir.

İbn Teymiye çağında, mutasavvıfların savaş alanı genişledi. Tabileri, mensupları çoğaldı. Onların görüşüne uymaya çağıran bazı ulema vardı. Mu­tasavvıfların başında bazı seçkin kimseler geçti, kuvvetli ifadelerle görüşlerini yazdılar, onları savundular. Bunların arasında en göze çarpan Muhiddin-i Arabi'dir. O, İbn Hazm'm kitaplarını okumuş, onları beğenmişti, fakat ta­savvuf yoluna girdi. Vahdet-i Vücud, abidle ma'budun birliği nazariyesini iş­ledi ki, sonra gelen İbn Teymiye, onun sözlerini çürütmeye uğraştı durdu! Buna göre diyebiliriz ki, İbn Teymiye, İbn Hazm'ın kitaplarını okuya­rak onun talebesi olmuştur, nasıl ki İbn Arabi de İbn Hazm'ın kitapların­dan talebesi sayılır. Bu, tasavvufa, hulul ve ittihad yani vahdet-i vücuda çağırdı, İbn Teymiye ise harb ilan edip vahdet-i vücudu yıktı. Her iki ta­rafta İbn Hazm'ın hazırlamış olduğu o zengin ilim sofrasından alıp kapış­tılar, kendilerine göre ayrı ayrı birer yol tuttular.

Zat Ve Sıfatın Birliği:

259- Allah'ın Zat Ve Sıfatı Birdir:

Zat Ve Sıfatın Birliğiyle İki Şey Kasdedilir:

1- Allah'ın yüce zatı, hadis olan mahlukattan hiç birine benzer değildir. O, cisim değildir, parçadan meydana gelmiş değildir, O zaman ve mekan­la mukayyed değildir. O'nu zaman sınırlamaz, O bunlardan yücedir, mü­nezzehtir.

2- Allah, zatında ve sıfatında müteaddid değildir. Hristiyanlar ise üç asıl tanırlar, üçün bir, bir de üç derler. Allah'ın sıfatları, zati olup yüce zatı o sıfatlarla bilinir. Sıfatların müteaddid olması kadimlerin çokluğunu gerek­tirmez.

Birinci noktada belirtildiği üzere, Allah Teala hadis olanlara benzemek­ten münezzeh olmakla, yarattıklarından hiç biri O'na benzemez. İbn Hazm, bunu tekrar tekrar söyler ve pekiştirir. O, kuvvetli kalemiyle bunu şiddet­le savunur. Allah Teala cisim değildir, hiç bir cisme bürünmez, Allah'ı bir şeye benzeten müşebbihe denen sapık fırkanın dediklerini reddeder. On­ların, Allah cisimdir demelerini, ve dellillerini kabul etmez. Kur'an'da Al­lah hakkında : el, göz, yüz, (yed, ayn, veçhe) tabirleri varsa da Allah dağa tecelli etti, kıyamet günü bulut gölgesinde gelir, denirse de, bunların hep­sinin zahiri manası vardır, bunlar açıktır. Onların zannettikleri gibi değil­dir, demektedir ve bunların doğru manalarını, Kur'an'm müteşabih ayet­lerini açıklarken anlatacağız.

Onların: "Allah, göklerin ve yerin nurudur" (en-Nur, 34/35) ayetine da­yanarak Allah nurdur, demelerini şöyle red eder: Allah göklerin ve yerin nurudur demek, Allah nuru ile insanları hidayete ulaştırdı, göklerde ve yer­de nuru tecelli etti, demek manasınadır. Bu, Allah'ın nurunun göründüğü yerdir, nur Allah demek değildir..."[11][11]

260- Allah'a Cisim İsnad Eden, Müşebbiheden Olur:

İbn Hazm, Allah cisimdir, diyenin zındıklığına hükmeder, bu cisim­den maksadı ister mahlukatm cismi gibi olsun, ister başka olsun hep bir­dir. Şöyle demektedir:

"Bir kimse, Allah'ın cismi var, ama cisimler gibi değil, derse, o müşeb-biheden olmaz, fakat Allah'ın isimlerinden küfre düşer. Çünkü Allah'ın ver­mediği bir ismi kullanmıştır. Bir kimse, Allah, diğer cisimler gibi cisimdir derse, hem dinden çıkar, hem de müşebbiheden olur."[12][12]

Ona göre, her iki fırkanın inkarcı oldukları sabittir. Ancak şu vardır ki, Allah'a cisim sıfatı isnad edip de O'nu tenzih eden kimse Allah'ın verme­diği bir ismi kullandığından ilhade düşer. Allah, diğer cisimler gibi cisim­dir diyen kimse, hem O'nu vasfı caiz olmayan bir isimle tavsif etmiş, hem de O'nu mahlukata benzetmiş olduğundan müşebbiheden olur. Cenab-ı Hak, Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurur: "Onun misli, benzeri hiçbir şey yok­tur." O, diğer cisimler gibi cisimdir" diyen kimse, O'nu herşeye benzetmiş olur.

261- Sıfat Kelimesini Allah'a Itlak Etmez, Esmâ-i Hüsna'dan Sayar:

İşaret ettiğimiz üzere, İbn Hazm, Allah'ı tanımada akıl metodunu kul­lanır. İslâm akidesini aklî delillerle isbat yolunu tutmakla beraber, Allah'ın yüce zatına dair hususlarda Kur'an-ı Kerim nasslarıyla ve hadisi şerifler­le mukayyettir. Nasslarda Allah hakkında, geçmeyen bir tabiri kullanmaz. Kur'an-ı Kerim'in ve hadisi şeriflerin zikrettiklerini isbatta akla başvurur. Fakat Kur'an'da mezkur olmayan bir şeyi, akılla isbata asla yer vermez, bu­nu dalalet sayar. Mümine düşen, dinin getirdiğine inanmaktır. Bunda nasslarm zahirini alır, fer'i meselelerde olduğu gibi, inançta da zahire uyar. Bunu aşmaz. O, zahire uyduğundan Kur'an-ı Kerim'in haber verdi­ği üzere: Allah Teala, Alimdir, Hakimdir. Semi'dir, Basir'dir, Kaadirdir. Bunlar onun isimleridir. Bunlar Esma-i Hüsna'dandır, Allah'ın güzel isim­leridir, bunlarla kendine isim vermiştir. Bunlara kimse sıfat diyemez, bunlar zatının gayrıdır, zat ve sıfat bir şeydir, diye düşünmek olmaz. Bun­lar sıfattır diyenlerin sözünü reddeder. Bu hususta Eş'ariler gibi sıfatlar zatının gayrıdır, diyenlerle mutezile gibi zat ve sıfat birdir diyenleri eşit sayar, şöyle der:

"Sıfat, lafzını Allah'a ad olarak vermek caiz olmaz. Çünkü Cenab-ı Hak indirdiği kelamında, Kur'an-ı Kerim'de sıfat kelimesini demedi. Hz. Pey-gamber'den Allah sıfattır veya sıfatlardır diye bir şey duyulmadı. Sahabe­den, tabiinden, tebe-i tabiinden, ilk üç asrın ileri gelenlerinden böyle bir şey gelmedi. Böyle bir şey olmayınca, bunu söylemek helal olmaz. Bu ke­limenin kullanılmadığına icma vardır, desek doğru söylemiş oluruz. Sıfat kelimesini söylemek ve bu inançta olmak caiz değildir. Bu bid'attir, kötü bir şeydir.

Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Onlar, sadece zanna uyuyorlar, nefislerinin isteğine kapılıyorlar, halbuki Rablerinden hidayet rehberi gelmiştir." (en-Necm, 35/23)

Sözüne şöyle devam eder: Bu sıfat tabirini Mutezile ve Rafızi ve benzer­leri icadetti. Kelamcılardan bir takımı onların yoluna uydu, Selef-i Salih yolunu bıraktılar. Bunlar uyulacak, peşlerinden gidilecek kimseler değil­dirler. Bize Allah yeter, O ne güzel yardımcıdır. Allah'ın sınırlarını aşan kimse, kendine yazık eder. Hatta sonra gelen fukaha imamlarından bazı­ları, derin görüş sahibi olmadıklarından, bu kelimeyi kullamlar. Bu fazi­let sahibinin gafleti, âlimin ise ayak sürçmesi sayılır. Dinde hak olan, an­cak Allah'dan gelen nassla ve Peygamberinin Sünnetiyle sabit olandır. Bir de bütün imamların icma etttikleridir. Kalanı dalalettir, dipsiz sapıklık­tır."[13][13]

Görüyorsunuz ki İbn Hazm, Allah'ın ismi yanında zikrolunan: Kadir, Mü-rid, Semi, Basir, gibi kelimeleri, Allah'ın ismi sayıyor bunlar Allah'ın gü­zel isimlerindendir. Bunlar Allah kelimesinin müradifi olurlar. Ona göre: "Bu kelimeler, alem ismidir, başka bir kelimeden alınma, müştak değildir. Çünkü bunlar, Kur'an-1 Kerim'in nassıyla, Sünnetin nassiyle, icma ümmet­le Allah'ın isimleridir. Cenab-ı Hak şöyle buyurur: "Allah'ın güzel isimle­ri vardır, O'na onlarla dua edin, Allah'ın isimlerinde sapıp yanılanları bı­rakın, onlar bu yaptıklarının cezasını çekeceklerdir." "Ey Muhammed, de ki ister Allah diye ister Rahman diye dua edin hangisiyle dua ederseniz edin, en güzel isimler O'nundur." Yine buyurur: "Allah O dur ki, O'ndan başka ilah yoktur. Görülmeyeni de görüleni de bilir; O esirgeyendir, bağışlayan­dır. O Allah ki kendinden başka asla Tanrı yoktur., O Malik ve hükümran­dır. Münezzehtir, selameti verendir, güvenlik verendir, gözetip koruyandır, üstün güçtedir, buyruğunu yaptırandır, ululukta eşi olmayandır. Ortak koş­tuklarından yücedir. O, yaratan var eden, varlıklara şekil veren Allah'dır. En güzel isimler O'nundur." (el-Haşr, 22-24) Peygamberimiz: "Allah'ın 99 ismi var," diye buyurmuştur.[14][14]

262- İhlas Sûresi Rahman'ın Vasfıdır, Der:

ibn Hazm, bütün bunlarla Zahiri Mezhebine göre davranır, nassm dı­şına çıkmaz. Bunlara sıfat demez, meğer ki nassı buluna, onun için îhlas sûresine bu Rahmanın vasfıdır der. Çünkü Hz. Peygamber'in böyle dediği rivayet olunmuştur. O Hz. Peygamber'den gelen bu haberi münakaşa et­tikten sonra şöyle der: Bu haber de sadece "Gulhuvallah" sözünün sıfat ola­rak tavsif var. Bu rahman sıfatıdır.[15][15] "İlmiyle Onu indirdi" (en-Nisa 4/166) de bağladı.

263- Kur'an-ı Kerim'de Mezkur Allah'ın isim ve Sıfatları:

Bu görüş, bazı açıdan Mutezile'nin görüşüyle birleşmektedir. Mutezile, sıfat diyor, o isim diyor. Ondan sonra gelen İbn Teymiye, bunlara isim de­diyse de sıfat demeğe de bir mani görmedi. Fakat o, bu mesele de İbn Hazm'm yolundaydı, her ne kadar bazen sıfat, bazen isim demişse de onun metodunu tuttu. Tedmüriye Risalesi 'nde şöyle der: "Allah Teala, indirdi­ği Kur'an âyetlerinde isimlerini ve sıfatlarını zikreder. Şöyle ki; "O Al-lah'dan başka ilah yoktur, O, hayat verir, daimdir." (el-Bakara, 2/250) "De ki, Allah bir tekdir, her şey O'na muhtaçtır, O doğmuş, doğurmuş de­ğildir. Hiçbir şey O'na denk olmuş değildir" (el-İhlas, 112/1-4) Bir çok ayetlerde: Alim, Hakim, Semi, Basir, Kadir, Azizul Hakim, Gafur, Vedûd, Büyük Arş Sahibi, dilediğini yapar, evvel ahir O'dur, Batın O'dur. O her yi bilendir. O, gökleri ve yeri altı günde yarattı, sonra arşa hükümrv: du, yere gireni ve yerden çıkanı bilir, gökten ineni ve göğe çıkanı bilir, rede olsanız O sizinle beraberdir, Allah sizin işlediklerinizi görür. Daha b\ çok ayetleri misal getirir. Endülüs İmamı İbn Hazm'ın misal getirdiği âyetleri de zikreder: "O Allah ki, O'ndan başka ilah yoktur. O, malik ve hü­kümrandır, münezzehtir, selamet verendir, güvenlik verendir, gözetip ko­ruyandır, üstün güçtedir, buyruğunu yaptırandır, ululukta eşi olmayandır, onların ortak koştuklarından yücedir. O, yaratan var eden, varlıklara şe­kil veren Allah'tır. Yerde ve göklerde olanlar O'nu teşbih ederler. O azizdir, hakimdir" (Haşr, 23-24)

Böylece Allah'ın isim ve sıfatlarına dair bir çok ayeti kerimeler ve ha­disi şerifleri yazar. Bunların hepsi Allah'ın isim ve sıfatlarını tafsilatıyla tesbit etmiştir..."[16][16]

Bunlarda, İbn Teymiye'nin, Endülüs fakihi İbn Hazm'ın görüşüne ka­tıldığını görmekteyiz. Ancak ayrıldıkları yer şurasıdır: İbn Hazm, bunla­rın Allah'ın isimleri olduğunda direniyor, bunlara sıfat diyenleri şiddetle reddediyor, İbn Teymiye ise sıfat olduklarını da kabul ediyor. Bir noktada birleşmeleri, Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye'nin İbn Hazm'm bu kavillerini gör­düğünü ve selametli selef yolu olarak benimsediğini göstermektedir.

Teşbih Vehmi Uyandıran Sözler:

264- Mufavviz Tevil Ehli Ve Haşviyye Fırkaları:

Kur'an-ı Kerim'de ve hadisi şeriflerde bazı ibareler var ki, onlarda el göz, yuz gibi kelimeler geçer. Örneğin: "Allah'ın eli, onların eli üstündedir" (el- Fetıh 48/10) Bundan Allah'ın eli olduğu anlaşılır mı? 'Allah'ın yüzü daima bakı kalır" (er-Rahman, 55/27) âyetinden yüz manası çıkar mı? "Benim gözetimim altında yetişsin diye" (Tana, 39). Bu gibi ayetlerde geçen: Yed-el, veçhe-yüz, ayn-göz gibi tabirler hakkında ulema arasında ihtilaf vardır. Bir kısım ulema, bunları müstesna sayarak ilmini Allah'a bırakırlar, çünkü bu­nun gereği odur. Âyet-i kerime şöyle der: "Sana kitabı indiren O'dur. On­da kitabın temeli olan muhkem âyetler var. Bunlar kitabın anasıdır, diğer­leri müteşabihe benzer anlamdadır. Kalblerinde eğrilik olanlar, fitne çıka­rır kendilerine göre yorumlamak için o benzer anlamlılara uyarlar. Hal­buki onların yorumunu ancak Allah bilir. İlimde derinleşmiş olanlar: Ona inandık, hepsi Rabbimiz katından, derler, bunu ancak akıl sahipleri düşü­nüp anlar." (Ali-İmran, 3/7) Bunlar diyorlar ki: Allah'ın eli var, fakat ha­kikatini bilemeyiz. Allah ile mahlukatı arasında benzerlik olmadığından onun eli mahlukatm eli gibi değildir. O'nun yüzü var, gözü var, bunların da mahiyetini bilemeyiz. Ebu'l-Hasan Eş'arinin tabileri olan Eş'ari Mezhe­bi mensupları bu inançtadırlar. Bunlara Muvaffiza denir. Bunlar te'vile kal­kışmadan işi Allah'a bırakıyorlar, selefin reyi de budur.

Diğer bir kısım var ki, onlar bu ayetleri tenzihe uyar bir şekilde tefsir ve te'vil ederler, örneğin: Elden maksat kuvvet ve hakimiyettir, yüzden mu-rad Allah'ın yüce zatıdır, arşa istivadan murad, hükümran olmaktır, var­lıktaki mevcudatta tasarruf etmektir. Bunlara te'vil ehli denir. Bunlar sö­zün zahiri manasına almazlar, uygun bir şekilde yorumlarlar, bunlar se-lefiyeci değildir, bir de Haşviyye taifesi vardır ki, Müşebbihe'den olup Al­lah'ın eli var, bizim elimiz gibi diyerek dalalete düşerler. Bu batıl sözü, an­cak cahil ahmaklar söyler. Eğer ilmi varsa, o zaman sapık bir dinsizdir.

265- O Müteşabih Kelimeleri Lügatin Zahirine Göre Alır:

Kur'an-ı Kerim'de geçen ve bazı kimselerin onlar da teşbih ve cisim var, zannı edebilecekleri kelimeler hakkında muhtelif ulemanın görüşleri bunlardır. İbn Hazm, diğer konularda olduğu gibi, bunlarda da, hakikat ol­sun, mecaz olsun, lügat manasına bakmıştır. Onların zahiri manası dışı­na çıkmamıştır. O, muhalif olanın muhalefet, muvafık olanın muvafaka-tma bakmaksızın hak gördüğünü söylemiştir. Bazen Mutezileye uygun düşerse de, çok defa muhalif kalır. Onun görüşünü anlatalım:

O, "Rabbinin yüzü baki kalır" (er-Rahman, 55/27) âyetindeki yüz keli­mesini şöyle yorumlar. Allah'ın yüzü, Allah'dan gayri bir şey değildir, onu Allah'dan başka bir şey manasına almayız, cüz'i söyleyip tamamı kasdede-rek mecazdir. Bunun delili şu âyet-i kerimede daha açıktır: "Biz, sizi Allah için yüzü için, O'nun rızası için doyuruyoruz." (er-Rahman, 55/27) Onlar Al­lah'dan başka bir şey kastetmiyorlardı. Âyet-i kerime şöyledir: "Nereye dön-seniz Allah'ın yüzü oradadır." (el-Bakara, 2/115) Yani Allah'ın ilmi ve rı­zası oradadır demektir. Böylece yüz kelimesini, yüce zatı ile yorumladığı görülmektedir. Allah, Kur'an-ı Kerim'de bunu başka âyette böylece açıklıyor ve sadaka veren salih kullar: "Sizi ancak yüce Allah doyurur" (el-İn san, 76/9) diyorlar. Allah için demeyi kastediyorlar. Bu lügat manasım açık­lama olup doğru lugatta hiç şüphe yoktur.

266- El, Göz Gibi Kelimelerin Yorumu:

"Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir." (el-Feth, 48/10), "Elimle ya­rattığım" (Sâd, 38/75), "Ellerimizle yaptığımız" (Yasin, 36/71), "O'nun iki eli de açıktır, dilediği gibi sarfeder." (el-Maide, 5/64) âyet-i kerimelerinde geçen "el" kelimesini, Allah'ın yüce zatı ile yorumlar, bunlar, mecazi ma­nadadır, bildiğiniz el, demek değildir. Bunu her arap böyle anlar. Elinde bulunan, malik olduğu cariye hakkında âyet-i kerimede şöyle der: "Sağ eli­nizin altında bulunanlar..." (en-Nisa, 4/36) Hiç kimse bundan, elinde bu­lunandan sağ eliyle tuttuğu manasını anlamaz, bu, malik olduğunuz demek­tir. Bu meşhur bir mecazdır, lugatça açıktır, bu edebiyatta bir belagat yo­ludur, ifade gereğidir. "Gözümüzün önünde" (et-Tur, 52/48) âyeti kerime­sinde ki "göz" kelimesin de yakın olmak manasıyla yorumlar. Kur'an-ı Kerim'de geçen ve bir cüz ifade eden her kelimeyi yüce zat ile yorumlar, çün­kü Cenab-ı Hak, cisimden, cüzlerden, terkipten, cisme benzemekten mü­nezzehtir, yücedir. Şu hadisi şerifte geçen ayak kelimesini de zat ile yorum­lar: "Cehennem, Allah Teala oraya ayağını basıncaya kadar dolar.", "Allah Ademi kendi suretinde yarattı" hadisindeki suret kelimesini de mülk ve ta­sarruf ile yorumlar, dilediği şekilde yarattı, der.[17][17]

267- istivanın Yorumu:

İbn Hazm, âyet-i kerimede geçen istiva kelimesini de tenzihe aykırı düş­meyecek, hadis olanlara benzemeyecek bir şekilde yorumlar, onu intiha-so-na eren manasına alır. Onun yaratma fiili orada son buldu, oraya vardı. "Arş üzerine istiva etti" (Taha, 20/5) âyeti yaratma fiili ile oraya vardı. Arş sondur, arşdan sonra bir şey yoktur. Bunu Hz. Peygamber'in şu hadisi şe-rifiyle açıklar: Hz. Peygamber (sas) Cennetleri anlattı ve Allah'dan Firdevs-i A'layı isteyin, dedi. Çünkü o Cennetin ortasıdır,ve en yükseğidir. Onun üstünde Arş-ı Rahman vardır. Demek Arş'ın ötesinde yaratılmış bir şey yok­tur. Mahlukat sınırı orada biter, onun ötesinde, ne boşluk ne de dolu bir yer vardır. Alemin zaman ve mekan bakımından nihayeti olmadığını inkâr eden Dehriye'ye katılır, İslâm'dan ayrılır. İstiva lugatta sona erme demektir. Ce­nab-ı Hak şöyle buyurur: .

"Sonragöğe hükümran oldu, o duman halindeydi."(Fusullet, 41/11) Ya­ni yaratma işi gökte sona erdi, yeryüzünü yaratıp umurunu tertip ettikten sonra göğü yarattı. Terfik Allah'dandır. Doğru olan budur, delili sahih ol­duğundan böyle deriz."[18][18]

268-İstivayı, Son ile Yorumlamasından Başka Yorumları Doğrudur:

Görüyoruz ki, bazı ulemanın teşbih manası vehm ettikleri bu gibi kelimeleri İbn Hazm, lügat bakımından zahiri manasını güzelce çıkarıyor ve tevile kalkışmıyor. Onun yaptığı bu iş, te'vil sayılmaz, çünkü meşhur mecaz, te'vil demek değildir. Fesih dilde bu böyledir, maksad, açıkça anlaşılıyor.Akli bir işleme gerek kalmıyor. Her Arap bedihi olarak zihni­ni yormadan bu zahiri manayı kolayca anlayabilir.

Kur'an-ı okurken Arap bu zahiri manayı anlar. Nasıl ki Ashab-ı kiram ve onlardan sonra tabiler de bunu böylece anlamışlardır. Onlar, kelime me­caz olsun, hakikat olsun, onu zahiri mananın delaleti üzere anlarlardı. Bir kelimenin mecaz olması, karine bulundukça, onu zahiri manaya açıkça de­lalet etmekten çıkarmaz.

Biz, istiva kelimesini intiha ile yorumlanmasından başka kelimelerde İbn Hazm'a tamamıyle muvafakat etmekteyiz, ancak İstivayı, Mutezile Mez-hebi'nin tefsir ettiği gibi istila, hükümran olmakla yorumlamak, bize gö­re daha uygundur. Lügat buna delalet eder. Böylece ayetin manası: Rah­man Arşa hükümran oldu, bu alemde mutlak hakimiyet O'nundur, de­mek oluyor. Belki de İbn Hazm, bazı eserlerde yaratılmış bir Arş maddi mev­cut olan bir Arş bulunduğu rivayet olunduğundan o yönde yorumlamayı seç­ti. Çünkü ona göre, haber-i vahid yoluyla rivayet olunan hadis de amel hu­susunda olduğu gibi itikad konusunda da delil olabiliyor. O bakımdan is­tivayı; son bulması manasına aldı, hadisi şeriften anladığına göre Arş'ın ya­ratmanın sonu olduğuna inandı.

269- ibn Hazm'ın ve Gazali'nin "El" Kelimesini İzahları:

istiva meselesinde İbn Hazm'ın görüşü ne olursa olsun, diğer kelimele­ri bu yolda yorumlaması, hiç şüphesiz ki, Arap dili kurallarına uygundur. Bunları zahiri manalarıyla böylece alıp teVil etmeden, maksada ulaşmak, Hak yol budur. Bize göre, selef-i salihin ilk müslümanların yolu budur. Çün­kü "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir" (el-Feth, 48/50) âyetinden, hiç­bir Arap, Allah'ın eli var olduğunu asla anlamaz, bu meşhur bir mecazdır, nasü ki emir, vali şehre el koydu, el attı denir.

ibn Hazm'ın açtığı bu doğru çığırı, ondan önce kelamcılardan hiç biri­nin açtığını bilmiyoruz. Gazali, İlcamu'l-Avam adlı kelâm kitabında tak-dıs hakkında şöyle der:

Taksid ve tenzih Şu demektir: El, parmak kelimeleri geçtiği zaman, Allah Adem'in hamurunu elleriyle yoğurdu", "Müminin kalbi Rahman'ın Parmakları arasındadır." Hadislerinde olduğu gibi "el" kelimesinin iki manaya kullanıldığı bilinmelidir.

1-Asıl vazolunduğu mana ki, et, kemik ve sinirden oluşan organ et, kemik, sinir bunlar cisimdir. Yani uzunluğu, kısalığı, derinliği, yüksekliği olan maddi bir cisimdir ki, bir yer işgal eder, o orada bulundukça; o yerde baş­ka bir cisim bulunamaz. Fakat bu kelime, yani el, başka bir mânâya da me­caz yoluyla kullanılır ki, bu mana asla bir cisim değildir. Örneğin; "Mem­leket emirin elindedir" denir ve bunu herkes idaresinde anlar. Emirin eli kesik, çolak biri olsa da böyle söylenir. Avam halk olsun avamdan gayrisi olsun bunu böyle anlar. Hz. Peygamber de yukarıdaki hadislerinde el ve par­mak kelimeleriyle: Et, kemik ve kandan mürekkep olan bir cisim asla murad etmemiştir, çünkü böyle bir şey Hak Teala hakkında imkansızdır. Allah bundan münezzehtir."[19][19]

2- Bu sözlerde görülür ki Hüccetu'l-İslâm İmam Gazali, tamamıyla İbn Hazm'ın metodunu işlemektedir, onun gibi, bu kelimeleri mecazi manada yorumlamaktadır. O da bunları te'vil etmeksizin zahiri üzere almaktadır, zahiri manaların gereğinden çıkar, te'vil kapısından gitmez. Bunun İbn Tey-ıniye kitabımızda etraflıca beyan ettik. Allah'ın eli var, fakat bizim elimiz gibi değil, gözü bizim gözümüz gibi değil, diyen İbn Teymiye'nin görüşünü diğerleriyle mukayese ettik. O, bu mezhebin, selef mezhebi olduğunu iddia eder. Bu hususta en doğru, gerçeğe yakın yorumun sahabenin tefsiri oldu­ğunu söyler. Onlar temiz araptır, arapçayı en iyi bilirler. Gazali'nin görü­şü de böyledir.

Bu görüşü ortaya atıp böyle anlayan ilk kişi İbn Hazm olmuştur, bu ko­nuyu Gazali'den önce işlemiştir. Gazali, her halde onun bu görüşünü gör­müştür. Gazali'nin, onun Esma ve Hüsna kitabını okuduğu sabittir.

270- Sûre Başlarındaki Harfler ve Kasemler Müteşabih, Diğerleri Muhkemdir:

İbn Hazm'a göre, Kur'an-ı Kerim'in hepsi gayet açıktır, onun manala­rında akla kapalı olan bir şey yoktur. İdraki olanlara onun kelimelerinde hiç bir kapalılık, belirsizlik bulunmaz, okuyan kimse Arapçayı anlıyorsa ve onu şerheden Peygamber'in hadisleri yardımıyla onu anlar. Hz. Peygam­ber, bize onu, gecesi gündüzü gibi aydın bırakmıştır. Bunda hiç şüphe yoktur, ancak sapık ve çarpık düşünceler başka. İbn Hazm, bu görüşte ol­duğundan ve meseleye bu açıdan baktığından, ona göre Kur'an'da ancak iki türlü müteşabih vardır, bu ikisinden kalanı haddizatında müteşabih değil­dir, onları anlayamamak, idraktaki kusurdan ileri gelir, ya nassa hakkı ara­mak göz ile bakmaz, yahut da eskiden kalma bir kırıntı veya yamuk görüş tesir ile bakar, nassı yanlış görür, sahih ve doğru şekilde anlayamaz-Onun doğru görüşünü göstermek için sözünden bir kısmını buraya alalım1

Ona göre, âyet-i kerimede beyan olunduğu üzere müteşabih âyetlere uymak sapıklıktır. Bizden istenen muhkem âyetleri bilip öğrenmektir, Ce-h-ı Hak şöyle buyurur: "Sana kitabı indiren O'dur. Onun bir kısım, âyet-1 ri muhkemdir, (mânâsı açıktır). Bu âyetler kitabın anasıdır (esasıdır). Di-- r bir kısım âyetleri de müteşabihtir (anlaşılması güçtür). Kalplerinde eğ­rilik bulunanlar, fitne çıkarmak ve arzularına göre açıklamak niyetiyle mü­teşabih olanlarına uyarlar. Oysa bunların açıklamasını sadece Allah bilir. İlimde ileri gitmiş olanlar ise: 'Biz bunlara iman ettik. Hepsi Rabbimizin ka­lındandır' derler. Ancak Akıl sahipleri düşünür." (Ali İmran, 3/7) Bu âyet-i kerimede geçtiği üzere uyulması sapıklık olan müteşabih ile bilinmesi gere­ken muhkemi birbirinden ayırmak için İbn Hazm, araya bir sınır çiziyor ki o da şudur: Dinin istediği, emir ettiği bir şeye dair varid olan Kur'an âyet­leri müteşabih olamaz, çünkü dinen matlup olduğu halde, anlaşılmayacak şeyin kelimesinin manası ne? Diğerleri müteşabih olabilir. O bunları araş­tırır ve neticede şunu bulur ki müteşabihler iki nev'ide toplanmıştır.

1. Kur'an'daki yeminler,

2. Sûre başlarındaki harfler. Bu konuda şöyle der:

"Kur'an-ı Kerim'e baktık, onu, Rabbimizin emrettiği gibi düşündük? Bak­tık ki onda: Tevhide, Allah'ın birliğine dair âyetler var. Bunlar inanalım ve düşünelim diye bize Allah'ın emirleridir, anladık ki, bunlar tabi ol­maktan nehiy olunduğumuz müteşabihten olamaz. Kur'an'da peygam­berliğin hak olduğuna inanmak gerektiğine dair âyetler var. Anladık ki, bunıar araştırmaktan nehiy olunduğumuz müteşabihattan olamaz. Kur'an'da din hükümlerine dair farzlar, vacipler, mendüpler, mubahlar, ha-r^-ılar, mekruhlar var. Bunların hepsi de araştırıp öğrenmemiz gereken şeyler, kesin surette anladık ki, bunlar, araştırması nehiy olunan müteşa­bihattan değildirler. Kur'an'da Allah'ın kudretinden, azametinden bahse­den ayetler var. Bunları düşünmekle emir olunmuşuzdur: "Develere bak­mazlar mı ki, nasıl yaratılmışlar." (el-Gâşiye 88/17) der. "Onlar göklerin ve yerin yaratılışını düşünürler" (Ah İmran 3/191) Anladık ki bunlar da mü­teşabih değiller. Kur'an'da öğüt ve ibret almak için zikir olunmuş geçmiş milletlerin haberleri, kıssaları var. "Onların kıssalarında akıl sahipleri için ibretler vardır" (Yusuf, 12/111) âyet-i kerimesiyle bunlardan ibret almak­la emir olunmuşuzdur, bazı âyetler azaptan sakındıranlar var, bunları dü­şünmekle emir olunmuşuzdur, ta ki Cennet istemi için çalışalım, Cehen­nemden kaçmaya uğraşalım. Bildik ki, bunlar da araştırmaktan nehiy olunduğumuz müteşabihattan değildir. Bunların hiç birinin müteşabihat­tan olmadığını öğrendik. Kur'an'da muhkem ve müteşabih olmak üzere iki nevi ayet olduğunu biliyoruz. -Bu saydıklarımız müteşabih olmadığına gö-re; onların muhkem olduğunu yakinen anladık. Zaruri ilim yoluyla bunu bildikten sonra bu zikir olunanlardan manasının müteşabih olduğunu an­ladık. Onları araştırmaktan sakınalım diye, onların hangi ayetler olduğuna bakalım dedik. Onların manasını bilelim diye değil, mahiyetlerini öğ­renelim diye aradık. Neticede zikrettiğimiz muhkemlerin dışında, sûre başlarındaki huruf-u mukattat ile yine bazı sûre başlarındaki yeminleri bul­duk. Ve kesin karar verdik ki bu iki nevi mütesahihtirler ve bunlara uymak­tan nehiy olunmuşuzdur ve Hz. Peygamber bunlara uyanları uyarmıştır. Yine baktık ki, Hz. Ömer (Allah ondan razı olsun) Vezzariyat'ın tefsirini so­ran Sübeyfi kırbaçlanmış tır. Zaruri surette sabit olmuştur ki, müteşabiha-tm bu iki nevi de nehiy olduğumuz şeylerdir; bunların tevili ile uğraşmak doğru olmaz, çünkü yukarıda zikrettiklerimizin dışında ancak bu iki nevi kaldı. Kur'an'da madem ki müteşabih vardır, bu iki nevinden başka kalan yok. Öyleyse sûre başlarındaki Kaf Ha Ayn Sad, Hamim Ayn Sin Kaf, Nun, Elif Lam Mim, Sad, Ta sin, Mim gibi huruf-u mukatta manasını araştırıp te'vilini aramak her müslümüna haramdır. Yine böylece, sûre baş­larındaki ven-necm, vezzariyatı, Vettüri, Vel-Mürselati, Veladiyati, gibi ye­minlerin manasını araştırmak her müslümana haramdır."[20][20]

İbn Hazm, bu ibarelerle, Kur'an'daki müteşabihler hakkında görüşünü açıklamaktadır. Bakıyoruz ki, o mantıki tüme varım yolunu tutmuştur. Al­lah'ın emirlerini ve ayetlerini araştırıyor, âyetleri her nevi inceliyor ve di­nin istediği matlub bir emre dair olanları muhkem itibar ediyor. Çünkü bir emir teklif olunacağından, bir nehiy yapılacağından öğüd ve ibret verile­ceğinden, hitabın anlaşılması lazımdır. Konusu emir ve nehiye dair olma­yıp manası da açık değilse de onu müteşabih sayıyor. Araştırma neticesi sû­re başlarındaki harflerin, bir de yemin olarak zikir olunanların müteşabih olduğu kanaatma varmıştır. Doğrusunu Allah bilir.

Halk ve Tekvin'de Birlik:

271- Emevilerden Beri Süregelen Münakaşa; Kulun İradesi Meselesi:

Müslümanlar ittifak etmişlerdir ki: Herşeyin yaratıcısı Allah Teala'dır, varlıkta her şeyi yaratan O'dur, O'ndan başka halik yoktur. Kur'an-ı Ke­rim, her şeyin yaratıcısı, Allah olduğunu haber vermektir, O'nu böyle va­sıflandırmaktadır. Müslümanlar bunda ittifak halindedirler. Varlıkta Al­lah'ın yaratması ve iradesi dışında bir şey mevcut olduğunu söyleyen kim­se, derin bir delalete saplanır ve İslâm dışına çıkar.

Yine müslümanlar ittifak etmişlerdik ki, Allah Teala, bu varlığı kendi iradesiyle ve ihtiyarıyla yaratmıştır. Bu varlık, malûlün illetten sadır ol­ması gibi meydana gelmiş değildir. Allah Teala dilediğini yaratır, yaptığın­da muhtardır, bundan başka türlüsünü söyleyen filozoflar dalalettedirler. İbn Hazm, bunlarla mücadele etti, onların görüşlerini kesin aklî delillerle çürüttü. Ondan sonra gelen Gazali, Tehafütü'l-Felasife kitabında bun-ı in görüşlerini güzelce reddetti. Yunan felsefesinden aktardıkları sözleri çürüttü. Her müslümana, Allah Teala'nm herşeyin yaratıcısı olduğuna ' nması farzdır. Varlığı var eden O'dur. O, herşeye kadir olup dilediğini vapar, O, yücedir.. Fakat, Emeviler çağında başlayıp İbn Hazm çağma gelinceye kadar, müslüman uleması arasında cereyan eden ve hatta zama­nımıza dek süregelen bir mesele var ki, hâlâ çözülmüş değil, insanlar onu çekiştirip duruyor. Kimisi hidayet yoluyla onda kanaate varmış, kimisi sa­pıtmış, kimisi işi Allah'a bırakıp tevekküle bağlanmış, lisanı hal şöyle di­yor: "Başka bir konuya dalıp sözü değiştirene kadar bırak onları, yanları­na uğrama." Bu meselede; insanların iradesi ve işledikleri işlerdir. Kulun yaptıkları, kendisinin iradesi dışında doğrudan Allah'ın yarattığı mıdır? Ya­ni inşan zorlayıcı mıdır? Yoksa kulun kudreti ve ihtiyarı olup yaptıkların­da hür ve seçme hakkına sahip midir?

Müslümanlar İki Hakikatte İttifak Halindedirler:

1. İnsan, hayır ve şer ne işlerse işlesin, yaptığından mutlaka sorumlu­dur. İyiliğin karşılığı sevap, kötülüğün karşılığı azap vardır. Kıyamet gü­nü yaptığı iyiliklerin karşılığını görür, ebedi nimete Cennete kavuşur. Yaptığı kötülüklerin cezası azaptır, ancak Allah'ın bağışladıkları rahme­te kavuşur.

2. Yüce Allah, dilediğine hidayet eder, dilediğini dalalette bırakır, dile­diğini bağışlar, dilediğine azap eder. O'nun iradesinin üstünde bir şey olamaz. O'nun kudretini bir şey smırlayamaz. O, her şeye kadirdir.

272- Kulun İradesi ve Fiilleri Hakkında Cebriye Fırkası:

Bunların yanı sıra müslümünlar, kulun yaptıkları hakkında ihtilafa düş­tüler, kul, yaptıklarında serbest midir, yoksa zorlayıcı mıdır? İnsan irade­sinde hürdür, ihtiyarı vardır, diyenlerde bunun derecesinde ve sınırında ih­tilaf ettiler. Bu ihtiyarı fiilinden öncesine mi bağladılar, yoksa yaptığı es­nada mıdır? Bu konudaki ihtilaflar dört bölümde toplanabilir, her birinin delili vardır, usulü vardır, kendine göre bir etüdü vardır. Kitabın birinci kıs­mında V. bölümde, fiilde İslâm fırkalarından bahsederken bu dört fırkaya işaret etmiş bulunuyoruz. Bunlar 1. Cebriye, 2. Eş'ari ve Maturidiler, 3. Mu­tezile ve Şia, 4. Mutezileden bir grup ve başkaları.

Cebriye fırkasına göre: İnsan yaptıklarında mecburidir, zorunludur, h ve hür değildir. O, yaptıklarında rüzgara kapılmış bir tüy gibidir, Uzgar nereye sürüklerse oraya uçar ve varlıkta insanın durumu böyledir, yunkü Allah'tan başka fiilin faili yoktur. O'nun şeriki yoktur, şayet bir fi-' yapılan iş yapan insana nisbet olunursa, o yaratmada Allah'a şerik olmuş olur. Bu iş yaratma ve oluşda birliğe muhaliftir. Yapılan işin insana nisbet edilmesi, iş onunla kaim olduğundandır, yoksa o yaptığı için değil Nasıl ki, filan Öldü denir, ölüm onunla kaim oldu, yoksa ölümü yapan, ya­ratan, meydana getiren o değildir. Dirilten ve öldüren Allah'tır. Bunları ya­ratan Allah'tır. Cebriyenin görüşü budur. Bunların dışında Cehm b. Sav-fan bulunduğundan Cehmiye denir.[21][21]

Cebriye fırkası bu görüşte olup bunlar insan iradesini ve ihtiyarını ta­nımazlar. Bunlar, sadece bazı nassların zahirine bakarlar, diğer nassları dikkate almazlar, adeta, kitabın bazısına inanıp bazısına inanmayanlara benzerler.

273- İrade Hakkında Eş'ari, Maturidiler, Mutezile ve Şianın Görüşleri:

İkinci fırka Eş'ariler ve Maturidiler olup bunlara göre, insanın irade kuv­veti vardır. Fakat bu irade, yaratıcı değildir, fiilin faili Allah'dır, işi mey­dana getiren O'dur, mutlak irade O'nundur. Fakat kul o işi yaparken, Al­lah onlara bir yapma gücü yaratır ki, buna kesb denir. Yapma gücünü ka­zanan kuldur, ondan dolayı da sorumlu olur. Yapılan iş hayırsa, sevap var, kötü ise azap kazanır. Bu görüş bir bakıma Cebriyenin görüşüne yakındır, hatta bazı ulema, bunları onlardan sayarlar. Bu irade meselesi görüşü çö­zülmemiş halde devam eder. Eş'arilerin bu Kesb tabiri kapalıdır. Ahfa Min Kespi Aş'ari- Eşarinin kesbinden daha gizli sözü vardır.

Üçüncü fırkayı Mutezilenin çoğu ile Şia'nın İmamiye kolu teşkil eder. Onlara göre, insanın iradesi muhtardır, hürdür, Allah ona öyle bir kuvvet vermiştir ki hayır-şer her işi iradesiyle yapar. Onun için sorumlu olur. An­cak şunu ilave ederler ki Allah hayrı diler, şerri murad etmez, çünkü Al­lah'ın emri ile iradesi birbirinin lazımıdır. Şerri emrettiğinden onu dilemez.

Dördüncü fırkaya göre, fiil, kulun eseridir, Allah'ın kendisine verdiği güç­le onu işler, Mutezile'den bir taife ile diğer bir kısmın görüşü böyledir. Bun­lara göre, Allah'ın kendisine verdiği güçle kul o işi yapıyor, iş ona nisbet olunuyor, onun için de sorumlu oluyor, bu sebeble de teklif oluyor. Yaptı­ğına göre sevap veya azap kazanıyor, böylece adalet yerini buluyor.

Ancak Mutezile yukarıda dediğimiz gibi Cenab-ı Hak şerri murad etmez, diyorlar. Çünkü onlara göre emir ile irade birbirinden ayrılamaz. Şerri böy­lece anlamışlar. Allah murad etmez, çünkü emr etmemiştir. O ancak hida­yet diler dalalet dilemez.

274- İnsan İradesi ve Gücü Hakkında İbn Hazm'ın Görüşü:

İnsan iradesi hakkında muhtelif İslâm fırkalarının görüşlerine kısaca ktıktan sonra, bu konuda îbn Hazm ne diyor, bir de onu dinleyelim: İbn u zm'ın buna dair dediklerini şu iki noktada toplayabiliriz.

1. Ona göre, insanın fiili insan gücü dahilinde olmalıdır, işi yapıncaya kadar bu böyle devam eder. İhtiyar etme, kastetme ve yapma böyle tahak­kuk eder. Demek insanın ihtiyarı vardır, cebir yoktur. Çünkü cebir pren-sib olarak: Hisse, nassa ve lugata muhaliftir. Nassa muhaliftir; çünkü Hak şöyle buyuruyor: "İşlediklerinizin karşılığı olarak böyle..." (et-Tevbe, 9/82), "Yapmadığınız bir şeyi neden söylersiniz?" (es-Saf, 61/2) Bunlar da yapılan iş mükellefe isnad ve nisbet olunmaktadır. Hislerimizle ve zaruri akıl yoluyla, bedihi olarak şüphesiz biliyoruz ki, azası sağlam, sıhhati ye­rinde kimse ile azası sakat, sağlığı yerinde olmayan kişi arasında açıkça belli farklar vardır. Sağlam olan kimse ayağa kalkar, oturur ve diğer ha­reketleri kendi iradesiyle yapar. Halbuki azası sakat, hastalıklı olan kim­se, bunları yapamaz, bütün gücünü kullansa da bunları beceremez, elinden gelmez. Yapmak için kuvvet lazım, bu da bir farktır. Mücber ise lugatta, işi iradesi ve kasdı hilafına zorla yapan kimsedir. Halbuki yaptığını ihti­yar ve kasdiyle yapana lügatta mücber denilemez."[22][22]

2. Ona göre, bu fiil, sadece güç yetmekle yapılmaz, belki de o işi yapmak­la meydana gelecek şey arasında, bütün engellerin de kalkması lazımdır. Şöyle ki: bakıyoruz, azası sağlam, gücü olan bir kimse işi yapmak istiyor, fakat araya o işi yapmasına bir engel giriyor, onu yapamıyor. Bundan da anlıyoruz ki, burada başka bir şeye de ihtiyaç var, gücü yetmek, işi yapmak ancak onunla tamam olacak... Böylece, güçle ve azanın sağlam olmasıyla beraber aradaki engellerin kalkması da lazım, fiilden önce bunlarla yüce Allah tarafından ihsan olunan kuvvet şart."[23][23]

Bu sözlerden anlaşılıyor ki, fiil üç şeyle meydana gelir:

1. Allah'ın kula ihsan ettiği güç,

2. Arada engel bulunmamak,

3. Allah tarafından verilen kuvvet ki, buna tevfik - başarı denir. İnsan gücü yanında Allah'ın tevfiki da gerek. Buna dair şöyle delil getiriyor: Bu sözün doğruluğu, ümmetin icmai ile sabittir. Müslümanlar daima Al­lah dan tevfik isterler, başarı dilerler, başarısızlıktan Allah'a sığınırlar. Ha-yn yapmak için Allah'ın verdiği bu kuvvete; tevfik, ismet, te'yid denir. Al­lan m verdiği bu kuvvet taat veya günah olmayan mubah bir işe sarf olu­nursa buna da: Azim, kuvvet veya havi denir. Onun için müslümanlarm söy­leye geldikleri la havle vela kuvvete illa billah sözü çok doğrudur."[24][24]

275- İbn Hazm'ın Mutezileyle Birleştiği ve Ayrıldığı Noktalar:

Bundan anlaşıldığı üzere, îbn Hazm, kulun Allah'ın kendisine verdiği güç sayesinde yaptığı iş, kula nisbet olunur görüşünde Mutezile ile birle­şiyor. Ancak kulun gücüne ilahi kuvveti de ilave ediyor ki, buna tevfik di­yor. Allah'ın tevfiki olmazsa başarı yok. Bunda onlardan ayrılıyor. Bir de Mutezileye göre, Allah şerri murad etmez. Ona göre ise, Allah dilediğine hidayet verir, dilediğini delalette bırakır. Kim hidayet sebeblerini arar, hi­dayet yoluna girerse, Allah ona başarı verir. Kim de hidayet sebeblerini ara­maz, o yola girmezse Allah ona başarı vermez, o başarısız kalır, dalalete dü­şer. Tevfik, ve ademi-tevfik, hidayet Allah'dandır. İbn Hazm, bunları Kur'an-ı Kerim âyetlerine ve Hz. Peygamber'in hadislerine uyarak söyle­mektedir.

276- insanda Temyiz ve Heves Arzusu Kuvveti Vardır:

İbn Hazm, üzerinde araştırmalar yaptığı ruhi ve ahlaki çalışmalarından edindiği bilgiye dayanarak der ki: Hayra yönelmek nefsin bir eğilimi ile olur, şerre yönelmek de yine nefsin itmesiyle olur. Herkes tabiatının icabını ya­par. Bir kimse hayra yönelir ve bunda devam ederse, Allah ona hidayet ve­rir, tevfik verir. Bir kişi de şerre yönelir ve ona dalarsa Allah ona dalalet­te bırakır, insan tabiatını şöyle anlatır:

"Allah Teala insanı yarattı ve ona akıl, fikir, iyiyi kötüden ayırma kud­reti verdi, bunlarla eşyanın mahiyetini bilir. Kendisine hitab olunanı an­lar. İnsan mükelleftir, bir takım şeyleri yapmakla memur olunmuş, bir ta­kım şeylerden ise nehiy olunmuştur. Elem ve lezzet duyar, nimete sevinir, azaptan acı duyar. Onda iki zıt kuvvet vardır. Biri temyiz kuvveti, biri de arzu ve heves. Temyiz kuvveti ister ve isteğinin iyi ve kötü olduğunu ayırd edecek güçtedir. Bu iki kuvvet birbirine üstün gelmek çabasındadır. Tem­yiz kuvveti insana, cin ve meleklere mahsus olup mükellef olmayan hay­vanda yoktur. Arzu ve heves kuvvetinde ise cinler ve hayvanlar da insan­la müşterektirler, onlarda da kendini sevme ve üstün gelme arzusu vardır... Allah bir kimseyi korursa, ona meded ve inayet eder, temyiz kuvveti üstün gelirse, işleri Allah'ın tertip ve nasip ettiği üzere düzgün gider, şehvetin esi­ri olmaz, hırsa kapılmaz, isyandan hasedden, sapıklıktan ve diğer kötü huy­lardan ve günahlardan uzak kalır. Nefsin mahluk olduğu delillerle sabit­tir. Ondan doğan bütün kuvvetlerde, temyiz arzusu, heves dahil hepsi mahluktur. Bunların her biri yaratılış gereği tabiatları üzere hareket ederler."[25][25]

277- İnsan Kendi Tabiatına Göre Davranır:

Gördüğümüz üzere o, Allah'ın insanlarda yaratmış olduğu yapma gücü­nü izah ediyor ve hayra doğru ona tevfik ihsan ettiği, hayrı bırakıp şerre yönelenleri de hüsranda bıraktığını söylüyor. Bu temyiz kuvveti, nefsin kö­tü arzularıyla mücadele halindedir ve onun için insan yaptığından so­rumludur, iyiliğe sevap, kötülüğe azap vardır. Allah'ın tevfik ve hidayeti hayır yolunu seçenleredir. Herkes nasibine göredir.

İbn Hazm'a göre, her kişi, bir tarafa yönelişinde kendi yaratılış ve ta­biatına göredir, o çizgiden çıkamaz. Tabiat haline gelmiş alışkanlıklar, kök­leşmiş huylar, ahlak huyda değişiklik kabul etmez, zira insanın nefsine ko­nulmuş olan gücün yanı sıra bir de Allah'ın tevfik ve inayeti vardır, dümen onunla döner, şöyle der:

"Güzel huyları ve kötü huyları oluşturan şeyleri tanıyan kimse bilir ki, hiç bir kimsnin Allah'ın yarattıkları dışında bir şey yapmağa gücü yetmez, örneğin bir şeyi ezberlemiş, hafızasına almış kimse, onu hafızasından si­lip unutturamaz, budala olan bir şey ezberleyemez, anlayışlı olan, zekası işleyen biri kalın kafalı, ahmak olamaz, anlayışsız olan da zekasını çalış­tırmaz. Hasedci, hasedi bırakmaz, temiz ruhlu olah hased edemez. Hırslı olan hırsını terkedemez. Cimri olan cömertlik yapamaz. Korkak ola-ı yiğit­lik yapıp kahraman olamaz. Yalancı, kendini tutup yalanı bırakamaz, ço­cukluğundan beri böyle alışmıştır. Kötü huylu, uysal olamaz. Utangaç olan, arsızlık yapamaz. Edebsiz ve arsız olandan haya beklenmez, dilsiz ve peltek olan düzgün konuşamaz. Azgın olan sabır edemez. Öfkeli ve kızgın olan yumuşak huylu olamaz. Sabırlı olan azgınlık yapamaz, halim selim olandan öfke beklenmez. Şerefli kimse, bayağı olamaz. Alçak, bayağı olan şerefli olamaz. Her şey böyle yaratılışa göredir. Herkes Allah'ın kendisine nasip kıldığı tarzda, O'nun tevfiki ile bir şey işler. Ancak bir mani olmayın­ca, onların doğru niyetle bunların hilafını yapmaları da düşünülebilir "[26][26]

278- Yüce Allah'ın İradesine Nazaran Kulun İradesi ve Sorumluluk:

Kulun fili ve iradesi ile, Allah'ın mutlak kudret ve azameti hakkında; onun dedikleri böyle. O sözünü üç şeye dayandırmaktadır: Hasedi nasslar, ruhi incelemelerle, ahlak prensipleri Allah'ın kula verdiği kuvvetle, insa­nın ihtiyarı iradesi olduğu hissen sabittir, onun için sorumludur. İnsanın *yı işler yapabilmesi için Allah'ın tevfiki gereklidir, bu da nassla sabittir, msan ruhunu inceleme bunu gösterir. Bir iş yapmak için Allah'ın yardım Ve tevfiki temeldir, O kuvvet vermezse bir şey olmaz.

Hiç şüphe yok ki, meseleyi böyle çeşitli yönleriyle inceleyen, İbn Hazm- Önce olmamıştır. Fakat vardığı netice, bu iki meseleyi çözmüş müdür? Mesele iki noktada düğümlenmektedir.

1- Kulun iradesi ve sorumluluğu, kulun mutlak iradesi yok mu, veya ira­desi var, fakat tam değil. Kulun yaptığı iş, Allah'ın iradesinin yönettiğini farzedersek, bu kahir yönetme ve tesir karşısında sevap ve ikap nasıl olu­yor? Sevap şüphesiz Allah'ın bir rahmet ve ve lütfü da cezası da var. Sevap Allah'ın ilahi adaletinin eseri, bütün işler Allah'a aittir.

2- Bu varlıkta, her şey, kudreti külliye sahibi olan Allah'ın iradesiyle ve kuvvetiyle olur. Bunda şüphe yoktur. Bizim kanımıza göre, İbn Hazm meselenin bu kısmını çözmüştür. Fakat birinci kısmı çözülmüş değil. Mu­tezile birinci kısmı çözmüş, ikinci kısmı çözmüş değil. Acaba Mutezilenin görüşü ile İbn Hazm'ın görüşünü birleştirmek mümkün mü? Böylece me­sele çözülmüş olsun. Durum ne olursa olsun, İbn Hazm'ın sözleri, bu me­selede kelam kitaplarının en genişidir.

[1][1] İbn Kıfti, Ahbarul-Hukema, s. 156, Hancı baskısı, Kahire

[2][2] Aynı kaynak

[3][3] İbn Hazm, el-Muhalla c. I, s. 3

[4][4] İbn Hazm, el-Muhalla, c. 1, s. 36

[5][5] İbn Hazm, el-Fasl, c. V, s. 3

[6][6] Aynı kaynak, s. 10

[7][7] îbn Teymiye, er-Resail ue'l-Mesail, c. V, s. 7

[8][8] M. Ebu Zehra, İbn Teymiye, s. 323.

[9][9] İbn Hazm, el-Fasl, c. IV, ah. 226

[10][10] Aynı kaynak, s. 227

[11][11] İbn Hazm, el-Fasl, c. II, s. 119

[12][12] Aynı Kaynak, s. 120

[13][13] Aynı kaynak, s. 121

[14][14] Aynı kaynak, c.II, s. 150

[15][15] Aynı kaynak, c. II, s. 126

[16][16] İbn Teymiye, Tedmüriye Risalesi, s. 6, 78

[17][17] İbn Hazm, el-Fasl, c. II, s. 166-167

[18][18] Aynı kaynak, c. II, s. 125

[19][19] Gazali, İl-Camül-Avam, s. 5

[20][20] İbn Hazm, el-İhkam, c. IV, s. 123

[21][21] Bu dört fırka hakkında bilgi için bak: İbn Hazm, el-Fasl, c. III, s. 22

[22][22] Aynı kaynak, c. III, s. 23

[23][23] Aynı kaynak, c. III, s. 30

[24][24] Aynı kaynak, c. III, s. 20

[25][25] Aynı kaynak, c. III, s. 50

[26][26] Aynı kaynak, s. 42-43