Alimlere göre partisel çalışma

Dünyevi kaygılar veya islami beklentiler ile batıl alernatiflerden herhangi birisini ehven mantığı ile tercih etmek, hakkı hak olan islamı tercih dışı bırakmak demektir...Kapitalizm adına Lenin’in çürüyen putlarının kırılması ile, demokrasi adına Türkiye’deki bazı eskimiş putların kırılması arasında önemli bir fark yoktur. Çünkü her iki eylem de, hak adına değil yeni putlar adına gerçekleştirilen eylemlerdir. Yapması gerekenleri yaparak, sakınması gerekenlerden sakınarak kendi kulluk farizasını yerine getirmeyen insanlar, kuracakları parti ile toplumu kurtarmaktan ve pratik düzlemde islami hizmetten bahsediyorsa, bu insanlar apaçık, bir nifak içinde olan münafıklardır. (İki Fecr Arasında-Mehmed Alagaş)

Demokrasi konusunda çok büyük hatalar işlenmektedir. İşlenen hatalardan birisi: “Demokratik Haklarımız” adındaki safsatadır. Düşünün ki demokrasi, bir firavundur. Şimdi kalkıp da “Firavunca haklarımız” gibi bir ifade kullanamayız. Bazı müslümanlar da “Nerede gerçek demokrasi? Keşke gerçek demokrasi olsaydı?” diye hasretlerini beyan etmektedirler. Bunlar da büyük bir gafletin içerisindedirler. Çünkü demokrasinin hakikisi ve sahresi yoktur. Demokrasi, demokrasidir..

Demokrasi; ellibir kişinin, kırkdokuz kişiye ilahlık etmesidir. Başka bir ifade ile demokrasi; kırkdokuz kişinin, ellibir kişiye kulluk etmesidir. (Lâ-2 Mustafa Çelik)

Dünya müslümanlarının yaşadıkları toplumu ve içinde bulundukları durumu dikkate alarak; konumlarını ve mücadele sahalarını, ilahi ölçülere göre tespit etmeleri gerekmektedir. Dünya müstekbirlerine karşı mücadele verirken, bu müstekbirlerin belirledikleri sahada değil, kendilerinin belirledikleri sahada mücadele vereceklerdir.

Müstekbirlerin belirledikleri sahalarda mücadeleye soyunan müslümanlar, ilahi ölçüleri dikkate aldıkları zaman; söz konusu mücadele sahasında meşru kabul edilen birçok hamleyi yapamayacaklar, fakat müstekbirlerin bu hamlelerine maruz kalacaklardır. Müslümanların mücadele ettikleri düzlem, ilahi vahyi dikkate almayan aklın emrettiği bir düzlem ise, bu düzlemde mücadele verirken yardımı Allah’tan değil, yine akıllarından beklemek zorundadırlar!..Kominizmin yürürlükte olduğu Rusya’daki müslümanlar, kapitalizme karşı mücadele verirken, kapitalizmin yürürlükte olduğu Türkiyeli müslümanlar da, kominizme karşı mücadele verebilmektedirler. Daha önce de belirttiğimiz gibi sağlıklı ve bilinçli bir mücadele, öncelikle vücuda giren, yani bulunduğumuz yapıda yaşayan mikroba karşıdır. Şeytani müdahaleye aldanan kimselerin durumu, paçasını kurda kaptırmasına rağmen, karşı dağdaki ayıya ateş eden avcının durumu gibidir. (Şeytanizme Rağmen İslami Uyanış-Mehmed Alagaş)

İslam diniyle, şeriatı Garra ile alay eden ve şeriatı Garra’yı çağ dışı ilan eden günümz demokratlarını, laiklerini, liberallerini ve sosyalistlerini her kim destek verirse, o kimse şeksiz kafir olur. İmam Kurtubi Tefsirinin bir yerinde “Küfre rıza küfürdür. Ma’siyete rıza ma’siyettir” diyor. Molla Hüsrev, Siyerül Ecnas’ta “Bir kimse, kelimei küfrü konuşsa ve bir cemaat de o konuşanın sözünü kabul eylese, o cemaatin hepsi kafir olur. (Dürerül Hükkam) el-Muhit adlı kitapta şu meseleden ziyade bahsedilmiştir. İnsanlar küfür kelimesini söyleyen kimseye hiç bir şey söylemeyip, küfür kelimesini konuştuktan sonra mecburiyet yokken onun yanında otururlarsa, küfre iştirak etmiş olurlar.” (Fıkhı Ekber Şerhi) Demek oluyor ki içerisinde ahkamı küfür icra edilen meclislerde hiçbir mecburiyet yokken oturmak, küfre ve kafirlere rıza göstermektir. Bu da küfürdür. (Küfür Tek Millettir-Mustafa Çelik)

Demokrasiye gelince, işte o günümüzün en büyük fitnesidir! Bugün islam davetçilerinin bir çoğunun içine düştüğü bir fitne. Demokrasinin islama hizmet ettiğini sanıyorlar. Onunla, Allah’ın islam ümmetine yüklediği “şura” arasındaki zahiri benzerlik sebebiyle işi birbirine karıştırıyorlar. İyice bilinmelidir ki meşru hedeflere ancak meşru yollarla gidilir. (Lâ İlahe İllallah-Muhammed Kutup)

Müslümanların yaşam ve düşünce hürriyetlerinin elinden alındığı bir dönemde, eğer onların liderleri, ilk merhalede, savunma, demokrasi ve kanun yoluyla onlara yaşam hürriyeti sağlayabiliyorsa bunda bir sakınca olmayıp doğal hakkıdır. İslamda siyasi çizgi merhale merhale ilerler. Temel ilkelerden ödün vermeksizin davet ve müntesipleri için elde edilen her bir kazanç makbüldür...

Demokratik sistem, islami hareketten halkın seçtiği bir partiyi kabul etmesini istiyor. Ve çoğunlukla kazandığı için onun meşruluğunu kabul etmeyi öngörüyor. Bu parti ya da gurup islama düşman olabilir. İslamın temel ilkelerini kabul etmeyebilir. Ona karşı çıktığın zaman da daha önce bağlı kalacağını kabul ettiğin kanuna karşı çıkmış olursun. Bu da imzalamış olduğun anlaşmayı bozmak mecburiyetinde bırakır.

Dinimiz ise yaptığımız anlaşmaya vefalı olmamızı istiyor. Demokratik sistemi kabul ettiğimizi düşünelim. Bu sistemde teşrinin kaynağı halktır. Bunu böyle kabul etmek, Allah’ın razı olmadığı bütün kanunları kabul etmek demektir. Aynı zamanda, yasal olarak seçilen heyetler tarafından hazırlandığından dolayı meşru olarak kabul etmemiz demektir. (İslamda Siyasi Anlaşma-Münir Muhammed Gadban)

İslamda iyi niyetle, güzel bir netice elde etmek için de olsa “haram” işlemek caiz değildir. Mesela; öksüzleri, yetimleri ve dulları koruyacak bir hayır müessesi vücuda getirmek için kumar oynamak, hırsızlık yapmak, tefecilikle meşgul olmak gibi haram yollar kabul edilmemiştir. Dolayısıyla islami mücadelede vasıtalarında meşru olması şarttır. (Medeni Vahşet_Hüsnü Aktaş) Eğer demokrasi fikir ve inanç hürriyeti değil de kanun koymada beşer iradesini mutlak irade olarak kabul eden bir sistem olarak tanımlanırsa bu durumda ikinci tanıma giren “demokrasi” de akide hizbi haline gelir. (İman Risalesi_Mustafa İslamoğlu)

Hüküm yalnız Allah’ındır ve O yalnız kendisine ibadet etmenizi emretmiştir"”(Yusuf:40)

İslami devletin esas vasıfları Kuranı Kerim’in açıkça beyan ettiği şekilde aşağıdakiler gibi çıkarılabilir.

1. Hiçbir şahıs, sınıf veya gurup, hatta bir bütün olarak devletin kapsamı, hakimiyet talebinde bulunamaz.

2. Allah, yegane kanun koyucudur. Ve mutlak kanun yapma O’na aittir. İnsanlar tamamen bağımsız olarak kanun yapma yetkisine sahip değildir. Ne de Allah’ın koyduğu herhangi bir kanunu değiştirebilirler. Bu kanun yapmak veya kanun değiştirmek arzusu ilahi kanunlarla aynı doğrultuda olsa dahi. 3. İslami devlet bütün yönleriyle Peygamber sav vasıtasıyla bildirilen Allah’ın koyduğu kanunlara göre kurulmuş olmalıdır...İslam, halk hakimiyeti görüşünü tamamen reddeder..Demokrasinin, halk hakimiyeti üzerine kurulduğu iddia edilmektedir, fakat örnekler önümüzdedir; bir devletin teb’ası olan halk hem kanun yapmada hem de kanunların yürütülmesinde görev almazlar. Hakimiyetlerini seçilmiş delegeler vasıtasıyla icra ettirmeleri gerekir. Seçilen bu vekiller onlar adına kanun yapıp tatbik ederler. (İslamda Siyasi Sistem-Mevdudi)

Bir parti kurmak ve bu partiye bugünkü şartlarda “TC”nin meclisine girip orada çalışmak mahiyet olarak herhangi bir ferdin kafirlerin müesseselerinde takiyye yaparak çalışması gibidir. Birisi ferden; ben bu kanun, anayasa ve yönetmelikler çerçevesinde hizmet edeceğim diyor. Öbürü de bir cemaat olarak bir organize ve teşkilat halinde aynı şeyleri söylüyor...Kim olursa olsun gayri islami bir sistemi benimsediğini söylemesi ve o sisteme göre hareket edeceğini açıklaması küfürdür. O sözünü yeminle veya kafirlere göre yemin diye kabul edilen bir kelime ve cümlelerle kuvvetlendirmesi durumu değiştirmez. Ancak bu gibi sözleri söyleyene hemen sen kafirsin denilmez...Resulullah sav daha risalet görevine başlamadan yaklaşık yirmi sene önce bir teşkilatta yer almıştı. Hem de bu teşkilatın içindekilerin pek çoğu müşrikti. Hedef zulmü ortadan kaldırmaktır.

Resulullah sav risalet görevine başladıktan sonra da buyurdular ki: “..Eğer böyle bir anlaşmaya çağrılsam icabet ederim..” ..Takiyye, müminlerin zayıf olduğu ve kafirlerden korkma ve sakınmanın ortaya çıktığı her zaman uygulanması ruhsat olan bir konumdur. Örneğin sadece söz ile ben sizin kanunlarınızı kabul ediyorum, Demokrasi çerçevesinde mücadele ediyorum, Laik ve Demokratım vb hepsini de kalben tasdik etmedikçe ve amelen de zulüm ve haramlara bulaşmadıkça dil ile söylenmesi takiyye dahilindedir. (İslamda Meseleler ve Çözümleri 1 Ziya Eryılmaz)

Hükümlerin son mercii insan olan ve otoritenin kaynağı olarak insanı alan her rejim, Allah dışında insanların birbirlerini Rabb edindikleri bir beşeri ilahlaştırma rejimidir. Herhangi bir kimse insanları yönetmek üzere kendi kendine yasa koyma yetkisi ilan ederse, sözlü olarak ileri sürsün, sürmesin, uygulamalı olarak ve yetki bölüşümü açısından uluhiyet iddiasında bulunmuş demektir. Buna karşılık herhangi bir kimse bu kulun söz konusu yetkisini tanırsa, açıkça söylesin veya söylemesin, o kulun uluhiyetini tanımış demektir. (Yoldaki İşaretler-Seyyid Kutub)

Çoğu insana gizli kalan, bilinmeyen büyük şirkin bir başka çeşidi de, Allah’tan başkasını kanun koyucu olarak ve hakem olarak kabul etmektir. Onlar Allah’ın izin vermediği ve onun şeriatına zıt olan yöntem ve düşünce koyarlar. Diğerleri de onların koydukları bu yasalara, sanki isyan edilmeyip itaat edilen bir ilahi yasa, bir semavi hüküm imiş gibi itaat ederler. (Tevhidin Hakikati-Yusuf el-Kardavi)

Ben; demir parmaklıkların ardında veya idam sehpalarında olmaksızın, hayatın yüce gayesi olan Allah’a ve islama davet etmeye kolay bir araç ve kural olması niteliğiyle demokrasiyi isteyenlerdenim...Halkların seslerini yükseltmesi için uğrunda bir çok cumhurityetlerin savaştığı, bazı halkların diktatörlere karşı yaptıkları çetin ve zorlu bir mücadeleden sonra onu elde ettikleri, Doğu Avrupa ve başka yerlerde olduğu gibi bu uğurda kanların döküldüğü, binlerce, milyonlarca kurban verildiği, bu sayede bir çok müslümanın da yasaklanmış olan bireysel haklarını kazandıkları, başlarına musallat olmuş baskıcı siyasi otoritelerin tırnaklarını sökmeyi başardıkları bir demokrasi, bu konuya yüzeysel bakıp, hemen red hükmünü verenlerin söyledikleri gibi neden kötü veya küfür olsun?..

Demokrasinin önemli bir özelliği de günümüzde egemen güçlerin baskısından korunmanın en belirgin garantisi olarak sayılan bazı çözüm ve önerileri halka sunmak ve onları buna yöneltmektir. Zira bu yüzden halk, uzun bir zaman baskıcı, zorba yönetim ve krallarla savaşmak durumunda kalmıştır. İnsanlığın düşünür ve önderlerince, bundan başka formül ve yöntemlerin araştırılması engellenmemelidir ki insanlık bu konuda daha ileri ve zirve noktalara çıksın. fskat kolaylığı nedeniyle adalet, şûra, insan haklarını korumak için ve büyüklük taslayan zorba yöneticilere karşı nasıl tavır alınması ile ilgili olarak, insanlar arasında halihazırda uygulanmakta olan demokrasinin bazı yöntemlerinin alınmasını bir ihtiyaç olarak görebiliriz.şer’i kurallardan biri de: “Onsuz tamam olmayan bir şey, o şeyi gerekli kılar” şeklindedir. Şeri bir amacı gerçekleştirmek için bir vesilenin gerekliliği ortaya çıkarsa, o vesile o amaç hükmündedir...Aldıklarımızın eksikliklerini tespit edip, bunları tamamlamamız ve ona kendi ruhumuzdan katmamız gerekir ki bizden bir parçaya dönüşsün ve ilk özelliğini kaybetsin. Seçim sistemine veya halkın oylarına dayalı olan bir sisteme baktığımızda, bunun benzerini islamda adayın buna ehil olmasına dair “şahitlik” yapma konusunda görürüz. O zaman şahitlik için gerekli olan adaletli ve dürüst bir yaşama sahip olması gibi şartlar, oy kullanacak için de gerekli olur. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurmuştur: “İçinizden adalet sahibi iki kişiyi de şahit yapın” (Talak:2)

Kim bir adayı sırf yakını, hemşerisi olması veya bir başka menfaati için tercih edip adaylığa uygundur diye ona oy verirse, yüce Allah’ın: “şahitliği Allah için dosdoğru yerine getirin” (Talak:2) emrine aykırı hareket etmiş olur.

Kim seçme hakkından geri durup, güvenilir ve yetenekli kişilerin kaybedip, kendisinde güvenilirlik niteliği bulunmayan ve hak etmeyen kişilerin kazanmasına imkan hazırlarsa, ümmetin en çok ihtiyaç duyduğu bir sırada şahitliğini gizlemiş olur. yüce Allah şöyle buyurur: “Şahidler çağrıldıkları zaman, kaçınmasınlar” (Bakara:282)

Bu seçim sistemi her ne kadar bizim dışımızdan alınmışsa da, ona yönelik bazı kuralları eklediğimiz zaman sonuç olarak onu islami bir sisteme dönüştürmüş oluruz... “Demokrasi halkın kendi kendini yönetmesidir, dolayısıyla bu “Hakimiyet ancak Allah’a aittir” prensibini reddeder” şeklindeki iddia ise tutarsızdır. Demokrasiye çağıran kişinin, Allah’ın insanlar üzerindeki hakimiyetini reddetmesine hiç gerek yoktur. Zaten bu demokrasiye çağıranların aklının ucundan bile geçmez

Onların önemle üzerinde durdukları şey; üzerlerindeki diktatörlüğü yıkmak, halkı zülüm ve baskı ile yöneten ceberrut padişahları alaşağı etmektir...demokrasiye çağıran bir müslüman, ancak İslam’a uygun sayılan şekildeki hükümlerine çağırmalıdır. Bunlar, yöneticinin seçimle gelmesindeki islamın siyasi prensipleri, şuranın ve nasihatın kabulü, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak, haksızlığa karşı durmak, kötülüğü reddetmek, özellikle de açıkça küfre düşmüş olanlara Allah’ın varlığı ile ilgili delil ulaştırmaktır...demokrasinin halkın hakimiyetini Allah’ın hakimiyetine alternatif olarak getirdiği iddiasında bulunmaya da gerek kalmaz. Çünkü aralarında bir çelişki yoktur. Bu, demokrasinin ayrılmaz bir parçası olsa bile araştırmacı islam alimlerince ortaya konmuş doğru olan görüş şudur:

Mezheplerin gerekli gördüğü bir düşünce, o mezhebin bizzat kendisi sayılmaz. Bundan dolayı mezheplerin mensubu insanları kafir veya fasık olarak görmek caiz değildir. Kişi bu görüşleri kabul etmiş olsa bile bir defa bile onu düşünmemiş olabilir...günümüzde İslam’ın, müslümanların ve islam davetçilerinin başındaki belalardan biri de, şeriatı tamamen etkisiz hale getirmeyen ve laikliği de mecburi kılmayan ama ideolojisini insanlara kılıcın zoruyla kabul ettiren saldırgan diktatörlerdir.

Bu sistemler ancak zor kullanarak insanları batılılaşmaya mecbur kılmışlardır. Ayrıca islamiyet ve islami hareketle vuruşmadan, onun davetçilerine işkence etmeden, ancak bazen açık, bazen de gizli bir şekilde sahte demokrasi görüntüsü veren baskıcı bir yönetim altında onları her türlü yıldırma yöntemleriyle pasifize ederler. Bu şekilde güçlü olan saldırganın açıktan veya perde arkasından islama saldırısı gerçekleşmiş olur. Böylece islam varlığını devam ettiremez, mesajını veremez, berraklığını net bir şekilde gösteremez, sesini yükseltemez. Ancak kendisine tanınmış olan sınırlı bir özgürlükle, onları sevindiren ezanı dinleterek veya duygularını coşturacak bazı şeyleri yerine getirerek onların beklentilerini birazcı karşılayabilir. (Çağdaş Meselelere Fetvalar-Yusuf el-Kardavi)

Küfür ve ilhad ehline karşı velalarını (bağlılık ve teslimiyet, tam itaat) verenlerin sıfatları nelerdir? Bunlar oylarını dinsiz bir partiye ya da islam dışı bir teşkilata vermişlerdir. Bunun karşılığında bekledikleri, ya önemsiz bir mevki veya az bir dünyalık ya da bekledikleri herhangi şahsi menfaattir. Onlara sorulduğunda “Aslında biz onların inandıklarına inanmıyoruz, sapıklıklarına ve küfürlerine de asla razı değiliz. Bizim yapmaya çalıştığımız, müslümanların başına gelecek belalara engel olmak ve elimizden geldiğince islam beldesindeki şer odaklarını tesirsiz hale getirmektir!” Allah Teala şöyle buyuruyor: “Kalplerinde hastalık olanların, “bize bir felaket gelmesinden korkuyoruz” diyerek onlara koştuğunu görürsün.” (Maide:52)

Eğer bu insanlardan bağlılıklarını geri çekmez, meclislerinden uzaklaşmazlarsa onlar da onlar gibi olurlar. Bu insanları ameli olarak münafık kabul etmiş olsak da, hiç şüphesiz bunlar müslümanlara en çok zararı dokunan ve islam için en büyük tehlike arz eden topluluklardır. Zira bu insanlar delalet ve inkar içerisinde olanlara bağlanmak suretiyle onların sayısını daha da artırmışlardır. Ali İmran 28.ayetinden (Takiyye ayeti) anlaşılacağı üzere müslümanın kalbinde kafirlere karşı zerre miktarı bir sevginin olmasına bile izin yoktur. Ancak zor durumda kalındığında idarei maslahat babından kafirlere karşı sanki de onlara düşman değilmiş, onları seviyormuş gibi davranabilir. Ortada hiçbir sebep yokken onları yedirip içirmenin takiyye ile hiçbir alakası yoktur. Zalimlerin şerrinden emin olmak için onlara hoş görünmeye çalışmak münafıklık değildir. (İslam Davetçilerine-Abdullah Nasıh Ulvan)

İslami mücadelede de Kur’an’ın ruh ve mantığına uygun metod kullanmak gerekir. Mekkeli müşrikler Hz. Peygamberle uzlaşmaya varmak istedikleri halde, ayetleri incelediğimizde bu iznin Peygamber(as)’e verilmediğini görüyoruz. (Bazıları islamın gerçekleşmesi için) Mevcut küfür rejimleriyle işbirliği yapmaya, onlarla beraber çalışmaya, onların demokrasi şemsiyesi altında çalışmaya, onların kurum ve kuruluşlarını ele geçirmek, onların parlementolarını fethetmek vb düşüncelerle başlayan mücadele beraberinde ihtilafa düşmeyi de geciktirmedi. Karşılıklı iddialar, tartışmalar sonuçta her bir tarafın kendi başına bir yol izlemesine sebep olmaya başladı. Amaç aynı olmasına rağmen araçlar bir akide yani inanç haline getirildi. Mevcut yapıyı değiştirmek için nebevi mücadeleyi esas almayan guruplar islamı hakim kılalım derken yapmış oldukları maddi-manevi icraatlarla mevcut sistemin yürümesine sebep olurlar. (İnsanları Tefrikaya Düşüren Faktörler-Mahmut Balcı)

Seçimler yoluyla, İslam’cıların dinsiz ve laik bir idare altında, parlemento seçimleri yoluyla yönetime ulaşmaları çok zordur.

Birincisi seçimlerdeki adayların kabul edilmeleri laik hükümetlerin elindedir.

İkincisi dinsiz hükümetlerin istedikleri zaman seçimlerde sahtekarlık yapmaları kendi ellerindedir. Üçüncüsü, parlementonun feshi ve dondurulması bu hükümetlerin elindedir. İslam’i birçok partinin daha önce hükümetlere ortak olduğu, azımsanamayacak kadar milletvekiline sahip olduğu mecliste tam manasıyla söz sahibi olduğunu kaç defa işitmişizdir. Fakat gel gör ki böyle bir durumda batılı güçler hemen faaliyete geçmekte ve silah zoruyla yönetimi devralmaktadır. Bununla birlikte parlemento seçimlerinin islami bir topluma sağladığı faydalar ve olumlu sonuçlar da vardır. Bunlardan en önemlisi parlementodaki müslümanlar orada islamın sesini duyuruyorlar ve bu yolla pek çok insanın hakikatı bulmasına vesile oluyorlar. (Mısır parlementosu) Bu gibi faydaları var gözükmesine rağmen müslümanları mevcut kafir sistemlerle uzlaştırıyor, onların asıl yapmaları gereken eğitim ve hazırlık çalışmalarını terkettiriyor ve seçimlerle meşgul ediyor, müminleri yönetimin imkanlarından istifade etme düşüncesine sürükleyip ahlaken bozuyor ve onları bu yolla islamı hakim kılabilecekleri şeklinde bir düşüncee sürükleyip pasifize ediyorsa zararı daha çok demektir. (İslam Davetçilerine-Abdullah Nasıh Ulvan)

İnsanların karşısına, hak ve doğru da olsa, aykırı söylemlerle çıkılması, insanlara muhalif ve insanlardan ayrı düşülmesi demekti! Çünkü insanların tasvib ve desteğini kazanabilmek, insanları acı gerçeklerle dağlayıcı değil, tatlı yalanlarla yağlayıcı söylemlerle mümkündür! Önemli olan insanları uyarıp korkutarak dağıtmak değil, uyutup-müjdeleyerek de olsa bir çatı altında toplamak, toplayabilmekti! Zaten insanları peşinden sürükleyen liderler de böyle yapmıyor muydu? Ayrıca, müslümanların tarihten ibret almaları gerekirdi. Dünya tarihinde gelmiş geçmiş nice peygamberler, bu ince siyasete (!), bu politik dehaya (!), sahip olmadıkları için kendi toplumlarına aykırı düşüp, yalnız ve marjinal kalmamışlar mıydı?! O halde insanları uyarıp-korkutma pahasına dağıtmamalıydı. Onları bir çatı altında toplamak lazımdı. Bu muhteşem hedefin biricik yolu ise, çağdaş liderler ve çağdaş politikacılarla her sahada rekabet yapmak, müslümanların onlardan daha insancıl ve daha barışcıl olduklarını cümle aleme ispat etmekti!...

Kuranı Kerimin kendilerine yüklediği toplumsal sorumluluğu, islam davasının taşeron partilerine havale etmekle kuşlar gibi hafiflediklerini hissetmişlerdir! Artık vakitleri boldur ve her geçen gün daha da artan dünyalık ihtiyaçlarını giderebilmek için rahat rahat çalışabileceklerdir! Çünkü Yüce İslam Davası emin ve legal ellerdedir artık! O halde önce kemiyet sonra keyfiyet! Diyerek, cahili bir kemiyetin (sayısal çoğunluk) desteğiyle Rabbani bir keyfiyeti sağlayacaklarını zanneden bu şaşkınlar kimlerdir? Peygamberlerin mucizelerle bile gerçekleştiremedikleri toplumsal değişimi, küfri bir zemin üzerinde duran iktidar koltuğunda oturarak gerçekleştirebileceklerini zannedenler, nasıl bir politik büyünün tesirindedirler?..

Demokrasi, herhangi bir toplumu geliştirmeyi veya herhangi bir toplumu değiştirmeyi değil, söz konusu toplumu bulunduğu hal üzere gütmeyi hedef alan bir yöntemdir. “Neden hakkı bâtıl ile örtüyor ve bildiğiniz halde neden Hakkı gizliyorsunuz?” (Ali İmran:71) Allah’ın ayetlerini gizlemenizin nedeni bu ayetlerin sahibi olan Allah’ı, siyasi güçlerin düşmanlığından korumak için mi? Hakkı, bâtıl ile örtmenizin nedeni, hakkın sahibi olan Allah’ı, bâtılın sahipleri olan zalimlere hoş göstermek için mi? Siz ne yapıyor sunuz, Allah aşkına! Kendinizin demokratlığı yetmiyormuş gibi, hükmünde eş ve ortak tanımayan Allah cc’ın da mı demokrat olmasını istiyorsunuz? Kendinizi bir arabulucu olarak mı görüyorsunuz? (Yoldaki Musibetler-Mehmed Alagaş)

“Merhamet edenlere, Rahman olan Allah da rahmetiyle muamele eder. Yerdekilere merhamet edin ki, göktekiler de size merhamet etsin.” (Buhari-Müslim) Bu hadisin tasavvufi yorumu; “Tabii şekillere, kanun ve nizamlara yani beşeri sistemlere muhalefet edin ve karşı gelin. Ancak bu sayede yüceler semasının yani göğünün mertebelerinden ve tabakalarından külli ve ilahi olan ruhumuzun taşan feyizleri üzerine aksın.” (Tasavvufi Yorumlarıyla Kırk Hadis-Sadreddin Konevi)Her türlü seçimler için, oy kullanmak veya propaganda yapmak bir nevi şehadette bulunmaktır. Kim yalancı ve haini seçerse o da yalancı ve haindir. Allah cc şöyle buyurur: “Ey müminler! Hak üzere durup adaleti yerine getirmeye çalışan hakimler ve Allah için doğruyu söyleyen şahitler olun. Velev ki şahidliğiniz nefsinizin yahut ana ve babanızla, yakın akrabanızın aleyhinde olsun..(Nisa:135) (Müslümanın Ahlakı-Prf. Muhammed Gazali)

ALİMLERE GÖRE,

PARTİSEL ÇALIŞMA.

Mısır, Hz. Yusuf as zamanında Darul İslam idi. Çünkü Hz. Yusuf as’ın zamanındaki firavun, Hz. Yusuf as’ın vasıtasıyla müslüman olup imana gelmişti. (İmam Nevevi)

Halk kendi kendini yönetir ilkesini savunan demokratik felsefe, şirk ve küfürden başkası değildir. (İslamın Anlaşılması Üzerine-Ali Bulaç’tan) (Lâ-1 Mustafa Çelik)

İslami devlette parti nizamı olamaz. İslam parçalanmayı ve çeşitli hile kullanılmasını istemez. (Mevdudi-İslam Anayasası) (Lâ-1 Mustafa Çelik)

Bu tür düzenlerin içerisinde islam adına mücadele verileceğini sanmak, hatta bunun gereğini ileri sürmek, ayeti kerimenin bizleri takınmayı emrettiği açık ve seçik yolla ne kadar bağdaşabilir?.

“De ki: Ey Kitap Ehli! Bizimle sizin aranızda eşitliği sağlayacak bir sözde birleşmeye gelin. Allah’tan başkasına ibadet etmeyelim. O’na (hüküm, din ve değer yargıları koymak yetkisini başkalarına tanımak suretiyle) hiç bir şeyi eş koşmayalım. Kimimiz kimimizi de (uluhiyyet ve Rububiyyete has herhangi bir sıfat veya yetkiye sahip kabul etmek suretiyle) Rabbler edinmesin. Eğer yüz çevirirlerse “Bizim muhakkak müslümanlar olduğumuza şahid olun” deyin (Ali İmran:64)

Ayet bizlere açıklığı, netliği, yolların ayrılışını vurgulamayı ve buna dikkat çekmeyi emrederken, bizim demokrasiye ve demokratik saflarda mücadeleye davette bulunmamız ve bunu –kendi adımıza değil- islamın öngördüğü ve tavsiye ettiği mücadele şekil ve metodu diye sunmamız, hiçbir zaman açık ve net bir şekilde yolların ayrıldığı noktada “eşitlikçi bir kelimeye” davet değildir..Demokratik düzenler tarafından “çoğulculuk esasına göre alınan kararlar, yapılan yasamalar adeta yanılmaz, hatasız ya da en ideal olarak takdim edilir ve böyle oldukları kabul edilmeye çalışılır. Başka herhangi bir esasın varlığına gerek hissettirmeyen basit günlük meselelerde çoğunluğun fikrini esas kabul etmede pek bir mahzur bulunmasa bile, kitleleri yakından ilgilendiren, onların dünya ve ahiretteki gelecekleri, tavır ve konumları açısından önemli olan konularda ise, çoğunluk pek öyle ideal bir çözüm yolu değildir.

Bir şeyin çoğunluk tarafından kabul edilmesi –hatta bütün insanlık tarafından kabul edildiğini varsaysak bile- eğer Allah’ın hükümleriyle Resulünün irşadlarıyla bağdaşmıyorsa o şey bâtıldır...Cahili düzen ve yapılar içerisinde, bu düzen ve yapıların belirlediği esaslar çerçevesinde mücadele vererek islamı hakim kılmak için çalışmak isteyenler bulunmaktadır. Bunlar en azından bu alanlar içinde çalışarak müslümanların islam adına girişecekleri mücadelenin daha az sıkıntılı ve hatta oldukça rahat verilmesi için zemin hazırlamak gayesiyle ortay atıldıklarını söylerler. Bu cahili düzen ve yapılar içerisinde, cahiliyyenin öngördüğü kurum ve çatılar altında mücadele vererek bunu gerçekleştirmeye çalıştıklarını belirtirler.

Seyyid Kutup bu konuda der ki: “Tebliğde bir takım kimseler fitneye düşecek ve irtidat edecekler, bir kısım kimselerde Allah’a verdikleri sözlerinde duracak, şehid olacak, diğer bir kısmı da sabredecek, kardeşlerini sabra davet edecek, müslüman kalmak hususunda ısrar edecekler, cehenneme atılmaktan hoşlanmadığı kadar, tekrar cahiliyyeye geri dönmekten hoşlanmayacaklardır.”...İslami bir yönetimi ayakta tutacak, ortaya çıkaracak, ortaya çıkışından sonra da varlığını sürdürmesini sağlayacak “müslüman taban” olmaksızın, böyle bir parlemento ne yapabilecektir?. Askeri bir darbe parlementoyu fesheder, üyelerini hapislere yollar ve herşey kısacak birkaç dakika içinde olup biter. Konunun lehine ileri sürülebilecek bütün gerekçelere rağmen, böyle bir düşünüş gülünçtür, basittir.Yalnızca Allah’ın hükmüne başvurmakla, başka hiçbir hukukun ve yasanın egemenliğini kabul etmemekle yükümlü olan, Allah’ın hükmü dışında kalan bir hüküm, cahili bir hükümdür, o cahili hükmün kabul edilmesi de, o hükümden hoşnut olunması da o hükme (herhangi bir şekilde) iştirak etmekte müslüman için caiz değildir, diyen bir dine bağlı olan müslüman için Allah’ın indirdiklerinden başka hükümleri koyup kanunlar yapan, yaptığı uygulamalarıyla her fırsatta Allah’ın şeriatının hükmünü kabul etmediğini, reddettiğini ilan eden bir parlementoya katılmak nasıl caiz olabilir? Üstelik böyle bir parlementoya giren bir kimse yemininde, parlementoya sadakatle bağlı kalacağına yemin de etmektedir.

Yüce Allah ise şöyle buyurmaktadır: “O size Kitapta: “Allah’ın ayetlerinin inkar edildiğini ve onlarla alay edildiğini işittiğinizde onlar bir başka söze dalıncaya kadar yanlarında oturmayın. Çünkü o zaman sizlerde şüphesiz onlar gibi olursunuz” (Nisa:140)

İleri sürülebilen lehte gerekçeler şundan ibarettir: Bizler onlara karşı islamı haykırıyoruz. Allah’ın indirmedikleriyle yapılan teşrileri sürekli olarak reddettiğimizi ilan ediyoruz. Derler ki Peygamber Allah’ın kelamını tebliğ etmek üzere Kureyş’in Nedvelerine gitmiyor muydu? Evet gidiyordu nedvelerine, fakat onları uyarmak için. Nedvelerinin faaliyetlerinde onlarla ortak hareket etmiyordu. Allah’ın şeriatinin egemenliğini kabul etmeye davet eden bir müslüman, çağdaş cahiliyenin nedvelerine gidip orada ilk cahiliyenin Resulullah sav’e izin verdiği gibi konuşmasına izin verilecekse, böyle bir davetçinin öyle bir nedveye gidip tebliğde bulunması farz olurdu. Çünkü o, bu durumda o nedvenin üyesi değil, dışından gelen bir davetçidir. İkinci tehlikeli kaygan zemin ise halk kitlelerinin gözünde davanın sulandırılmasıdır. Biz her fırsatta halk kitlelerine, Allah’ın indirmedikleriyle hükmetmek batıldır, diyoruz. Allah’ın şeriatıyle hükmeden yönetim dışında hiçbir yönetimin ve yönetim düzeninin meşruiyeti söz konusu olamaz diyoruz.

Diğer taraftan halk kitleleri bizim, katılmama çağrısında bulunduğumuz işe katıldığımızı görmektedir. Bunun sonucu ne olur? İslamdışı bir anayasa ile yönetilen bir devlet, bu tezi savunanlar aracılığı ile varlığının korunmasına yarayacak ve ömrünü uzatacak islami bir kılığa bürünmüş olacaktır. Çünkü bunun sonucunda halk, islamın egemen olduğunu sanacak ve bu yönetime karşı sesini çıkarmayacaktır. (Muhammed Kutup-Vakıunal Masır) İslama karşı mücadeleyi zorunlu gören parti ve kurumlara destek veren, onları benimseyen, onların politikalarını doğrulayan kimselere gelince, bu gibi kimselerin islamla her türlü bağlarını koparmış olacakları açıktır. Hedefi islamı uzaklaştırmak yahut ona karşı savaşmak ya da müslümanlara karşı mücadele vermek olan partilere katılan müslümanlar ya mürteddir, ya da münafıktır. (Said Havva-Tefsirinden) Mazlumun hakkını korumak için gerektiğinde kafirler dahi dayanışma içine girilebileceğinden ibarettir Hılful Fudul. Böyle bir olaydan ve buna atıfta bulunduğu anlaşılan bir rivayetten islam ile hükmetmeyen hükümetlerle ortak olmanın ve islam dışı düzenlerin, islam dışı düzenleriyle hükmetmenin caiz olduğu sonucunu çıkarmak ise mümkün değildir.. Hz. Yusuf’un “yeryüzünün hazineleri” başında bulunduğu sürece, Aziz’in ya da melik’in şeriatine veya kurulu anayasal düzenine, kanun ve hükümlerine bağlı kalarak görevlerini yürütmediğini ortaya koyan hususların bazısını sıralayalım:

1. Hz. Yusuf, zindandaki arkadaşlarıyla onların rüyalarını yorumlamak vesilesiyle konuşurken; “Hüküm (egemenlik) yalnız Allah’ındır” (Yusuf:40) demiştir.

2. Yeryüzünün hazinelerinin başına geldikten sonra ve bunun gerçekleştiğini ifade eden ayeti kerimenin hemen ardından şöyle buyurmaktadır: “O, orada dilediği gibi tasarruf ederdi.” (Yusuf:56)

Müfessirler Onun yeryüzünde iktidar sahibi kılınmasını “dilediğini yapabilme gücüne sahip” diye açıklamaktadırlar. (Kurtubi Tefsiri)

3. Yusuf’un Melik’in kanunlarına aykırı uygulamada bulunarak kendi şeriatine uygun hareket edip, hırsızlık yaptığı belirlenen kardeşini yanında alıkoyduğunu öğreniyoruz.

4. Surenin 100.ayetinde de anne ve babasının tahtının üzerinde oturttuğunu öğreniyoruz. (İman ve Tavır-Beşir Eryarsoy)

Ben bu meseleyi çok önemli ve tehlikeli bir fitne olarak gördüm. Çünkü bu mesele direkt olarak akideyi ilgilendiren bir meseledir. Kişi kimin hükmünü kabul edip itaat ederse ona ibadet etmiş olur. “Allah hüküm vermede kendisine ortak kabul etmez” (Kehf:26)

Resulullah sav’in ne kendisi müşriklerin parlementosuna üye olmuş, ne de müslümanların oraya katılıp üye olmalarına izin vermiştir. Kaldı ki şayet gaye islamı getirmek ise bu amacı gerçekleştirmek için kullanılan vesilenin islama ya da Resulullah’ın hareket metoduna zıt olmaması gerekir. İslamda GAYE de VESİLE de islama uygun olmalıdır.

Kureyşliler, Resulullah’a ilahlarına laf atmaması ve akıllarını akılsızlıkla itham etmemesi şartıyla kendi üzerlerine hükümdar olması teklifinde bulundular. Bu sizin (demokratların) ulaşmak istediğiniz en son nokta değil midir? Resulullah sav bu teklifleri kabul edip onların üzerine hükümdar olduktan ve onları kendi hakimiyetine boyun eğdirdikten sonra onları islamın hükümlerine tâbi ettirebilirdir ve bu onun için çok kısa ve kolay olurdu. Fakat Resulullah sav böyle birşey yapmadı. Çünkü insanları önce kendisine kul edip daha sonra Allah’a kul etmek islam akidesine zıttır.

Sizin yetkileriniz de ancak kanunların izin verdiği ölçülerle sınırlıdır. Meclisteki diğer partiler İslama zıt olan bir kanunu oy çokluğu ile kabul ettikleri zaman, siz mecliste buna karşı da gelseniz ve buna karşı oyda kullansanız hiç farketmez. Çünkü demokratik sistemin bir gereği olan “çoğunluğun kararı geçerlidir” kaidesini, bu meclise girerken daha baştan kabul etmiş oldunuz. Örneğin mecliste faizin helal olması oy çokluğu ile kabul edilse siz bu sistemi kabul ettiğiniz için o kararı da kabul etmek zorunda kalırsınız. Bu din Allah’tan olduğu halde onu hakim kılacak metodun kullardan alınması bu dinin pratiğine aykırıdır. Resulullah sav’in islamı hakim kılmada kullandığı metod, Allah’ın gönderdiği metodun ta kendisidir. (İslamın Hareket Metodu-Abdurrahman el-Muhacir)

Allah Resulü ve sahabeleri yaklaşık onüç yıl Mekke’de bir küfür toplumu içinde yaşadılar. Bu süre içinde de onlar gerektiğinde akidelerine bir zarar gelmemesi şartıyla müşriklerin kanunlarından biri de; kendi kabilelerinden kuvvetli bir kişi başka birisini himayesi altına aldığında artık o kimseye dokunulmamasıydı. (İslamın Hareket Metodu-Abdurrahman el-Muhacir)

Ebu Talib’e gelen Kureyş müşrikleri, himayesini geri almasını teklif etmişler, daha sonra Resulullah karşılığında zengin bir ailenin çocuğunu teklif etmişler, bunu da kabul etmeyince tehdid edip ona “Eğer himayende vazgeçmez ve yeğeninin bizim ilahlarımıza laf atmasına ve bizi akılsızlıkla itham etmesine engel olmazsan biz onunla ve seninle savaşırız” dediler.

Ebu Talib Resulullah’a haber göndererek “Ey yeğenim! Kavmin bana gelip şöyle şöyle dedi. O halde bana ve kendine acı. Ve takat getiremeyeceğim bir şeyi bana yükleme” dedi. Peki Resulullah sav müşriklerin bu himaye kanunundan istifade etmek için akidesinden taviz verip tebliğ vazifesinden vaz mı geçti?. Bilakis, akidesinden hiçbir taviz vermeden şöyle dedi: “Ey amca! Allah’a yemin ederim ki güneşi sağ elime, ayıda sol elime koysalar yine de bu işi Allah budini galip kılıncaya veya ben helak oluncaya kadar bırakmam”...Müşrik kanunlarından istifade için iki şart vardır,

Birincisi: Müslümanlar Allah’ın haram kıldığını helal, helal kıldığını haram kılan bir kanundan istifade etmek için kafirlere başvuramazlar. İslamın mubah saydığı şeyleri içeren kanunlar olmalıdır.

İkincisi: Müslüman, kafirlerin kanunlarından istifade etmek için akidesinden taviz veremez. Örneğin bir müslüman haksızlığa uğrasa dahi, hakkını almak için tağutun mahkemelerine başvuramaz.

Bu iki şart dışında, müslümanların ve islamın faydasına olan kanunlardan müslümanlar istifade edebilir ve kafirlerden yardım isteyebilirler. (İslamın Hareket Metodu-Abdurrahman el-Muhacir)

Demokratik nizam küfürdür. Demokrasilerde hakimiyet hakkı insanlara aittir. İslam inancında ise hakimiyet hakkı yalnız Allah’a aittir. Hükümde Allah’tan başkasının da hak sahibi olabileceğine inanmak küfür olacağı için demokrasiye inanmak da küfürdür. Bir ülkede halkın yüzde doksan dokuzu islamı istese bile, müslümanların başa geçmesini sağlamak için demokratik bir seçime gitmek de küfürdür. Çünkü böyle bir seçime gitmek hükümde insanların da pay sahibi olabileceği inancını taşır. (İslamın Hareket Metodu-Abdurrahman el-Muhacir)

Teknik bilgi ve düzenlemeleri islami prensiplerle çelişmediği sürece kafirlerden kanun almakta bir sakınca yoktur. Almayı da islam dini yasakmış değildir... Laiklik ilkesini kabul eden siyasi rejim İslam hükümlerine baş kaldırmış demektir. Dolayısıyla öncelikle bu hükümet irtidat etmiş sonra da buna itaat etmiş olanlar mürtedleşmiş sayılır. Siyasi idarede görev alanlar tek tek mürted hükmünü aldıkları gibi bu hükümete itaat eden kitlelerden irtidada düşmüş olur. (Mustafa Sabri-Son Osmanlı Şeyhülislamı) (Hakimiyet Allah’ındır-Ziyaeddin el-Kudsi)

İslam dışındaki tüm idari nizamları, hayat sistemleri küfürdür, tağutidir. Çağdaş tağutları temsil etmektedir. Onları inkar etmek, tekfir etmek, tanımamak ve onlardan uzak durmak gerekir. Aynı şekilde onları destekleyenlerde tekfir edilip reddedilmelidir. Şu apaçık bir gerçektir ki Kur’an ve Sünneti bırakıp insanların hayatlarını düzenleyen beşeri mahreçli kanunları kim va’zeder, va’z edilmesine katkıda bulunur, yasalaştırır, tatbik eder ve reddetmezse kafirdir.

Bu durumda yasama meclisi (ki teşride bulunur) yasamayı tasdik eden parlementerler (milletvekilleri) uygulama safhasına koyan yürütme organları (başbakan, cumhurbaşkanı, bakanlar) ve yürtme organı başkanı, yürütme organlarının yapısı içinde yer alan hakim, savcı, avukatlar yine bu kanunlara dayanarak soruşturma yapan istihbarat ve güvenlik kuvvetleri ve kafir sistemi koruma ve kollamayla görevli olanlar kafirdirler. (!)

Halka gelince, her kim böyle bir şeye rıza gösterir ve inkar etmezse, nemelazımcı bir tavır takınırsa kafir olur. Çünkü bu insanlar küfrün tahakkümüne rıza göstermekte, islam şeriatının kaldırılmasına, uygulanmamasına ilgisiz kalmaktadırlar. Hatta bazıları müslüman olduklarını iddia etseler bile. Onların kafir oluşu tağutu inkar etmelerinden kaynaklanmaktadır. İslam’la çelişmeyen idari kanunları tatbik etmek ayrı, helali haram, haramı helal yapan kanunları tatbik etmek ayrıdır.

Birincisi caizdir, ikincisi ise küfürdür. İslam ile çelişmeyen idari kanunlardan kasıt; haramı helal, helali haram yapmayan, fertlerin menfaatini ve toplumun düzenini sağlayan idari kanunlardır. Trafik, binaların şekli, su dağıtma şekli, mahallede bulunanların kaydedilmesi, yolların şekli, işçilerin tanzimi, fabrikalar kurma vb gibi halkın genel maslahatına uygun olan ve şeriate karşı gelmeyen kanunları yapmak ve uygulamak caizdir.

“Yoksa onların Allah’ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır? (Şura:21)

“De ki: “Allah’ın size indirdiği rızkın bir kısmını haram bir kısmını helal kıldığınızı görmüyor musunuz?” De ki: size Allah mı verdi. Yoksa Allah’a karşı yalan mı uyduruyorsunuz?(Yunus:59)

“Diliniz yalana alışmış olduğu için herşeye bu helal bu haram demeyin. Zira Allah’a karşı yalan uydurmuş olursunuz. Allah’a karşı yalan uyduranlar ise şüphesiz saadete erişemezler”(Nahl:116) (Hakimiyet Allah’ındır-Ziyaeddin el-Kudsi)

Hiçbir zorlama ve ikrah olmaksızın, islama karşı münafıkça yaklaşanlar cehenneme, bâtıl dinlere münafıkça yaklaşanlar cennete mi gideceklerdir?..Siyasi iktidarı ele geçirmek, olaya tavandan müdahele edebilmekti. Toplumsal kurtuluşun tavandan tabana doğru yapılmasında Kuranı Kerimden örnek alacağımız kıssa ise, hiç şüphesiz ki Yusuf as’ın kıssası değildir. Çünkü Yusuf as insanların ebedi düzlemde kurtuluşlarına vesile olma eylemini, maliye nazırlığı veya bu nazırlığın imkanlarından faydalanarak yapmamıştı. Kaldı ki o dönemdeki kralın nasıl bir kral, toplumun nasıl bir toplum olduğu da açıklık kazanan birşey değildir.

Kuranı Kerimde tavandan tabana doğru bir hareket varsa, bu hareket Musa as’ın hareketiydi. Tüm israiloğullarının dünyevi kurtuluşu için olaya tavandan müdahale eden, Firavun’dan İsrail oğullarını kendisiyle birlikte göndermesini isteyen ve netice olarak İsrailoğullarını görkemli bir mucize ile denizden geçirerek kurtuluşlarına vesile olan önder, Hz. Musa as idi.

Fakat sonra, sonra ne oldu? Musa (as) sözleşilen vakitte Rabbi ile buluşmaya gittiğinde, geride kalan israiloğullarının durumu ne oldu? Başlarında Harun as olmasına rağmen, Samiri denilen sapığa uyarak altından buzağı heykeli yapmadılar mı? Bu buzağı heykeline taparak şirke ve zulme yönelmediler mi? Bu kıssada apaçık bir şekilde gördüğümüz toplumsal gerçek şudur ki, tabandan değil tavandan gerçekleştirilen ve tabana yeterince oturmayan değişimler, köklü ve kalıcı değişimler değildir.

Kaldı ki olaya özellikle tavandan müdahale eden Musa as, tabanı ihmal eden ve tabanı görmemezlikten gelen bir lider de değildi. Tabandaki insanlara yönelik daveti, bu insanlara yönelik teklifleri de bulunmakta idi. Ancak olayın sonucunu tahlil ettiğimiz zaman ne Harun as’ın varlığı ve ne de Musa as’ın davetini kabul eden tabandaki müminlerin varlığı, toplumsal çözülme ve dağılmayı önleyebilecek yeterlilikte değildi. Nitekim hiçbir askeri gücü bulunmayan Samiri gibi bir sapık, evet tek bir sapık, hiç zorlanmadan bu çözülme ve dağılmayı gerçekleştirebilmişti.

Ne diyorsunuz? Kur’an’ı Kerim’de örnek ve ibret almamız için zikredilen bu gibi kıssalardan, örnek ve ibret almamız gerekmez mı? Tabana oturmayan ve yeterli taban desteğini almayan değişimlerin, kalıcı değişimler olmadığını anlayabilmemiz için, çok mu akıllı olmamız gerekir? Bizlere anlatılan bu kıssa tavandan taban doğru yapılan bu müdahalenin, bu müdahaleyi gerçekleştiren kişi veya kişilerin ayrılmasıyla akamete uğradığını, uğrayabileceğini anlamamız için yeterli değil mi?...Zulmün tespit ve teşhisinde, şahıslar, partiler veya devletler üzerinde durulursa, bu anlatıma kulak veren insanlar da şahıslara, partilere veya devletlere karşı belirli bir muhalefet meydana gelecektir.

Oysa müslümanlar olarak oluşturmamız gereken muhalefeti, şahısların veya partilerin fevkindeki küfri zihniyetler üzerinde yoğunlaştırmamız ve bu muhalefete, detaysız bir İslam’i içerik kazandırmak gerekir. Diğer beşeri hareketlerden farklı olan islami hareket, batıla muhalefetten veya bâtıla nefretten ziyade, hakka muhabbet temeline dayanan bir harekettir. Mesela Mekke döneminde inen ayeti kerimelerde Lât ve Uzza uzun uzadıya anlatılmamış, islami hareketin temilini bu putlara duyulan nefret değil, Allah’a duyulan muhabbet oluşturmuştur. Efendimiz sav’in davet mücadelesi; insanların öncelikle refah seviyelerini değil, dinlerini değiştirmeyi amaçlıyordu. İslamın ilk dönemlerindeki davetini kabul eden nice müslümanın bu daveti kabul etmekle sosyal durumları değişmemiş veya geçim sıkıntıları giderilmemişti. İlahi davetin tabiatında, davetin kabul edilebilmesi için, dünyevi nimetlerin bir rüşvet gibi ön plana çıkarılması yoktu.

Birçok çalışmalarını saygıyla karşıladığım sayın Süleyman Karagülle ve arkadaşlarının hazırladığı “Adil Düzen” projesi, birçok boyuttan pratik geçerliliği olmayan bir projedir.

Çünkü islam ahlakını kabul etmemiş, islam ahlakıyla ahlaklanmamış bir toplumda, bir sistemde, bu ahlaki prensipleri temel kabul eden islamın sosyal adaletiyle ilgili görüşleri, pratik geçerliliği olmayan ve istihza ile karşılanacak görüşler olacaktır. Medine vesikasının pratiğe konulduğu dönem, müslümanların istikrarlı ve potansiyel bir büyüklükte olduğu, müslümanların dışında kalan tüm gurupların ise belli bir ayrılık ve cedelleşme içinde bulunduğu bir dönemdi. Toplumu ürkütmemek, toplumu dağıtmamak, toplumu cezbedebilmek için “uyarıp-korkutma” prensibine bağlı islami tebliğ “uyarıp-müjdeleme” şekline getirildi.

Cenneti kazanmak, oy pusulasındaki cennetliklere! Mühürü basmak gibi kolay bir işti! Genellikle müslüman olduklarını iddia eden bu politikacıların topluma yönelik dünyevi vaadleri ise dünya yaşantısını adeta cennete çevirecek vaadlerdi. Oysa değil bu toplum, canlarını dişlerine takarak mücadele eden asrı saadet müslümanları dahi, vaadedilen böylesi refah ve rahatla karşılaşmamışlardı. Dünya hayatı, imtihan ve meşakkat mücadele hayatıydı....

İnsanlara “falanca işin gerçekleşmesi için kaba etinize ekmek bıçağı mı, çuvaldız mı, iğne mi batıralım?” sorusu yöneltilse, meseleyi genellikle bu üç alternatifler ile karşılaşan bu müslümanlar, alternatiflerin hak mı, batıl mı olduğunu düşünmeden, bu alternatiflerin hangisinin ehven olduğunu düşünmeye başlamışlardır. Nitekim bu ehven mantığa göre; monarşi yerine oligarşinin, oligarşi yerine demokrasinin tercih edilmesi ve Allah uzun ömürler verirse demokrasi yerine de islamın tercih edilmesi düşünülmektedir! Oysa ne bu kadar uzun ömrümüz ne de bu kadar çok seçim hakkımız vardır.