William King
30.014 yılı Secundus ayının on üçüncü günü, bombardıman başladı. Yörüngeden Başkomutan ’ın gemileri, acımasız füzeler ve ölümcül enerji ışınları yağdırdı. Amaç, İmparator’un Sarayı çevresindeki savunmaları felç etmek ve Dünya’nın büyük bir işgaline olanak sağlamaktı. Ay üsleri çoktan düşmüş, savunma filoları dağıtılmıştı. Mars’ta ve tüm geniş İmparatorluk boyunca amansız bir iç savaş sürüyordu.
Sayısız dünyada kana suamış savaşçılar çatışıyordu. Bazıları İmparator’a sadakat yemini etmişti. Diğerleri ise Başkomutan Horus’a ve onun aracılığıyla Karanlık Kaos güçlerine bağlılık yemini etmişti. İmparator’un egemenlik alanı kargaşadaydı ve insanlık tarihinin en büyük savaşlarından bazıları yaşanıyordu. Thranx adlı kovan-dünyada , Perdagor’un katliam tarlalarında bir günde milyonlarca savaşçı can verdi. Tallarn’ın kavurucu çöllerinde, Ka’an Salient’te elli bin tank tarihin en büyük zırhlı çatışmasında karşı karşıya geldi. Vanaheim’e yapılan hava indirmesinde kovankent isyancı güçler tarafından boşaltıldı; bu, direnişe karşı bir uyarıydı ama müdafiler son adamlarına kadar savaşmaya devam etti.
Bir kanser gibi İsyan, İmparatorluk’un tüm yapısını sarmıştı. Her yerde cesur adamlar, o kanseri temizlemek için hayatlarını feda ediyordu.
Galaksinin kaderi, insanlığın kalbi olan Dünya’da belirlenecekti. O son günlerde, gökyüzü toz bulutlarıyla kararmış, toprak devasa yarıklarla parçalanmıştı. Bombardımanın baskısıyla tektonik levhalar kayıyor, dağ sıraları titriyor, denizler buharlaşıp tuzlu çöllere dönüşüyordu. Kan ve kül yağmurları karanlık gökten sarkıyordu. Her yerde kahinler kötü alametler mırıldanıyor, insanlar korkudan çıldırıyordu.
Kaybolmuş ve lanetlenmişlerin dolduğu korkunç şekilsiz gemiler, harap olmuş dünya üzerinde yörüngede asılı duruyordu. Adeptus Mechanicus’un ustalıkla oluşturduğu savunmalar sayesinde bu yıkımdan korunmuş, zavallı, az sayıda asker, işgalcilere karşı koymaya hazır bekliyordu.
İmparator’un ordusunun savaşan kalıntıları, takviyeler gelene dek direnmeye çalışıyordu. İmparator bizzat kendi kale-sarayının savunmasını denetliyor, seçkin muhafızları Adeptus Custodes’u bizzat komuta ediyordu. Yanında Kan Meleklerinin ak kanatlı primarkı Sanguinius ve uzay komandoları kapitulu vardı. Sarayın avlusunda kararlı Adeptus Arbites duruyordu.
Saray, direnişin tek kalesi değildi. Başka güçlü kaleler de vardı; her biri yılmaz askerlerle dolu muazzam güçlendirilmiş şehirlerdi. Kale-manastırlarının altında, sert bakışlı Rogal Dorn son duaları ederken İmparatorun Yumruklarını yönlendiriyordu. Adeptus Mechanicus’un zırhlı fabrika komplekslerinde teknorahipler aletlerini bir kenara bırakıp tarikatlarının korkunç silahlarını kuşanıyordu. Yanmış yaşam alanlarının enkazında, Primark Çağatay Han , bizzat yıldırım savaş sanatıyla eğittiği Ak Yaralar kapitulunu topluyordu. Tam üç Titan lejyonu imparatorlarını savunmaya hazır bekliyordu.
Dünya bombardıman altında titrerken, tank birlikleri harap arazi boyunca kükreyerek ilerleyip yaklaşan işgale karşı mevzileniyordu. Cesur adamlar silahlarını kontrol ediyor, son dualarını ediyordu. Savunma lazerleri tehditkâr gökyüzüne yöneliyordu. Aniden, gece, iniş kapsüllerinin plazma izleriyle yarıldı. İmparator’un salonlarında bile uzay komandoları ürperdi; çünkü yakında kayıp ve lanetlenmiş kardeşleriyle yüzleşeceklerdi. Ruhlarını Kaos’a satmış yozlaşmış primarklarla karşılaşmanın korkunç ihtimali her adamın aklını tarifsiz korku ve dehşetle dolduruyordu.
İniş kapsülleri yere değdiğinde, içlerinden Kaos’un en kudretli şampiyonları, kayıp kapitullara mensup isyancı uzay komandoları fırladı. Artık efsanelerdeki asil insan savaşçılar değillerdi; Kaos enerjileriyle bedeni çarpıtılmış, karanlık güçlere bağlılıklarıyla zihni bükülmüş yaratıklardı onlar. Eğer uzay komandolarının başına gelenler kötü ise, primarklarının başına gelenler ise bin beteriydi. İmparator’un gözünde daha yüksek mertebede yaratılmış, ancak daha da düşmüştüler. Eski yoldaşları onları tanıyamazdı — hem şeytani hem de kendinden geçmiş yaratıklara dönüşmüşlerdi.
Kudretli Angron, kan içen takipçilerini; Cihan Yiyenlere emirler haykırdı. Büyük afsunkılıcını sallayarak onları Ebediyet Surları Uzaylimanı ’nın savunucularına karşı yönlendirdi. Kırmızı zırh giymiş takipçilerinin etrafında temiren ateşleri vızıldıyordu. Kararlılıkla ilerliyor, Kan İlahı için kan dökmeye azimliydiler.
Mortarion’un sakin komutuyla Ölüm Muhafızları, iniş kapsüllerinin çürüyen kozalaklarından sessizce çıkarak korku içindeki düşmanlarına doğru ilerledi. Mortarion’un tırpanındaki uğursuz afsunlar, gece içinde ürkütücü bir şekilde parıldarken, ilerlemeleri için işaret verdi.
Kızıl Magnus etrafına zafer dolu bir bakış fırlattı, tek uyanık gözüyle, sonra Bin Oğul’un büyücü savaşçılarına kıyamet büyülerini yapmalarını emretti. Ölümcül temiren mermilerinin sağanakları İmparator’un Evlatlarından onlarcasını yere serdi. Yaralılar yılmadı, aksine hazla uluyor, primarkları Fulgrim’in övgülerini haykırıyordu. İsyancı uzay komandoları düşmanlarının arasından yol açarak ilerledi.
Belki bazı savunucular korkudan deliye döndü. Belki Kaos’un yozlaştırması herkesin düşündüğünden daha derindi. Belki de bazıları en büyük düşmanla pazarlık yapabilecek kadar aptaldı. Nedeni ne olursa olsun, insanlık tarihindeki en alçak ihanetten biri daha gerçekleşmek üzereydi. İmparator’a sadakat yemini etmiş pek çok İmparatorluk birliği, hain uzay komandolarının inişiyle birlikte hainleşti. Sanki önceden planlanmış bir işaretti bu. İnsanlık tarihinin en aşağılık ihanetlerinden birinde, namlularını silah arkadaşlarına çevirdiler ve onları acımadan biçtiler. Böylece Aslankapı Uzaylimanı isyancıların eline geçti. Sapkınlar çılgın dualar ederken, hava titreşti ve yalancı iblisler arıktan çıkarak korku ve umutsuzluk saçtı.
Müdafiler gerçekten de insanlığın son günlerinde yaşıyor gibi hissetti. Devasa yarasa kanatlı kaniçenler zaferle ağlayan gökyüzünde süzülüyordu. Pençeli sırtutanlar ceset yığınları üzerinde şehvetle dans ediyordu. yücepisler , yıkılmış sokaklarda sürünerek pislik, sümük ve hastalık izleri bırakıyor, kıkırdıyorlardı. Esrarengiz değişimağaları kuleler ve heykeller üzerinde oturmuş, kaosun dünyanın kalbine gelişini denetliyordu.
Kudretli gemiler yörüngeden alçalmaya başladı, müdafileri sayıca ezmek umuduyla. İniş kapsüllerinden farklı olarak, gemiler müdafilerin silahları için açık hedeflerdi. Böylece, Dünya uğruna yapılan muharebe tam anlamıyla başladı.
Savuma lazerleri, gökyüzünden birçok isyancı gemiyi parçaladı ve binlerce ton erimiş metalden ölümü aşağıdaki yüzeye gönderdi. Devasa bir gemi kontrolünü kaybedip bir yerbirime çarptı, yüz binlerce kişi hayatını kaybetti. Başka bir gemi yere kaynaklandı ve yolcularını kaynayan katran ve plaston gölüne boca etti. Arkın Köpeklerin gemisi buharlaştırıldı ve o Titan Lejyonu tarihe karıştı.
İniş yaptıktan hemen sonra, hainler uzaylimanlarından fırlayarak savunucuların kalelerine kuşatma başlattı. İlk hedefleri, yoldaşlarına büyük kayıplar verdiren lazerleri susturmaktı. İsyancılar, vatanları ve imparatorları için hayatlarını veren çaresiz İmparatorluk savunucularının dalgasıyla karşılaştı.
Uzaylimanlarının sıkışık sokaklarında çatışmalar göğüs göğse ve ölümcüldü. Temirenler patlıyor, füze rampaları binalar arasında ölüm taşıyordu. Hain tankları caddelerde kükreyerek ilerliyor, taretleri eski yoldaşlarının aceleyle kurduğu barikatlara ateş açıyordu.
Çok geçmeden, Ebediyet Surları Uzaylimanı’nın savunucuları acımasız saldırıyla dağıtıldı ve Başkomutan’ın orduları alanın tamamını ele geçirdi. Yörüngeden inen daha karmaşık tasarıma sahip iniş gemileri giderek arttı. Korku dolu gökdelenler gibi iniş sahasının üstünde yükseldiler. Yanlarındaki karanlık afsunlar loş ışıkta kötü niyetle parlıyordu. Kilometre uzunluğundaki yanlarında yüz metre yüksekliğinde kapılar açıldı. Kızıl derinliklerinden, insan boyunun on katı büyüklüğünde Titanlar çıktı. Bunlar arkın devlerdi; zırh kabukları Kaos’un gücüyle yeni şekillere bürünmüştü. İçlerinde makinelere kaynaşmış adamlar vardı. Bazı korkunç Titanlar garip ve güçlü silahlar taşıyor, diğerleri organik ve mekanik karışımı tuhaf hibritlerdi. Metal duyargalar sallanıyor, dikenli kuyruklar ileri geri kırbaç gibi savruluyordu. Motorlar, öfkeli canavarların sesi gibi kükredi. Flamalar dalgalanırken, Borabey ve Yanan Kelle lejyonlarının Titanları ilerledi. Aslankapı Uzaylimanı’nda hainleri, Khorne taraftarlarının devasa kara savaş makinelerini karşıladı. Minotorlar , troller ve tarikatçılar üslerinin çevresinde öfkeli karıncalar gibi kaynıyordu.
Bu taze asker dalgasıyla takviye edilen Horus’un sürüleri, yorgun ve morali dağılmış İmparatorluk askerlerini yararak İmparator’un sarayının duvarlarına dayandı. Khorne savaşçıları, şeytani canavarlar olan caganatlara binerek mermer ve çelikten dış halkaya doğru atıld. Boynuzlu Tzeentch’in sürüler halindeki disk binicileri rüzgârda süzülüyor, yumruklarından patlayan mistik güç kıvılcımları savunuculara yağmur gibi yağıyordu. Slaanesh’in canavar binicileri İmparatorluk Muhafızı piyadelerini süpürüp Zühalkapı ’ya ulaştı.
Surların etrafında amansız çatışmalar yaşandı; İmparatorluk askerleri saldırganları geri püskürtmek için çıkış yapıyordu, ana saldırı kuvvetleri gelmeden önce. Binlerce adam öldü. Sarayın duvarlarındaki siper mevzilerinden İmparatorluk topçuları, amansız saldırganların üzerine ölüm yağdırıyordu. Sarayın dışındaki sokaklar defalarca sapkınlardan temizlendi. Ancak her seferinde yenileri ortaya çıkarak yerlerini aldı.
Şimdi gerçekten de savaşın seyrinin İmparator’a karşı döndüğü anlaşılıyordu. Uzaylimanları Başkomutan’ın hizmetkarlarının kesin kontrolündeydi. Yüz binlerce asker yörüngeden aşağı akıyordu. Mankurtlar , zırıldayan mutantlar ve iğrenç, şekilsiz Kaos dölleri korkunç gemilerden fırladı. Büyük gözün, yani Horus’un işaretinin bayrağı altında dört Büyük Kaos Gücünün uşakları birleşmiş yürüyordu. Gergedan zırhlılarına binmiş, kudretli behemothların içinde saklanmış ve devasa savaş makinelerinin yanlarına yapışmış halde topluca İmparator’un sarayına ilerliyorlardı.
Müdafiler, bu iğrençlik denizine aşağıdan bakarken yürekleri buz kesmişti. İblisler ve gözleri dönmüş tarikatçılarla, troller ve canavar adamların arasında sapkın uzay komandoları ve hain muhafızlar görünüyordu. Bir zamanlar birlikte savaşmış, İmparator’a kendileri kadar sadık olan insanlar. Karanlık bir aynaya bakıyorlardı. Orada askerî onur çılgın öfkeye, insan zekâsı sinsice ihanete, umut iğrençliğe, sevgi değersiz arzulara dönüşmüştü. Surlardaki cesur adamlar kaçış olmadığını biliyordu. Burada durup savaşacak, öleceklerdi. Aşağıdakilerden merhamet beklemek mümkün değildi. Bu, onurlu bir barışın mümkün olmadığı bir savaştı. Ya yok et, ya yok ol.
Bir an her şey sessizleşti, sonra Angron öne çıktı. Küstah sesiyle sadıkların teslim olmasını talep etti. Uğrdundak savaştıkları şeyin umutsuz olduğunu, yenilemeyecekleri bir düşmanla karşı karşıya olduklarını söyledi. Kuşatılmışlardı, sayıca azlardı ve sadakatlerine layık olmayan zayıf bir yöneticiyi savunuyorlardı. O anda surlardaki adamlar kararlılıklarının zayıfladığını hissetti. İmparator’un en iyi savaşçılarından biri olan primarkın dönüşmüş yüzüne bakıyor, sayısız ordu ve Kaos’un şeytani gücüyle desteklenmiş yenilmez, acımasız bir düşman görüyordu.
Surlarda bir uğultu yükseldi; Sanguinius ve Kan Melekleri geldi. Surların üzerinde, melek kanatlı adam, Angron’a öfkeyle bakıyordu. Bir süre göz göze geldiler. Her iki primark diğerini tartıyor, zırhındaki zayıf noktaları, kararlılık eksikliğinin işaretlerini arıyordu. Kim bilir ne gördüler? Belki telepatik olarak iletişim kurdular, bir kardeş primarktan diğer kardeş primarka. Gerçeği asla bilinemeyecektir. Sonunda Angron döndü ve saflarına yürüdü. Askerlerine teslim olmayacaklarını söyledi; sarayda kim varsa öldürmeliydiler. Taş taş üstünde bırakmadan.
Bir kükremeyle ordu surlara doğru ilerledi. Demir tekerlekler üzerinde sallanan Büyük Savaş Ağaları önlerine çıkan her şeyi ezdi, füze rampalarını boşalttı ve surların üstündeki alanı ölüm fırtınalarına çevirdi. Ölümkusanların , kor metal dilleri mevzileri yaladı. Erimiş pirinç pencerelerden süzülüp içeridekileri kavurdu. Paletli Kan Kazanları, müdafilerin üzerine iğrenç şeytani özler fışkırttı. Khorne’un dev kantazıları arkalarından koştu. Özel yapım kuşatma silahlarıyla donatılmış Titanlar mevziiye yerleşti. Savaş kruvazörleri, savunmadakilerin üzerine megatonlarca patlayıcı ölüm yağdırdı.
Her sadık savaşçı öleceğini; şeytani ordunun gelişiyle hayatta kalmasının imkânsız olduğunu biliyordu. Askerler, umutsuz insanların çaresiz vahşetiyle savaştı, silahları boşalana dek ateş etti, düşenlerin temirenlerini kaptı, mühimmat tamamen bittiğinde ise canavarlarla tüfek dipçikleriyle yüzleşti. Sürüler üç kez surları aştı, Sanguinius ve Kan Meleklerinin kahraman çabalarıyla üç kez geri püskürtüldü. Yorgun halde primark müdafileri topladı, ümitsizleri cesaretlendirdi, ölümcül yaralılara teselli verdi, gerektiğinde soğukkanlı ve acımasız bir öfkeyle savaştı. Yine de çabalarına rağmen, Kaos güçleri savunmayı yavaş yavaş aşındırdı. Sayıları deniz kıyısındaki kum taneleri gibi görünüyordu ve Horus bu hayatları umursamazca harcıyordu.
Surların dışında İmparatorluk güçleri burçlarından çıkıp, sarayı rahatlatmak için çılgınca atılıyordu. Titan lejyonları isyancı ordusunun merkezine doğru cesurca yol açıyordu. Akyaralar ise yan cenahları rahatsız ediyordu. İsyancı hattını kırma çabaları başarısız oldu. O kan deryasından geçmek neredeyse imkânsızdı. Dört şeytani primark da takipçilerini şeytani cesaretle harekete geçirdi. Her ölen Kaos savaşçısının yerine iki yeni savaşçı hazır bekliyordu.
Yörüngede Başkomutan onaylarcasına izliyordu. Eğer saray düşer ve İmparator ölürse, galaksinin dört bir yanındaki sadık lejyonlar cesaretini kaybedecek ve savaş sona erecekti. İmparator’un psişik kalkanı olmadan insanlık hızla Kaos’un avı olacaktı. Horus, insanlığın en büyük imparatorluğunun enkazı arasında zaferle duracaktı. Yeni ve öfkeli bir ilah olacaktı. Eğer kısa sürede galip gelmezse, takviyeler İmparatorluk’un dört bir yanından gelmeye başlayacak ve saldırısı sekteye uğrayacaktı. Başkomutan için bu mutlak, umutsuz kumardı. Her şey bu saldırıya bağlıydı. Başarılı olmalıydı ve o anda başarılı gibi görünüyordu.
Gün geçtikçe kuşatma sürdü, kayıplar binlerden on binlere, on binlerden yüz binlere yükseldi. Cesetler, savaş makineleriyle Zühalkapı’na giden yollarından temizlenmek zorundaydı. Kaos Titanları duvarlara ateş yağdırıyor, özel yapım füzeler harçtan büyük parçalar koparıyordu. Ateş Arılarının titanları ise volkan toplarıyla karşılık veriyordu. Yanmış et kokusu havayı dolduruyor, ölülerin cesetleri yüz metre yüksekliğindeki cenaze ateşlerinde yakılıyordu. Pis küller savunucuların boğazını kurutuyordu. Cihan Yiyenler, Mabet Meydanı’da yanmış kafalardan altmış metre yüksekliğinde bir piramit inşa etti. Geceleri yozlaşmış tarikatçıların ilahileri sokaklarda yankılanıyor, şeytanlar Dünya’nın harabeleri arasında süzülüyordu.
Müdafiler yavaş yavaş, acı dolu adımlarla geri çekilmek zorunda kaldı. Sarayın muazzam surları yüzlerce kilometre uzunluğunda bölme ve koridorlarla kaplıydı. Bu labirentte göğüs göğse mücadele yaşanıyor, geçitlerin tamamı şişmiş cesetlerle doluyordu. İlerlemenin çok yavaş olduğunu düşünen Horus, Ölümün Kellesi Lejyonu titanlarına surların tamamını yıkma emri verdi. Savaşbeyi titanlar ağır kayıplar vermesine rağmen surları parçaladılar ve Başkomutan’ın güçleri saray avlusuna akın etti.
Bu sırada Çağatay Han plan değişikliğine gitmişti. Ana Kaos ordusunun neredeyse yenilmez güçlerine karşı kuvvetlerini boşa harcamaktansa, yıldırım hızında bir baskın düzenleyerek Aslankapı Uzaylimanı’na saldırdı. Bu gece saldırısına Akyaraların kafaları tıraşlanmış savaşçıları öncülük etti. Onlar 1. Tank Tümeni’ninden geriye kalanlar ve sağ kalan Muhafız ordularının unsurlarını sürpriz yakaladıkları hainlere karşı yönlendirdi. Han, uzaylimanı çevresinde savunma hattı kurdu ve tüm karşı saldırıları püskürttü. Saraya akan insan ve malzeme akışı tek seferde yarı yarıya azaldı.
Bu başarı müdafilere moral verdi. Ebediyet Surları Uzaylimanı’nı ele geçirmeye çalıştılar ancak Başkomutan’ın güçleri burada daha iyi hazırlanmıştı. Saldırganlar pusuya düştü ve hainler tarafından geri püskürtüldü. Horus, çıkarma bölgesini sağlam tutmanın hayati olduğunu biliyordu. Sarayın iç kısmına son saldırı başlamıştı.
Savaş Hasbahçeler ’de şiddetle sürdü. Bir zamanlar geniş bir park olan alan hızla kan gölüne dönüştü. İnsanlar heykellerin arkasına saklandı, anıtları siper olarak kullandı. Kan, süs göllerinin sularında dolaşıyordu. Kadim kırmızı ağaç koruları alev aldı. Yanık kokusu, silahların, motorların ve ölümün keskin kokusuyla karışıyordu. Kırmızı gözleriyle, uykuya kapıldıkları kısa anlarda bile, her iki taraf da tam anlamıyla savaş halindeydi. Çayırda hızla hendekler kazıldı. Keskin nişancılar, yıkılmış çeşmelerden su içmeye çalışanları öldürdü.
Her iki taraf da tarifsiz saf bir vahşetle savaştı. Her iki taraf da sonun yakın olduğunu hissetti. Sonunda Sanguinius sarayın içine çekilmek zorunda kaldı. Kendisini, son yaralı askerleri içeriye taşınırken, Hümayunkapı ’yı gelen orduya karşı tek başına tuttu. Devasa seramit kapı kapanmak üzereyken, Khorne’a tabi bir kaniçen üstüne atıldı. Şeytanın dev pençeleri boğazına kilitlendi. Sanguinius havalandı. Melek ve şeytan, savaşan orduların üzerinde mücadele etti. İki taraf da bu devasa çatışmayı izlemek için durdu. Bu, nadiren görülen bir çarpışmaydı; muazzam güçte iki varlık birbirleriyle güreşiyordu.
Sanguinius yorgundu ve gücünün sonuna gelmişti, şeytan bedeninde derin yaralar açıyordu. Hain kalabalık, primark yere savrulduğunda, granit çatladığında zafer naraları attı. Bir an için primark hareketsiz yattı ve Kan Meleklerinden bir inilti yükseldi. Şeytan onun üzerinde duruyor, zafer çığlıkları atıyordu. Ardından yavaş ve acı dolu bir şekilde Kan Meleği kalktı, yaratığı yakaladı, kaldırdı ve diziyle vurarak yaratığın belini kırdı. Sonra başının etrafında bir güç halesi oynaşırken, kırık cesedini şeytanın takipçileri üzerine fırlattı. Onlar göğüslerini dövüyor, saçlarını yoluyor, yıkıma uğramış halde ağıtlar yakıyorlardı; Hümayunkapı kapandı.
Büyük Gökkale , Rogal Dorn ve İmparator’un Yumruklarının artakalanlarını iç saraya taşıdı. Sadık, yaşlı general, son saatte imparatoruyla birlikte durup ölmeye kararlıydı. Gökkale, Çağatay Han’a ulaşmak ve onu saraya geri getirmek için çaresizce saraydan uzaklaştı, ancak Ölümün Kellesi titan lejyonlarının ateşiyle yok edildi. Ölümünde bile komutan düşmana büyük zarar verdi, arızalı aracı Kaos Ordusu’nun ortasına düşürdü. Dünya’da yeni bir güneş doğmuş gibiydi; plazma reaktörü patlamış, üç kilometre çapında bir krater açmıştı. Sarayda kalanların bağlantıları artık kesilmişti; gerçekten yalnızlardı. Sadece bir mucize onları kurtarabilirdi.
Artık son kuşatma başlayacaktı. Dış surlarda açılan büyük gediklerden daha fazla silah ve takviye getirildi. Başkomutan bizzat yüzeye ışınlanıp eski efendisinin yok edilmesini denetlemeye hazırlanıyordu. Tam o sırada Arık’tan bir daemon ona korktuğu sözleri fısıldadı.
Leman Russ ve Lion'el Johnson komutasında sadık bir filo, taze bir Uzay Kurtları ve Kara Melekler ordusuyla sadece saatler uzaktaydı. Horus askerlerine liderlik etse bile insanlığın son kalesini ele geçirmek günler sürecekti. Zaman Başkomutan için tükenmiş gibiydi; kumarı başarısız olmuştu.
Horus, bir tanrnın gücü ve bir şeytanın kurnazlığıyla düşmüşlerin en üstünüydü. Son bir umutsuz hamle yapmaya karar verdi. Hâlâ İmparator’u öldürebilirdi. Tüm haberleşme ağlarını bloke etti, böylece müdafiler kurtarıcılarından haber alamayacaktı. Ardından İmparator’un durumdan haberdar olmasını engellemek için psişik güçlerini sonuna kadar kullandı. Son olarak komuta gemisinin kalkanlarını indirdi. Bu bir davetti ve kişisel bir meydan okumaydı; İmparator’un karşı koyamayacağı bir fırsat sunulmuştu. Uzun süredir peşinde olduğu düşmanını nihayet yok etme şansı verilmişti ona.
İmparator meydan okumayı kabul etti ve kendisiyle birlikte hayatta kalan primarklar Başkomutan’ın savaş gemisine ışınlandı. Horus, psişik güçlerini kullanarak İmparator’u sadık takipçilerinden ayırdı. Sadıklar, korkunç biçimde değişmiş gemi içinde farklı noktalara gönderildi. Sanguinius ise doğrudan Horus’un taht odasına getirildi. Kötü bir kurnazlıkla Başkomutan, kanatlı primarka taraf değiştirme fırsatı sundu; çünkü Uzay Kurtları ve Kara Melekler geldiğinde Kan Meleklerinin askerlerinin faydalı olacağını düşündü.
Sanguinius reddetti. Horus öfkeyle ona saldırdı. Zirvedeki gücünde Kan Meleği, Başkomutan’a karşı eşsiz bir rakip olurdu; ama şimdi, yara almış ve bitkin halde, hiç şansı yoktu. Horus, Kaos’un güçleri tarafından kendisine verilen tahtın önünde, elleriyle onu boğdu.
Bundan kısa süre sonra İmparator Horus’u buldu ve sonrasında yaşananlar efsaneleşti. İnsanlık tarihinin en güçlü iki varlığı karşı karşıya geldi. Kılıç kılıca, güç güce, zihin zihinle savaştılar; beden güçlerini ve psişik yeteneklerini en üst seviyede sınadılar.
Horus’un arkasında Kaos İlahlarının toplu gücü vardı. İmparator yalnızdı ama yine de zafer kazandı, her ne kadar bu süreçte ağır yaralar alsa da.
Başkomutan’ın ölümüyle ortaya çıkan psişik şok dalgası Arık’ta yayıldı. Dünya’da şeytanlar çığlıklar atarak yok oldu, isyancı primarklar şaşkına döndü. Ölüp giden liderlerinin Horus olduğunu anladılar. İsyanın bayrağını kaldıran tek kişi ölmüştü, artık isyanı ayakta tutacak bir güç kalmamıştı. Moralleri çöktü, umutsuzluğa kapıldılar. İmparatorluk filosunun yaklaştığı haberi onlara ulaştığında, kaçmaları gerektiğini anladılar.
Aslankapı Uzaylimanı çevresinde Çağatay Han ve az sayıda yara almamış Akyara uzay komandosu, kalabalığın kararsızlık içinde durakladığını, sonra geri çekildiğini hayretle izlediler. Angron, Fulgrim, Kızıl Magnus ve Mortarion adamlarını gemilerine götürüp ayrıldılar; böylece Kaos’un aldatılmış, hain takipçilerini kaderlerine terk ettiler. Gemisine binerken Angron dönüp pençeleri içine kıstıramadığı İmparatorluk sarayının parıldayan kubbesine doğru yumruğunu savurdu. Sonra omuz silkti; kendisinin ve diğer isyancıların sonsuz zamanı vardı intikam almak için. Dünya Muharebesi fiilen sona ermişti. Horus Hıyaneti bitmişti.
Rogal Dorn, Başkomutan’ın taht odasının enkazında İmparator’un yıkık bedenini buldu. Yaralı dudaklarından İmparator, Altın Taht’ın yapımı için talimatlar fısıldıyordu. Dorn gülümsedi, çünkü İmparator hâlâ yaşıyordu; hâlâ umut vardı. Yaşlı general Dünya’ya döndü. Yapılacak çok iş vardı.