Yeşilırmak'la Konuşmak

Etraf iyice aydınlanmıştı. Güneş, üç dört nesle gölgedarlık yapmış çınar ağaçlarının ardından görünmeye, soğuk havanın keskinliğini bir nebze olsun köreltmeye çalışıyordu. Her nedense buna müsaade yoktu. Bilinmez bir sebep soğuğun buralarla özdeş olduğunu vurguluyordu. Kediler de bunun apaçık şahidiydi. Eskisi gibi damdan dama atlamıyorlardı artık. Hani ne olur ne olmazdı, havada donup kalabilirlerdi bahara kadar, çünkü Evliya Çelebi’den öyle duymuşlardı. Burası Erzurum da değildi ama oraya yakın bir yerdi. Amasya’nın Kral Kaya mezarlıklarının önü, şehrin merkeziydi.  

Irmağın rengi her zamankinden farklıydı bu Pazar sabahı. Çamura bulanmış gibi durmuyordu artık. Toprağa benzer renkten uzak, özüne dönmüş gibiydi. Kızıl değil yeşildi. Galiba eskiler kış aylarında, ırmağa renginden ötürü bu adı vermişlerdi. Ya da sazlıkları, selvileri ve diğer bitki habitatı toplayıp şefkatle bağrına bastığındandı. Belki de gelip geçtiği her yeri yeşile boyadığı içindi… Öyle ya da böyle O’nun adı Yeşil Irmak’tı.

Bulutların arasından ışık huzmeleri, ırmağa düşerken, bir an yakamoza benzer zümrüt renkli parıltıları görür gibi oldum. Galiba kıyı boyunca o parıltıların tek şahidi bendim. Irmak, sadece bana göz kırpmak ister gibiydi… Bir şeyler mi anlatmak istiyordu. Yoksa bana mı öyle geliyordu? Bir ırmak konuşabilir miydi acaba? Bir su yatağı ve üzerinden geçen kar suları ne anlatabilirdi ki? Onun dili de yoktu, evet ama bana neyi, nasıl anlatabilirdi diye düşünürken birden aklıma “Uhud bizi sever biz Uhud’u…” diyen kutlu nebinin sözleri geldi. Bu söz Uhud Dağına bir mana ve bir kişilik vermemiş miydi ? Artık Uhud bir varlıktan öte, soyut özellikler taşıyan bir olgu değil miydi? Bir dağda olan bir ırmakta olamaz mıydı? Hem de çağlara beşiklik eden tarih yüklü bir ırmakta. Vardı elbet, sesini duymasam da, düşüncelerini hissetmesem de… Yeşil Irmak, sadece dağlar arasından geçen, ovaların arasından kıvrılan ve kilometrelerce uzayan bir su yatağı olamazdı. Onun bir ruhu, bir kişiliği, hisleri olmalıydı her ne kadar duygularını kendisi ile paylaşmak isteyenlere ifşa etmese de. Ne söylüyordu, ne düşünüyordu bilmem ama o anda kendisi ile konuşan sadece bendim, çünkü bana öyle söylemişti.

Eminim bir zamanlar sinesini sadık dostlarına açmıştı. Irmağın maşukları da kendi aralarında olup biten her şeyi bir sır telakki etmiş, kimseye vermemişlerdi vefasızlık olur diye. Şimdi Yeşil’in derdini dinlemiş olanlar yer altında belki de… Öyle olsalar bile onlar kendi dünyalarında bir yerlerde başka bir şekilde hala konuşuyor olabilirler.

O heybetli, yıllara beşiklik etmiş ana kucağı şimdi yanımda, benimle. Ya da ben onunla, onun yanında. Her zamanki gibi o yine sessiz. O hep mütevazı. Çağlayanlar gibi ya da bir nehir gibi değil. Vakarın ve sadeliğin kendisi Yeşil Irmak. Tıpkı yaşlı bir ninenin sadeliği ve sessizliği gibi. Duvaklı gelin olduğu dönemleri hatırlayan ve başını kaldırıp ötelere bakmaktan bile haya eden o çilekeş nineler gibi. Anılarını anlatmıyor, yaşadığı şeyleri gizliyor. Hissettiklerini, sevgisini, kederini sükuta boğmuş. Sessizliğin belki de en güzel çığlık olduğunu düşlüyor içinde.

Neden üzgündü Yeşilırmak? Vefadan uzak komşularının ilgisizliği, sevgisizliği daha doğrusu üzerine artıkları mı küstürmüştü O’nu? Yoksa kadrini bilmezlerle yaşadığından mı? Irmak küskün mü bize, yoksa biz mi küskünüz ona? Acaba sessizlik bir sindirilmişliğin, belki olgunluğun, belki verilebilecek en güzel cevabın işareti miydi? Acaba o eskiden olduğu gibi kuzuların susuzluğunu giderdiği günleri mi düşlüyordu? Neden sana anlatsın ki kendini, derdini? Onun yanında arkadaşları, çınar ağaçları var, yüz yıllardır sadakatini bozmadan ayrılmayan.


7 Mart 2003, Amasya