ÖNSÖZ
İstiğase (Yardım İsteme)
«Allah'tan hangi konuda istiğasede bulunulabilirse, Peygamber (s.a.v.)'den de yardım ve imdat dilemek; (Gavs) Allah Teâlâ'nın vesilelerinden biri olması anlamında istiğasede bulunmak caizdir. Aynı şekilde Allah Teâlâ'dan istiğasede bulunulan herşey hususunda diğer peygamber ve salihlerden de bulunulur», diyen kişinin durumu üstad İbn Teymiye'den soruldu.
O kişi yine şöyle diyor:
«Bir sıkıntının giderilmesi hususunda Allah Teâlâ'ya, Peygamberiyle tevessül eden, onunla istiğasede bulunmuştur, demektir. İster istiğase lâfzını kullanmış olsun, ister tevessül lâfzını kullanmış olsun veya bu kelimelerle aynı anlama gelen başka bir kelime kullanmış bulunsun, farketmez. Kişi: «Allah'ım, beni bağışlaman için sana Resulünle tevessül ediyorum», ya da: -«Senin katında senden Resulünle istiğasede bulunuyorum» derse, bu, Arap dilinde ve bütün dillerde hakikat üzere Resûlüllah'tan istiğasede bulunmak anlamına gelmektedir. Kaldı ki, şahıstan istiğasenin ne anlama geldiği daha önce de, şimdi de bilinmektedir.
Dolayısıyla yaratılmışlardan istenmesi de caizdir. Tevessül olarak onlardan istiğasede bulunulur. İstiğase, tevessül vasıtasıyla bir sıkıntının giderilmesini isteyen herkes tarafından yapılır. Peygamber ve salih kimseler hakkında istiğase caizdir.
Taberânî'nin, Peygamber (s.a.v.)'den naklettiği; sahabelerden birisinin: Bu münafıktan kurtulmak için Resûlüllah (s.a.v.)'den istiğasede bulunun, demesi üzerine Resûlüllah (s.a.v.) 'in :
«Benden istiğasede bulunulmaz, ancak Allah'tan istiğasede bulunulur» (Ebû Dâvud, Sünnet 19) hadîsiyle ilgili olarak da o kişi şöyle demektedir: Peygamber (s.a.v) kendisinden istiğasede bulunulmasını ve benzeri şeyleri reddetmişse, bununla tevhide ve yaratıcının kudret konusunda tek olduğuna işaret etmek içindir. Bizim de bunu reddetmemiz gerekmez. Peygamber ve salih kimseden mutlak olarak istiğasede bulunulmasını caiz görüyoruz. Yani Allah'tan hangi meselede istiğasede bulunulabilirse, onlardan da istiğasede bulunmak mümkündür. Peygamberin bir vesile ya- da vasıta olması itibariyle demeye de gerek yoktur. Peygamber'den istiğasede bulunulmayacağını söyleyen, onun değerini küçültmüş olur ve ona inanmamış kabul edilir. Ama cahilse, o zaman özürlüdür. Şayet istiğasenin anlamını öğrendiği halde yine bu görüşünde diretiyorsa, kâfir olur.
Resûlüllah ile tevessül daha önce de sözkonusu edildiği gibi, ondan istiğasede bulunmaktır. Müslüman âlimlerden, Allah'tan her ne hususta istiğasede bulunulursa, Peygamber (s.a.v.)'den ve salih kişilerden de istiğasede bulunulur, diyen var mıdır? O kişinin dediği gibi bunun mutlaklığı caiz midir?
O kişinin dediği gibi gerçekten hangi konu olursa olsun Peygamber veya salih bir kimseyle tevessül, onlardan istiğasede bulunmak mıdır? Tevessül ile istiğase her dilde aynı mânada mıdır? Her peygamber ve salih kişiye tevessül caizdir diyen âlimler var mıdır? Âlim İzzuddin b. Abdisselâm, meşhur fetvalarında: Bu konudaki hadîs sahih ise, Allah'a sadece Peygamber (s.a.v.) ile tevessül edilir, demektedir. Adı geçen âlimin fetvasına muhalefet eden var mıdır?(İzzuddin b. Abdisselâm (660/1262); Meşhur Şafiî fakîhi. Sultânü'l -Ulemâ lâkabını almış büyük bir âlim ve mücâhid. Haçlı seferlerinde idarecilerin pasif davranmalarına karşı koymuş; «Safd» kalesini savaşmadan teslim eden Salih İsmail b. el-Âdil'in İsmini hutbede okumaktan kaçındığı için hapsedilmiştir. Çeşitli konularda birçok eseri vardır, (el-A'lâm lV/21).
Diyelim ki meselede ihtilâf vardır. Âlim İzzuddin'in dediğini söyleyen ve sair peygamber ve salihlerle tevessül edilemeyeceğini iddia eden var mıdır? O kişinin tekfir ettiği gibi bu görüşte olan gerçekten tekfir edilir mi? Dediği doğruysa, âlim İzzuddin'in fetvası haliyle küfür oluyor. Hattâ Peygamber'in kendisiyle tevessül edilmeyeceğini söyleyen kâfir olur mu? Biri: Resûlüllah (s.a.v.)'in ancak hayatında ve huzurunda kendisiyle tevessül ve ondan istiğasede bulunmak mümkündür. Ölümünden sonra ve gıyabında kendisiyle tevessül olmaz derse, bu küfür ya da Resûlüllah'ın değerini küçültmek olur mu?
Allah'tan başka kimsenin güç yetiremiyeceği bir şeyden dolayı ancak Allah'tan istiğasede bulunulur. Yani böyle bir şey ancak Allah'tan istenebilir, denirse, küfür müdür? Doğru bir söz müdür? Resûlüllah (s.a.v.) rubûbiyetin hususiyetlerinden olduğu için bir şeyi kendisi hakkında reddederse, bir müslümanın da Resûlüllah hakkında o şeyi reddetmesi haram mıdır, vacib midir yoksa reddedilmesi caiz midir? Bize yeterli ve doyurucu bir cevapla fetva verin. Allah merhametinden sizi esirgemesin. Sizi başarılı kılsın ve mükâfatlandırsın, inşâallah.
Cevap :
Âlemlerin Rabbı Allah'a hamdolsun. Müslüman âlimlerden hiçbiri, hangi konuda Allah'tan istiğasede bulunulursa mahlûkatın birinden de o konuda istiğasede bulunulacağını söylememiştir. Ne bir peygamberden, ne bir melekten, ne salih bir kişiden, ne de bir başka şeyden istiğasede bulunulur. Hattâ bu, İslâm dininde bilinmesi zarurî olan hususlardandır. İstiğasenin mutlaklığını söylemek caiz değildir.
Hiçbir kimse, bir peygamberle tevessülün, ondan istiğasede bulunma olduğunu söylememiştir. Aksine, dualarında birtakım şeylere tevessül eden avam tabakası bile: «Sana falan şeyhin hakkı için veya hürmetine tevessül ediyorum», yahut «sana Levh ve Kalem veya Kabe, ya da başka birşeyle tevessül ediyorum» derken bilirler ki, bu şeylerden istiğasede bulunmuyorlar. Peygamber (s.a.v.)'den istiğasede bulunan, ondan istekte bulunuyor demektir. Oysa onunla tevessül eden; ne ona dua ediyor, ne de ondan istiyor. Kendisine dua edilenle, kendisi aracılığıyla dua edilenin biribirinden farklı olduğunu herkes bilir.
İstiğasenin anlamı
Nasıl ki «imdada koşulmasını istemek»; «yardım, talep etmek»: ise de, sıkıntının giderilmesini istemektir. Kulun gücü bu işlerden hangisine yetiyorsa, o şey kendisinden istenebilir. (el-îstiâne'nin. anlamı, el-İstinsar'ın anlamından daha geniştir. el-İstinsar yenmeye çalışan bir rakibe karşı yardım istemektir. el-İstiâne ise, her türlü yardım isteme için kullanılır, (bk. Ebû Hilâl el-Askeri, el-Fârûku'l-Luğaviyye, Kum - 1353 h., s. 156). Tercemede bu farkı belirtmek için el-İstinsar kelimesini, «imdada koşulmasını istemek» şeklinde terceme ettik.) Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
«Fakat onlar, dinde yardım isterlerse (onlara) yardım etmeniz gerekir» (8 Enfâl 72).
«İyilik ve takva üzerinde yardımlaşın» (5 Mâide 2).
Allah'tan başkasının güç yetiremediği şeye gelince, o yalnızca Allah'tan istenir. Bu nedenle müslümanlar, Resûlüllah (s.a.v.)'den istiğasede bulunmazlardı. Buhâri'nin Sahih'inde belirtildiği gibi) onunla istiska (yağmurun yağmasını istemek) ve onunla tevessül ederlerdi. Buhâri'nin sözkonusu rivayetinde şöyle denilmektedir: Ömer b. el-Hattab, Abbas aracılığıyla istiska ederek dedi ki: «Allah'ım, kuraklıkla karşı karşıya kaldığımızda Sana Peygamberimizle tevessül ediyorduk, bize yağmuru yağdırıyordun. Şimdi Sana, Peygamberimizin amcasıyla tevessül ediyoruz; bize yağmur ver». (Buhârî, İstiska 3, Fedâilu Ashâbi'n-Nebi 11) Bunun üzerine yağmur yağdı.
Ebû Davud'un Sünen'inde de şu rivayet vardır:
«Birisi Resûlüllah (s.a.v.)'e: 'Allah'la senden şefaat diliyoruz, seninle de O'ndan», dedi. Bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.): 'Allah'ın şânı bundan yücedir; O'nunla kullarının hiçbirinden şefaat istenmez' buyurmuştur».(Ebû Dâvud, Sünnet 19) Böylece, kendisiyle Allah'tan şefaat istemesini kabul etmiş, ama Allah'la kendisinden şefaat istenmesini reddetmiştir.
Müslümanlar, kıyamet gününde Peygamberimizin şefaat edeceği ve insanların kendisinden şefaat isteyecekleri konusunda görüş birliği etmişlerdir. Fakat Ehl-i Sünnete göre büyük günah işlemiş olanlara şefaat edecektir. Vaîdiyye'ye göre ise, sevabın arttırılması hususunda şefaat edecektir.
Allah'a bir peygamberle tevessül edip: «Sana resulünle tevessül ediyorum» diyenin gerek Arapçada, gerekse diğer dillerde hakikat üzere Resulünden istiğasede bulunduğu anlamına geldiği iddiasına gelince, bu, bütün milletlere iftiradır. Bunu söyleyen, aslında hiçbir dili bilmiyor demektir. Aksine milletlerin hepsi bilir ki, kendisinden istiğasede bulunulan; kendisinden istenen ve dua edilen makamındadır. İster Yaratıcıdan istiğasede bulunulsun, ister yaratılmışlardan istiğasede bulunmuş olsun farketmez. Hepsi de, kendisinden istenen ile kendisiyle isteneni biribirinden ayırırlar. Kuldan, kendi gücü dahilinde olan bir şey için yardım istenir, yani istiğasede bulunulur. Böyle bir şey için de Resûlüllah (s.a.v.) yaratılmışlar içinde kendisinden istiğasede bulunulacak en faziletli kimsedir.
Eğer biri, kendisinden istiğasede bulunacağı kimseye hitaben: «Falanla, ya da falanın hakkı için senden istiyorum» diyecek olsa, hiç kimse, onun tevessül ettiği o şahıstan istiğasede bulunduğunu söyleyemez. Aksine, istiğasede bulunduğu, kendisine dua ettiği; ondan istekte bulunduğu kimsedir. Bu sebepledir ki Esmâ-i Hüsnâ'nın açıklanması konusunda eser yazan kimseler «el-Muğis»'in, icabet eden mânasında olduğunu söylemişlerdir. Lâkin iğase daha çok fiillerde, icabet ise sözlerde olur.
Tevessül ve şefaat
Peygamberimiz (s.a.v.)'den başkasıyla tevessüle gelince, -ister buna istiğase denilsin, ister denilmesin - seleften herhangi bir kimsenin bunu yaptığını bilmiyoruz. Bu konuda herhangi bir me'sûr rivayet de yoktur. Âlim İzzuddin b, Abdisselâm'ın bunun olamayacağına dair fetvasına aykırı bir görüşün bulunduğunu da duymadık. Peygamber (s.a.v.)'le tevessüle gelince, bu konuda Sünen kitaplarında rivayet edilen bir hadîs vardır. Nesâi, Tirmizî ve başkalarının rivayet ettikleri hadîs şöyledir:
«Bir bedevi, Peygamber (s.a.v.)'e gelerek: 'Ey Allah'ın Resulü, gözlerimi yitirdim, beni iyileştirmesi için Allah'a dua et', dedi. Peygamber (s.a.v.) ona dedi ki: Abdest al ve iki rek'at namaz kıl. Sonra şöyle de: 'Allah'ım! Senden diliyor ve peygamberin Muhammed ile Sana yöneliyorum. Ey Muhammed! Gözlerimin iyileşmesi hususunda seninle şefaat diliyorum. Allah'ım, peygamberini benim hakkımda şefaatçi kıl.» Resûlüllah (s.a.v.) ayrıca ona: 'Bir ihtiyacın olursa,(bu öğrettiğim duayı) örnek al' dedi. Allah o adamın gözlerini iyileştirdi; tekrar görmeye başladı.(Tirmizî, Deavât 119)
İşte bu hadîs sebebiyle İbn Abdisselâm, Peygamber (s.a. v.)'le tevessülü istisna etmiştir.
Âlimler bu hadîsin anlamıyla ilgili olarak iki görüş ileri sürüyorlar :
Birincisi: Hz. Ömer b. el-Hattab (r.a.)'ın: «Sıkıntıya düştüğümüzde sana Peygamberinle tevessül ediyorduk; yağmur yağdırıyordun. Şimdi de Sana Peygamberimizin amcasıyla tevessül ediyoruz, bize yağmur ver» derken, sözünü ettiği tevessül işte bu tevessüldür. Hz. Ömer (r.a.) Resûlüllah (s.a.v.) hayattayken onunla tevessül ederek yağmurun yağdırılmasını istediklerini, ölümünden sonra ise amcası Abbas 'la tevessül ettiklerini zikretmektedir. Onunla tevessülleri de, onunla yağmurun yağmasını istemek şeklindeydi. Öyle ki, o, dua ediyordu. Onlar da onunla birlikte dua ediyorlardı. Gerek ölümünden sonra, gerek gıyabında sahabe onu vesile edinmemişlerdir. Peygamber (s.a.v.) böyle bir durumda onlara şefaatçiydi; onlar için dua ediyordu. İşte bu sebepledir ki âmâ ile ilgili hadîste, o âmâya: «Allah'ım, onu benim hakkımda şefaatçi kıl» demesini söylemiştir. Belli ki Resûlüllah (s.a.v.) ona şefaat etmiş, âmâ da, Resûlüllah'ın kendisi hakkındaki şefaatini kabul etmesini Allah'tan istemiştir.
İkincisi: Hayatında olduğu gibi ölümünden sonra da ve huzurunda olduğu gibi gıyabında da onunla tevessülün yapılabileceğidir.
Ancak hiçbir âlim, birinci görüşte olanların kâfir olduklarını söylememiştir. Tekfir edilmelerinin bir izah yolu da yoktur. Çünkü mesele kapalıdır. Delilleri apaçık değildir. Küfür, ancak dinde bilinmesi zaruri olan, mütevatir ve üzerinde icmâ bulunan bir şeyi inkâr etmek, ya da buna benzer şeylerle olur.
Hangi duanın meşru ve hangisinin meşru olmadığı hakkındaki ihtilâf, hayvanı boğazlama ânında Resûlüllah (s.a.v.)'e salât getirilir mi, getirilmez mi şeklindeki ihtilâf gibidir. Hiçbir müslüman âlime göre bu, yani salâvat getirmeme peygambere hakaret meselelerinden değildir.
Başkasından yardım isteğinde bulunma (istiğase) olarak tanımladığı tevessülü reddetmenin küfür olduğunu söylemeye ve allâme İzzuddin ile benzerlerini tekfir etmeye gelince, bunun tutarsızlığı, cevap vermeye ihtiyaç bırakmayacak kadar açıktır. Aksine tekfir edenin kendisi bu gibi hususlardan dolayı dine iftira eden benzerleri gibi ağır ceza ve tazire müstahaktır. Özellikle durum Peygamber (s.a.v.)'in:
«Her kim kardeşine kâfir derse, bu söz, ikisinden birine döner» (Buhârî, Edeb 73; Müslim, îman 111)sözüyle birlikte değerlendirilirse, bu, daha da açıklık kazanır.
Allah'tan başka kimsenin güç yetiremediği bir şey konusunda yalnızca Allah'tan istiğasede bulunulabileceği görüşüne gelince, bu doğrudur. Ancak Ebû Yezid ' in (Ebû Yezid el-Bestâmî (öl. 877): Zühd, havf ve recâ sahibi meşhur mutasavvıf. Birtakım şatahâtı olmakla birlikte şeriata bağlılığı savunuyordu. Tayfûriyye tarikatı kendisine nisbet edilir. (el-Mevsûatu'l-Arabiyye el-Müyessere, Mısır - 1965, s. 371) )dediği gibi: «Yaratılmışın yaratılmıştan istiğasesi, suda boğulmak üzere çırpınanın, yine boğulmak üzere çırpınandan istiğasesi gibidir» deseydi, yine Şeyh Ebû Abdillâh el-Kureşî'nin ( Ebû Abdillâh el-Kureşî (599/1203): Aslen Endülüslü olup uzun süre Mısır'da kalmıştır. Zühdle ilgili sözleri meşhurdur. (el-A'lâm, V/319) )dediği gibi: «Yaratılmışın yaratılmıştan istiğasesi, mahpusun mahpustan istiğasesi gibidir» deseydi, daha güzel söylemiş olurdu. Böyle bir söz mutlak olarak söylendiğinde, mutlak istiğase anlaşılır. Peygamber (s.a.v.) 'in İbn Abbas'a söylediği şu söz gibi:
«İstediğin zaman Allah'tan iste ve yardım dilediğin zaman O'ndan dile» (Tirmizi, Kıyâme 59; Ahmed İbn Hanbel 1/293, 303, 307).
Ayrıca Resûlüllah (s.a.v.) kendi şahsı konusunda bir şeyi reddettiyse, bu doğrudur ve tasdik edilmesi gerekir. Red ya da kabullenilmesi gereken konularda haber verdiği diğer konular nasıl doğruysa ve tasdik edilmesi gerekiyorsa, kendi şahsıyla ilgili haberlerde de doğrudur ve tasdik edilmelidir. Bize düşen, haber verdiği her şeyi tasdik etmektir. Onu tazim etmek için verdiği haberleri reddetmek, Hz. İsa'yı tazim için, onun, kendisinin de bir kul olduğu konusundaki sözünü yalanlayan hıristiyanlara benzemektir. O'nun reddettiğini reddetmek bizim için şart olduğu gibi, reddettiğinin tersini iddia etmeye de hiç kimse yetkili değildir. Allah en iyisini bilir.
Şefaati kabul edilmeyenler
Allah, insanların kendisi dışında taptıkları ilâhları «şürekâ': ortaklar» diye adlandırdığı gibi «şufeâ': şefâatçılar, aracılar» olarak da adlandırmıştır. Yûnus sûresinde şöyle buyurmaktadır:
«Onlar, Allah'ı bırakarak kendilerine fayda da, zarar da veremeyen putlara taparlar: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçılarımızdır' derler. De ki: 'Göklerde ve yerde, Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz? Allah onların şirk koştuklarından münezzeh ve yücedir» (10 Yûnus 18).
Yine şöyle buyurmaktadır:
«Yoksa Allah'tan başka şefâatçılar mı edindiler? De ki: 'Onlar hiç bir şeye güçleri yetmeyen ve düşünmeyen şeyler olsalar bile mi?' De ki: 'Şefaat (hakkı) bütünüyle Allah'ındır» (39 Zümer 43 - 44).
«Kıyamet koptuğu gün suçlular susacaklardır. Ortaklarından da kendilerine şefâatçılar olamayacaktır.» (30 Rûm 12-13).
Aşağıdaki âyette de şirk ile şefaati bir arada zikrederek şöyle buyurmaktadır:
«De ki: 'Allah'ı bırakıp da kupkuru (O'nun ortağı olduklarını) iddia ettiklerinize yalvarın, onlar ne göklerde, ne de yerde bir zerre miktarına bile sahip değillerdir. Onların, bu ikisinde hiçbir ortaklığı olmadığı gibi O'nun da bunlardan bir yardımcısı yoktur. O'nun huzurunda kendisine verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez» (34 Sebe' 22-23)
İlâhlarının olsa olsa şu dört hususla bir ilgileri olurdu:
1 — Az da olsa birşeye hükümran olmak.
2 — Hükümranlıktan bir şeyle ortak olmak.
3 — Allah'a denk olabilecek hükümranlık, ortaklık veya O'na yardımcı olmak.
4 — Şefaat etmek. İlk üçü tümden reddedildiğine göre geriye şefaat kalıyor ki, o da Allah'ın meşîetine bağlanmıştır.
Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:
«Göklerde nice melek vardır ki, onların şefaatleri hiçbir işe yaramaz» (53 Necm 26).
«De ki: 'O'nu (Allah'ı) bırakıp boş yere (tanrı) sandıklarınızı çağırın. Onlar ne sizden herhangi bir sıkıntıyı giderebilirler, ne de onu başka bir yana çevirebilirler » (17 İsrâ 56).
Putları, kendilerini Allah'a yaklaştırıcı birer aracı olarak görmeleriyle ilgili olarak da şöyle buyurmaktadır:
«Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz» (39 Zümer 3).
«O zamanlar, Allah'ı bırakıp da O'na yakınlık peyda etmek için edindikleri tanrılar kendilerine yardım etmeli değil miydi? Ama tanrıları onlardan uzaklaştılar. Bu, onların yalanı ve uydurup durdukları şeydir» (46 Ahkâf 28).
Kabul edilmeyen şefaat
Allah Teâlâ, kabul edilmeyen şefaatle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır :
«Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınamayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının» (2 Bakara 48).
«Kimseden fidye alınmayacak ve kimseye şefaat yaramayacaktır» (2 Bakara 123).
«Alış-verişin, dostluğun, şefaatin olmayacağı günün gelmesinden...» (2 Bakara 254).
«...şimdi şefaatçimiz, yakın bir dostumuz yoktur» (26 Şuarâ 100).
«Zâlimlerin ne dostu, ne de sözü dinlenecek şefaatçisi olur?» (40 Mü'min 18)
«Sonuç gelip çattığı gün, önceleri onu unutmuş olanlar, 'Rabbimizin peygamberleri şüphesiz bize gerçeği getirmişti, şimdi bizim şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler, yahut tekrar geriye döndürülmemiz mümkün mü ki işlediklerimizden başkasını işleyelim (7 A'raf 53) vs...
Haricîlerle Mutezile, bu âyetlerin birçoğunu büyük günah işleyenler için şefaatin olmayacağı konusuna delil olarak getirirler. Çünkü onlara göre bu âyetler, azabı hak edene şefaat edilmeyeceğine ve cehenneme girenin, oradan çıkmayacağına işaret ediyor. Ancak sevab ehlinin sevaplarının arttırılması konusunda şefaati reddetmezler.
Ümmetin selefi, müctehid imamlar ve Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat ise büyük günah işleyenler için şefaati kabul ederler. Kalbinde zerre miktarı îman bulunan kimsenin de cehennemden çıkacağını söylerler.
Yine Peygamber (s.a.v.)'den şefaat hakkında nakledilen müstefîz hadîslerde, içlerinde hem mü'min, hem de kâfirlerin bulunduğu hesap için bekleyen insanların haklarında hüküm verilmesi için şefaat isteyecekleri geçmektedir. Bunda, kâfirler için bile bir tür şefaat vardır. Yine İbn Abbas b. Abdülmuttalib'ten nakledilen sahih rivayette İbn Abbas: «Yâ Resûlâllah, Ebû Tâlib'e herhangi bir yararın dokundu mu? O, seni koruyor ve sana gelebilecek zararlara karşı koyuyordu» diye sormuş, Resûlüllah (s.a.v.) de:
« Evet, o, ateşin sığ bir yerindedir. Ben olmasaydım, ateşin dibinde olurdu» (Buhârî, Menâkibu'l-Ensâr 40; Edeb 115; Müslim, İman 357)buyurmuştur.
Abdullah b. el-Hâris'in şöyle dediği nakledilmiştir: Hz. Abbas'ın şöyle dediğini duydum: Resûlüllah (s.a.v.)'e, Ebû Tâlib'in kendisini koruduğunu ve yardım ettiğini; bunun ona bir yararının olup olmayacağını sordum. Buyurdular ki:
«Evet, onu şiddetli alevler arasında buldum ve sığ bir yere çıkardım» (Müslim, İman 358).
Ebû Said el-Hudrî (r.a.)'den gelen bir rivayete göre de, Resûlüllah (s.a.v.)'in yanında amcası Ebû Tâlib'den bahsedilmiş ve o da şöyle buyurmuştur:
«Umulur ki, kıyamet gününde şefaatimin ona bir yaran dokunur ve ateşin sığ bir yerine konur. Ateş ancak ayak topuklarına ulaşacak, ama yine de beyni o ateşten, kaynayacaktır» (Buhârî, Menâkîbu'l-Ensâr 40, Rıkâk 51; Müslim, İman 360; Ahmed İbn Hanbel lll / 9).
Bu, bazı kâfirlerin azaplarının hafifletilmesiyle ilgili bir şefaatin olacağı konusunda açık bir nastır. Hattâ azapları o kadar hafifletilecektir ki, cehennem ehlinin en hafif azaplıları olacaklardır. Nitekim yine sahih bir rivayette İbn Abbas, Resûlüllah (s.a.v.)'in şöyle dediğini rivayet etmektedir:
«Cehennem ehlinin en hafif azap göreni Ebû Tâlib'tir. Ayaklarında iki takunya bulunacak, ama onlardan beyni kaynayacaktır» (Müslim, İman 362; Ahmed İbn Hanbel, l l l / 27,78).
Ebû Said el-Hudrî'den nakledilmiştir: Resûlüllah Cs.a.v.) şöyle buyurdu:
«Cehennem ehlinin en hafif azaplısı, ateşten iki takunya giymiş olacak ve takunyalarının hararetinden beyni kaynayacaktır» (Dârimî, Rikâk 121; Ahmed İbn Hanbel, l l / 432, 439, l l l / 13).
Nu'man b. Beşir'in de şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (s.a.v.) 'in şöyle buyurduğunu duydum:
«Kıyamet günü cehennem ehlinden azabı en hafif olanı öyle biridir ki, ayaklarının altına iki kor konacak ve onlardan beyni kaynayacaktır» (Buhâri, Rikâk 51; Müslim, îman 363; Tirmizi, Cehennem 12).
Yine ondan şöyle dediği rivayet edilmektedir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki:
«Cehennem ehlinden en hafif azarlısının ateşten iki takunyası ve takunyaların iki tasması olacaktır. Kazan nasıl kaynıyorsa, beyni o takunyalardan öyle kaynayacaktır. Azabın en hafifini çektiği halde kendisinden daha çetin bir azap çeken kimsenin bulunmadığını sanacaktır» (Buhâri, Rikâk 51; Müslim İman 364).
Bu ikinci soru, kâfirlere şefaatin olmayacağını söyleyenin te'vilini zayıflatmaktadır. Aslında zalimler, kâfirlerin kendileridir (yazma nüshada silik).
Denir ki: Reddedilen şefaat, mutlak olarak şefaat denilince halk' arasında anlaşılanı olup o da şefaatçinin, şefaat etme iznini almaksızın başkasına şefaat etmesi ve şefaatinin kabul edilmesidir. Ama şefaat etmesi için kendisine izin verilmişse, şefaatte müstakil sayılmaz. Aksine, şefaatine izin verene mutî' ve tâbi' olur. Şefaati da makbul olduğu gibi işin tamamı kendisinden istenen emrediciye ait olur.
Kur'ân'ın nassıyla, birçok âyette, Allah nezdinde kendisinin izni olmadan hiç kimsenin şefaat edemeyeceği sabittir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:
«O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?» (2 Bakara 255).
«O'nun huzurunda, O'nun izin verdiği kimselerden başkasının şefaati fayda vermez» (34 Sebe' 23).
«Allah'ın razı olduğundan başkasına şefaat edemezler» (21 Enbiyâ 28)vs...
Bunun, reddedilen şefaat olduğunu ise şu âyetler beyan etmektedir:
«Rableri(nin huzûrun)a toplanacaklarından korkanları onunla uyar ki; kendilerinin O'ndan başka ne dostları, ne de şefaatçileri vardır. Belki korunurlar» (6 En'âm 51).
Allah'tan başka ne dost, ne de şefaatçılarının bulunmayacağı haber verilmektedir.
İzni olmadan şefaatin kabul edilmeyeceğine gelince; şayet şefaat izni dahilindeyse, başkasından demek değildir. Nasıl ki, izniyle olan dostluk, O'nsuz demek değilse. Nitekim şöyle buyurmaktadır:
«Sizin dostunuz ancak Allah, O'nun elçisi ve namazlarını kılan, zekâtlarını veren, rükû'a varan mü'minlerdir. Kim Allah'ı, O'nun elçisini ve mü'minleri dost tutarsa (bilsin ki) galip gelecek olanlar yalnız Allah'ın taraftarlarıdır» (5 Mâide 55 - 56).
Yine şöyle buyurmaktadır:
«Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: 'Onlar, hiçbir şeye güçleri yetmeyen, düşünmeyen şeyler olsalar da mı?' De ki: 'Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur» (39 Zümer 43-44).
Allah bu âyetlerle, kendisinin dışında başka şefaatçi edinenleri kınamakta ve şefaatin hepsinin kendisine ait olduğunu haber vermektedir. Anlaşılıyor ki, başkasından şefaat kabul edilmeyecektir. Çünkü izni olmadıkça hiç kimse şefaat edemeyecektir. İzni olunca da hakikatte kendisine aittir. Yine şöyle buyurmaktadır:
«Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veren şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar. De ki: 'Allah'ın göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz? O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir» (10 Yûnus 18).
Bunu açıklayan şeylerden birisi, o gün dostluğun da olmayacağını bildirmiş olmasıdır:
«Ne alışverişin ,ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün gelmezden önce... Kâfirler, zâlimlerin tâ kendileridir» (2 Bakara 254).
Malûmdur ki âyette nefyedilen dostluk, bildiğimiz dostluk ve yararlarıdır. Dünyada olduğu gibi kişinin, dostunun yararını gözetmesidir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
«Ceza gününün ne olduğunu nereden bileceksin? Ve yine ceza gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? (O gün), kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir gündür. O gün emir, yalnız Allah'a aittir» (82 Tekvir 17-19).
«Buluşma gününe karşı (insanları) uyarasın. O gün onlar, ortaya çıkarlar. Onlardan hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz. (Ve sorulur onlara): Bugün mülk kimindir? O, tek ve kahhâr olan Allah'ındır» (40 Mü'min 16).
Âhirette izniyle yararlı bir dostluğun olacağını nefyetmiyor. Çünkü şöyle buyurmaktadır:
«O gün dostlar, birbirine düşmandır. Yalnız takva sahipleri hariç. 'Ey kullarım, bugün size korku yoktur ve siz üzülmeyeceksiniz» (43 Zuhruf 67).
Peygamber (s.a.v.) de, Allah'ın şöyle buyurduğunu haber vermektedir :
«Benim için birbirlerini sevenlere sevgim hak,oldu» (Muvatta' Şa'r 12; Ahmed İbn Hanbel, lV/386).
Allah Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:
«Celâlim hakkı için birbirlerini sevenler nerede? Gölgem dışında hiçbir gölgenin bulunmadığı bu günde onları gölgemde barındırayım» (Müslim, Birr 37; Tirmizî, Zühd 53).
Meselenin, tamamen tevhidin tahkikinde düğümlendiği; Allah'ın izni olmadan kimsenin kimseye ne yararı, ne de zararının dokunacağı, kendisinden başka bir kimseden yardım istenmeyeceği, işin tamamen kendisine ait olduğunun kıyamet gününde herkesçe bilineceği, batıl dâvalar peşinde olanların o gün bu iddialarına yanaşmayacakları, dünyadakinin aksine -dünyada rububiyet ve ulûhiyet iddiasında bulunmamış olsa da başkasını rab veya ilâh ediyor -ne rububiyet ne de ulûhiyet konusunda Allah'a ortaklık iddiasında bulunanların kalmayacağı yukarıda verilen âyetlerden anlaşılmaktadır.
Dünyada kişi, başkasının nezdinde şefaat etmekte ve onun izni olmasa da şefaatiyle yararlanılmaktadır. Yine kişi başkasına dost ve yardımcı olmakta, onu zarardan korumak için canını bile feda edebilmektedir. O halde can ve mallardan istifade edilebilmektedir. Candan istifade, bazen bağımsızca olmakta ve bazen de yardımla olmaktadır ki bu, şefaattir. Bazen de fidye olarak mal vermekle olmaktadır. Allah, âhirette bu üç şıkkın da olamayacağını şöyle ifade etmektedir:
«O günden sakının ki, hiç bir kimse, kimseden yana bir şey ödeyemez. Kimseden fidye kabul edilmez. Hiç kimseye şefaat fayda vermez» (2 Bakara 123).
«...ne alışverişin, ne dostluğun, ne de şefaatin olmadığı gün...» (2 Bakara 254)
Yine şöyle buyurmaktadır:
«Ne babanın çocuğuna, ne de bizzat çocuğun babasına, hiçbir şeyle fayda veremeyeceği...» (31 Lokman 33)
Bu âyetle de - Allahu a'lem - aynı şey kastedilmektedir.
Böylece Allah'ın şefaatten reddettiği, imanın iki temeli olan Allah'a ve âhiret gününe îmana, yani tevhid ve âhirete inanmaya varıp dayanıyor. Nitekim Allah birçok yerde bu ikisini bir arada zikretmektedir :
«İnsanlardan kimi de var ki, 'Allah'a ve âhiret gününe inandık' derler» (2 Bakara 8).
«Ki onlara bir belâ eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve O'na döneceğiz' derler» (2 Bakara 156).
«Sizin yaratılmanız ve diriltilmeniz bir tek kişi(nin yaratılıp diriltilmesi) gibidir» (31 Lokman 28).
«Siz ölüler idiniz, O sizi diriltti; yine öldürecek, yine diriltecek,sonra O'na döndürüleceksiniz» (2 Bakara 28), vs...
İki tür aracı
Biribirleriyle tartışıp biri diğerine: «Bizimle Allah arasında bir aracının bulunması kaçınılmazdır; onsuz Allah'a ulaşamayız» diyen iki adamın durumu Şeyhu'l-İslâm İbn Teymiye'ye - Allah ruhunu şad etsin - soruldu
Cevap:
Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'adır Şayet bu sözüyle, Allah'ın emrinin bize ulaştırılması için bir aracının bulunması kaçınılmazdır, demek istiyorsa doğrudur Çünkü insanlar, Allah'ın sevip razı olduğu şeyleri; neleri emredip nelerden sakındırdığını, kereminden dostlarına neleri hazırladığını ve azaptan düşmanlarına neleri vadettiğini, yine Allah'ın hak ettiği güzel isimleri, akılların idrâk etmekten âciz kaldığı yüce sıfatlan ve benzeri şeyleri ancak kullarına gönderdiği peygamberleri aracılığıyla bilirler.
Hidâyete erenler peygamberlere inananlar, onlara tâbi olanlardır. Allah onları kendi katına yaklaştırır. Mertebelerini yükseltir. Dünya ve âhirette onlara ikramda bulunur. Peygamberlere muhalefet edenlere gelince, işte onlar lanetlenmişlerdir. Rablerinden uzak ve mahrumdurlar. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
«Ey Âdemoğulları ,kendi içinizden elçiler gelip size âyetlerimi anlattıkları zaman (günahlardan) korunup (kendisini) düzeltenlere korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Âyetlerimizi yalanlayıp onları kabule tenezzül etmeyenlere gelince, onlar da ateş ehlidir; orada ebedi kalacaklardır» (7 A'râf 35-36).
«İmdi Benden size bir hidâyet geldiği zaman, kim Benim hidayetime uyarsa o sapmaz ve bedbaht olmaz. Ama kim Beni anmaktan yüz çevirirse onun için de dar bir geçim vardır. Kıyamet günü onu kör olarak haşrederiz. Rabbim, der. niçin beni kör haşrettin, oysa ben görür idim? (Allah) buyurur ki: İşte böyle. Sana da bizim âyetlerimiz geldi, sen onları unuttun. Bugün de sen öyle unutulursun» (20 Tâhâ 123-126).
İbn Abbas diyor ki: Allah, Kur'an'ı okuyup onunla amel edeni tekeffül etmiştir. Bu kimse dünyada sapıtmaz ve âhirette bedbaht olmaz.
Allah Teâlâ, ateş ehli hakkında da şöyle buyurmaktadır:
«Her topluluk onun içine atıldıkça, onun bekçileri onlara sorar: 'Size bir uyarıcı gelmedi mi?' 'Evet, bize uyarıcı geldi, ama biz onu yalanladık ve: Allah hiçbir şey indirmedi, siz büyük bir sapıklık içindesiniz, dedik' derler» (67 Mülk 8-9).
«İnkâr edenler, bölük bölük cehenneme sürüldüler. Oraya geldikleri zaman, cehennemin kapılan açıldı, cehennemin bekçileri onlara şöyle dedi: 'Kendi aranızdan, Rabbinizin âyetlerini size okuyan ve sizi bu gününüzle karşılaşacağınız hakkında uyaran elçiler gelmedi mi?' 'Evet, geldi' dediler. Ama kâfirlere azap sözü hak oldu» (39 Zümer 71).
«Biz elçileri sadece müjdeleyiciler ve uyarıcılar olarak gönderiyoruz. Kim inanır ve kendini düzeltirse, onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir. Âyetlerimizi yalanlayanlara da yaptıkları fenalık yüzünden azab dokunacaktır» (6 En'âm 48-49).
«Nuh'a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sona da vahyetik. Nitekim İbrahim'e, İshak'a, Yâkub'a, torunlarına, İsa'ya, Eyyûb'a, Yûnus'a, Harun'a, Süleyman'a da vahyetmiş ve Davud'a da Zebur'u vermiştik. Daha önce sana anlattığımız elçilere ve sana anlatmadığımız elçilere de (vahyetmiştik). Ve Allah Musa ile de konuştu. (Bunları) müjdeleyici ve uyarıcı elçiler olarak (gönderdik) ki, peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın» (4 Nisâ 163-165).
Kur'an'da benzeri âyetler pek çoktur.
İslâmiyet, Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinlerin mensuplarının hepsi bu konuda birleşmişlerdir. Hepsi de, Allah ile kullan arasında aracılar kabul ederler ki bunlar, Allah'ın emir ve haberlerini O'ndan tebliğ eden peygamberlerdir. Nitekim Allah Teâlâ:
«Allah meleklerden de, insanlardan da elçiler seçer» (22 Hacc 75), buyurmaktadır. Bu aracıları inkâr eden, bütün din mensuplarının ittifakıyla kâfirdir.
Mekke'de indirilen En'âm ve A'râf süreleriyle Elif-lâm-râ, Hâ-mim, Tâ-sîn ve benzeri harflerle başlayan sûreler, Allah'a resullerine ve âhiret gününe îman gibi dinin esaslarını içerirler.
Allah, peygamberleri yalanlayan kâfirleri nasıl helak ettiğini ve peygamberleriyle iman edenlere nasıl yardım ettiğini anlatmaktadır :
«Andolsun ki peygamber kullarımıza söz, vermişizdir: Onlar şüphesiz yardım göreceklerdir. Bizim ordumuz şüphesiz galip gelecektir» (37 Sâffât 171-173).
«Doğrusu Biz, peygamberlerimize ve inananlara dünya, hayatında ve şahidlerin şahidlik edecekleri günde yardım ederiz» (40 Mü'min 51).
İşte bu aracılara itaat edilir, tâbi olunur ve peşlerinden gidilir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
«Biz her peygamberi ancak Allah'ın izniyle, itaat olunması için gönderdik» (4 Nisa 64).
«Peygambere itaat eden, Allah'a itaat etmiş olur» (4 Nisa 80).
«De ki: Allah'ı seviyorsanız bana uyun, Allah da sizi sevsin» (3 ÂI-İ İmrân 31)
«Bu peygambere inanan, hürmet eden, yardım eden, onunla gönderilen nura uyanlar yok mu? İşte onlar saadete erenlerdir» (7 A'râf 157)
«Andolsun ki, sizin için, Allah'a ve âhiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah'ı çok anan kimseler için Resûlüllah en güzel örnektir» (33 Ahzâb 21).
Ama aracı ile, yararların gelmesi ve zararların uzaklaştırılmasını kastediyorsa, meselâ kulların rızkı, yardım görmeleri, hidayete ermeleri konularında bir aracı kastediyorsa; kulların, bu konulardaki isteklerini bu aracıdan isteyeceklerini ve bu konularda kendisinden istekte bulunmayı söylüyorsa, bu, en büyük şirk olup Allah bununla müşrikleri kâfir saymıştır. Çünkü onlar, Allah dışında dost ve şefaatçi edinmişlerdi; onlarla yarar celbedeceklerini ve zararlardan korunacaklarını sanıyorlardı.
Şefaat, Allah'ın izin verdiği kimsenindir. Hattâ Allah şöyle buyurmaktadır :
«Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra Arş'a hükmeden Allah'tır. O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Düşünüyor musunuz?» (32 Secde 4)
«Rablerinin huzurunda toplanacaklarından korkanları onunla uyar. Ondan başka bir dost ve şefaatçileri yoktur» (6 En'âm 51).
«De ki: 'Allah'tan başka (kendilerinde bir şeyler var) sandıklarınızı çağırın; sizin bir sıkıntınızı gidermeye ve onu değiştirmeye güçleri yetmez. Onların yalvarıp durduklarının en yakın olanları bile Rablerine vesile ararlar, rahmetini umar, azabından korkarlar. Rabbinin azabı gerçekten çetindir» (17 İsrâ 56-57)
«De ki: 'Allah'ı bırakıp da göklerde ve yerde zerre miktarı bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah'a yardımcı olmadığı halde tanrı olduklarını ileri sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza! Allah'ın katında, kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez» (34 Sebe' 22-23).
Seleften bir grup şöyle demektedir: «Bazı kavimler Mesih'e, Üzeyr'e ve meleklere yakarıp dua ediyorlardı, îşte bunun üzerine Allah onlara, meleklerle peygamberlerin zararı üzerinden def'edemeyeceklerini ve onu değiştiremeyeceklerini, aslında kendilerinin de Allah'a yaklaşma çabası içerisinde olduklarını, rahmetini umduklarını ve azabından korktuklarım açıklamıştır.» Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
«Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitab, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (o kalksın) insanlara.- 'Allah'ı bırakıp bana kullar olun desin; fakat; 'Öğrettiğimiz ve okuduğunuz Kitab gereğince Rabbe hâlis kullar olun', der. Ve size melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin, diye de emretmez. Siz müslümanlar olduktan sonra, size inkârı emreder mi?» ( 3 Âl-i İmrân 79-80)
Allah, melek ve peygamberlerin rab edinilmelerinin küfür olduğunu açıklamaktadır.
Her kim melek ve peygamberleri dua edilen aracılar kılar, onlara tevekkül ederse, menfaatlerin celbini ve zararların giderilmesini onlardan isterse, meselâ: Günahların bağışlanmasını, kalblerin hidayete ermesini, zorlukların giderilmesini ve ihtiyaçların yerine getirilmesini onlardan beklerse, müslümanların icmaıyla o kâfirdir.
Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
«Rahman çocuk edindi, dediler. O, (böyle şeylerden) yücedir. Hayır, onlar (melekler) ikram edilmiş (Allah'a yaklaştırılmış) kullardır. O'ndan önce söz söylemezler ve onlar, O'nun emriyle hareket ederler. (Allah), onların önlerinde ve arkalarında ne. varsa (ne yapmış, ne etmişlerse) bilir. (Allah'ın) razı olduğundan başkasına şefaat edemezler ve hepsi O'nun korkusundan titrerler. Onlardan her kim: «Ben O'ndan başka bir tanrıyım?» derse onu cehennemle cezalandırırız. Biz zalimleri işte böyle cezalandırırız» (21 Enbiyâ 26-29 ).
«Ne Mesih Allah'a kul olmaktan çekinir, ne de Allah'a yaklaştırılmış melekler. Kim O'na kulluktan çekinir ve büyüklük taslarsa bilsin ki O, onların hepsini kendi huzuruna toplayacaktır» (4 Nisa 172).
«Rahman çocuk edindi, dediler. Andolsun ki, siz pek kötü bir cür'ette bulundunuz. Neredeyse o (sözün dehşetlinden gökler çatlayacak, yer yarılacak ve dağlar yıkılıp dağılacaktır! Rahman için çocuk iddia ettiklerinden ötürü. Rahmân'ın çocuk edinmesi yakışmaz. Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahmana kul olarak gelecektir. Onların hepsini kuşatmış ve hepsini bir bir saymıştır. Onların hepsi kıyamet günü O'na tek başına gelecektir» (13 Meryem 88-95).
«Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar veremeyen şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' diyorlar. De ki: 'Allah'ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyimi Allah'a haber veriyorsunuz?' O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir» (10 Yûnus 18)
«Göklerde nice melek var ki onların şefaati hiçbir işe yaramaz. Meğer Allah'ın dilediği ve razı olduğu kimseye izin verdikten sonra olsun» (53 Necm 26 .
«O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?» (2 Bakara, 255 )
«Eğer Allah sana bir zarar dokundursa onu, yine O'ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir hayır dilerse, O'nun keremini de geri çevirecek yoktur»(2 Bakara 255 ).
«Allah, insanlara bir rahmet açtı mı onu tutan olmaz. O'nun tuttuğunu da O'ndan sonra salacak yoktur»
(10 Yûnus 107).
«De ki: 'Allah'tan başka yalvardıklarınızı gördünüz mü? Şimdi Allah bana bir zarar vermek istese, onlar O'nun vereceği zararı kaldırabilirler mi? Yahut bana bir rahmet vermek dilese onlar O'nun rahmetini durdurabilirler mi?' De ki: Allah bana yeter. Tevekkül edenler, O'na dayansınlar» (39 Zümer 38).
Kur'an'da benzeri âyetler pek çoktur.
Peygamberler dışında - ilim ve din büyüklerinin - peygamber ile ümmeti arasında; ümmete tebliğ eden, onlara hocalık yapan, onları eğiten ve peşinden gidilen aracılar olduklarını söyleyen de bu sözünde isabet etmiştir.
Bu âlimler icmâ ettiklerinde, icmâları kesin hüccettir. Onlar, sapıklık üzere icmâ etmezler. Bir mes'elede aralarında anlaşmazlık çıktığında onu Allah ve Resulüne havale ederler. Çünkü onlardan hiçbiri masum değildir. Aksine, Resûlüllah (s.a.v) hariç, insanlardan herkesin sözleri içinde kabul ve reddedilecek olanları vardır. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
«Alimler, peygamberlerin mirasçılarıdır. Peygamberler, ne dinar, ne de dirhem miras bırakırlar. Onlar ancak ilmi miras bırakırlar. Her kim ilmi alırsa, bol bir pay almıştır» ( Buhârî, İlm 10; Ebû Dâvud, İlm 1; İbn Mâce, Mukaddime 17).
Yaratan ve yaratılan arasındaki fark
Hükümdarlarla vatandaşları arasındaki hâcibler gibi, Allah ile kulları arasında aracılar olduğunu kabul ediyorsanız; nasıl ki hükümdarların aracıları, onlara halktan daha yakın olduklarından, vatandaşlar ya direkt olarak ihtiyaçlarını hükümdara aktarmayı saygıya aykırı gördüklerinden, ya da aracıların, hükümdara kendilerinden daha yakın olduklarından dolayı kendileri için daha yararlı olur düşüncesiyle ihtiyaçlarını aracılara arzedip onlar da bunları hükümdara iletiyorlarsa, Allah'la kulları arasındaki aracılar da, kulların ihtiyaçlarını Allah'a ilettiklerini, Allah'ın da ancak onların aracılığıyla kullarını hidâyete erdirdiğini ve onlara rızık verdiğini; halkın, ihtiyaçlarını bu aracılardan isteyip onların da bunları Allah'tan istediklerini söylüyorsanız, bunu söyleyen, kâfir ve müşriktir.
Bu görüşünden dolayı tevbe etmesi istenir ve etmediği takdirde de öldürülür.
Bunlar, Allah'ı teşbih edenlerdir. Yaratılmışı Yaratan'a benzetmiş ve Allah'a denk varlıkların bulunduğunu kabul etmişlerdir. Kur'an'da bunlara o kadar reddiye var ki, bu fetvanın hacmi, hepsini buraya aktarmaya yetmez.
Hükümdarlarla vatandaşları arasındaki aracılar şu üç şeyden birini yaparlar:
1— Vatandaşların hükümdarlar tarafından bilinmeyen durumunu onlara aktarırlar.
Kim meleklerin, peygamberlerin veya başkalarının haber vermediği sürece Allah'ın kullarının durumlarından haberdar olmadığını söylerse, kâfirdir. Aksine Allah gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. Yerde ve gökte hiçbir gizli, O'nca gizli değildir. «O, herşeyi duyan ve görendir». Ne kadar farklı dil ve farklı ifade şekli varsa, ses gürültülerinin hepsini duyar. Bir sesi duymak, O'nu, başkasını duymaktan engellemez. Mes'elelerin çokluğu O'nu şaşırtmaz. Israr edenlerin ısrarından usanmaz.
2 — Hükümdarlar, yardımcıları olmaksızın vatandaşlarını idare etmekten âciz kaldıkları ve düşmanlarını başlarından savamadıkları için onlara muhtaçtırlar.
Her türlü eksiklikten yüce olan Allah, aczden dolayı ne bir yardımcıya, ne de bir dosta muhtaçtır; O şöyle buyurmaktadır:
«De ki: 'Allah'ı bırakıp da göklerde ve yerde zerre kadar bir-şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah'a yardımcı olmadığı halde tanrı olduklarını ileri sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza!» (34 Sebe' 22)
«De ki: 'Hamd, çocuk edinmemiş olan, hükümranlığında ortağı bulunmayan, düşkün olmayıp yardımcıya da ihtiyaç duymayan Allah'a mahsustur'. O'nu gereği gibi büyükle» (17 İsrâ 111).
Varlıkta ne sebep varsa, Allah, onun yaratıcısı, Rabbi ve hükümdarıdır. O, hiçbir şeye muhtaç olmadığı gibi her şey O'na muhtaçtır. Oysa hükümdarlar muhtaçtırlar, yardımcılara ihtiyaçları vardır. Gerçekte bu yardımcılar hükümranlıkta onların ortaklarıdır.
Allah Teâlâ'nın ise hükümranlıkta ortağı yoktur. Aksine, Allah'tan başka tanrı yoktur. O, tektir. Hükümranlık O'nun, hamd O'nundur. O, her şeye gücü yetendir.
3 — Hükümdarın vatandaşlarının iyiliğini ve onlara merhametli olmayı istememesi halinde vatandaşlarının ihtiyaçlarını karşılamak üzere öğüt ve yüceltme yoluyla irade ve himmetini harekete geçirirler. Bu, öğüt hükümdarın yüreğinde meydana getirdiği etki veya görüşlerini dikkate aldığı kimsenin içine saldığı korku şeklinde tezahür edebilir.
Allah Teâlâ ise, her şeyin Rabbi ve hükümranıdır. O'nun kullarına şefaati, ananın oğluna olan şefkatinden daha fazladır. Herşey O'nun dileğiyle olur. İstediği her şey mutlaka gerçekleşir ve istemediği şey de olmaz.
Kulların biribirlerine yararlı olmalarına hükmederse, birinin diğerine iyilikte bulunmasını, şefaat etmesini vs.yi sağlar. Gerçekte bütün bunların yaratıcısı O'dur. İyilik yapanın kalbindeki iyilik yapma duygusunu, şefaat etmek isteyenin kalbindeki şefaat duygusunu ve iyilikle şefaatin bizzat kendisini de yaratan O'dur. Varlık içinde, Allah'ın isteğinin dışında, hoşlanmadığı bir şeyin, bilmediğini O'na haber veren, ya da Allah'ın ümit beslediği veya kendisinden korktuğu bir kimsenin varlığı mümkün değildir.
Bu nedenledir ki Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«Sakın sizden biriniz: 'Allah'ım! Dilersen bana mağfiret eyle'diye dua etmesin. Kesin istesin. Çünkü Allah'ı zorlayan yoktur» (Buhârî, Deavât 21, Tevhid 31; Müslim, Zikr 8,9; Tirmizî, Deavât 77; İbn Mâce, Dua 8),
O'nun katında şefaat edenler, ancak O'nun izniyle şefaat ederler. Nitekim O, şöyle buyurmaktadır:
«Onun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir?» (2 Bakara 255)
«Onlar Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler» (21 Enbiyâ 28).
«De ki: 'Allah'ı bırakıp da göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah'a yardımcı olmadığı halde, tanrı olduklarını ileri sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza'. Allah'ın katında kendisine izin verilenden başka kimse şefaat edemez» (34Sebe' 22-23).
Böylece Allah, kendi dışında bir dua edilenin ne hükümranlığının, ne hükümranlıkta bir ortaklığının bulunmadığını ve ne de kendisinin yardımcısı olmadığını beyan etmektedir. Şefaatleri, ancak izin verdiğine yarar sağlar.
Oysa hükümdarlar böyle değildir. Çünkü şefaatçi, onların yanında hükümranlığa sahip olabilir; kuvvet bakımından onlara ortak olabilir; ya da hükümranlık konusunda onların destekçisi ve yardımcısıdır. Bu gibi kimseler, hükümdarların izni olmadan bile onların yanında şefaat ederler. Hükümdar bazen onlara ihtiyacından dolayı, bazen onlardan korktuğundan dolayı ve bazen de kendisine yaptıkları iyiliğe bir mükâfat ve karşılık olarak şefaatlerini kabul eder. Hatta kendi çocuğunun ve eşinin şefaatini de kabul eder. Çünkü o, eşine ve çocuğuna muhtaçtır. Çocuğu veya eşi kendisinden yüz çevirecek olurlarsa, bundan dolayı zarar görür. Bazen kölesinin bile şefaatini kabul eder. Şefaatini kabul etmediği takdirde, kendisine itaat etmemesinden, ya da kendisine zarar verecek davranışlarda bulunmasından korkar. Kulların birbirleri katındaki şefaatlerin hepsi bu cinstendir. Biri, diğerinin şefaatini kabul ediyorsa; ya ondan bir beklentisi vardır veya korkusu.
Allah'ın ise hiçbir kimseden ne beklentisi, ne de bir korkusu vardır. Hiçbir kimseye muhtaç değildir. Aksine O, ganîdir. O, şöyle buyurmaktadır:
«İyi bilin ki, göklerde ve yerde kim varsa hepsi Allah'ındır. Allah'tan başkasına tapanlar dahi, gerçekte, koştukları ortaklara uymuyorlar, onlar sadece zanna uyuyorlar ve onlar sadece saçmalıyorlar. (...) Allah, çocuk edindi, dediler. Hâşâ, Allah bundan uzaktır. O, zengindir (hiçbir şeye muhtaç değildir). Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur» (10 Yûnus 66-68),
Müşrikler, alışageldikleri cinsten şefaatçiler edinirler. Allah şöyle buyurmaktadır:
«Allah'ı bırakıp kendilerine ne zarar, ne de yarar vermeyen şeylere tapıyorlar ve: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir ! ' diyorlar. De ki: 'Allah'ın, göklerde ve yerde bilmediği bir şeyi mi Allah'a haber veriyorsunuz?' O, onların koştukları ortaklardan uzak ve yücedir» (10 Yûnus 18) .
«Allah'tan başka, kendilerine (Allah yanında) yakınlık sağlamak için tanrı edindikleri şeyler, kendilerine yardım etselerdi ya! Hayır, onlardan kaybolup gittiler, îşte onların yalanlan ve uydurmaları budur» (46 Ahkâf 28) .
Müşriklerin de şöyle dediklerini haber vermektedir:
«Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» (39 Zümer 3) .
Allah Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:
«Ve size: 'Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin!' diye emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size inkârı emreder mi?» (3 Âl-i İmrân 80)
«De ki: 'O'ndan başka (tanrı olduğunu) sandığınız şeyleri çağırın, onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de (onu) başka bir yana çevirebilirler. O yalvardıkları da, onların (Allah'a) en yakın olanları da Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar,O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, cidden korkunçtur'» (11 İsrâ 56-57).
Allah, kendisinin dışında kendilerine dua edilen kimselerin ne zararı giderebileceklerini, ne de onları değiştirebileceklerini; aslında kendilerinin rahmetini umduklarını, azabından korktuklarını ve kendisine yaklaşma çabası içerisinde olduklarını haber vermektedir. O, - Sübhanehu ve Teâlâ - kendi izni olmadıkça ne meleklerin, ne de peygamberlerin şefaat edemeyeceklerini bildirmektedir. Aslında şefaat, duadır.
Yaratılmışların birbirleri için dua etmeleri hiç şüphesiz yararlıdır. Allah da, bunu emretmektedir. Ancak şefaatçi, Allah'ın o konuda izni olmaksızın dua edip şefaat edemez. Nehyolunduğu bir şefaat hususunda şefaat etmesi mümkün değildir. Müşriklere şefaat etmek ve affedilmeleri için dua etmek gibi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
«Cehennemlik oldukları anlaşıldıktan sonra, akraba bile olsalar, müşrikler için mağfiret dilemek Peygambere ve mü'minlere yaraşmaz» (9 Tevbe 113).
Hz. İbrahim'in babasına yaptığı istiğfar ise, ona verdiği bir sözden dolayıydı. Allah düşmanı olduğunu kesinlikle anlayınca ondan uzaklaştı.
Münafıklar hakkında da şöyle buyurmaktadır:
«Onlar için bağışlama dilesen de, dilemesen de birdir; Allah onları bağıramayacaktır» (63 Münafikûn 6).
Sahih rivayette de Allah'ın, Peygamberini müşrik ve münafıkların affedilmeleri için dua etmekten sakındırdığı ve kendilerini bağışlamayacağını haber verdiği sabittir. Nitekim şu âyetlerde de bu durum ifade edilmektedir:
«Allah, kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz. Bundan başkasını ise, dilediğine bağışlar» (4 Nisa 48).
«Onlardan ölen kimsenin namazını sakın kılma. Mezarı başında da durma. Çünkü onlar, Allah'ı ve Peygamberi inkâr ettiler; fasih olarak öldüler» (9 Tevbe 84).
«Rabbinize gönülden ve gizlice yalvarın. Doğrusu O, aşırı gidenleri sevmez» ( 7 A'râf 55).
Duada aşırı gidilmesi, kulun, Rabbin yapmayacağı bir şeyi O'ndan istemesidir. Peygamber olmadığı halde peygamberlerin mertebesini istemek, müşriklerin bağışlanmalarını istemek vs. gibi. Ya da küfür, fısk ve isyana yardımcı olmasını istemek, Allah'a karşı ma'siyeti ihtiva eden bir şeyi istemek gibi.
Allah'ın şefaat konusunda kendisine izin verdiği şefaatçinin şefaati, haddi aşmayı kapsamayan duadır.
Biri, şefaatçi!ardan kendisi için elverişli olmayan bir duada bulunmalarını isteyecek olsa, isteğini kabul etmezler. Hz. Nuh'un dediği gibi:
«Rabbim! Oğlum benim ailemdendir. Doğrusu senin va'din haktır. Sen hükmedenlerin en iyi hükmedenisin» (11 Hûd 45).
«Ey Nuh! O senin ailenden sayılmaz. Çünkü kötü bir iş işlemiştir. Öyleyse bilmediğin şeyi benden isteme. İşte sana öğüt: Bilgisizlerden olma. (Nuh): 'Rabbim! Bilmediğim şeyi senden istemekten sana sığınırım. Beni bağışlamaz ve bana merhamet etmezsen kaybedenlerden olurum' dedi» (11 Hûd 46-47).
Şefaati olan her duacı Allah Teâlâ'ya dua edip şefaat istediğinde, dua ve şefaati ancak Allah'ın kaza, takdir ve meşîetiyle gerçekleşir. Duaya icabet eden ve şefaati kabul eden O'dur. Sebebi de, sebep olanı da O yaratmıştır. Dua da, Allah'ın, takdir ettiği sebepler bütünü içindedir.
Durum böyle olunca, sebeplere yönelip (onlardan istemek) tevhide şirk koşmaktır. Sebeplerin sebep oluşunu yok saymak, akılda eksikliktir. Sebeplerden bütünüyle yüz çevirmek ise, şeriatın sınırlarının dışına çıkmaktır. Aksine, kulun tevekkül, dua, dileme ve yalvarması Allah'a olmalıdır. Allah da, yaratıkların duasıyla, dilediği sebepleri ona takdir eder.
Mertebece üstün olanın, kendisinden aşağıdaki için dua etmesi meşru olduğu gibi, aşağıdakinin üstün olan için dua etmesi de meşrudur. Peygamberlerden şefaat ve dua istemek, müslümanların yağmur duasında Peygamber (s.a.v.)'le şefaat dilemeleri, duasını istemeleri gibidir. Hatta Aleyhissalâtü Vesselâm'ın vefatından sonra Hz. Ömer ve müslümanlar, amcası Abbas'la şefaat dilemiş, duasını istemişlerdir. İnsanlar da kıyamet günü peygamberlerden şefaat isteyeceklerdir. Muhammed (s.a.v.) ise, şefaatçilerin efendisidir. Kendisine hâs şefaatleri olacaktır. Ama bununla birlikte Buhâri ve Müslim'de Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediği rivayet edilmektedir :
«Müezzini duyduğunuz zaman, dediğini tekrar ediniz. Sonra da bana salât getiriniz. Her kim bana bir defa salât getirirse, Allah ona on kez salât eder. Sonra da Allah'tan benim için vesileyi isteyiniz. O, cennette bir derecedir. Allah'ın kullarından sadece birine verilecektir. Dilerim ki o kul ben olayım! Her kim Allah'tan benim için vesileyi dilerse, kıyamet günü şefaatim ona hak olur» (Müslim, Salât 111).
Umreye gitmek üzere kendisiyle vedalaşan Hz. Ömer'e de:
«Kardeşim, duanda beni unutma» buyurmuştur.
Görüldüğü gibi Peygamber (s.a.v.), ümmetinden kendisine dua etmelerini istemiştir. Ancak bu istek, alelade olmayıp yerine getirildiği takdirde diğer tâatler gibi bir emirdir. Hem de, her emir yerine getirildiğinde, yerine getiren ne kadar ecir alıyorsa, Peygamber (s.a.v.) de o kadar ecir kazanır. Nitekim sahih rivayette şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
«Her kim bir hidâyete davet ederse, ona tâbi olanların ecirlerinden bir şey eksilmeksizin kendisi de onlar kadar ecir alır. Her kim de bir sapıklığa davet ederse, ona tâbi olanların günahlarından birşey eksilmeksizin onlar kadar günahı olur» (Müslim, İlm 16; Ebû Dâvud, Sünnet 6; Tirmizî, İlm 15).
Peygamber (s.a.v.), her hidâyet konusunda ümmetin dâvetçi-sidir. Ona tâbi oldukları her hususta, aldıkları ecirler kadar kendisine de ecir vardır.
Aynı şekilde ona salât getirdiklerinde, Allah, onlardan salât getirene on kez salât eder. Dualarına yapılan icabetle birlikte onun için de onlar kadar ecir vardır. Onun için dualarından dolayı Allah mükâfatlarını vermiştir. O duadan dolayı meydana gelen yararı da, Allah'ın bir nimetidir. Sahih rivayette Sallâllahü Aleyhi Vesellem'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:
«Hazır bulunmayan bir kardeşine dua eden hiç kimse yoktur ki, Allah o kimseyle ilgili bir melek görevlendirmesin. Kişi kardeşine her dua ettiğinde, kendisiyle görevlendirilen melek: 'Amin. Senin için de benzeri olsun' der» (Müslim, Zikr 87).
Diğer bir hadîste de:
«Duanın en çabuk kabul edileni, kişilerin, biribirlerinin gıyabında biribirleri için yaptıkları duadır» (Ebû Dâvud, Vitr 29) buyurulmaktadır.
Başkasına dua etmekle hem dua eden, hem de kendisi için dua edilen yararlanır. Dua eden ister ki derece bakımından, kendisi için dua edilenden daha aşağıda bulunsun. O halde mü'minin kardeşine duasından hem kendisi, hem de kardeşi yararlanır. Başkasına: «Benim için dua et» deyip her ikisinin birlikte yararlanmalarını isteyen kişi, bu yolla mü'min kardeşiyle birlikte iyilik ve takva üzere yardımlaşmış olur. Dua isteyen, mü'min kardeşine ikisine de yararlı bir şeyi hatırlatmış, duası istenen de, ikisinin yararına olan birşeyi yapmış olur. Bu, başkasına iyilik ve takvayı emredip emredilenin onu yapmasından dolayı sevap kazanması ve emredenin de onun gibi sevap kazanması mesabesindedir. Hele istenen dua, mü'mine emredilen dualardan olursa... Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:
«(Ey Muhammed)! Kendinin, inanmış erkek ve kadınların günahlarının bağışlanmasını dile» (47 Muhammed 19).
Görülüyor ki Allah, Resûlüllah (s.a.v.)'e günahların bağışlanması için dua etmesini emretmektedir. Daha sonra da şöyle buyuruyor :
«Onlar, kendilerine zulmettiklerinde, sana gelip Allah'tan mağfiret dileseler ve Peygamber de onlara mağfiret dileseydi, Allah'ın tevbeleri daima kabul edici ve merhametli olduğunu görürlerdi» (4 Nisa 64).
Böylece Allah, onların kendileri için ve Resûlüllah'ın onlar için hangi şartlarda bağışlanma isteğinde bulunacağını zikretmiştir ki, bu Resûlüllah'ın emredildiği bir istiğfardır. Çünkü Allah, Resulüne mü'min erkek ve kadınlar için mağfiret dilemesini emretmiştir. Allah hiçbir insana, emre dilmediği bir şeyle bir başkasından istekte bulunmasını emretmez. Aksine, Allah kula neyi emretmişse, o, ya vacib ya da müstahabdır. O şeyi yapmak ise, Allah'a ibadet, itaat ve O'na yakınlıktır. Yapan için yarardır. Onda bir hasene vardır. Onu yerine getirdiği takdirde, Allah'ın kendisine ihsan ve nimetine değer vermiş olur. Oysa Allah'ın kullarına verdiği en büyük nimet, onları imana hidâyet ettirmesidir.
İman söz ve ameldir. Tâat ve hasenelerle artar. Kul, ne kadar hayırlı amel işlerse imanı o kadar artar. «Nimete erdirdiğin kimselerin yoluna...»(1 Fâtiha sûresi) âyetiyle «Kim Allah ve Resulüne itaat ederse, onlar, Allah'ın kendilerine nimet bahşettiği kimselerle beraberdir» (4 Nisa 69)âyetinde söz konusu edilen hakiki nimet, işte bu nimettir. Hatta din olmaksızın, dünya, Allah'ın nimetlerinden midir, değil midir konusunda mezhebimiz âlimleriyle diğer âlimlerin meşhur iki görüşleri vardır.
Doğrusu, bir yönden tam bir nimet değilse de, bir yönden de nimettir. Ama istenmesi gereken din nimeti, işte o, Allah'ın vacib veya müstahab olarak emrettiğidir. Müslümanların ittifakiyle istenmesi gereken hayır odur. Ehl-i Sünnet'e göre, hakiki nimet de odur. Çünkü onlara göre hayır işleme nimetini veren O'dur. Kaderiyye'ye göre ise, hayırlı amele de, diğerine de elverişli olan istitaa (güç yetirme) nimetini vermiştir.
Burada anlatılmak istenen şudur: Allah kişinin yararı yoksa başka birinin o kişiden istekte bulunmasını ne vacib, ne de müstahab olarak emreder. Allah'ın kuldan istedikleri bu doğrultudayken nasıl olur da başka bir şey emretmiş olsun. Aksine, zaruret olmadıkça, kulun kendisine ait olan bir şeyi kuldan istemesini yasaklamıştır.
Eğer maksadı, kendisinden istekte bulunduğu kimsenin yararı, ya da hem onun hem de kendisinin yararı ise bundan dolayı sevap kazanır. Ama maksadı, emredilenin yararını gözardı ederek kendi isteğinin gerçekleşmesi ise, bu bütünüyle kişisel bir şeydir. Allah, böyle bir istekte bulunmayı asla emretmez. Aksine, ondan sakındırmıştır. Çünkü bu, kulun hiçbir maslahat ve yararı olmaksızın ondan istekte bulunmaktır. Allah ise, kendisine ibadet etmemizi, O'na yönelmemizi ve kullarına iyilik etmemizi emreder. Halbuki bunda ne o, ne bu vardır. Ne Allah'a yönelme ve ne duayı, yani namazı kasdetme, ne de kullarına iyilikte bulunma, yani zekât kasdı vardır. Kul, her ne kadar böyle bir istekte bulunmaktan dolayı günahkâr olmasa da, kulun kendisiyle emrolunduğu ile kendisine izin verildiği şeyler arasında fark vardır. Görmüyor musun, hesapsız olarak yetmiş bin kişinin cennete gireceklerini belirten hadîste, başkasından kendisine rukye yapmasını istemek caiz olduğu halde bunların, başkasından kendilerine rukye yapılmasını istemedikleri belirtilmektedir. Bu mes'eleyi başka yerde ayrıntılı olarak anlattık.
Burada anlatılmak istenen ise şudur: Her kim, hükümdarlarla halk arasında olduğu gibi Allah ile yaratıkları arasında da aracıların bulunduğunu söylerse, o, müşriktir. Hatta putperest müşriklerin inançları zaten budur. Onlar: Bu putlar, peygamber ve sâlih kimselerin heykelleridir, diyorlar ve kendilerini Allah'a yaklaştıran vesileler olduklarına inanıyorlardı. Allah, hıristiyanları kastederek:
«Hahamlarını ve rahiplerini Allah'tan ayrı rabler edindiler. Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek ilâh olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka tanrı yoktur. O, ortak koştukları şeylerden münezzehtir» (9Tevbe 31)buyururken, reddettiği şirkten biri de budur. Allah Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:
«Kullarım, sana benden sorarlarsa (söyle): Ben (onlara) yakınım. Bana dua edince dua edenin duasına karşılık veririm. O halde onlar da bana karşılık versin (benim çağrıma uysun)lar, bana inansınlar ki, doğru yolu bulalar». (2 Bakara 186)Yani onlara bir şeyi emrettiğim, ya da bir şeyi yasakladığım zaman buna uysunlar. Dualarına ve yakarışlarına icabet edeceğim konusunda bana iman etsinler. Cenâb-ı Hakk yine şöyle buyurmaktadır:
«O halde (bir işi bitirip) boş kaldın mı, yine kalk (başka bir işe koyularak) yorul. Ve ancak Rabbine rağbet et. Hep O'na doğrul» (94 İnşirah, 7-8. Not: Müfessirler, âyetin: «Bir işi bitirdiğin zaman, başka bir işe koyul» anlamında olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu işlerden ne kastedildiği konusunda çeşitli görüşler ileri sürülmüştür: Farzları bitirdiğin zaman nafile ibadetle meşgul ol; namazı bitirdiğin zaman dua et; dünya işlerini bitirdiğin zaman Rabbine ibadete koyul vs. İbn Teymiye'nin âyeti burada zikredişine bakılırsa, ikinci işin dua olduğu görüşünü benimsediği anlaşılmaktadır.(çev.) ).
«Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur» (17 İsrâ 67).
«Yahut dua ettiği zaman darda kalmışa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden kaldırıp) açıyor ve sizi yeryüzünün hâkimleri yapıyor?» (27 Necm 62)
«Göklerde ve yerde bulunanlar herşeyi O'ndan isterler, O, her an yeni bir iştedir» (55 Rahman 29).
Yüce Allah bu tevhidi kitabında açıklamış, O'na ortak koşmanın yollarını kapamıştır. Öyle ki, bu tevhide inanmış kişi, Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmaz. O'ndan başkasına ümit bağlamaz ve O'ndan başkasına tevekkül etmez. O, şöyle buyurmaktadır: .
«İnsanlardan korkmayın, benden korkun. Âyetlerimi az bir değerle değiştirmeyin» (5 Mâide 44).
«İşte o şeytan, dostlarından sizi korkutuyor, înanmışsanız onlardan korkmayın, benden korkun» (3 ÂI-Î İmran 175) .
«Kendilerine: 'Ellerinizi çekin, namaz kılın, zekât verin' denilenleri görmedin mi? Onlara savaş farz kılındığında, içlerinden birtakımı hemen, insanlardan, Allah'tan korkar gibi, hatta daha çok korkarlar» (4 Nisa 77 ).
«Allah'ın mescidlerini sadece, Allah'a ve âhiret gününe inanan, namaz kılan, zekât veren ve ancak Allah'tan korkan kimseler onarır» (9Tevbe 18).
«Allah'a ve Peygambere itaat eden, Allah'tan korkan ve O'ndan sakınan kimseler, işte onlar kurtulanlardır» (24 Nur 52).
İtaatin Allah ve Resulüne olacağı, korkmanın ise, sadece Allah'tan olacağı açıklanmaktadır.
Hak Teâlâ yine şöyle buyuruyor:
«Onlar, Allah'ın ve Resulünün kendilerine verdiğine razı olup: 'Allah bize yeter, yakında Allah da bize lûtfundan verecek, Resulü de'» (9Tevbe 59).
«Onlar ki, halk kendilerine.- 'Düşmanlarınız size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun' deyince, (bu söz) imanlarını arttırdı. Ve: 'Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir' dediler» (3 ÂI-İ İmrân 173 ).
Peygamber (s.a.v.) bu tevhidi ümmeti için gerçekleştiriyor ve şirk yollarını tıkıyordu. Çünkü «la ilahe illallah» sözünün gerçeği budur. Sevgi ve ululamanın, iclâl ve ikramın, ümit ve korkunun en mükemmeliyle kalblere hâkim olan ancak O'dur, Öyle ki, Peygamber(s.a.v.) ümmetine şöyle demiştir:
«Allah ve Muhammed dilerse, demeyin. Allah dilerse, sonra Muhammed diler, deyin» (Ebû Dâvud, İsti'zân 63; İbn Mâce, Keffârât 13) .
Bir adam, Resûlüllah (s.a.v.)'e: «Allah ve sen dilerseniz, demiş, bunun üzerine ona:
«Beni Allah'a denk mi tutuyorsun? Aksine, Allah dilerse, yalnız O» (Ahmed İbn Hanbel, l/ 214, 224, 283)demiştir.
Yine şöyle buyurmaktadır:
«Her kim yemin ederse, Allah'a yemin etsin. Ya da sussun» (Buhârî, Şehâdât 26, Edeb 74, Eymân 4; Müslim, Eyman 3).
«Kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şirk koşmuş olur» (Tirmizı, Nüzûr 9; Nesâî, Eymân 4; İbn Mâce, Keffârât 2 ).
İbn Abbas'a şu tavsiyede bulunmuştur:
«Dilediğin zaman Allah'tan dile. Yardım istediğin zaman Allah'tan iste. Karşılaşacağın şeyler hususunda kalem kurudu. Bütün yaratıklar, sana bir yarar vermek üzere gayret etsinler, sana Allah'ın yazdığından başka bir yararları dokunamaz. Zarar vermeye çabalasalar, sana Allah'ın yazdığından başka zararları dokunamaz» (Tirmizi Kıyamet 59).
«Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı aşırı övdükleri gibi beni övmeyin; ben, ancak bir kulum. O halde Allah'ın kulu ve Resulü, deyin» (Buhârî, Enbiya', 48; Ebû Dâvud, Rikâk 68; Ahmed İbn Hanbel l / 23).
«Allah'ım, kabrimi tapılan bir put kılma» (Muvatta', Kasru's-Salât fi's-Sefer 85)
«Kabrimi (çok gidip gelinen bir) bayram yeri edinmeyin. Bana salât getirin (o kadar). Çünkü nerede olursanız olunuz, salâtınız bana ulaşır» (Ebû Dâvud, Menâsik 100; Ahmed İbn Hanbel, l l / 36) .
Hastalığında da şöyle buyurmuştur :
«Allah, yahudi ve hıristiyanlara lanet etsin; onlar, peygamberlerinin mezarlarını mescid edindiler» (Buhârî, Salât 48, Cenâiz 62, Enbiyâ, 50; Ebû Dâvud, Cenaiz 72, Nesâi, Mesâcid13 ). Böylece onların yaptıklarından bizi sakındırmıştır. Hz, Âişe.- «Böyle olmasaydı, kabrini açığa yapardı. Lâkin mescid edinilmesinden korktu» demektedir. Bu, geniş bir konudur.
Mü'min, her şeyin rabbi ve hâkiminin Allah olduğunu bilmekle birlikte Allah'ın yarattığı sebepleri de inkâr etmez. Bitkilerin yeşermesi için yağmurun sebep oluşu gibi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır;
«Allah'ın gökten su indirip onunla ölmüş olan yeri dirilterek üzerine her çeşit canlıyı yaymasında...» (2 Bakara 164)
Yine güneş ve ayı, onlar sayesinde yarattıklarına sebep kılması gibi. Meselâ, müslümanların, cenaze namazını kılmalarını cenazeye rahmet ve namazı kılanlara sevab sebebi kılması gibi. Lâkin sebepler konusunda üç şeyin bilinmesi gerekir:
1 — Belli sebeplere sarılmak, yalnız başına isteneni elde etmeye yetmez. Başka sebeplerin de bulunması gerekir. Bununla birlikte birtakım engelleri de vardır. Allah, sebepleri tamamlamaz ve engelleri ortadan kaldırmazsa, hedef gerçekleşmez. İnsanlar istemeseler bile, Allah'ın dilediği olur. İnsanlar bir şey dileseler bile, eğer Allah istemezse o şey olmaz.
2 — Bir şeyin sebep olacağına ilimsiz inanmak caiz değildir. Her kim ilimsiz ya da şeriata muhalif bir şeyi sebep olarak kabul ederse, meselâ adağın, belâyı def ve nimetlerin meydana gelmesine sebep olduğunu sanırsa, bu düşüncesi yanlıştır.
Nitekim Buharı ve Müslim'de Peygamber (s.a.v)'in, adak adamaktan sakındırdığı ve:
«O, bir iyilik getirmez. Şu kadar ki, cimrinin malından bir şeyler çıkmasına sebep olur» (Buhârî, Kader 6, Eymân 26; Müslim, Nüzûr 3-7; Ebû Dâvud, Eymân 18 ) buyurduğu sabittir.
3 — Dinî davranışların, meşru olmadıkça sebep edinilmeleri caiz değildir. Çünkü ibadetler vahye dayalıdır. Bu sebeple kişi - bazı isteklerinin yerine getirilmesi için sebep olacağını sansa bile - başkasına dua ederek Allah'a ortak koşması caiz değildir. Aynı şekilde bid'atlerle de Allah'a ibadet edemez. Kişi, Allah'a ortak koştuğunda, bazen isteklerinin yerine getirilmesi konusunda şeytanlar yardımcı olurlar. Küfür, fısk ve isyanla da kişi, arzu ettiği kimi hedeflere ulaşabilir. Ama şeriata muhalefet ederek bunları elde etmesi kendisi için helâl değildir. Çünkü bu şekilde davranmakla ortaya çıkan fesat, bu davranış sayesinde elde edilen yarardan çok daha büyüktür. Oysa Resûlüllah (s.a.v.), yararların elde edilmesi ve çoğaltılması için, bir de zararların ortadan kalkması ve azaltılması için gönderilmiştir. Allah neyi emretmişse, onun yararı üstün ve neden sakındırmışsa onun zararı üstündür. Bu konuların uzun uzun açıklamaları vardır. Lâkin bu risalenin hacmi buna uygun değildir. Her şeyin en iyisini Allah bilir.
Aracı yoluyla dua
Soru:
Allah, Muhammed (s.a.v.) aracılığıyla duayı duyar. Bu sebeple Muhammed (s.a.v.) vesile ve vasıtadır. Ne dersiniz?
Cevap:
Hamd, Allah'ındır. Şayet bunun, kul için Muhammed'e iman etmenin, ona itaat etmenin, ona salât ve selâm getirmenin, duasının kabulü ve duasından sevap alması konusunda vesile olduğunu kastediyorsa, doğrudur. Ama kişi duasını bir yaratığa arzetmeden; Allah'a karşı bir yaratığa yemin etmeden Allah tarafından kabul edilmeyeceğini, ya da peygamberlere inanmaksızın, onlara itaat etmeksizin ve şefaatleri olmaksızın duanın kabulünde peygamberlerin bizzat kendilerinin vesile olacaklarım kastediyorsa, bu konuda yalan söylemektedir. Allah en iyi bilendir.
Peygamber yoluyla tevessül
Soru:
Peygamber (s.a.v.)'le tevessül caiz midir, değil midir?
Cevap:
Hamd, Allah'adır. Resûlüllah'a iman etmekle, onu sevmekle, ona itaat etmekle, ona salât ve selâm getirmekle, dua ve şefaatiyle ve benzeri şeylerle tevessül etmek, hem kendisinin fiillerinden, hem de kulların onun hakkında emredildikleri fiillerden olup müslümanların ittifakiyle meşrudur. Sahabe, hayatında onunla tevessül ediyorlardı. Vefatından sonra ise, onunla tevessül ettikleri şekilde, amcası Abbas'la tevessül ettiler.
«Allah'ım, onunla sana tevessül ediyorum» sözüne gelince, onunda yemin etmek konusunda olduğu gibi, bu konuda da âlimlerin iki görüşü vardır. Mâlik, Şafiî, Ebû Hanîfe gibi imamların çoğunluğuna göre Allah'tan başka ne bir peygamber, ne de bir melekle yemin etmek caizdir. Böyle bir yeminin geçerli (mun'akid) olmayacağı hususunda da âlimler ittifak halindedir. Ahmed b Hanbel 'den gelen iki rivayetten biri de bu şekildedir. Diğer rivayete göre, başkasiyle değil, sadece Peygamberimizle yapılan yemin geçerli (mun'akid) olur. Bu sebeple İmam Ahmed'in, talebesi el-Mervezî'ye yazdığı «Mensek»inde «kişi duasında Peygamber (s.a.v.)'le tevessül edebilir» demektedir. Fakat İmam Ahmed dışındaki âlimler, bunun Allah'a karşı peygamberle yemin etmek olduğunu ve Allah'a karşı bir yaratılmışla yemin edilemeyeceğini söylemişlerdir. İmam Ahmed ise, rivayetlerin birinde, peygamberle yemin etmeyi caiz görmüştür. İşte bu nedenle, onunla tevessülü de caiz görmüştür.
Fakat ondan gelen diğer rivayet, âlimlerin büyük çoğunluğunun görüşü gibidir. Yani peygamberle yemin edilemeyeceği şeklindedir. Diğer peygamber ve meleklerle Allah'a karşı yemin edilemeyeceği gibi, onunla da yemin edilemez;. Biz ne seleften, ne de imamlardan, gerek diğerleriyle ve gerekse Peygamberimizle Allah'a karşı yemin edilebileceğini söyleyen birini duymuş değiliz. İşte bu nedenle Ebû Muhammed b. Abdisselâm: «Ne melekler, ne peygamberler ve ne de başka biriyle Allah'a karşı yemin edilir» demiştir. Fakat kendisine, Peygamber (s.a.v)'den, kendisiyle yemin edileceğine dair bir hadîsin rivayet edildiği zikredildiğinde; «Hadîs sahih ise, ona hâstır» demiştir. Oysa söz konusu hadîs, onunla yemine işaret etmemektedir. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:
«Her kim yemin edecek olursa, Allah'a etsin. Değilse,sussun»(Buhârî Sehâdât 26' Edeb 74' Eymân 4; Müslim, Eymân 3)
Yine şöyle buyurmaktadır .
«Her kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şirk koşmuştur» (Tirmizi , Nüzûr 9; Nesâî, Eymân 4; İbn Mâce, Keffârât 2; Dârimî, Nüzûr 6)
Dua, aslında ibadettir. İbadet ise vahye dayalıdır; arzu ve bid'ate göre yapılmaz. En doğrusunu Allah bilir.