«Hamdolsun o Allah'a ki, gökleri ve yeri yarattı, karanlıkları ve aydınlığı var etti. Yine de inkarcılar, Rab'lerine (başkalarını) denk tutuyorlar» (6 En'âm 1.)
Daha önce varolmuşları, şu anda varolanları ve ilerde olacakları bilen Allah'a hamd olsun.
«O'nun işi, bir şeyi(n olmasını) istedi mi ona, sadece «ol» demektir, hemen oluverir» ( 36 Yâsîn 82.)
«Rabb'in, dilediğini yaratır ve seçer. Seçim, onlara ait değildir. Allah, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır, yücedir. O, kendisinden başka ilah olmayan Allah'tır. İlkte de, sonda da (dünyada da, âhirette de) hamd O'na mahsustur. Hüküm O'nundur ve O'na döndürüleceksiniz» (28 Kasas 68,70.)
Hemen her âyetin; Kur'anî ve kevnî bütün âyetlerin tek ilâh oluşuna delâlet ettiği; yarattıklarına ilmini açıklayan, hükümlerini Kur'an aracılığıyla kullarına bildiren, çeşitli varlıklar yaratarak gücünü gösteren ve onları farklı durumlarda tecelli eden İlâhî Sünnetine ve kanunlarına irşâd eden; rahmetiyle kullarına ancak kendisinin sayabileceği nimetler bağışlayan, her halükârda lâyık olduğu övgülerin ve hayranlıkların sebeplerini sonsuz hikmetinin bir gereği olarak bildiren Allah'a hamd olsun. Çünkü O, isimleri ve sıfatlarıyla kendini övdüğü gibidir. O, kendisine hiç bir varlığın, hiç bir şekilde eş ve benzer olmadığı yetkinlik (Kemâl) ve yücelik (Azamet) sıfatlarına sahiptir. Her türlü eksiklikten uzak (Kuddûs) ve selâmete ulaştıracak (Selâm) yegane varlık O'dur. Yetkinlik sıfatları bakımından hiç birşey O'na denk olamaz; hiçbir felâket, hiç bir musibet O'na yol bulamaz.
«Hâşâ, O, onların dediklerinden münezzehtir, çok yücedir, uludur» ( 17 İsrâ 43 ten.)
«O (Allah) ki göklerin ve yerin mülkü (ve yönetimi) O'nundur, (O), bir çocuk edinmemiştir, mülkünde ortağı yoktur. Her şeyi yaratmış, ona bir düzen vermiş, mukadderatını (kabiliyet ve özelliklerini) tayin etmiştir»(25. Furkân 2.)
Ayrıca Allah, müjdeleyici ve uyarıcı olarak Peygamberler gönderdi:
«Peygamberler geldikten sonra insanların Allah'a karşı bahaneleri kalmasın. Allah üstündür, hikmet sahibidir» (4 Nisa' 165.)
Onlar, boyun eğenlerin isteklerine kavuşacaklarını, sevilen ve arzu edilen her şeye ulaşacaklarını müjdeler. Başkaldıranların ise lanete uğrayıp Allah'ın rahmetinden yoksun kalacaklarını; böylece de şiddetli bir azaba uğrayacaklarım bildirirler. Allah, peygamberlerine, müşrikler hoşlanmasa da, insanları şirk koşmadan, nizamına katkısız boyun eğerek yalnızca kendisine kul olmaya çağırmayı emretmiştir. Şöyle buyurur:
«Ey peygamberlerim, hoş rızıklarımdan yiyin, iyi işler yapın. Ne yaparsanız bilirim ben. Bu sizin ümmetiniz, hep aynı ümmettir. Rabbiniz de benim, o halde yalnız benden sakının, benden korkun» (23 Mü'minûn 51,52.)
Ve Allah, Peygamberlerin hepsine insanlar, dosdoğru gitsinler, asla sapmasınlar diye apaçık bir yol gösterdi.
Gelmiş ve gelecek bütün insanların en üstünü, en seçkini, şahit,müjdeleyici, uyarıcı ve nur saçan bir kandil olan Muhammed (s.a.v.)'i son Resul olarak gönderip, O'nunla insanları karanlıklardan aydınlığa çıkardı; Aziz ve Hamid olan yüce zâtın yoluna hidâyet etti.
«O Allah ki göklerdeki ve yerdeki herşey O'nundur. Vaveyla ise -azabı gördüklerinde- kâfirlerin» (14 İbrahim 2.)
Allah O'nu yolların en üstünü olan en büyük din ile gönderdi. Böylece her türlü küfür ve sapıklığı boşa çıkardı. Kitapların ve haberlerin en yücesini O'na verdi, ve O kitabı diğer semavî kitaplara üstün kıldı.
O'nun ümmetini en hayırlı ümmet yaptı. İnsanlara iyiliği emretmek, onları kötülükten alıkoymak için çıkarılmış, Allah'a inanan, yetmiş ümmeti tamamlayan ve Allah yanında en değerli, en hayırlı ümmet. Peygamberi onlara, onları da diğer insanlara şahit kıldı. Onlar gizli veya açık olarak verdiği nimetlerle, hem dünyada, hem âhirette, şahittirler. Dinin değişecek kısımlarını açıklayacak başka bir peygamber gelmeyeceği halde, O'nun vefatından sonra da dalâlet üzere işbirliği etmekten korunmuş bir ümmet. Allah bu ümmetin, dinini kemâle erdirdi; din olarak onlara İslâm'ı seçti. O'nu gerek zafer, gerekse delil yönünden bütün dinlerin üzerine çıkardı. Peygamberlerden sonra İslâm'ı tebliğ eden âlimleri, peygamberlerin varisi kıldı. Allah'ın zafer ve yardımına erişmiş bir grup da sürekli olarak sağlam bir şekilde hak üzere bulunuyor. Onlara karşı çıkanlar, onların yanında saf olmayanlar, onlara zarar veremiyor, hiçbir zaman veremeyecek de. Çünkü, onlar için indirdiği kitabını, yine bizzat Allah koruyor.
«Zikri (Kur'ân'ı) biz indirdik, O'nu biz koruyacağız» ( 15.Hicr,9) Bu sebeple Tevrat ile İncil'de meydana gelen bozulma ve değişmeler Kur'ân-ı Kerîm'de asla olmayacaktır.
Allah'ın onlara lütfettiği bir özellik de, rivayet ve isnad'tır. Muhakkik âlimler bu sayede, yalan haberlerle doğru haberleri birbirinden ayırt ediyorlar. Allah bu mirası ilim ve din ehlinden âdil kimseler yoluyla nesilden nesile aktaracaktır. Ve yine yüce Allah O'nu, aşırı kimselerin değiştirmelerine, bâtıl ehlinin yakıştırmalarına ve câhillerin te'vîline karşı koruyacak; İslâm nimetinin ümmet üzerinde devamını sağlayacak; onları vâsıta kılarak aydınlığı karanlıktan ayıracak, dinini onlarla diri tutacaktır. Allah, insanlığın yolunu onlarla aydınlattı. Artık onların en faziletlileri, âyet-i kerîmede,
«Size içinizden bir peygamber gelmiş bulunuyor. Sıkıntıya düşmeniz zoruna giden, üzerinize tir tir titreyen, mü'minlere karşı çok nâzik ve merhametli olan bir peygamber...» (9Tevbe 128.) diye nitelenen o yüce Peygamber'e en çok uyan kimselerdir.
Şehâdet ederim ki, Allah'tan başka ilâh yoktur. Yalnızca O var.Hiçbir ortağı yok O'nun. Âlemlerin Rabbi, peygamberlerin ilâhı, hesap gününün sahibi O'dur.
Yine şehadet ederim ki, Muhammed (s.a.v.) O'nun kulu ve resulüdür. Allah O'nu bütün insanlığa gönderdi. İnsanlar O'ndan önce küfrün, sapıklığın ve cehaletin zirvesine çıkarak alabildiğine bozulmuşlardı. O dini tebliğ etmek, âlemleri hidâyete erdirmek ve münafıklarla cihad etmek için hiç durmadan çalıştı. Nihayet îman güneşi doğdu, bâtılın karanlıkları kaybolarak, Rahman'ın ordusu güç kazandı. Şeytan'ın taraftarları ise alçaldı, rezil oldu. Adnan oğlu Ma'd sülâlesinin mübelliği ilâhî çağrıya cevap verince Kur'ân'ın nuru her yeri aydınlattı. Diller O'nu okudu, her tarafta ezanlar yükseldi. Bedevîsiyle, şehirlisiyle herkes Allah'ın nuruyla nurlandı ve İslâm insanlara da, cinlere de hâkim oldu. Ailesine, ashabına ve onlara uyanlara da salât ve selâm olsun. Dinin sahibi, yegâne hüküm sahibi Allah'ın hoşnut olacağı kadar salât ve selâm olsun.
İmdi, kullar için Resûlüllah (s.a.v.)'e tâbi olmadıkça ne dünyada saadet söz konusudur, ne âhirette kurtuluş:
«Kim- Allah'a ve resulüne itaat ederse Allah onu, ebedi olarak kalmak üzere altından ırmaklar akan cennetlere koyar. İşte büyük kurtuluş budur. Kim de Allah'a ve resulüne isyan eder, Allah'ın sınırlarını aşarsa onu, ebedi kalmak üzere ateşe sokar. Ona bir de aşağılayıcı bir azap vardır» (4 Nisa' 13, 14.) O halde Allah ve resulüne itaat, saadetin mihveri, kurtuluşun dayanağıdır; ancak bu mihveri dolaşan oraya ulaşır.
Çünkü Allah, mahlûkatı kendisine kul olsunlar diye yaratmıştır.
«Ben- insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye yarattım» (51 Zâriyât 56.)
Onları, kendisine ve peygamberlerine itaat etmek üzere kul yapmıştır. Dolayısıyla Allah'ın dinine göre müstehab ve vâcib olanlar dışındaki şeylerle ibadet olmaz. Çünkü gerisi sırât-ı müstakimden ayrılmaktır, sapmaktır. Bu sebeple Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur :
«Kim dinde olmayan bir iş işlerse merduttur» (Buhârî, İtisâm 20; Müslim, Akzıye 17,18; İbn Mâce, Mukaddime 2; Ahmed İbn Hanbel ll /146.) Hadîsi, Buhârî ve Müslim «Sahih» lerinde rivayet ettiler. Irbâz b. Sâriye hadîsinde de şöyle buyurur:
«Benden sonra yaşayanlar çok ayrılık ve ihtilâf görecekler. O zaman benim ve benden sonraki Râşid Halîfelerin yolundan gideceksiniz. O'na yapışıp sımsıkı sarılın. Aman sonradan çıkan şeylerden (bidatlerden) sakının. Çünkü her bid'at bir sapmadır» (Tirmizî, İlim 16; Ebû Dâvûd, Sünnet 5; İbni Mâce, Mukaddime 6,16; Ahmed İbn Hanbel ll /345; lV/126, 127.)
Hadîsi, «Sünen» sahipleri rivayet eder, Tirmizî ise sahîh olduğunu söyler. Yine, Müslim 'in ve diğerlerinin rivayet ettiği sahîh bir hadîse göre, Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
«En güzel söz Allah'ın sözüdür, en güzel yol, Muhammed'in yoludur. İşlerin en kötüsü sonradan çıkmış olan bidatlerdir ve her bid'at bir sapmadır»(Müslim, Cuma 43; Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Neseî,İdeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime 7; Dârimî, Mukaddime 16, 23; Ahmed İbn Hanbel Ill /310, 371, lV/ 126, 127.)
Allah Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de, yaklaşık kırk yerde, Resûlüllah (s.a.v.) 'e itaat etmeyi, O'na uymayı emreder. Bazıları şöyle :
«Kim o resule itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur» (4 Nisa' 40.)
«Biz hiç bir peygamberi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik. Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah'tan, günahlarını bağışlamasını isteseler ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı. Hayır, Rabbin hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar» (4 Nisa' 64, 65.)
«De ki: Allah'a ve resulüne itaat edin. Eğer yüz çevirirlerse - bilsinler ki- Allah kâfirleri sevmez» (3 Âl-i İmrân 32.)
«De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız bana tâbi olun ki Allah da sizi sevsin, günahlarınızı bağışlasın» (3 Âl-i İmrân 31.)
Görülüyor ki Allah, kulun Rabbini sevmesini, peygamberine ittibâya bağlıyor. Peygambere ittibâyı da kulunu sevmesine sebeb kılıyor.
«İşte böylece sana emrimizden (yürütme ve tasarrufumuzdan) bir ruh (Kur'ân'ı) vahyediyoruz. Daha önce kitab nedir, îman nedir bilmezdin. Ama biz O'nu bîr nur kıldık, O'nunla kullarımızdan dilediğimizi hidayete erdiririz» (42 Şûra 52.)
Görüldüğü gibi Allah kullarını, Resulüne indirdikleriyle hidâyete erdiriyor. Resûlüllah'ın da durumu aynı. Nitekim Allah şöyle buyuruyor :
«Eğer saparsam kendi aleyhime sapmış olurum. Eğer yolu bulursam, bu da Rabbimin bana vahyettiği sayesindedir» (34 Sebe 50.)
«Allah'tan size bir nur, apaçık bir kitab geldi. O'nunla Allah, rızâsının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve onları kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp, dosdoğru bir yola iletiyor» (5 Mâide 15, 16.)
Küfür îmandan, kazanç zarardan, hidâyet dalâletten, kurtuluş vebalden, doğru eğriden, cennetlikler cehennemliklerden, müttakîler günahkârlardan ancak Muhammed (s.a.v.)'in kılavuzluğuyla ayrılmış, böylece Allah'ın nimetlere garkettiği peygamberlerin, sıddîklerin, şahitlerin ve sâlihlerin yolu ile gazaba uğrayarak sapmış olanların yolu apaçık birbirinden ayrılmıştır.
İnsanlar, Resûlüllah'a (s.a.v.) gelenleri öğrenip ona tâbi olmaya yiyecek ve içecekten daha çok muhtaçtır. Çünkü onlar olmazsa nihayet ölürler, ama bu olmazsa âhirette sonsuz azaba uğrarlar.
O halde herkesin O'nun getirdiklerini öğrenip bütün gücünü itaat etmek için harcaması gerekiyor. Çünkü acı azaptan kurtulmanın, cennette mutluluğa ermenin yolu budur. Buna erişmek rivayet ve nakil aracılığıyla gerçekleşir. Zira sâdece akıl bu konuda yeterli değildir. Nasıl ki, göz nuru karanlıkta görmek için yeterli değilse, akıl nuru da, risalet güneşi doğmadan hidayeti bulamaz. Bu sebeble dini tebliğ etmek, İslâm'ın emrettiği en büyük farzlardan birisidir.
Allah'ın Resulüne emrettiklerini öğrenmek de herkese vaciptir.
Allah (c.c.), Muhammed (s.a.v.)'i Kitab ve Sünnet ile gönderdi, yani kulları üzerindeki ilâhi ihsanını, Kitab ve Sünnet ile tamamladı. Allah şöyle buyurur:
«Size nimetimi tamamlamak için... Umulur ki, hidâyeti arar bulursunuz. Nitekim size içinizden âyetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size kitabı ve hikmeti ve daha bilmediğiniz nice şeyleri öğreten bir peygamber yolladık. Beni anın ki sizi anayım. Bana şükredin, nankörlük etmeyin» (2 Bakara 150-152.)
«Allah, mü'minlere lûtfu ihsan etmiş bulunuyor. Çünkü onlara içlerinden âyetleri okuyan, onları temizleyen, kitabı ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi (3 Âl-i İmrân 164.)
«Allah'ın nimetini unutmayın. Size öğüt vermek üzere indirdiği kitabı ve hikmeti düşünün» (2 Bakara 231.)
İbrahim Halîlullah'ın dilinden de şöyle buyurur:
«Ey Rabbimiz, içlerinden âyetlerini okuyacak, kitabı ve hikmeti öğretecek, onları temizleyecek bir peygamber gönder» (2 Bakara 129.)
«O Allah ki ümmilere içlerinden âyetleri okuyan, onları temizleyen, ve onlara kitab ve hikmeti öğreten bir peygamber gönderdi» (62 Cum'a 2.)
«(Ey peygamber kadınları)! Evlerinizde okunan Allah'ın âyetlerini ve hikmeti düşünün. (33 Ahzâb 34.)
Yahya b. Ebi Kesir (Yahya b. Ebî Kesîr, İbn Salih, 129/747. el-A'lâm 8/150.), Katâde (Katâde b. Diâme b. Katâde, 118/736, müfessir ve hadiste hafızdır. el-A'lâm 4/137.), Şafiî ve diğer birçok âlim, âyette geçen hikmet'in sünnet olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Allah, Resûlüllah (s.a.v.)'in hanımlarına «evlerinizde okunan Kitabı ve Hikmeti düşünün», buyuruyor. Kitab, Kur'ân-ı Kerîm, Resûlüllah (s.a.v.) 'in okuduğu diğer şeyler de sünnet (hadîs) 'tir.
Resûlüllah (s.a.v.), Ebû Râfi', Ebû Sa'lebe ve diğerlerinden çeşitli şekillerle gelen hadîste şöyle buyurur:
«Benim emrettiğim veya yasak ettiğim bir konuda sizden birine bir fetva sorulduğunda koltuğunuza yaslanıp da sakın aramızda hakem Kur'an'dır, onda helâl olanı helâl, haram olanı ise haram biliriz, dediğinizi görmeyeyim. Unutmayın ki bana Kur'an ve O'nun benzeri olan (sünnet) verilmiştir» (Ebû Dâvûd, Sünnet 5; Tirmizî, İlim 10; İbn Mâce, Mukaddime 2; Dârimî, Mukaddime 49; Ahmed İbn Hanbel lV/131, 132.)
Bir rivayette de şöyle geçer:
«Dikkat edin, O tıpkı Kur'ân gibi (bağlayıcı) dir» (el-Hatîb el-Bağdâdî, el-Kifâye, Kahire, 1972, s. 41.). Kur'ân-ı Kerîm, Cenâb-ı Hakk'ın :
«De ki: İnsanlar ve cinler bu Kur'ân'ın benzerini getirmek için bir araya gelseler, birbirlerine destek olsalar bile, O'nun gibisini getiremezler» (17 İsra 88.) buyurduğu üzere, insan sözünden farklı olması, tevatür ve icaz özelliği taşıması sebebiyle, Kur'ân, Sünnette olmayan kendine özgü bir ayrıcalık arzettiği için, hiç kimse onun bir kelimesini, bir harfini bile değiştirmeye yeltenememiştir. Ama şeytan O'nun anlamını te'vil ve tağyir yoluyla bozmaya ve değiştirmeye tamah etmiş; hadîs-i şeriflerin bazı insanların sapmasına yol açacak biçimde çıkarma ve eklemeler yapılmasına yeltenmiştir.
Bunun üzerine din bilginleri, gerek kendine, gerek diğer müslümanlara Allah'ın bir lütfü olarak, Kur'ân ve Hadîs'in gerçek anlamını kavrayıcı, onlardaki hikmetleri derinden yakalayıcı bir metodla işe başlayarak şimdiye kadarki bütün yanlışları düzeltmeye çalıştılar. Kur'ân âyetleri ikiye ayrılır. Birisi kesin hüküm belirterek değiştirilmesi mümkün olmayanı, diğeri de takva sahibi âlimlerin içtihadına açık bulunanlarıdır.
Rivayet ve isnâd ilmini bilen râvî ve muhakkik âlimler de boş durmadılar. Aynı gaye ile rahat döşeklerini bırakarak ülke ülke gezdiler. Maldan, çoluk çocuktan vazgeçtiler; varını yoğunu terkettiler; belâ ve sıkıntılara göğüs gerdiler, bir yolcu azığına razı olarak çalıştılar. Bu konuda onlara ait birçok meşhur menkıbeler, tarihe mâl olmuş kıssalar vardır. Bunları çoğu kimseler bilir, ya da çeşitli kitaplardan öğrenmek mümkündür. Kimi toprağı yastık yapıp yatmış, kimi canım yemekleri, içecekleri terketmiş, kimi dostlarını, arkadaşlarını bırakmış gurbetin acısına katlanmış, tehlikelere ve zorluklara göğüs germiş v.s. Bu, Allah'ın, dininin korunması için kendilerine sevdirdiği, tadına erdirdiği birşey... Nitekim Kâ'be'yi de insanlara bir durak, bir güvenlik yeri kılmış, böylece onu ziyarete gidenler ıssız yolları tepiyor ve zor şartlara göğüs geriyorlar. Savaşçılara da aynı şekilde, malları ve canlarıyla cihad etmeyi sevimli göstermiştir. Bütün bunlar O'nun hikmeti, O'nun eşsiz tedbîridir. O, dilediğini hidayete erdirerek, İslâm'ı, müşrikler hoşlansalar da, hoşlanmasalar da galip ve hâkim kılarak koruyor.
Artık her kim din konusunda samimî davranır, emredilenleri Allah için yaparsa, Allah'ın muttaki dostları olan velîlerden, ebedî nimete kavuşan cennetliklerden olur.
«Dikkat edin, Allah'ın dostlarına ne bir korku vardır ne de tasalanırlar. Onlar ki iman ettiler ve korundular. Dünyada da, âhirette de müjdeler olsun onlara. Allah'ın kelimeleri (kanunları) asla değişmez. İşte bu en büyük kurtuluştur» (10 (Yûnus) : 62-64.)
Âyette geçen dünya hayatındaki müjde «(büşrâ)»'nın ne demek olduğunu Resûlüllah (s.a.v.) iki türlü açıklamıştır:
1. Kulun insanlar tarafından övülmesi,
2. Salih kulun bizzat kendi gördüğü veya onunla ilgili olarak görülen sâlih rü'yalar.
— Yâ Resûlâllah diye soruldu, insanın yaptığı iş yalnızca kendi menfaatine olsa bile insanlar ona hayran olup övmeliler mi?
«Evet, bu mü'minin dünyadayken kavuştuğu bir büşrâ (müjde) dir»
(Müslim, Birr 166; İbn Mâce, Zühd 25; Ahmed İbn Hanbel V/156, 157,) buyurdular.
el-Berâ'b. Azib (r.a.)'den gelen bir rivayete göre, Resûlüllah (s.a.v.)'e, «Dünyada müjde (büşrâ) ler olsun onlara», âyeti sorulduğunda :
«Bu sâlih kişinin gördüğü veya onunla ilgili olarak görülen sâlih rü'yâdır»
(Ahmed İbn Hanbel 6/445, 447, 452; Tirmizl, Rü'yâ 3, Tefsir Sûre ll / 2; Mâce, Rü'yâ 1; Dârimî, Rü'yâ 1.) buyurdular.
Allah'ın gerçek takva sahibi dostları Resûlüllah (s.a.v.)'in mirasını korumayı üstlenen, onu ekleme ve eksiltmelerden koruyan seçkinler topluluğudur. Hattâ onlar diğer mü'minlerden, sâlih kullardan daha üstündürler. Allah şöyle buyurur:
«Ki Allah sizden iman eden ve kendilerine ilim verilenleri derece derece yüceltsin» (58 (Mücâdele) : 11.)
İbn Abbas der ki: «Allah ...... yüceltsin» (Yazma nüshada siliktir.)
İsnâd ve rivayet ilmi, Allah'ın Muhammed (s.a.v.) ümmetine nasîb edip dirayete (tefsir ve içtihada) basamak kıldığı bir özelliktir.
Ehl-i Kitâb'ın rivayetlerini ve haberlerini tesbit edecekleri bir isnadları (haberleri aktaran şahıslar zinciri) yoktur. Bu ümmetin dalâlet ehli bid'atçilerinde de durum aynıdır. İsnâd sadece ve sadece Allah'ın kendilerine en büyük lûtfunu ihsan ettiği ve isnâd sayesinde sağlamla çürüğü, doğru ile eğriyi birbirinden ayırma yeteneği verdiği İslâm ve Ehl-i Sünnetin üstünlüğüdür.
Onların dışında kalan bid'atçı ve kâfirlerin nakilleri ise isnâd'a dayanmaz. Bu yüzden onlar hakkı bâtıldan, gerçeği yanlıştan ayıramazlar.
Fakat Allah'ın rahmetine ve O'nun tarafından korunma nimetine mazhar olmuş bu ümmetin âlimleri, sağlam bilgiye dayanıyor, neye güveneceklerini biliyor, yaptıklarının farkına varıyorlar. Gözü olan herkesin sabah aydınlığını gördüğü gibi doğru sözü görüyor, onu yalandan ayırt ediyorlar. Aklî veya nakli herhangi bir yanlışı Allah'ın dinine karıştırmak üzere icmâ etmekten Allah onları korumuş, bir konuda anlaşmazlığa düştüklerinde onu Allah ve Resulüne (s.a.v.) havale etmeyi emretmiştir:
«Ey îman edenler, Allah'a, Resulüne ve içinizden (yürütme yetkisine sahip olan) ülü'l-emre itaat edin. Eğer bir konuda anlaşmazlığa düşerseniz -Allah'a ve âhiret gününe inanıyorsanız- onu Allah'a ve Resulüne havale edin. Bu sizin için daha iyi, sonuç bakımından daha güzeldir» (4 Nisa' 59.)
Mutlak hakikat olan bir hüküm üzerinde fakihler, doğruluğu kesinleşmiş bir hadîs üzerinde de hadîsçiler icmâ etmişlerse bu demektir ki, konunun uzmanlarca bilinen'gizli veya açık delilleri vardır. Gerek şer'î delillerde geçtiği, gerek mevcut tecrübelerden anlaşıldığı üzere, Allah bu konuda kendilerine doğruyu ilham ediyor. Çünkü Allah onların gönüllerine Allah ve Resulüne sâdık dost oldukları, düşmanlarını düşman bildikleri için îmanı yerleştirdi, onları katından bir ruh ile destekledi. Allah buyurur ki:
«Allah ve Resulüne inanıp da, Allah ve resulüne düşman olanlara, ataları, evlâttan, kardeşleri, kabileleri bile olsalar sevgi gösteren bir topluluk bulamazsın. İşte böyle olanların gönüllerine Allah imanı yazmış, onları katından bir ruh ile desteklemiştir» (58 Mücâdele 22.).
Resûlüllah (s.a.v.)'den gelen doğru ve değişmez ilmin gerçek sahipleri, bu doğruları tüm gayretiyle ayakta tutan, Allah için hiçbir kimsenin kınamasına aldırmayan, her türlü felâket karşısında Allah yolundan ayrılmayan, bildiği bir gerçeği en sevdiğinin yüzüne karşı bile çekinmeden söyleyen kimselerdir. Onlar şu âyet-i kerîmelerle amel ettiler:
«Ey iman edenler, Allah için şehâdette bulunarak adaleti ayakta tutan bir toplum olun. Adaleti kendinizin, anne-babanızın, akrabalarınızın aleyhine de olsa tatbik edin. İster zengin, ister fakir olsun. Allah onlara daha yakındır. Arzularınıza kapılıp da adaletsizlik etmeyin. Eğer eğriltirseniz veya yüz çevirirseniz, bilin ki Allah yaptıklarınızdan şüphesiz haberdardır» (4 Nisa' 135.)
«Ey iman edenler, Allah için adaleti ayakta tutup gözeten şahitler olun. Bir topluluğa olan kininiz sizi adaletsizliğe sürüklemesin, adaletli olun. Bu takvaya daha uygundur. Allah'tan sakının. Doğrusu Allah işlediklerinizden haberdardır» (5 Mâide 8.)
Râvîlerin cerh ve ta'dîli (rivayet eden kimselerin değerlendirmeye tabî tutulmaları), hadîslerin zayıf ve sahih olanlarının belirlenmesi gibi konularda da onların övgüye değer çalışmaları, samimî çabaları olmuştur. Onların bu gayret ve çalışmaları sayesindedir ki, din korunmuş, iftiracıların uydurmaları boşa çıkmıştır. Onlar bu konuda birkaç tabakaya ayrılırlar. Bazıları sadece nakil ve rivayette bulundular. Bazıları hadîs ilmini bilen dirayete vâkıf kimselerdi. Bir kısmı da mânalara inen ve ictihâd yapan fakîhlerdi.
Resûlüllah (s.a.v.) bu ümmete, kendisinden birşey duyanların, duyduklarını duymayanlara bildirmesini emretmiş, tebliğ edenlere müstecâb dualarda bulunmuştur. Bir hadîsinde şöyle buyurur:
«Benden bir tek âyet de duymuş olsanız onu tebliğ edin. İsrail oğullarından da rivayette bulunabilirsiniz, bir sakınca yok.( * ) Ama. kim bile bile söylemediğim bir şeyi söylemişim gibi bana dayandırırsa cehennemde yerini hazırlasın» (Buhari, Enbiyâ 50; Müslim, Zühd 72; Tirmizî, İlim 13; İbn Mâce, Mukaddime 5; Dârimî, Mukaddime 46; Ahmed İbn Hanbel Ill /39, 46,ll /109, 202, 214.) ( ( * ) Hadîsin bu kısmı İsrail oğullarından kayıtsız şartsız rivayette bulunmayı, haberler nakletmeyi serbest bırakır gibi görünürse de aslında bu konu ile ilgili diğer bir hadîsi, bir âyetin siyakını ve ashâb-ı kiramın tutumlarını göz önünde bulundurmalı, muhakkik âlimlerimizin beyân ettikleri üzere böylesi isrâilî rivayetlere karşı şu üç ihtiyatlı tavrı takınmalıdır.
a. İsrâiliyyât genel ismiyle bilinen bu haberlerden bir kısmı- ki böyleler! çok az bir yekûn tutmaktadır - Kur'ân âyetlerinde ve hadîs-i şeriflerde doğrulandığı için kesinlik kazanmış, rivayet edilmelerinde bir sakınca kalmamıştır. Kur'ân-ı Kerîm'de, Resûlüllah'ın kendinden önceki peygamberleri, Kur'ân'ın da kendinden önceki kitapları tasdik edici olduğu ifâde edilir. Aslında tahrif edilmiş olmakla beraber gerek Tevrat'ta, gerek İncil'de asliyyetini muhafaza eden bölüm, ve parçalar hâlâ mevcut olabileceğinden Kur'ân-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerle tetâbuk eden isrâiliyyâtı kabul ve rivayet etmekte hiçbir sakınca olmayacaktır. Ancak, Kur'ân ve hadîsle tetâbuk etse bile, yapılan rivayetin isrâiliyyâttan olduğunu belirtmekte yarar vardır.
b. Kur'ân-ı Kerîm'e, hadîs-i şeriflere ve akla doğrudan doğruya ters düşen isrâiliyyât. Böyle olanlar ancak reddetmek, yanlış olduğunu ortaya koymak amacıyla rivayet edilebilir. Resûlüllah'tan önceki peygamberlerle ilgili birçok isrâiliyyâtın durumu budur. Halk arasında yaygın olan bu tür rivayetlerin birine göre «çalışan Fir'avn, yatan Musa'dan hayırlı» imiş. Çalışmayı teşvik sadedinde rivayet edilen bu haber (tamamı aktarılmadı) Ulü'l-azm bir peygamberin şahsiyetini temelden zedelediği, hele hele O'nu Fir'avn gibi Allah düşmanlarından biriyle mukayese edecek kadar aşırı olduğu için halkı uyarmak ve irşâd için rivayet edilebilir.
c. Birinci ve ikinci kısma girmeyen, hakkında bir âyet veya hadiste açıklama gelmemiş olan isrâiliyyât. Bu türden isrâiliyyât için yukardaki hadis de-lîl olabildiği gibi, bir de şu hadîs vardır: «Ehl-i Kitabı tasdik de etmeyin, yalanlamayın da. Ancak biz Allah'a ve Allah'ın bize indirdiklerine inanırız deyin.» Hadîsi dikkatle inceleyecek olursak Resûlüllah'ın, yalanlamamızı yasaklamasının belki aslında hak olan bir şeyi yalanlama durumuna düşmekten bizi kurtarmak için olduğunu anlıyoruz. Tasdik etmemizi de yasakladığına göre bu tür haberler bizim dinimiz için delil olmayacaktır. Üstelik biz, bize indirilenlere inanmakla emrolunduğumuza göre meselenin her hâl ü kârda nâzik olduğu dikkatimizin gerçekten hak olan İslâm dînine çekildiği beyân edilmiş oluyor. Aslında üçüncü gruba giren isrâiliyyât, ehl-i kehf'in sayıları, isimleri, köpeklerinin rengi, Musa (a.s.)'m asasının hangi ağaçtan olduğu, Allah'ın ibrahim (a.s.)'m elinde dirilttiği kuşların isimleri v.s. gibi bilinmesinde de, bilinmemesinde de dünyevî veya uhrevî bir fayda olmayan şeylerdir. Nitekim Ehl-i Kehf'in sayılarını tahmine kalkışan o günkü topluluğun bu çabaları Kur'ân'da (18 Kehf 22) yerilmekte, sayılarını ancak Allah'ın bildiği ifâde edilmektedir. Gerek Kur'ân, gerek hadîsler peygamberlere ve eski ümmetlere ait kıssalardan bahsederken, bize yolumuzu aydınlatacak, düşünenlere ibret olacak yönleri ele almakta, bir bilgi olmaktan başka faydası olmayacak teferruata dalmamaktadır.
Kur'ân'ın, ahlâkı Kur'ân olan Resûlüllah'ın, ashâb-ı kirâm'ın ve onlara ihsan ile tâbi olanların bu metodunu dâima unutmamakla beraber, belki inşânın öğrenme heyecanını biraz dindirebilecek, bu türden fazla bilgilere, hak ve hakikatleri zedelememek kaydıyla müsâade kapısını aralayan mevcûd hadîslerin bu müsamahası, yahûdî ve hıristiyanların ellerindeki hakikatlerden bahisle onların İslâm'a çekilmesi hikmetini de taşıdığından, onların teferruatını da - isrâiliyyât olduğunu belirterek - Kur'ân ve Hadîs'teki asıllarıyla ve ana hatlarıyla beraber sunmak belki yararlı olacaktır. Ancak her hâl ü kârda Kur'-ân'ın, Resûlüllah (s.a.v.)'in, ashabının ve onlara güzel bir şekilde tâbi olanların metodu bizim için daima daha evlâdır. Nitekim Allah şöyle buyurur: «Bugün sizin dîninizi kemâle erdirdim, size ni'metimi tamamladım ve din olarak sizin için İslâm'a râzî oldum.» (5 Mâide 3).
Şunu da belirtmekte fayda görüyoruz. İsrâiliyyât denince İslâm kültürüne sokulan bütün yabancı kaynaklı haberler, kıssalar, menkıbeler v.s. anlaşılır. Bunlar ister önceden sokulmuş olsun, ister sonradan sokulmuş olsun farketmez. Ancak bu iş daha çok İsrail oğullarından yapıldığı için, İsrâiliyyât genel adıyla adlandırılmıştır.
İster İsrail oğullarından gelsin, ister mecûsîlerden ve diğer muharref ve bâtıl dinlerden gelsin, ister İslâmın gelişinden sonra ortaya çıkan bâtıl ve sapık, fırka ve mezheplerden veya kişilerden gelsin hepsine karşı takınılacak tavır temelde bu üç tavır olacaktır. Fazla bilgi için bakınız; Zehebî, et-Tefsîr ve'l-Müfessirîn, l /61, 62, 165-201, Kahire, 1961. çevirenler)
Veda Haccı'nda okuduğu hutbede de şöyle buyururlar:
«Evet, burda olanlar olmayanlara ulaştırsın. Çünkü kendisine haber ulaştırılan nice kimseler vardır ki, işitenden daha anlayışlıdır, daha iyi beller» (Buhari, Hacc 132, İlim 9, 10, Fiten 8; İbn Mâce, Mukaddime 18.)
Yine şöyle buyurur:
«Allah benden bir söz duyup da, onu duymayanlara ulaştıran kimsenin yüzünü ağartsın. Çünkü nice söz ulaştıran var ki, anlar fakat fakîh (müctehid) değildir. Sözü anlayıp da nakleden nicesi vardır ki, sözü kendinden daha anlayışlı (daha fakih) birine ulaştırmıştır. Üç haslet vardır ki mü'minin kalbi onlara kin tutmaz, hıyanet etmez: Yaptıklarını sırf Allah için yapmak, devlet adamlarına nasihat etmek ve İslâm cemâatinden ayrılmamak. Çünkü İslâm cemâatinin duası kuşatıcıdır» (İbn Mâce, Mukaddime 18, Menâsik 76; Ebû Dâvûd, İlim 10; Tirmizî İlim 7; Dârimî, Mukaddime 24; Ahmed İbn Hanbel llI/225, lV/80, 82, V/ 183.)
Burada Resûlüllah (s.a.v.)'in hadîslerini, fakîh olmasa bile tebliğ edenlerle, tebliğ ettiği kimse kendisinden daha fakîh olan tebliğcilere dua vardır. Çünkü böyleler! için, «Allah yüzünü ağartsın», buyuruyor. Bu sebeble Süfyân b. Uyeyne şöyle demiştir: «Hadisçilerden kimi görürsen yüzünde mutlaka bir nur vardır. Çünkü onlar Resûlüllah (s.a.v.)'in duasına mazhar olmuşlardır. »
«Ağartsın» (nadara) kelimesi birinci ve ikinci babtandır. Birinci babtan olması daha evlâdır.
Eskiden olduğu gibi şimdi de, âlimler hadis râvîlerine dâima hürmet ve taltifde bulunurlar. Hattâ - Allah kendisinden razı olsun -İmam Şafiî şöyle der: «Hadis ehlinden birini gördüğümde âdeta Resûlüllah (s.a.v.)'in ashabından birini görmüş gibi olurum».
İmam Şafiî, muhaddislere Resûlüllah (s.a.v.)'in hadîslerini tebliğ etmeleri dolayısıyla tıpkı ashâb gibi sevgi beslediğini belirtiyor. Yine Şafiî; «Hadîs ehli, sünneti korudu, ama neticede bizim için korumuş olduklarından dolayı, onlar bizden üstündürler» der.