TEVESSÜL VE VESİLE

Tevessül

Hamd, Allah içindir. O'ndan yardım diler, günahlarımızın bağışlanması için O'na yalvarırız. Nefislerimizin şerlerinden ve amellerimizin kötüsünden O'na sığınırız. Allah kimi hidâyete kavuşturursa, onu saptıracak yoktur. Kimi de saptırırsa, onu hidâyete kavuşturacak yoktur.

Allah'tan başka ilâh bulunmadığına şehadet ederim. O, yalnızdır; ortağı yoktur.

Yine şehadet ederim ki, Muhammed O'nun kulu ve elçisidir. Onu bütün dinlere üstün kılsın diye hidâyet ve hak dinle göndermiştir. Şahid olarak Allah yeter.

Allah onu, kıyametin kopmasına yakın müjdeleyici ve uyarıcı, Allah'ın izniyle O'nu davetçi ve aydınlatıcı bir fener olarak gönderdi. Onunla sapıklıktan hidâyete erdirdi. Körlükten kurtarıp görür kıldı. Sapıklıktan kurtarıp doğruluğa yol gösterdi. Onunla âmâ gözleri, sağır kulakları ve kapalı kalbleri açtı. Risâleti tebliğ etti. Emaneti yerine getirdi. Ümmete doğruyu gösterdi. Allah yolunda hakkıyla çalıştı. Rabbinden kendisine yakın (ölüm) gelinceye kadar Rabbına ibadet etti. Allah'ın salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun.

Hak ile bâtılı, hidâyetle sapıklığı, doğrulukla eğriliği, cennet ehlinin yoluyla cehennem ehlinin yolunu, dostlarıyla düşmanlarını biribirlerinden ayırdı. Helâl, Allah ve Resulünün helal kıldığı; haram, onların haram kıldığı; din de, onların çizdiği yoldur.

Allah onu sakaleyne, yani cinlere ve insanlara göndermiştir. Herkesin ona ve getirdiğine inanması, hem bâtın ve hem de zahir hususlarda ona uyması gerekir. O'na iman etmek ve tâbi olmak Allah'ın yolu ve dini; Allah'a ibadet ve itaattir. Allah dostlarının yolu budur. Allah'ın: «Ey inananlar, Allah'tan korkun. O'na (yaklaşmaya) vesile arayın» (5 Mâide 35 ) sözüyle emrettiği vesile de budur. Allah'a yaklaşmaya vesile aramak, ancak Allah'a iman eden, Muhammed'le ve Muhammed'e tâbi olmakla tevessül eden içindir.

Resûlüllah'a inanmak ve ona itaat etmekle gerçekleşen bu tevessül, bâtın olarak ve zahir olarak ResûlüIIah (s.a.v)'in hem hayatında ve hem de ölümünden sonra, hem huzurunda ve hem de gıyabında herkese farzdır. Gerçek delilleriyle isbat edildikten sonra hiçbir durumda ve hiçbir mazeret karşısında hiç kimsenin üzerinden ona iman ve ona itâatla gerçekleşen tevessül kalkmaz. Allah'ın ikram ve rahmetine giden, aşağılanmasıyla azabından kurtaran yol, ancak ona iman etmeye ve ona itaata tevessüldür.

Aleyhissalâtu vesselam, yaratıkların şefaatçisi, evvelkilerin ve sonrakilerin gıpta ettiği övülmüş makamın sahibidir. O, değerce şefaatçilerin en büyüğü ve Allah katında itibarca en üstün olanıdır. Allah Teâlâ, Hz. Musa hakkında: «O, Allah yanında vecih (itibarlı) idi» (33 Ahzâb 69 ). Hz. İsa hakkında: «Dünyada ve âhirette vecih (itibarlı) idi» (3 ÂI-İ İmrân 45 )buyurmaktadır. Muhammed (s.a.v.) ise, bütün nebi ve resullerin en itibarlısıdır. Ancak onun şefaat ve duasından, yalnız kendisinin şefaat ettiği ve kendisi için dua ettiği kimse yararlanır. ResûlüIIah, kimin için dua ve şefaat etmişse, o kimse, şefaat ve duasiyle Allah'a tevessül eder. Sahabenin, onun duası ve şefaatiyle Allah'a tevessül etmeleri ve kıyamet günü herkesin, yine onun dua ve şefaatiyle Allah'a tevessül etmeleri gibi. Allah'ın salât ve selâmı onun ve âlinin üzerine olsun.

Tevessül

«Tevessül» lâfzı, sahabe örfünde bu anlamda kullanılıyordu. Dua ve şefaatiyle tevessül, ancak ona imanla fayda sağlar. Kâfir ve münafıklara kıyamet gününde hiçbir şefaatçinin şefaati fayda vermeyecektir.

İşte bu nedenle Resûlüllah (s.a.v.), amcasına, babasına ve diğer kâfir ve münafıklara mağfiret dilemekten nehyedilmiştir. Bu konuda şöyle buyuruluyor:

«Onlara (Allah'tan) mağfiret dilesen de, dilemesen de onlar için birdir. Allah onları bağışlamayacaktır» (63 Münâfikûn 6). Lâkin nasıl iman ehli iman hususunda derece derece ise, kâfirler de küfürde derece derecedir.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Nesi' (haram ayların yerlerini değiştirmek) küfürde daha ileri gitmektir» (9 Tevbe 37) .

Kâfirler içinde, Peygamber (s.a.v.)'e yardımcı ve destek olmaları nedeniyle küfrü hafifleyen kimseye, azabının hafifletilmesi hususunda Peygamberin şefaati fayda verir. Lâkin azabını tümden kaldırmaz. Nitekim Müslim'in Sahih'inde Abbas b. Abdilmüttalib 'ten şöyle dediği rivayet edilmektedir: «Ya Resûlâllah, Ebû Talib'e herhangi bir yararın dokundu mu? Çünkü o seni koruyor ve sana zarar vermeye kalkışanlara karşı koyuyordu, dedim. ResûlüIIah (s.a.v,) :

«Evet, o ateşin sığ bir yerindedir. Ben olmasaydım, ateşin en dibinde olurdu» (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 40, Edeb 115; Müslim, iman , 357)buyurdu. Rivayetin diğer bir varyantı şöyledir: «Ebû Tâlib seni koruyor, yardım ediyor ve sana zarar vermek isteyenlere karşı koyuyordu» dedim. «Evet, onu büyük alevler içerisinde buldum ve sığ bir yere çıkardım» buyurdu. Yine Ebû Tâlib'le ilgili olarak Ebû Said'den gelen bir rivayette şöyle denilmektedir: ResûlüIIah (s.a.v)'in yanında amcası Ebû Tâlib'ten sözedildi ve bunun üzerine ResûlüIIah (s.a.v.) şöyle buyurdu:

«Umulur ki, kıyamet günü şefaatimin ona bir yararı olur. Ateşin, ayaklarının topuklarına ulaştığı sığ bir yerine konur. (Ama yine de) hararetinden beyni kaynayacaktır» (Buhârî, Menâkıbu'l-Ensâr 40, Rikâk 51; Müslim, îman 360).

Yine şöyle buyurmuştur:

«Cehennem ehli içinde azabı en hafif olan, Ebû Talib'tir. O, ateşten iki takunya giyecektir ki ondan beyni kaynayacaktır» (Müslim, İman 332; Ahmed İbn Hanbel I l l / 27, 78) .

Aynı şekilde henüz dünyadayken azaba uğramamaları konusunda da duasının onlara yararı olur. Nitekim Peygamber (s.a.v.), Peygamberlerden birinin, kavmi tarafından dövülürken: «Allah'ım, kavmimi affet, onlar bilmiyorlar» diye dua ettiğini nakletmiştir. O peygamberin duasında: «Allah'ım, onları affet, henüz dünyadayken onları azaplandırma» dediği de rivayet edilmiştir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Eğer Allah, yaptıkları yüzünden insanları (hemen) cezalandırsaydı, yeryüzünde hiçbir canlı yaratık bırakmazdı. Fakat onları belirlenmiş bir süreye kadar erteliyor» (35 Fâtır 45) ,

Yine kâfirlerden kimisine, Allah'ın onu hidâyete erdirmesi, ya da rızık vermesi için dua edebilir. Nitekim Ebû Hüreyre 'nin ' annesine dua etmiş ve nihayet Allah onu hidâyete kavuşturmuştur. Yine, Devs kabilesine dua etmiş ve: «Allah'ım, Devs'i hidâyete kavuştur ve onları müslüman kıl» buyurmuştur. Ebû Dâvud'un bir rivayetine göre de, müşriklerden bazısı, yağmur yağması için dua etmesini istemişler ve kendisi de onlar için yağmur duasında bulunmuştur. Aslında bu, onlara bir ihsandır ve böylece kalblerini İslama ısındırmak istiyordu. Nitekim başka şeylerle de bunu sağlamaya çalışıyordu.

Müslümanlar, Allah katında yaratıkların itibarca en üstününün Resûlüllah (s.a.v.) olduğu konusunda birleşmişlerdir. Allah katında, ondan daha itibarlı hiç kimse yoktur. Fakat peygamberlerin duası ve şefaatleri, onlara iman ve ibadet etmek gibi değildir, Çünkü onlara iman ve ibadet, âhiret mutluluğunu ve hem mutlak, hem de genel olarak azaptan kurtulmayı gerektirir. Her kim Allah'a ve Resulüne inanarak ve onlara itaat ederek ölürse, kesinlikle mutluluğa ulaşmışlardır. Kim de Resûlüllah'ın getirdiğini inkâr ederek ölürse, kesinlikle cehennemliktir.

Şefaat ve duaya gelince, kulların ondan yararlanmaları birtakım şartlara bağlıdır. Birtakım engelleri de vardır. Küfür üzere ölen kâfirlere cehennemden kurtulmaları için şefaat etmenin ve günahlarının bağışlanması için dua etmenin onlara bir yararı olmayacaktır. -İsterse şefaatçi, itibarca en büyük olan olsun- Muhammed (s.a.v.)'den daha büyük şefaatçi yoktur. Onun arkasından Hz. İbrahim gelir.

«Kıyamet günü İbrahim, babası Âzer ile karşılaşacaktır. Babasının yüzü simsiyah toz, toprak içindedir. İbrahim ona: 'Bana âsî olma dememiş miydim?' diye soracak ve babası da: 'İşte bugün sana âsi olmayacağım» diyecektir. O zaman İbrahim: 'Rabbim, insanlar yeniden diriltildiğinde beni zelil ve rüsvay etmeyeceğini vâdetmiştin Şimdi (Allah'ın rahmetinden) uzak olan babamın durumundan daha rüsvaylık ne olabilir?' diyecektir. Bunun üzerine Allah Azze ve Celle: 'Ben cennetimi kâfirlere haram kıldım' buyuracaktır. Daha sonra İbrahim'e: 'Ayaklarının altına bak, altlarında ne var?' denilecektir. İbrahim bakınca bir de ne görsün, ayakları altında kana bulanmış bir sırtlan (babasının sureti). Ardından o sırtlan, ayaklarından yakalanıp cehenneme atılacaktır» (Buhârî, Enbiyâ 8, Tefsiru Sûre 26/1).

Görüldüğü gibi Hz. İbrahim ona mağfiret dilemiş, ama müşrik olarak öldüğünden dolayı mağfiret dilemesinin bir yararı olmamıştır. Oysa Hz. İbrahim'in Allah katında itibarı çok büyüktür. Yüce Allah, mü'minlere hitaben şöyle buyurmaktadır:

«İbrahim ve onunla beraber olanlarda, sizin için uyulacak güzel bir örnek vardır. Onlar kavimlerine şöyle demişlerdi: 'Biz sizden ve Allah'tan başka taptıklarınızdan uzağız; sizin dininizi inkâr ediyoruz; bizimle sizin aranızda yalnız Allah'a inanmanıza kadar ebedi düşmanlık ve öfke baş göstermiştir'. Yalnız İbrahim'in, babasına: 'Andolsun ki, senin için mağfiret dileyeceğim, fakat sana Allah'tan gelecek herhangi bir şeyi savmaya gücüm yetmez sözü bu Örneğin dışındadır. Rabbimiz! Bizi inkâr edenlerle deneme; bizi bağışla, doğrusu sen, güçlü olan, Hakim olansın» (60 Mümtehine 4).

Hz. İbrahim, kendi babası için dua etmiş ve ona mağfiret dilemiştir. Nitekim Cenâb-ı Hakk, ondan söz ederek şöyle buyurmaktadır :

«Rabbimiz, hesabın görüleceği gün, beni, anamı-babamı ve müminleri bağışla» (14 İbrahim 41).

Resûlüllah (s.a.v.) de Hz, İbrahim'e uyarak Ebû Tâlib 'in bağışlanması için mağfiret dilemek istemişti. Yine bazı müslümanlar kimi akrabalarına mağfiret dilemek istiyorlardı. Bunun üzerine şu âyet indi:

«Akraba bile olsalar cehennemlik oldukları belli olduktan sonra müşrikler için mağfiret dilemek ne Peygamberin, ne de inananların yapacağı bir iştir» (9 Tevbe 118.).

Allah, daha sonra Hz. İbrahim'in mazeretini belirterek şöyle buyurmaktadır:

«İbrahim'in, babası için mağfiret dilemesi, sadece ona verdiği bir sözden ötürüydü. Allah'ın düşmanı olduğunu anlayınca ondan uzaklaştı. Doğrusu İbrahim çok içli ve yumuşak huyluydu. Allah bir kavmi doğru yola eriştirdikten sonra sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça onları sapıklığa düşürmez» (9 Tevbe 114-115).

Buhârî'nin Sahih'inde, Ebu Hureyre'den naklettiği bir rivayette Peygamber (s.a.v)'in şöyle buyurduğu aktarılmaktadır:

Yüce Allah mü'minlere, Hz. İbrahim'in babasına: «Senin için mağfiret dileyeceğim» sözü hariç onu ve onunla beraber olanları örnek edinmelerini emretmiştir. Muhakkak ki Allah, kendisine şirk koşulmasını affetmez.

Şefaatçilerin en büyüğü Muhammed (s.a.v)'in durumu da öyle. Müslim'in Sahih'inde Ebû Hüreyre'den yapılan bir rivayete göre Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

«Anneme mağfiret dilemem hususunda Rabbimden izin istedim, izin vermedi. Kabrini ziyaret edeyim diye izin istedim, bana izin verdi»(Müslim, Cenâiz 105, 108; Ebû Dâvud, Cenâiz 77) .

Bir rivayette de şöyle denilmektedir:

Resûlüllah (s.a.v.) annesinin kabrini ziyaret etti. (Kabrin yanındayken) ağladı. Yanındakileri de ağlattı. Sonra şöyle buyurdu:

«Anneme mağfiret dilemem hususunda Rabbimden izin istedim, izin vermedi. Kabrini ziyaret edeyim diye izin istedim, bana izin verdi. Kabirleri ziyaret ediniz, çünkü onlar ölümü hatırlatır» (Ebû Dâvud, Cenâiz 77; İbn Mâce, Cenâiz 49) .

Enes'ten nakledilen sahih bir rivayette de şöyle anlatılmaktadır: Biri: Ya Resûlâllah, babam nerededir? diye sordu. Resûlüllah (s.a.v.):

«Cehennemdedir» buyurdu. Adam, arkasını dönüp gidecekken, Resûlüllah (s.a.v.) onu çağırdı ve: «Benim de, senin de baban cehennemdedir» (Müslim, İman 347)buyurdu. Ebû Hüreyre'den nakledilen diğer sahih bir rivayette de şöyle denilmektedir: «En yakın akrabalarını uyar» (26 Şuarâ 214) âyeti indiğinde, Resûlüllah (s.a.v.) Kureyş'i topladı ve hem genel olarak herkese, hem de özel olarak isim sayıp şöyle buyurdu:

«Ey Ka'b b. Lüeyy oğulları, kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Mürre b. Ka'b oğulları, kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Abdu Şems oğulları, kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Abdu Menâf oğulları, kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız. Ey Abdülmuttalib oğulları, kendinizi cehennem ateşinden kurtarınız! Ey Fâtıma, kendini cehennem ateşinden kurtar! Allah katında size bir yararım olamaz. Ancak akrabalık bağı vardır. (Dünyadayken) gereğini yapacağım» (Ahmed İbn Hanbel l l / 360).

Ebû Hüreyre'den nakledilen diğer bir rivayet ise, şöyledir:

«Ey Kureyş topluluğu, Allah'tan kendinizi satın alın. Çünkü Allah katında size bir yararım olmaz. Ey Abdülmuttalib oğulları, Allah katında size bir yararım olmaz. Ey Abdülmuttalib'in oğlu, Abbâs Allah katında sana bir yararım dokunmaz. Ey -halam - Safiye, Allah katında sana bir yararım dokunmaz. Ey Resûlüllah'ın kızı Fatıma, malımdan iste, dilediğini vereyim. Ama Allah katında sana bir yararım dokunmaz» (Dârimî, Rikâk 23) Bu konuda Hz. Âişe'den gelen rivayet de şöyledir:

«En yakın akrabalarını uyar» âyeti indiğinde Resûlüllah (s.a.v.) kalktı ve: 'Ey Muhammed'in kızı Fâtıma, ey Abdülmuttalib'in kızı Safiyye, Allah katında size bir yararım dokunmaz. Malımdan isteyin, dilediğinizi vereyim» (Müslim, İman 350; Tirmizî, Zühd 7, Tefsîru Sure 26/1)buyurdu.

Ebû Hüreyre 'den yine şöyle bir rivayet nakledilmiştir: «Resûlüllah (s.a.v.) bir gün bize bir hutbe okuyarak hıyanetten söz ve hıyanetin ne kadar büyük bir kötülük olduğunu anlattı. Sonra şöyle buyurdu:

«Kıyamet günü sizden biriniz böğüren bir deveyi omuzlamış ve: 'Ya Resûlâllah, ne olur yardım et!' derken görmeyeyim. Çünkü ona: 'Sana yapabileceğim birşey yoktur. (Dünyadayken) sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. Kıyamet günü sizden biriniz, kişneyen bir, atı omuzlamış ve: 'Ya Resûlâllah, ne olur yardım et!» derken görmeyeyim. Ben de ona: 'Sana yapabileceğim birşey yoktur. (Dünyadayken) sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. Kıyamet günü sizden biriniz, meleyen bir koyunu omuzlamış ve: 'Ya Resûlâllah, ne olur bana yardım et', derken görmeyeyim. Ben de ona: 'Sana yapabileceğim yoktur. (Dünyadayken) sana tebliğ etmiştim diyeceğim. Kıyâmet günü sizden biriniz, hışırdayan kumaş parçaları omuzlamış ve: 'Ya Resûlâllah, ne olur bana yardım et!' derken görmeyeyim. Ben de ona: 'Sana yapabileceğim bir şey yoktur. (Dünyadayken) sana tebliğ etmiştim' diyeceğim. Yine sizden birinizi, altın ve gümüş omuzlamış ve: 'Ya Resûlâllah, ne olur bana yardım et' derken görmeyeyim. Ben de ona: 'Sana yapabileceğim birşey yoktur. (Dünyadayken) sana tebliğ etmiştim' diyeceğim». (Bu hadîsi Sahihayn rivayet etmiştir). Müslim'de ek olarak şu kısım da bulunmaktadır: «Kıyamet günü sizden birinizi, bağırıp çağıran birini omuzlamış ve: 'Ya Resûlâllah, ne olur bana yardım et!' derken görmeyeyim. Ben de ona: 'Sana yapabileceğim birşey yoktur. (Dünyadayken) sana tebliğ etmiştim' diyeceğim» (Müslim, İmâre 24;Ebû Dâvud, İmâre 12; Ahmed İbn Hanbel l l / 426.).

Buhârî, yine Ebu Hüreyre'den Peygamber (s.a.v.)'in şöyle dediğini nakletmektedir:

«Kıyamet günü sizden biriniz, meleyen bir koyunu omuzlamış ve: 'Aman ya Muhammedi' deyip bana gelmesin. Ben de ona: 'Sana yapabileceğim bir şey yoktur. (Dünyadayken) tebliğ etmiştim' diyeceğim. Yine kıyamet günü sizden biriniz, böğüren bir deveyi omuzlamış olarak ve: 'Aman ya Muhammed!' deyip bana gelmesin. Ben de ona: 'Sana yapabileceğim bir şey yoktur. (Dünyadayken) tebliğ etmiştim' diyeceğim» (Buhârî, Zekât 3; Nesâî, Zekât 6.).

Sallâllahü aleyhi ve sellem'in burada: «Sana yapabileceğim bir şey yoktur» sözü, Hz. İbrahim'in babasına: «Elbette senin için istiğfar edeceğim, ama senin için Allah'tan hiçbir şeye gücüm yetmez» (60 Mümtehine 4.) demesi gibidir.

Mü'minlere şefaat ve dua etmesine gelince, müslümanların ittifakiyle hem dünyevî, hem de dinî konularda yararlıdır. Aynı şekilde kıyamet günü mü'minlere, sevaplarının artması ve mertebelerinin yükseltilmesi konusunda şefaatinin yararlı olacağı müslümanlar arasında ittifak edilen mes'elelerdendir. Ancak bid'at ehlinden bazılarının bunu kabul etmedikleri nakledilmiştir.

Şefaati inkâr edenler

Peygamberimizin ümmeti içindeki günahkârlara şefaatine gelince, bu, sahabe ve hakkıyla tâbi olanlarla dört imam ve başkalarınca da ittifak edilen bir husustur. Ancak Haricîler ve Mu'tezile ile Zeydîler gibi bid'at ehlinin pek çoğu bunu inkâr etmiştir. Onlar diyorlar ki: Kim cehenneme girerse, ne bir şefaatle, ne de başka bir sebeple ondan çıkmaz. Onlara göre, cennete giren cehenneme girmeyecek, cehenneme giren de cennete girmeyecektir. Onlarca aynı şahısta hem sevab, hem de günah olmaz. Ama sahabe ve hakkıyla onlara tâbi olanlarla dört imam ve diğerleri gibi öteki müctehidler, Allah dilediğine azap çektirdikten sonra bir topluluğun kimileri Muhammed (s.a.v.)'in şefaatiyle, kimileri başkalarının şefaatiyle, kimileri de şefaat olmaksızın cehennemden çıkarılacağını belirten mütevatir hadîsleri kabul eder ve öylece inanırlar.

Şefaati inkâr edenler şu âyetleri delil getirirler:

«Ve öyle bir günden korkun ki, o gün hiç kimse, kimsenin yerine bir şey ödeyemez. Kimseden de şefaat kabul edilmez. Kimseden fidye de alınmaz» (2 Bakara 48).

«...kimseden fidye kabul edilmez, hiç kimseye şefaat fayda vermez» (2 Bakara 123) .

«Ne alışverişin, ne dostluğun ve ne de şefaatin olmadığı gün

gelip çatmadan...» (2 Bakara 254) .

«Zalimlerin ne bir dostu, ne de sözü tutulur bir şefaatçileri

vardır» (40 Mü'min 18 ).

«Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez» (74 Müddessir 48).

Ehl-i Sünnet'in inkarcılara cevabı, yukarıdaki âyetlerle iki özelliğin belirtilmek istendiğidir. Şöyle ki:

1 — Şefaatin müşriklere yararı yoktur. Nitekim Allah onları nitelerken şöyle buyurmaktadır:

«Sizi bu yakıcı ateşe sürükleyen nedir? Derler ki: 'Namaz kılanlardan değildir. Düşkün kimseyi doyurmuyorduk. (Bâtıla) dalanlarla biz de dalardık. Ceza gününü yalanlardık. Biz o haldeyken ölüm geldi. Artık onlara şefaatçilerin şefaati fayda vermez» (74 Müddessir 42-48)İşte bu Kimselere şefaatçilerin şefaati fayda vermez. Çünkü onlar kâfir idiler.

2 — Bu âyetlerle, müşrikler ile, Ehl-i Kitab ve müslümanlar içinde Allah'ın izni olmaksızın yaratıkların şefaat edebileceğini sanan müşriklere benzer bid'at ehlinin ileri sürdükleri şefaat reddedilmektedir. Sanıyorlar ki, Allah katındaki şefaat de, insanların, insanlar yanındaki şefaati gibidir. Kendisinden şefaat istenen kişi bunu, ya şefaat isteyenden birşeyler beklediği, ya da ondan çekindiği için kabul eder. Yani şefaat isteyen ile kendisinden şefaat istenenin karşılıklı çıkarları söz konusudur.

Müşrikler, Allah'tan ayrı olarak, meleklerden, peygamberlerden ve sâlihlerden bazılarını şefaatçiler ediniyorlardı. Heykellerini yapıyor, o heykellerden şefaat diliyor ve şöyle diyorlardı: Bunlar, Allah'ın hâs adamlarıdır. Biz, Allah'a dua ve ibadetleriyle tevessül ediyoruz ki, bize şefaat etsinler. Tıpkı hükümdarlara hâs adamlarıyla tevessül edildiği gibi. Çünkü onlar, hükümdarlara başkalarından daha yakındırlar. Hükümdarların izni olmasa da, onlar katında şefaat ederler. Onlardan biri, hükümdarın istemediği bir şey hakkında da şefaat edebilirler. Çünkü hükümdarın da bunda bir çıkarı vardır. Şefaat dileyenden ya bir şeyler beklemektedir, ya da kendisine verilebileceği bir zarardan korkmaktadır.

İşte Allah bu şefaati reddediyor ve şöyle buyuruyor:

«O'nun izni olmadan katında şefaat edecek kimdir?» (2 Bakara 255 )

«Allah dilediğine ve hoşnut olduğuna izin vermedikçe, göklerde bulunan nice meleklerin şefaati bir şeye yaramaz» (53 Necm 26) .

Melekler hakkında da şöyle buyurmaktadır:

«Rahman çocuk edindi, dediler. Hâşâ; hayır, melekler şerefli kılınmış kullardır. Allah'tan önce söz söylemezler; ancak O'nun emri üzerine iş işlerler. Allah, onların yaptıklarını ve yapmakta olduklarını bilir. Onlar, Allah'ın hoşnut olduğu kimseden başkasına şefaat etmezler; hepsi O'nun korkusundan titrerler» (21 Enbiyâ. 26-28).

Yine şöyle buyurmaktadır:

«De ki: 'Allah'ı bırakıp da göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah'a yardımcı olmadığı halde (kendilerinde bir şeyler var) sandıklarınızı yardıma çağırsanıza! Allah katında kendisine izin verilenden başkasının şefaati fayda vermez» (34 Sebe' 22-23).

«Onlar, Allah'ı bırakarak, kendilerine fayda da, zarar da veremeyen putlara taparlar: 'Bunlar, Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' derler. De ki: 'Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyi mi O'na haber veriyorsunuz?' Allah, onların ortak koşmalarından münezzeh ve yücedir» (10 Yûnus 18 ).

«Rablerine toplanacaklarından korkanları Kur'an'la uyar. O'ndan başka bir dost ve şefaatçileri yoktur»(6 En'âm 51).

«Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yaratan, sonra Arş'a istiva eden (hükmeden) Allah'tır, O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur. Düşünmez misiniz?» (32 Secde 4 ).

«Allah'ı bırakıp yalvardıkları kimseler şefaat edemezler. Ancak hakkı bilip ona şahidlik edenler bunun dışındadır» (43 Zuhruf 86 ).

«And olsun ki, sizi ilk defa yarattığımız gibi - size verdiklerimizi ardınızda bırakarak - bize birer birer geldiniz; içinizde Allah'ın ortakları olduğunu sandığınız şefaatçilerinizi beraber görmüyoruz. And olsun ki aranızdaki bağlar kopmuş, ortak sandıklarınız sizden ayrılmışlardır» (6 En'âm 94).

«Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: 'Onlar, hiçbir şeye güçleri yetmeyen, düşünmeyen şeyler olsalar da mı?' De ki: 'Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Sonra O'na döndürüleceksiniz'. Allah tek başına anıldığı zaman; âhirete inanmayanların kalbleri ürker. Ama O'ndan başkaları anıldığı zaman, hemen sevinirler» (39 Zümer 43-45 ).

«Rahman için sesler kısılmıştır, fısıltıdan başka bir şey işitemezsin. O gün Rahman izin verip sözünden hoşlandığı kimseden başkasının şefaati fayda vermez» (20 Tâhâ 108-109).

Yasin sûresinde sözü edilen kişi de şöyle demektedir:

«Ben, niçin beni yaratana kulluk etmeyeyim? Oysa siz hep O'na döndürüleceksiniz. O'ndan başka tanrılar edinir iniyim hiç? Eğer Rahman bana bir zarar vermek dilese, onların şefaati bana hiçbir fayda sağlamaz ve (onlar) beni kurtaramazlar. O takdirde ben, apaçık bir sapıklık içinde olurum. Ben sizin Rabbinize inandım, beni dinleyin». (36 Yasin 22-25)

İşte müşriklerin melekler, peygamberler ve sâlih kimseler için var olduğunu söyledikleri bu şefaat reddedilmiştir. Müşrikler nihayet onların heykelerini de yaptılar ve heykelleriyle şefaat dilemelerinin, aslında kendileriyle şefaat dilemeleri anlamında olduğunu söylediler. Yine kabirlerine gidip: «Biz ölümlerinden sonra da onlarla şefaat diliyoruz ki, Allah katında bize şefaat etsinler» dediler. Yine heykellerini yapıp bu şekilde de onlara taptılar. Allah ve Resulünün reddettiği ve ondan dolayı müşrikleri kınayıp onları kâfir saydıkları şefaat işte budur. Yüce Allah, Hz. Nuh 'un kavmiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:

«Tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne de Yeğûs'u, Ye'uk'u ve Nesri'i bırakmayın. (Böylece) onlar, birçok kimseyi yoldan çıkardılar» (11 Nuh 23-24). İbn Abbas ve başkaları diyor ki: İsmi geçen bu şahıslar, Hz. Nuh kavminden sâlih kimselerdi. Vefat ettiklerinde, kabirlerinin üzerine üşüştüler. Sonra da heykellerini yapıp onlara taptılar. Bu rivayet, bütün tefsir ve hadîs kitablarında geçer.

İşte Peygamber (s.a.v.) buna şiddetle karşı çıkmış, ona giden yollarla birlikte onu toptan reddetmiştir. Öyle ki, onlarla şefaat kasdı olmasa bile peygamber ve sâlih kimselerin kabirlerini mescid edinenleri lanetlemiş, kabirlere karşı namaz kılmayı yasaklamış ve Hz . Ali'yi gönderip yükseltilmiş ne kadar kabir bulursa hepsini yerle bir etmesini, ne kadar dikili heykel bulursa, yıkıp mahvetmesini emretmiş ve tasvir yapanları lânetlemiştir. Ebû'l Heyyâc el-Esedî 'nin şöyle dediği rivayet edilir: Ali b. Ebî Tâlib bana dedi ki: «Resûlüllah (s.a.v.)'in beni gönderdiği bir işe seni gönderiyorum. Ne kadar heykel varsa yık ve ne kadar yükseltilmiş mezarla karşılaşırsan, onu yerle bir et». Bir lâfızda da: «Ne kadar suret varsa imha et» denilmektedir. (Müslim rivayet etmiştir.) (Müslim, Cenâiz 93; Ebû Dâvud, Cenâiz 68; Tirmizî, Cenâiz 56; Nesâi, Cenâiz 99)

Tevessülün anlamı

«Tevessül» kelimesiyle üç şey kastedilebilir. Bunlardan şu ikisi üzerinde müslümanlar ittifak etmiştir: (Yazar, «Tevessül» lafzıyla üç şey kastedilebilir» demesine rağmen üçüncü maddeye müstakil bir madde olarak yer vermemiştir)

Birincisi: İmanın ve islâmın aslı olan Resûlüllah'a iman ve itaat etmekle tevessüldür.

İkincisi ise: Resûlüllah'ın duası ve şefaatidir. Resûlüllah (s.a.v.)'in kendisine dua ve şefaat ettiği kimse, müslümanların ittifakıyla tevessül etmiş sayılır.

Her kim Resûlüllah (s.a.v.)'le bu iki anlamdaki tevessülü inkâr ederse, o, kâfir ve mürted olup bundan tevbe etmesi istenir. Tevbe etmediği takdirde mürted olarak öldürülür. Fakat ona iman ve itaat olan tevessül, dinin aslı olup bu, hem havas için, hem de avam için zarûrat-ı diniyyedendir. Her kim bunu inkâr ederse, seçkin olsun, basit olsun küfrü zahirdir.

Dua ve şefaati ile müslümanların bundan yararlanması mes'elesine gelince, bunu inkâr eden kâfirdir, ama bu birincisi kadar bariz değildir. Bu nedenle, cehaletinden dolayı inkâr edene mes'ele izah edilir, îzah edildikten sonra da hâlâ inkârında İsrar ediyorsa, mürteddir.

Kıble ehli içinde Resûlüllah (s.a.v.)'in dünyada dua ve şefaatini inkâr eden hiç kimse yoktur.

Kıyamet günündeki şefaatine gelince: Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat'e göre - ki bunlar sahabe, onlara gereği gibi tâbi olanlar ve müslümanların dört mezhep imamlarıyla sair müctehidlerdir - Resûlüllah (s.a.v.)'in kıyamet gününde özel ve genel şefaatleri vardır. Ümmeti içinde, büyük günah işleyenlerden Allah'ın izin verdiği kimselere şefaat eder. Ancak tevhid ehli mü'minler şefaatinden istifade eder. Müşrikler, Resûlüllah'ı sevip takdir edenleri de içinde olmak üzere şefaatinden yararlanamazlar; şefaati onları cehennem ateşinden kurtaramaz. Kişiyi ancak Tevhid ve Resûlüllah'a inanma cehennemden kurtarır. İşte bu sebeple Ebû Tâlib gibi Resûlüllah'ı seven, fakat tevhidi kabul etmeyenler, ne onun şefaatiyle, ne de başka bir yolla cehennemden çıkacaklardır.

Dinin temeli tevhiddir

Buhâri'nin Sahîh'inde Ebû Hüreyre'den şöyle dediği nakledilir: Yâ Resûlâllah, kıyamet günü şefaatinle daha mutlu olan kimdir? dedim. «Kalbden samimi olarak la ilahe illallah, diyendir» (Ahmed İbn Hanbel l l / 307, 518)buyurdu. Yine Ebû Hûreyre'den Müslim'in Sahih'inde şöyle bir rivayet nakledilir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki: «Her peygamberin kabul edilen bir duası vardır ve her peygamber henüz dünyadayken onu kullandı. Bense onu kıyamet gününe şefaat olarak sakladım. İnşâallah, ümmetimden Allah'a şirk koşmayan, herkese ulaşır» (Ahmed İbn Hanbel V/326).

«Sünen»lerde Avf b. Malik'ten şöyle dediği rivayet edilir: Resûlüllah (s.a.v.) buyurdu ki:

«Bana Rabbimin yanından bir elçi geldi ve beni ümmetimin yarısını cennete sokmakla şefaat arasında muhayyer bıraktı. Ben şefaati seçtim. O, Allah'a ortak koşmadan ölen içindir»

Rivayetin başka bir lâfzı şöyledir: «Her kim Allah'a şirk koşmadan ölürse, o şefaatim altındadır» (Tirmizî, Kıyâme 13; İbn Mâce, Zühd 37; Müsned l l / 75) .

Bu temel, yani tevhid, Allah'ın ne öncekiler, ne de sonrakiler için, kendinden başkasını din olarak kabul etmediği İslâm'ın temelidir. Allah, peygamberleri onunla göndermiş ve onunla kitaplar indirmiştir. Nitekim şöyle buyurmaktadır:

«(Ey Muhammed)! Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor, Biz, Rahman olan Allah'tan başka kulluk edilecek tanrılar meşru kılmış mıyız?»(43 Zuhruf 45).

«Senden önce gönderdiğimiz her peygambere: 'Benden başka tanrı yoktur. Bana kulluk edin' diye vahyetmişizdir»(21 Enbiyâ 25) .

«Andolsun ki, her ümmete: 'Allah'a kulluk edin, tâğutlardan kaçının' diyen peygamber göndermişizdir. Allah içlerinden kimini doğru yola eriştirdi, kimi de sapıklığı hak etti» (16 Nahl 36).

Allah Azze ve Celle bütün peygamberlerin davetinin «Allah'a kulluk edin, O'ndan başka ilahınız yoktur» sözüyle başladığını zikretmektedir.

İbn Hanbel'in Müsned'inde İbn Ömer'den yapılan rivayette Peygamber (s.a.v.)'in şöyle buyurduğu nakledilmektedir:

«Kıyametin kopmasına yakın kılıçla gönderildim. Tâ ki ortağı olmayan tek Allah'a ibadet edilsin. Rızkım, mızrağımın gölgesinde kılındı. Emrime karşı çıkan için zillet ve küçüklük vardır. Her kim bir kavme kendisini benzetirse, onlardandır» (Ahmed İbn Hanbel l l / 50, 92).

Kur'an'ın müşriklerini haber verdiği, Peygamber (s.a.v.)'in kan ve mallarını heder etmeyi, çoluk çocuklarının esir edilmesini helâl kıldığı ve cehennemi onlara zorunlu kıldığı Kureyş ve diğer müşrikler; gökleri ve yeri yaratanın sadece Allah olduğunu kabul ediyorlardı. Nitekim Allah şöyle buyurmaktadır:

«Andolsun ki onlara,'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye sorarsan, 'Allah'tır, derler. De ki: 'Hamd Allah'a mahsustur' ama, çoğu bilmezler» (31 Lokman 25).

«Andolsun ki onlara. 'Gökleri ve yeri yaratan, güneşi, ayı buyruğu altında tutan kimdir?' diye sorsan, şüphesiz 'Allah'tır' derler. Öyleyse niçin (aldatılıp) döndürülüyorlar» (29 Ankebût 61).

«De ki: 'Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?' 'Allah'ındır' diyecekler. 'Öyleyse ders almaz mısınız?' de. 'Yedi göğün de Rabbi, yüce Arş'ın da Rabbi kimdir?' de. 'Allah'tır' diyecekler. 'Öyleyse Ona karşı gelmekten sakınmaz mısınız?' de. 'Biliyorsanız söyleyin, her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran, fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?' de. 'Allah'tır' diyecekler. 'Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz?' de. Hayır, Biz onlara gerçeği getirdik ama, onlar yalancıdırlar. Allah çocuk edinmemiştir; O'nunla birlikte hiçbir tanrı yoktur. Olsaydı, her tanrı kendi yarattığı ile beraber gider ve birbirinden üstün olmaya çalışırdı. Allah onların vasıflandırdıklarından münezzehtir » (23 Mü'min 84-91) .

Allah'la birlikte başka ilâhlar edinen müşrikler, edindikleri ilâhların yaratılmış olduğunu kabul ediyorlardı. Lâkin onları şefaatçi (aracı) ediniyor ve onlara ibadet etmekle Allah'a yaklaştıklarını sanıyorlardı. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Onlar, Allah'ı bırakarak, kendilerine fayda da, zarar da veremeyen putlara taparlar: 'Bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir' derler. De ki: 'Göklerde ve yerde Allah'ın bilmediği bir şeyimi O'na haber veriyorsunuz?' Allah, ortak koştuklarından münezzeh ve yücedir» (10 Yûnus 18).

«Kitabın indirilmesi, güçlü ve hikmet sahibi olan Allah katındandır. Biz sana Kitab'ı gerçekle indirdik. Öyleyse dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk et. Dikkat edin, hâlis din Allah'ındır. O'nu bırakıp da putlardan dostlar edinenler: 'Onlara, bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz' derler. Doğrusu Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir. Allah şüphesiz yalancı ve inkarcı kimseyi doğru yola eriştirmez» (39 Zümer 1-3) .

Müşrikler, telbiyelerinde şöyle diyorlardı: «Buyur (Allah'ım)! Ortağın yoktur! Ancak bir ortağın vardır. Sen ona maliksin ama o sana değil» ( Müslim, Hacc 22)

Yüce Allah yine şöyle buyurmaktadır:

«Allah size kendinizden bir misal vermektedir:Size verdiğimiz rızıklarda, emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit şekilde hak sahibi olmalarına razı olur ve birbirinizi saydığınız gibi bu ortaklarınızı sayar mısınız? Düşünen kavme âyetleri böylece uzun uzadıya açıklarız. Hayır, zulmedenler, körü körüne kendi heveslerine uymuşlardır. Allah'ın saptırdığı kimseleri kim doğru yola eriştirebilir? Onların yardımcıları da yoktur. O halde sen, Hakk'a yönelerek kendini Allah'ın insanlara yaratılışta verdiği dine ver. Zira Allah'ın yaratışında değişme yoktur, işte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Allah'a yönelerek O'na karşı gelmekten sakınınız, namaz kılınız, dinlerinde ayrılığa düşüp fırka fırka olan, her fırkanın da kendisinde bulunanla sevindiği müşriklerden olmayınız» (30 Rum 28-32).

Her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah, kendilerine verdiği örnekte, sahibi bulunduğu şeyin kendisine ortak olmasının yaraşmadığını belirterek şöyle buyurmaktadır:

«Size verdiğimiz rızıklarda emrinizde bulunan kölelerinizin de eşit surette hak sahibi olmalarına razı olur musunuz?»

Birbirinizi saydığınız gibi kölelerinizi de sayıyor musunuz? Sizden her biriniz, kölesinin kendisine ortak olmasına razı olmadığına göre, başkasını Rabbımza ortak koşmayı nasıl kendinize yaraştırıyorsunuz?

Bu, Allah'ın kızları bulunduğunu söylemelerine benzer. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Kendilerinin beğenmedikleri şeyi Allah'a mal ederler. Üstelik dilleri, güzel şeylerin kendilerine ait olduğunu yalan yere söyler durur. Cehennemin onların olduğunda ve önceden oraya gideceklerinde şüphe yoktur» (16 Nahl 62).

«Aralarından birine bir kızı olduğu müjdelendiği zaman içi gamla dolarak yüzü simsiyah kesilir. Kendisine verilen kötü müjde yüzünden halktan gizlenmeye çalışır; onu utana utana tutsun mu, yoksa toprağa mı gömsün? Ne kötü hükmediyorlar, Ahirete inanmayanlar kötülük misalidirler. En üstün misali ise, Allah verir. O, güçlüdür, Hakimdir» (16 Nahl 58-60) .

Sayfa içindekiler:

Tevessül

Şefaati inkâr edenler

Tevessülün

Dinin temeli tevhiddir

İki sınıf müşrik

Ölmüş kimselerden istekte bulunmak

Kötü bid'atler

Kabir ziyareti

Giriş

İki sınıf müşrik

Allah ve Resulünün müşriklikle nitelendirdiği kimseler iki sınıfa ayrılır: Hz. Nûh'un kavmi ve Hz. İbrahim'in kavmi

Hz. Nuh kavminin şirklerinin temeli, salihlerin kabirlerine bağlanmaları, sonra heykellerini yapmaları ve giderek onlara tapmalarıdır.

Hz. İbrahim'in kavminin şirklerinin temeli ise yıldızlara, güneşe ve ay'a tapmalarıdır.

Bunlardan her biri ayrıca cinlere tapıyorlardı. Çünkü şeytanlar onlarla konuşuyor ve bazı hususlarda onlara yardımcı oluyorlardı. Hakikatte cinlere taptıkları halde, kendilerinin meleklere tapan insanlar olduklarına inanırlardı. Aslında onlara yardımcı olan ve şirk koşmalarından hoşnut bulunan cinlerin kendileriydi. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«O gün, onların hepsini mahşere toplar, sonra meleklere: 'Bunlar size mi tapıyorlardı?' der. (Melekler) derler ki: 'Sen yücesin, bizim velimiz onlar değil, sensin' . Hayır, onlar cinlere tapıyorlardı. Çoğu onlara inanmıştı» (34 Sebe' 40-41) .

Melekler ne hayatta, ne de öldükten sonra şirk konusunda onlara hiçbir zaman yardım etmezler ve böyle bir durumdan hoşnut da olmazlar. Fakat bu konuda onlara şeytanlar yardım eder ve insan biçiminde görünürler. Onlar da gözleriyle şeytanları görürler. İnsan suretine girenler onlara: Ben İbrahim'im, ben Mesih'im, ben Muhammed'im, ben Hızır'ım, ben Ebû Bekir'im, ben Ömer'im, ben Osman'ım, ben Ali'yim, ben falan şeyhim, der. Onlar da bazen biribirlerine: Bu, falan peygamberdir, bu Hızır'dır, derler. Oysa onların hepsi cindir; birbirlerine şahidlik etmektedirler. Cinlerin de insanlar gibi kâfirleri, fâsıkları, âsîleri ve cahil âbidleri vardır. Onlardan kimi, bir şeyhi sever ve onun suretinde görünüp «ben falanım» der. Bu, çöl ve tenha bir yerde olabilir. O cin bir insana yemek yedirir, bir şey içirir veya ona gideceği yolu gösterir. Yahut meydana gelmiş kimi gaib haberleri söyler. O şahıs da, bu işi ölmüş veya diri olan şeyhin yaptığını sanır. Hattâ bazen şöyle bir kanaate da varır: «Bu, şeyhin sırrıdır. Şu onun hayâli, ve bu da hakikati». Ya da şöyle düşünür: «Bu şeyhin suretine bürünmüş bir melektir». Oysa o, bir cinden başkası değildir. Çünkü melekler şirke, iftiraya, günah ve haksızlığa yardımcı olmazlar.

Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«De ki: 'Allah'tan başka (kendilerinde bir şeyler var sandıklarınızı çağırın ,onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de onu başka bir yana çevirebilirler. O yalvardıklarınızın (Allah'a) en yakın olanları bile Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar; O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Rabbinin azabı, cidden korkunçtur» (17 İsrâ 56-57).

Seleften bir cemaat diyor ki: Meleklere ve Üzeyr, Mesih gibi peygamberlere dua eden cemaatler vardı. Yüce Allah bu âyetleriyle, melek ve peygamberlerin de kendisinin kulu olduklarını, bizzat kendilerinin de rahmetini umduklarını, azabından korktuklarını, diğer salih kullar gibi kendisine yaklaşma çabası içerisinde bulunduklarını haber vermektedir.

Bu müşriklerden bazıları şöyle der: Biz, onlarla şefaat diliyoruz; yani melek ve peygamberlerden bize şefaat etmelerini istiyoruz. Onlardan birinin kabrine gittiğimiz zaman, bize şefaat etmesini istiyoruz. Onlardan birinin heykelini ya da - hıristiyanların kiliselerinde olduğu gibi - resimlerini çiziyorsak, bundan amacımız, onları ve tavırlarını bize hatırlatmalarıdır. Bu heykel (veya resimlere) hitap ederken, asıl maksadımız o kimin heykeli ise Allah'ın yanında bize şefaat etsin diye o kimseye hitap etmektir. Onlardan her biri, o heykellerin veya resimlerin karşısında durur ve: Ey falan efendim! Ey Cercis efendim! Ey Batrus Efendim! Ey kutsal Meryem Ana! Ey İbrahim Halil Efendim! Ey Musa b. İmrân Efendim! vs... Rabbin katında bana şefaat et, der.

Bazen de mezarı başında ölüye hitap ederek: Rabbinden benim için şunu iste, der. Ya da hayatta olan birine hitap ederler ama o hitap ettikleri orada hazır bulunmadığı halde, oradaymış gibi davranırlar.Şayet hazır ise, kasideler söyler ve: Ey falan efendim! Sana sığındım, himayene girdim. Allah katında bana şefaat et. Allah'tan düşmana üstün gelmemizi iste. Allah'tan şu sıkıntımızı gidermesini dile. Halimi sana arzediyorum, sen de Allah'tan belâları benden uzaklaştırması dileğinde bulun. Ya da Allah'tan, beni bağışlamasını iste vs. derler.

Onlardan kimileri de Nisa süresindeki:

«Eğer onlar, kendilerine zulmettikleri zaman sana gelseler, Allah'tan, günahlarını bağışlamasını isteseler ve Resul de onların bağışlanmasını dileseydi, elbette Allah'ı affedici, merhametli bulurlardı» (4 Nisa 64)âyetini te'vil ederek: Ölümünden sonra ondan mağfiret dileyecek olsa, mağfiret dileyen sahabe durumunda oluruz, derler. Böylece sahabe ve hakkıyla onlara tâbi olanlarla sair müslümanların icmaına muhalefet ediyorlar. Çünkü hiçbir sahabe, Peygamber (s.a.v.)'in vefatından sonra, ondan şefaat dilememiş ve ondan herhangi bir istekte bulunmamıştır. Müslüman imamların hiçbirinin kitabında sahabenin, ölümünden sonra böyle bir istekte bulunduğuna dair bir kayıt yoktur. Zikreden varsa, o da müteahhir fukahadandır. Nitekim İmam Malik (r.a.) hakkında uydurma bir hikâye naklediyorlar ki, inşâallahu Teâlâ bu hikâyeyi ele alacak ve ondan etraflıca söz edeceğiz.

Meleklere, ölümlerinden sonra mezarları başında veya gıyaplarında ya da heykellerinin önünde peygamberlere ve salih kimselere bu şekilde bir hitap, müşriklerde ve Allah'ın izin vermediği şirk ve ibadet şekilleri uyduran Kitab Ehlinde ve müslümanlar içindeki bid'atçılar arasında var olan şirk türlerinin en büyüğüdür. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«Yoksa onların, kendilerine Allah'ın izin vermediği dini koyan ortaklan mı var?» (42 Sûra 21).

Ölmüş kimselerden istekte bulunmak

Ölümlerinden sonra ve gıyaplarında melek ve peygamberlere dua etmek, onlar aracılığıyla istekte bulunmak ve bu durumda şefaat etmelerini dilemek, - onlardan şefaat talep etme anlamında - heykellerini dikmek; Allah'ın teşri buyurduğu, bir peygamberi onunla gönderdiği veya bir kitabı onunla indirdiği hiçbir din yoktur. Böyle birşey müslümanların ittifakıyla ne vacib, ne de müstehabtır. Ne sahabeden, ne de hakkıyla onlara tâbi olanlardan biri böyle bir şey yapmış ve ne de müslümanların müctehid imamları böyle bir şeyin yapılmasını istemiştir. Her ne kadar halk içinde ibadet ve zühd sahibi kimselerden bazıları bunu yapıyor ve bu konuda birtakım hikâye ve rüyalar anlatıyorsa da, aslında böyle şeylerin hepsi şeytanın eserlerindendir.

Bu âbid ve zâhidlerden kimileri, ölüye (istekte bulunma anlamında) dua, onunla şefaat istemek ve ondan istiğasede bulunmak konusunda kasideler dizer, ya da peygamber ve salihlere medhiyeler söylerken bu gibi şeyleri de bu medhiyeler arasında zikrederler. Bunların hepsi Müslüman imamların ittifakıyla, bunlardan hiçbiri meşru, vacib ve müstehab olan davranışlardan değildir. Her kim ne vacib, ne de müstehab olmayan bir şeyle ibadet eder ve onun vacib ya da müstahab olduğuna inanırsa, sapıktır, bid'at ehlindendir. İşlediği bu bid'at, iyi bid'at değil, din âlimlerinin ittifakıyla kötü bir bid'attir. Allah'a, ancak vacib ya da müstahab olan bir fiille ibadet edilir.

Ne yazık ki birçok kimse, bu tür şirklerde yarar ve maslahatların bulunduğunu söylemekte, ya akıl veya zevk ya da taklit ve rüyalarla bu söylediklerini delillendirmeye çalışmaktadır.

Bunlara iki yoldan cevap verilir:

Birisi: Nass ve icma delilidir.

Diğeri ise: Kıyas, hiss-i selim ve iddialarındaki zararı açıklamaya itibar etmektir. Çünkü ondaki zarar, sandıkları maslahattan çok daha ağır basmaktadır.

Birinci hususa gelince, onlara şöyle cevap verilir: İslâm dininde zorunlu olarak ve tevatür ile İslâm ümmetinin selefi ve müctehid imamlarının icmaıyla bilinmektedir ki, bu ne vacib, ne de müstahabtır.

Yine bilinmektedir ki, ne Peygamber (s.a.v.), ne de ondan önceki peygamberlerden herhangi biri meleklere, peygamberlere ya da salih kimselere dua edin veya ölümlerinden sonra, ya da gıyaplarında onlarla şefaat dileyin diye bir tavsiyede bulunmamıştır, bir kimse: Ey melekler! Allah katında bana şefaat edin; Allah'tan isteyin; dileyin ki bize yardım etsin, bize rızık versin veya bizi hidayete kavuştursun, dememiştir.

Aynı şekilde hiçbir kimse, peygamber ve salihlerden ölen ne; Ey Allah'ın peygamberi! Ey Allah'ın Resulü! Benim için Allah dua et; benim için Allah'tan iste; bağışlanmamı dile; Allah'tan dileki günahlarımı bağışlasın; beni hidayete kavuştursun; bana yardım etsin, ya da bana sıhhat ve afiyet versin, dememiştir.

Yine hiçbiri: Günahımdan, rızkımın azlığından veya düşmanın bana hâkimiyet kurmasından sana şikâyet ediyorum. Ya da: Bana zulmeden falanı sana şikâyet ediyorum, dememiştir. Bunları söylemedikleri gibi: Sana misafir olarak geldim; sana komşuyum; sana sığınanları korursun; sen, kendisine sığınılanların en hayırlısısın, dememiştir.

Yine onlardan hiçbiri, böyle bir şeyi kâğıda yazıp mezarın başına asmamış, ya da falana sığınıyorum diye bir not yazarak o notu götürüp, sığındığı yerde çalışan birine vermemiştir. Ehl-i Kitab ve müslümanlar içindeki bid'at ehlinin yaptıkları bu gibi şeyleri yapmıyordu. Nitekim Hıristiyanlar kiliselerinde, müslümanlar arasında çıkan bid'at ehli de peygamberlerle salih kimselerin kabirlerinde ve gıyaplarında bu tür şeyleri yapmaktadırlar. Oysa İslâm dininde zorunlu olarak Peygamber (s.a.v.)'in bu ümmete böyle şeyleri teşrî buyurmadığı mütevatir nakil ve müslümanların icmaıyla bilinmektedir.

Aynı şekilde daha önce gelen peygamberler de, bu gibi şeylerden hiçbirini teşri buyurmamışlardır. Ne peygamberlerinden Ehl-i Kitaba ve ne de Peygamberimiz (s.a.v.)'den müslümanlara böyle bir nakil vardır. Hattâ ne sahabeden, ne de hakkıyla onlara tâbi olanlardan biri böyle bir şey yapmıştır. Müslüman müctehidlerden de bunu hoş karşılayan olmamıştır. Ne dört imam, ne de bir başkası. İmamlardan hiçbiri, ne hacc ibadetinde, ne de başka bir ibadette Peygamber (s.a.v.)'in kabri başında Peygamber'den şefaat etmesini, ümmeti için dua etmesini ya da ümmetin başına gelen dinî veya dünyevi bir musibeti kendisine şikâyet etmeyi hoş karşılamış değildir.

Nitekim Ashab, Resûlüllah (s.a.v.)'in, vefatından sonra nice belâlarla karşı karşıya kalmışlardır; bazen kuraklıkla yüzyüze gelmiş, bazen yemek için yeterli gıda maddesi bulamamış, bazen güçlü düşman ordusu ve korkuyla karşı karşıya gelmiş, bazen de günah ve vasiyetlere maruz kalmışlardır. Ama onlardan hiçbiri ne Peygamber (s.a.v.) 'in, ne Hz. İbrahim 'in ve ne de peygamberlerden herhangi birinin kabrine gidip: Kuraklığı veya düşmanın kuvvetini ya da günahların çokluğunu sana şikâyet ediyoruz. Yahut: Ümmetine rızık vermesi veya onlara yardım etmesi ya da günahlarının bağışlanması için Allah'tan istekte bulun, dememiştir. Aksine, müslüman müctehidlerden hiçbiri bu gibi sonradan ortaya çıkmış bid'atleri hoş karşılamamışlar. Bu tür şeyler, müslüman müctehidlerin ittifakıyla ne vacib, ne de müstahabtır.

Kötü bid'atler

Aslında vacib ve müstahab olmayan her bid'at, kötü bir bid'attır. Müslümanların ittifakıyla sapıklıktır. Bid'atlerin bazısına, bid'ati hasene (güzel bid'at) diyebilmek için, hasene olarak niteledikleri bid'atin müstahab olduğuna dair şer'î bir delil getirilmesi gerekir. Hiçbir müslüman, müstahab ve vacib olmayana kişiyi Allah'a yaklaştıran hasenat gözüyle bakamaz.( İslâm âlimleri bid'ati çeşitli şekillerde tarif etmişlerdir. Bu tarifleri gruplandırıp ortak noktalarını tesbit ettiğimizde iki kısma ayrıldığını görürüz :

Birine göre bid'at: Peygamber (s.a.v.)'den sonra din ve dünya, işlerinde ortaya çıkan her şeydir. Bid'ati bu şekilde tarif edenler, ister istemez bid'atler arası bir taksime girmiş ve onları bid'at-i seyyie (kötü bid'at) ve bid'at-i hasene (güzel bid'at) şeklinde ikiye ayırmışlardır.

Diğer gruba göre ise: Resûlüllah (s.a.v.)'in tebliğ ettiklerinden başka, dine ilâvede bulunmak, bir şey çıkarmak, ya da tebliğ ettiklerini değiştirmektir.

Bid'ati bu şekilde tarif edenler, bid'atleri taksim etme ihtiyacı duymamış, bu tarife giren her şeye bid'at demiş ve ona karşı koymuşlardır. Böylece Resûlüllah'tan sonra ortaya çıkan her şeye de bid'at dememişlerdir.

Terimleştirmede nasslar nazarı itibara alındığında ikinci tarifin daha doğru olduğu açıktır. Şöyle ki :

Gerek Kur'ân-ı Kerim'de, gerek Sünnet'te bid'at, dinden olmayanı dine sokmak anlamında kullanılmıştır. Hadîd sûresinde Hıristiyanların ruhbanlığı sonradan icad ettiklerinden ve dine soktuklarından bahisle «ibtedaûhâ» buyurulmaktadır (bk. 27. âyet).

Peygamber (s.a.v.) de: Din işinde sonradan çıkarılan her şeyin bid'at ve her bid'atin de sapıklık olduğunu ifade etmektedir (bk. Müslim, Cumua 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5). Hadîsten de anlaşıldığı gibi her bid'at sapıklıktır. O halde «bid'at-i hasene» denirken, ister istemez insanın aklına «güzel sapıklık» gibi bir mefhum gelmektedir. Gerçekte bid'at olmayan şeylere başlangıçta «bid'at-ı hasene» denilmesi, ardından bid'at olan birçok şeyin bu isim altında dine sokulmasına sebep olmuştur.

Yalnız bu konuda değil, Kur'an ve Sünnet'teki kullanışlara dayandırılmayan her terimleştirmede, dinden olmayan şeylerin dine girmelerine ve birçok dinî anlamın safiyetine gölge düşürdüğü bir vakıadır. )

Ya vacib ya da müstahab olarak emredilen iyiliklerden olmayan bir şeyle Allah'a ibadet eden sapıktır ve şeytanın tabilerindendir. Yolu şeytanın yoludur. Abdullah b. Mes'ûd'un dediği gibi: Resûlüllah (s.a.v.) bir çizgi çizdi ve sonra o çizginin sağına ve soluna da çizgiler çizerek:

«Bu, Allah'ın yoludur. Bunlar -sağına ve soluna çizilenler-, da (şeytanın yollan olup) her birinin başında bir şeytan dikilmiş, onları çağırmaktadır», buyurdu. Ve: «İşte bu, benim dosdoğru yolumdur. Ona, tâbi olun. (Başka) yollara tâbi olmayın ki, sizi O'nun yolundan ayırmasın!» (6 En'âm 153) âyetini okudu. (Darimi, Mukaddime 23; Ahmed İbn Hanbel l/435, 465)

Bu, önemli ve kapsamlı bir kural olup Allah'a ve Resulüne inanan herkesin ona tâbi olması; Muhacir, Ensar ve onlara hakkıyla tâbi olanların görüşlerine karşı çıkarak sünnete ve öncekilerin icmaına muhalefet etmemesi gerekir. Hele kendisiyle tâbi olduğu kimse ile benzeri bir görüşü paylaşan güvenilir ve icma gibi konularda sözü geçerli bir müctehid yoksa; tabi olduğu kimsenin görüşünden dolayı icma zedeleniyor ve icmaın meydana gelmesi için onayına ihtiyaç bulunmayan biriyse...

Karşı koyan müctehid olsa bile görüşü mütevatir sünnet ve kendisinden önceki müctehidlerin ictihadlarıyla karşı karşıya gelmiştir - dolayısıyla görüşüne itibar edilmez - müctehid için durum böyle olunca ya karşı koyan hem müctehid değil, hem de şer'î bir delile; bir ilim, hidayet ve kitaba dayanmadan, Allah hakkında tartışmaya cür'et eden birine tabi olan biriyse ona ne demeli?

Peygamber (s.a.v.) böyle bir şeyi teşri buyurmadığına göre o, ne vacib, ne de müstahabtır. Hattâ o, böyle bir şeyi teşri buyurmadığı gibi, üstelik hem onu, hem de ona götüren yolları yasaklamıştır. Nitekim Aleyhissalâtü vesselam, müslümanları peygamberlerle salihlerin mezarlarının mescid edinilmesinden sakındırmıştır.

Müslim'in Sahîh'inde, Cundub b. Abdullah'tan Peygamber (s.a.v.)'in, vefatından beş gün önce şöyle dediği nakledilmektedir :

«Sizden öncekiler, kabirleri mescid ediniyorlardı. Sakın kabirleri mescid edinmeyesiniz. Sizi bundan sakındırıyorum» (Muvatta', Sefer 85 ).

Sahîhayn'de Hz . A i ş e ' den yapılan bir nakle göre, Peygamber (s.a.v.) vefatından önce şöyle demiştir:

«Allah'ın lâ'neti yahudi ve Hıristiyanların üzerine olsun. Onlar, Peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler» (Buhârî, Salât 48, Cenâiz 69, 96; Müslim, Mesâcid 19) .

Böylece Resûlüllah (s.a.v.) onların yaptıklarından bizi sakındırmaktadır. H z . A i ş e diyor ki: Şayet böyle olmasaydı, kabrini açığa yapardı. Ama mescid edinilmesinden korktuğu için böyle yapmadı.

Bir yerin mescid edinilmesi, oranın mescidlerin amacı olan beş vakit namaz ve diğer namazlara ait kılınmasıdır. Mescid edinilmesinden maksat, orada Allah'a ibadet etmek ve yaratılmışlara değil, sadece O'na ibadet etmektir.

Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) mescidlerde olduğu gibi, namaz maksadiyle mezarlarının mescid edinilmesini yasaklamıştır. Orada namaz kılan, sadece Allah'a ibadet etmeyi amaçlamış olsa bile durum budur. Çünkü böyle bir durum, zamanla kabirde yatandan dolayı ve ona dua etmek, onun aracılığıyla dua etmek veya onun yanında dua etmek gibi bir maksatla mescid edinilmesine yol açabilir. İşte bu yüzden Resûlüllah (s.a.v.) yalnızca Allah'a ibadet için de olsa kabrin ibadet yeri haline getirilmesinden sakındırmıştır. Böylece Allah'a ortak koşmaya bir kapı açılmasını engellemiştir.

Bir davranış, eğer bir bozukluğa götürüyor ve onda maslahat ağır basmıyorsa, ondan sakındırmıştır. Nitekim mefsedeti ağır bastığından dolayı üç vakitte (güneş doğarken, batarken ve tam tepedeyken) namazın kılınmasını yasaklamıştır. Buradaki mefsedet, şirke yol açan ve kişiyi müşriklere benzeten şeydir. Ayrıca sair vakitlerde tatavvu olarak namaz kılmak mümkün olduğundan bu vakitlerde maslahat ağır basmamaktadır.

İşte bu nedenledir ki âlimler, sözkonusu vakitlerde herhangi bir nedene dayalı olarak kılınan namazların caiz olup olmadığında ihtilâf etmişler ve birçoğu caiz olduğunu söylemiştir. Nitekim kuvvetli olan görüş de budur. Çünkü yasaklama seddi zerayi' (kötülüğe açılan kapıyı tıkama) kabilinden ise, ağır basan bir maslahattan dolayı mubah olur. Sebeplere mebni olarak kılınan namazların, sözkonusu vakitlerde kılınmalarına ihtiyaç duyulabilir. Kılınmadıklarında kaçırılmış olurlar ve maslahatları da yitirilmiş olur. Maslahatlarının ağır basmasından dolayı, sözkonusu vakitlerde mubah kılınmışlardır. Sebeplere mebni olmayanlarda ise, durum böyle değildir. Bu vakitlerin dışında ağır basan bir maslahat kaçırılmış olmaz. Ayrıca bunda bir mefsedet de mevcut olup yasaklanmasını gerekli kılmaktadır.

Söz konusu vakitlerde namaz kılınmasının yasaklanmasıyla şirke açılan kapıyı tıkayıp - güneşe, aya ve yıldızlara tapanların yaptığı gibi - güneşe secde etme, ona dua etme ve ondan istemeye götürmemesi için bunun yasaklanması, açıkça bilinmektedir ki,bizatihî haram olan güneşe dua etmek ve ona secde etmenin haramlığı, ona dua etmeye götürmesin diye namaz kılınmasının yasaklanmasındaki haramdan çok daha büyüktür.

Aynı şekilde peygamber ve salih kimselerin kabirlerinin mescid edinilmelerinin yasaklanması - ki onların yanında namaz kılmanın yasaklanması, onlara dua ve secde etmeye götürmesin diyedir -açıkça göstermektedir ki, onlara dua ve secde etmek, kabirlerini mescid edinmekten çok daha haramdır.

Kabir ziyareti

Müslümanların kabirleri ziyaretleri iki şekilde olur:

Şer'İ ziyaret ve bid'at olan ziyaret.

Şer'î ziyaret, cenaze namazındaki amaç, nasıl onun için dua etmek ise, kabri ziyaretteki amaç da o kabirdeki ölü için dua etmektir. Kabri başında durmak da, cenaze namazını kılmak türündendir. Yüce Allah münafıklar hakkında şöyle buyurmaktadır:

«Ve onlardan ölen birine asla namaz kılma, onun kabri başında da durma» (9 Tevbe 81)Böylece yüce Allah, Peygamberini, münafıkların cenaze namazlarını kılmaktan ve kabirleri başında durmaktan sakındırmaktadır. Çünkü onlar, Allah ve Resulüne inanmamış; kâfir olarak ölmüşlerdir. Bu illetten, yani kâfir olmalarından dolayı cenaze namazlarını kılmayı da, kabirleri başında durmayı da yasaklayınca, bu, şuna işaret eder ki, bu illet ortadan kalkınca yasaklama da kalkmaktadır.

Yasaklamanın onlara tahsis edilmesi, başkalarının namazlarının kılınacağını ve kabirleri başında durulacağını gösterir. Çünkü hiç kimse hakkında kabir ziyareti meşru olmasaydı, yasaklama onlara hâs kılınmaz ve bunun nedeninin, kâfir oluşları olduğu belirtilmezdi. İşte bu nedenledir ki, mü'minlerin cenaze namazlarını kılmak ve kabirleri başında durmak, mütevatir sünnettendir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) müslüman ölülerin cenaze namazlarını kılmış ve bunu ümmetine teşri buyurmuştur. Ümmetinden biri defnedildiğinde kabri başında durur ve :

«Onun için sebat isteyiniz. Çünkü şimdi o, sorguya çekilmektedir» buyurmuştur. (Hadîsi, Ebû Dâvud ve başkaları rivayet etmiştir) (Ebû Dâvud, Cenâiz 69).

Yine Baki' mezarlığını ve Uhud'taki şehidleri ziyaret ediyor ve ashabına, kabirleri ziyaret ettiklerinde şöyle demelerini öğretiyordu :

«Selâm size ey mümin ve müslüman diyarın ehli. înşâallah bizler de size ulaşacağız. Allah, sizden ve bizden öncekilere ve sonrakilere merhamet etsin. Allah'tan, bize ve size afiyetler dileriz. Ecirlerinden bizi mahrum etme ve onlardan sonra bizi imtihan etme Allah'ım!» (Nesâî, Cenâiz 103; Müslim, Cenâiz 103; İbn Mâce, Cenâiz 36).

Müslim'in Sahîh'inde Ebû Hüreyre' den yapılan bir rivayete göre de Resûlüllah (s.a.v.) mezarlığa gitmiş ve şöyle buyurmuştur :

«Selâm size ey mü'minler topluluğunun diyarı, înşâallah bizler de size ulaşacağız» (Müslim, Cenâiz 102; Ebû Dâvud, Cenâiz 79).

Bu konudaki hadîsler sahih ve malûmdur. Mü'minlerin kabirlerine yapılan şer'î ziyaretten maksat, onlar için dua etmektir.

Bu ziyaret, ortak noktaları olan kâfirlerin kabirlerini ziyaret etmekten farklıdır. Nitekim Müslim'in Sahîh'i ile Ebû Dâvud, Nesâî ve İbn Mâce'de Ebû Hüreyre'nin şöyle dediği nakledilmektedir: Resûlüllah (s.a.v.) annesinin kabrine geldi. Kabri başında ağladı. Bu yanındakileri de ağlatmıştı. Sonra şöyle buyurdu:

«Ona (anneme) mağfiret dilemem hususunda Rabbimden izin istedim, izin vermedi. Kabrini ziyaret edeyim diye izin istedim, izin verdi. Kabirleri ziyaret edin, çünkü onlar size âhireti hatırlatır» (Müslim, Cenâiz 105,, 108; Ebû Dâvûd, Cenâiz 77) . (Resûl-i Ekrem'in ebeveyni hakkındaki bu gibi rivayetler müslüman bilginler arasındaki anlaşmazlık konularından birisini teşkil etmektedir. Bu hususta yazılmış birçok kitab, Resûlullah'ın anne ve babasının ehl-i necat olup olmadığı kanaatlerinin isbatına hasredilmiştir. Bu alanda yazılmış ve Resûlüllah'ın ebeveyninin ehl-i necattan olduğunu ilmî bir duyarlılıkla ele alan en önemli eserin Hafız Süyûtî'ye ait olduğu belirtilmektedir. Daha geniş bilgi için bakınız; «Sahih-i Buhârî muhtasarı Tecrid-i Sarih tercemesi ve şerhi 4/535»)

Kabirdeki kâfir bile olsa, bu tür ziyaret ölümü hatırlatması bakımından yararlı ve meşrudur. Ama, ölü için dua etmek amacıyla ziyaret böyle değildir. Bu, yalnızca mü'minin kabrini ziyaret hakkında meşrudur.

Bid'at olan ziyarete gelince, ölüden ihtiyacını gidermesini istemek, ondan dua ve şefaat beklemek, ya da kabri başında dua etmenin icabete daha şayan olacağı düşüncesiyle yapılan ziyarettir. Bu düşüncelerle yapılan ziyaretlerin hepsi sonradan uydurulmuş bid'atler olup Peygamber (s.a.v.) böyle bir şeyi teşri etmemiş ve sahabe de, Peygamber (s.a.v.)'in veya bir başkasının kabrini bu şekilde ziyaret etmemişlerdir. Bu, bir tür şirk veya şirke götüren yollardandır.

Onlara dua etme, ya da onların yanında dua etme düşüncesini taşımadan, peygamberlerin ve salih kimselerin mezarları yanında namaz kılacak olursa, meselâ kabirlerini mescid edinirse, bu, haram olup yasaklanmıştır. Bunu yapan kişi, Allah'ın gazap ve lanetine uğramıştır. Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmaktadır:

«Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinenler için Allah'ın gazabı çetin oldu».

Yine şöyle buyurmaktadır:

«Allah yahudi ve hıristiyanları kahretsin. Çünkü onlar, peygamberlerinin kabirlerini mescid edindiler» (Buhârî, Salât 48, Cenâiz 69, 96; Müslim, Mesâcid 19).

Bu gibi sözleriyle Peygamber (s.a.v.), bizleri onların yaptıklarından sakındırmaktadır. Yine şöyle buyurmaktadır:

«Sizden öncekiler, kabirleri mescid ediniyorlardı. Kabirleri mescid edinmeyin. Sizi bundan sakındırıyorum, bilesiniz» (Muvatta', Kasru's-Salât fi's-Sefer 85).

Böyle davranmak haram ve Allah'ın gazap ve lanetine sebep olunca, artık ölüye yalvaran, ya da yanında veya onunla dua eden ve bunun, duasına icabet edilmesine, isteklerine nail olmasına ve ihtiyaçlarının yerine getirilmesine sebep olacağına inananın durumu nasıldır? Hz.Nûh'un kavminde şirkin ve putlara tapma sebeplerinin ilki buydu.

İbn Abbas şöyle demektedir: «Hz. Âdem ile Nuh arasında on nesil vardı. Hepsi de islâm üzereydi. Sonra aralarındaki salih kimseleri tazim etmeleri nedeniyle şirk ortaya çıktı.»

Buhari 'nin Sahîh'i ile tefsir ve peygamber kıssalarıyla ilgili kitablarda İbn Abbas ve başkalarından nakledilen müstefiz haberlerde, «Dediler ki: 'Tanrılarınızı bırakmayın, ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne de Yeğüs'u, Ye'uk'u ve Nesri bırakmayın» (71 Nuh, 23) âyetiyle ilgili olarak Şöyle denilmektedir: Âyette adı geçenler, Hz. Nuh kavminden salih kimselerdi. Öldüklerinde sık sık kabirlerinin başında toplanır oldular. Sonra da heykellerini yapıp onlara ibadet ettiler. İbn Abbas diyor ki: Daha sonra bu putlar Arap kabilelerinde de yaygınlaştı.

Materyalist ve mülhid filozoflardan bir grup zamanla yeni bir tür şirk icat ettiler. Bunu, kabirleri ziyaret konusunda zikrettiler Nitekim İbn Sina ve «el-Kütüb el-Maznûn bihâ», adlı eserin sahibi gibi İbn Sina 'nın peşinden gidenler bunu söz konusu etmiş ve şefaate kendi metodlarına uygun bir anlam vermişlerdir. Onlar Allah'ın gökleri ve yeri altı günde yarattığını, cüz'iyyâtı bildiğini kullarının seslerini duyduğunu ve dualarına icabet ettiğini kabul etmektedirler.

Onlara göre Peygamber ve salihlerin şefaati, îman ehlinin bildiği gibi, salih kişinin yaptığı bir dua olup Allah'ın da onun bu duasına icabet etmesi şeklinde değildir. Yine onlara göre, Peygamber ve salih kimselerle istiskâ yapılıp onların duasına icabet sebebiyle yağmurun yağması mümkün değildir.

Aksine onlar, tabiat olaylarında etkili olan nefsânî kuvvetlerin atmosfer olayları veya tabiat kuvvetleri olduğunu ileri sürerler. Derler ki: Kişi, ölmüş olan salih birini severse, özellikle kabrini ziyaret ettiğinde ruhu ile ölen kişinin ruhu arasında bir ilişki meydana gelir. Onlara göre akl-ı faal'dan, ya da felekî nefsten ayrılan o ölmüş kimsenin ruhu, Allah'ın bilgisinin dışında - hatta ziyaretçi ruhun da farkına varmayacağı bir şekilde - şefaat dileyen ziyaretçinin ruhuna feyiz saçar. Buna örnek olarak da şunu söylerler: Güneşe karşı bir ayna tutulduğunda, ayna güneşin ışınlarını alır. Sonra o aynanın karşısına başka bir ayna tutulursa bu ikinci ayna, ışınlarını birincisinden alır. Bu aynanın karşısında da bir duvar ya da su bulunacak olsa, ışınları bunlara iletir. Onlara göre şefaat de işte böyledir. Ziyaretçi bu şekilde yararlanır. Bu söylenenler üzerinde düşünen herkes küfür türlerini açıkça görür.

İnsanın sapıtmasına sebep olarak putların yanında şeytanların bulunması, oraya gelenlere hitapları ve birtakım tasarruflarda bulunmaları şüphe götürmeyen bir vakıadır. Kabirlerin put edinilmeleri de, şirkin ilkidir. İşte bu sebepledir ki, bazı kimselere kabirlerin yanındayken sesler gelir; onlara birileri görünür ve birtakım garip tasarruflara tanık olurlar. Böylece bu şeyleri o ölünün yaptığını sanırlar. Oysa onları yapanlar cin ve şeytanlar olabilir. Meselâ, kabrin yarıldığını, içinden ölünün çıktığını, kendileriyle konuşup kucaklaştığını görürler. Bu, diğerlerinin kabirleri yanında olabileceği gibi peygamberlerin kabirleri yanında da olur. Oysa kabirden çıkan şeytandır. Şeytan, insanın suretine girerek, kendisinin peygamber ya da falan şeyh olduğunu söyler. Halbuki o, yalancıdır.

Bu konuda o kadar çok olay vardır ki, burada hepsini zikretmek mümkün değildir. Cahil kişi, kabirden çıkıp kendisiyle kucaklaşan ya da konuşanın, o kabirde yatan kişi ya da peygamber veya salih kişi olduğunu sanır. Ama (ilim sahibi) îmanı kuvvetli mü'min, onun şeytan olduğunu bilir. Bunun şeytan olduğu şu özelliklerle bilinir:

1 — Gören kişi samimiyetle ve doğru olarak Âyete'l-Kürsî'yi okumasıyla. Böylece görünen şahıs hemen yok olur. Veya yere gömülür. En azından görünmez olur. Eğer o kişi gerçekten salih biriyse, ya da bir melek ve mü'min bir cin ise, Âyete'l-Kürsî ona zarar vermez. O, ancak şeytanlara zarar verir. Nitekim Buhari' nin Sahîh'inde anlatıldığı şekliyle cinlerden biri, Ebû Hüreyre'ye: «Yatağına girdiğinde Âyete'l-Kürsî'yi oku. O zaman Allah'tan bir koruyucu seni korur; sabaha kadar hiçbir şeytan sana yaklaşamaz» demişti. Olayı duyan Resûlüllah (s.a.v.), Ebû Hüreyre'ye

«O, bir yalancı olduğu halde sana doğruyu söylemiştir» demiştir.(Tirmizî, Sevâbu'l-Kur'an 3; Ahmed İbn Hanbel 423)

2 — Şeytanlardan Allah'a sığınmasıyla.

3 — Bu konudaki diğer şer'î duaları okuyarak sığınmasıyla.

Şeytanlar, peygamberlerin hayatlarında karşılarına çıkar ve onlara eziyyet etmek, ibadetlerini bozmak isterlerdi. Nitekim bir defasında Peygamber (s.a.v.)'e cin gelmiş ve bir ateş aleviyle onu yakmak istemişti. Bunun üzerine Cebrail, Ebu't-Tayyah' tan rivayet edilen hadîsin ihtiva ettiği meşhur sığınma duasını getirdi. Ebu't-Tayyah diyor ki: Biri, yaşlı ve Peygamber (s.a.v.)i görmüş Abdurrahman b. Hubeyş'e sordu; Şeytanlar Resûlüllah (s.a.v.) 'e komplo hazırladığında Resûlüllah ne yaptı? Abdurrahman dedi ki: Şeytanlar, çukur ve vadilerden çıkıp Resûlüllah'a doğru akın etmeye başladılar. Resûlüllah korktu; ne yapacağını şaşırmıştı. Bunun üzerine Cebrail geldi ve ona: «Ey Muhammed, söyle» dedi. Resûlüllah: «Ne söyliyeyim?» diye sordu. Cebrail: Şöyle söyle, dedi:

«Allah'ın yaratıp çoğalttığı ve kendilerine bir düzen verdiği şeylerin şerrinden, gökten inenin ve ona tırmananın şerrinden, yerden çıkanın ve ona girenin şerrinden, gece ve gündüzün fitnelerinin şerrinden, iyilikle gelen hariç ansızın gece gelenin şerrinden, ne iyi ve ne de kötünün aşamadığı Allah'ın mükemmel kelimelerine (kanunlarına) sığınıyorum, Ya Rahman!»

Buhari ve Müslim'de Ebû Hüreyre'nin şöyle bir hadîsi mevcuttur: Peygamber Efendimiz buyurdular:

«Dün gece namazımı kesip bana kötülük etmek üzere cinden bir ifrit geldi. Fakat Cenâb-ı Hak ona karşı bana güç verdi de onu defettim. Sonra onu yakalayıp sabahleyin siz kalktığınızda bakasınız diye Mescid'in bir direğine bağlamak istedim. Ama Süleyman (a. s,)'ın: 'Rabbim beni yarlığa ve bana benden sonra hiç kimseye nasip olmayacak bir hükümranlık ver'(38 Sa'd 35)şeklindeki ilticasını hatırlayıp bundan vazgeçtim. Böylece Cenâb-ı Hak onu hakir ve kovulmuş bir şekilde defetti» (Buhârî, Salât 75; Müslim, Mesâcid 39).

Hz. Aişe'den şöyle rivayet olunmuştur: Hz. Peygamber (s.a.v) namaz kılıyordu. Şeytan gelip O'na musallat oldu. Hz. Peygamber Şeytan'ı yakalayıp yere çaldı ve boğazını sıktı. Resûlüllah Efendimiz buyuruyorlar :

«...o kadar ki dilinin serinliğini elimin üzerinde hissettim. Süleyman (a.s.)'ın duası olmasaydı insanların görmesi için onu bağlamak da mümkündü.»

Bu hadîsi, Nesâî tahric etmiş olup el-Hakim'in «Sahîh»inden daha güvenilir olan «Muhtar» 'ında Ebû Abdillâh el -Makdisî'nin zikrettiği gibi, isnadı İmam Buhârî'nin şartlarını hâizdir. Ebû Said el-Hudrî' den ise şunlar rivayet edilmiştir:

«Hz. Peygamber sabah namazını kılıyordu; Ebû Said de, hemen O'nun arkasındaydı. Hz. Peygamber kıraati karıştırdı. Namazını tamamlayınca buyurdular ki :

«Benimle İblis'i bir görseydiniz! Elimi uzattım ve derhal boğazını sıktım. O kadar ki, salyasının serinliğini - baş ve işaret parmaklarını göstererek - şu iki parmağımda hissettim. Şayet kardeşim Süleyman'ın duası olmasaydı, inanın onu Mescid'in direklerinden birine bağlardım; Medine'nin çocukları da gelip onu oyuna alırlardı. Artık kim kendisi ile kıble arasına hiç kimsenin girmemesine güç yetirebilirse bunu sağlasın» (İbn Hanbel l l l / 82-83).

Bu hadîsi İmâm Ahmed «Müsned» 'inde, Ebû Dâvud «Sünen» 'inde rivayet etmiştir.

Müslim'in Sahih'inde Ebü'd-Derdâ'nın şöyle dediği nakledilir: «Hz. Peygamber namaz kılmak üzere kalmıştı. O'nun şöyle dediğini işittik: 'Senden Allah'a sığınırım'. Sonra üç defa da: 'Allah'ın lânetiyle lanet sana!' dedi ve sanki bir şeyi tutarmış gibi elini uzattı. Namazını bitirince biz sorduk;

— Yâ Resûlâllah! Namazda bir şeyler söylediğini işittik; bunları daha önce senden hiç duymamıştık. Elini uzattığını da gördük? Buyurdular ki:

«Allah'ın düşmanı İblis, yüzüme çarpmak için bir ateş alevi getirdi. Ben hemen üç defa: 'Senden Allah'a sığınırım' dedim ve ekledim: 'Allah'ın tüm lânetiyle seni lanetlerim'. Bunun üzerine İblis geriledi. Sonra ben onu yakalamak istedim. Kardeşimiz Süleyman'ın ilticası olmasaydı şüphesiz İblis, Medine çocuklarının oynayacağı şekilde bağlanmış olurdu» (Müslim, Mesâcid 40).

Bütün bu rivayetlerden anlaşıldığı üzere şeytanlar, eziyet vermek, ibâdetlerini ifsâd etmek için peygamberlere bile gelip musallat olduğuna ve Cenâb-ı Hak, peygamberleri te'yid ettiği dua, zikir, ibadet ve elle cihâd gibi şekillerle bu şeytanları defettiğine göre, peygamberlerden daha aşağı seviyede olan insanlar haydi haydi şeytanlarla mübtelâdır.

Peygamber (s.a.v.) Efendimiz ins ve cin şeytanlarını, Cenâb-ı Hakk'ın kendisini onunla desteklediği çeşitli bilgiler ve en faziletlisi namaz ve cihâd olan amellerle zelîl kılıp reddetmiştir.

Hz. Peygamber'in hadîslerinin pek çoğu namaz ve cihâdla ilgilidir. Kini peygamberlerin yolundan giderse Allah ona, peygamberlere yardım ettiği şeyle yardım eder.

Kendileri için meşru kılınmamış bir din ihdası ile, emrolundukları ortağı bulunmayan tek Allah'a ibadeti ve ümmetine teşri buyurduğu hususlarda Resulüne uymayı bırakan, peygamberler ve sâlih kişiler hakkında aşırılık ve onlarla şirk koşma bid'atını uyduranlara gelince, işte bunları şeytanlar oyuna alır. Nitekim Cenâb-ı Hak buyurur:

«Gerçek şu ki Şeytan'ın inananlar ve yalnız Rablerine güvenenler üzerinde hiç bir nüfuzu yoktur. Onun nüfuzu sâdece, onu dost edinenler ve Allah'a ortak koşanlar üzerindedir» (16 Nahl 99-100) .

Yine Allah Teâlâ buyurmaktadır:

«Kullarım üzerinde senin (ey Şeytan) bir nüfuzun olamaz. Ancak sapıklardan sana uyanlar müstesna» (15 Hicr 42) .

Musallat olanın şeytan olduğunu bilmenin yollarından birisi de, böyle bir şey gören kimsenin, durumu aydınlığa kavuşturması için Rabbine dua etmesidir.

Bir başka usûl, bu görünen şahsa: «Sen falancasın öyle mi?» diye sorup ona karşı büyük yeminler vermesi, Kur'ân'da mezkûr tehdit ihtiva eden âyetleri okuyup hatırlatması ve şeytanlara zarar veren buna benzer diğer yollara başvurmasıdır.

Yine bu türden olmak üzere birçok kişi Kabe'nin kendisini tavaf ettiğini görür; üzerinde muazzam bir şekil bulunan büyük bir arş görür, inip çıkan birtakım varlıklar müşahede eder ve bunları melekler, bu muazzam şekli de -hâşâ Cenâb-ı Hak zanneder; oysa bu Şeytan'dır. Birçok kişinin başından böyle olaylar geçmiştir. Bunlardan bir kısmını Allah Teâlâ korumuş, onlar da görünenin Şeytan olduğunu anlamışlardır.