Hayatı

BAŞLARKEN

Yukarıdaki girişten sonra, öyle bir ortamda yetişen ve yaşayan İbn Teymiye'nin hayatını anlatmaya geçebiliriz. Şeyhülislâm ve Takiyyuddin lâkapları ve Ebu'l-Abbas künyesiyle-meşhur olan İbn Teymiye'nin adı Ahmed'dir. 661/1263'de, helenistik dönemin en önemli kültür merkezlerinden biri olan Harran'da doğdu. Eskiden beri ilmî ve fikrî faaliyetlerde bulunmakla meşhur olan bir ailenin evlâdı olarak dünyaya gelen İbn Teymiye'nin babasının adı Abdülhalim, dedesininki Abdüsselâm'dır. Dedesi Mecdüddin Abdüsselâm (v. 653/1255) hadîs, tefsîr, fıkıh, kırâet, akaid ve lisan âlimi idi.

( Abdüsselâm için bk. eş-Şevkânî, Neylu'l-evtar, Mısır, 1961, 1. 13. Breck. G. I. 399. s. 1. 690. Kahhale, mu'cemu'l-müellifîn. v. 227.)

Babası Şihabüddin Abdülhalim (v. 682/1284) ferair, hesap, hey'et âlimi idi. Ders ve fetva verme işiyle meşgul oluyordu. (Bk. Kahhale, a.g.e. V. 96.) Şamdaki büyük camide bir kürsüsü vardı, burada vaaz ederek halkı irşad ederdi. Sükkeriye medresesinde hadîs dersi verirken hafızasına güvendiğinden kitaba bakmaz ve not almazdı. İbn Teymiye'nin annesi hakkında fazla bilgimiz olmamakla beraber 715/1315 senesine kadar yaşadığı ve mücahedesinde oğluna yardımcı olduğu anlaşılmaktadır.

İbn Teymiye henüz yedi yaşında iken Moğolların baskısına ve kötü muamelesine dayanamayan ailesi, bir gece kitapları yüklenerek apar topar Harran'dan ayrılarak 667/1268'de Şam'a gelip yerleşti.

İbn Teymiye küçük yaşta ilim tahsiline başlamış, Kur'ân'ı ezberlemişti. Derslerine aşk ve şevkle çalışıyordu. İlmi teşvik için her ay kendisine kırk dirhem verilmesi teklif edilince derhal, «hayır, kesinlikle olmaz» demiş ve teklifi geri çevirerek ilim ancak Allah rızası için tahsil edilir demişti (El-Bezzar, Ömer b. Ali, el-A'lâmu'l-aliyye. Beyrut, 1976, s. 44.). Sarf, nahiv gibi lisan ilimlerine önem vermiş, Sîbeveyh'in lisana dair yazdığı eseri okumuş, hadîs, fıkıh, tefsîr, akaid gibi ilimleri devrin yetkili hocalarından tahsil etmişti. İbn Abdülhadi hocalarının isimlerini kayd eder ve ikiyüzden fazla hocadan ders aldığını söyler (İbn. Abdülhadi, el-ukudud-duriyye. Mısır, 1956, s. 4, 18.). Kütüb-i Sitte'yi, İmam Ahmed'in Müsned'ini, Taberânî'nin el-Mu'cemü'l-Kebîr'ini, Dârekutnî'nin eserini defalarca hocalardan dinlemişti. Ezberlediği ilk hadîs kitabı, el-Humeydî'nin el-Cem' Beyne's-Sahîhayn isimli eseriydi. «İbn Teymiye'nin bilmediği hadîs, hadîs değildir», sözü bu alandaki ehliyetini gösterir. Kuvvetli bir hafızaya sahip olan İbn Teymiye'nin özelliği çabuk ezberlemek, geç unutmaktı. Okuduğu veya dinlediği her şey ya metin olarak veya mâna olarak mutlaka zihninde uzun bir süre kalırdı. Bu durum teşebbüs ettiği ilimleri kısa müddet içinde öğrenmesini temin etmişti. Zihni acık, zekâsı parlak, kavraması hızlı ve hafızası güçlü olduğundan kısa zamanda çok şey öğrenmişti. Fetva vermeye başladığı zaman yaşı 19 bile değildi. Te'lif hayatı da bu yaşta başlamıştı. Babası vefat ettiği zaman 21 yaşında olduğu halde onun yerine en Sükkeriye medresesinde hadîs dersleri vermeye başlamıştı (İbn Abdülhadi, 5.). Yine bu yıllarda Şam'daki Emevî Câmi'inde kendisine tahsis edilen kürsüde tefsîr dersleri vermeye başlamış, her cuma sabahları verdiği dersler geniş bir rağbet görmüş ve büyük bir alâkayla takip edilmişti. İfta, ders ve te'lif sahasındaki başarıları sebebiyle herkesin dikkatini çekmişti. Gördüğü takdir ilme olan hırsını daha da arttırıyor, gece gündüz eser okuyor, okudukları üzerinde düşünüyor, vardıkları sonuçları müşahede yoluyla çevresinden edindiği bilgilerle birleştirerek kendisine has bir takım kanaatlara ulaşıyordu.

İbn Teymiye gençliğinde şiirle de ilgilenmiş, bir takım manzumeler yazmıştı. Bir kere kader konusunda nazmen sorulan bir soruya ânında nazmen cevap vermiş, babası hayatta iken Reşidüddin el-Fârukî'nin manzum lügatini yüz küsur beyitlik bir manzume ile halletmişti. Fakat daha sonra şiir yazma işini terk etmişti (Ay.Ky.11. ).

Büyük İslâm mütefekkirlerinin bir çoğu hayatlarında çeşitli fikrî bunalımlar geçirmişler, türlü fikir akımları arasında bir tercih yapmanın zorluğunu görerek hayret ve şaşkınlık içinde kalmışlar, bu yüzden inceleme alanlarını değiştirerek kelâmdan felsefeye, felsefeden tasavvufa veya tasavvuftan hadîse geçmişler, bu suretle ilâhî gerçeği arama yolunda çeşitli zikzaklar çizmişlerdir. İbn Teymiye'nin naslara olan sonsuz ve sarsılmaz bağlılığı bahsedilen türden bir fikrî ve îtikadî bunalıma düşmesine imkân vermemişti. Ezelî gerçeğin âyet ve hadîslerle bulunacağı hususundaki inancı tamdı ve o bu inancı hiçbir zaman kaybetmemişti. Tersine yaptığı araştırmalar bu kanaatini daha da pekiştirdiğinden zamanla inancı daha güçlenmekte, hiç bir şüpheye, tereddüde ve ihtimale yer bırakmayan, açık, sağlam ve kesin bir kanaata ulaşmakta idi. İbn Teymiye'nin bu kanaati hem fikrî ve ilmî gelişmesinin itici güç kaynağı olmuş, hem de onun hayat tarzını tayin etmişti. Önceden kesin ve acık bir biçimde belirlediği sabit, ama muhtevası zengin ve derin bir hedef istikametinde ilerlemek için ömür boyu bıkmadan, yılmadan aşk ve şevkle çabalamak, bu yolun her merhalesinde inancı aynı derecede taze ve güçlü olarak muhafaza etmek İbn Teymiye'nin fikir yapısının ve fiilî mücadelesinin esasını teşkil eder.

Bahsedilen sebepten dolayı genç yaşta fetva, ders ve eser verme seviyesine ulaşan İbn Teymiye bu noktaya gelince her şeyin yeni başladığına ve aşılması gereken pek çok engelin bulunduğuna inanmış, önüne çıkan müşkilleri halletmek, engelleri aşmak için fikrî ve amelî mücadelesine devam etmiş, bu maksatla bir yandan araştırma ve incelemelerine aralıksız devam ederken öbür taraftan yaşanan içtimaî ve dinî hayata yön vermek için geceli gündüzlü mücadele etmiştir. Bu durum o çağda hiç bir kimseye nasip olmayan çok miktarda eser okumasına, zengin bir ilim hazinesine ve geniş bir fikir dünyasına sahip olmasını temin etmiştir. Bunun içindir ki İbn Teymiye'nin ilmini ve fikrini çağındaki ulema ve hocalarıyla açıklamak mümkün değildir. Ona bu kadar ilim ve böyle bir fikir veren âlim, zamanında mevcut değildir. Çağındaki âlimlerden de geniş ölçüde faydalanmış olmakla beraber İbn Teymiye kendi kendini yetiştirmiş bir ilim hârikası ve fikir dehâsıdır. En büyük âlimlerin ve en mahir münazaracıların bile bu hârika ve deha karşısında tam bir hezimete uğramalarında şaşılacak bir şey yoktur.

Hârika insanların ve dâhilerin belli bir noktada, muhitleri ve cemiyetleriyle çatışmaları kaçınılmazdır. Çünkü onlar çevrelerince kabul edilen ölçülere ve değerlere sığmazlar, mutlaka bunun dışına taşarlar. Dışına taştıkları an çevreleri ve toplumlarıyla zarurî bir çatışma ortamına girmiş olurlar. Bundan kaçınmaları ve tedbir alarak korunmaları da mümkün olmaz. Bu çatışmanın kaynağı hârika insanların büyük, cemiyetin ise küçük oluşudur. Onun için geniş bir düşünce alanına sahip olan dâhiler, çevrelerini teşkil eden insanları kuşatan değerler çemberini kırdıkları an Kendilerini bir mücadelenin ortasında bulurlar. Bahsedilen dâhi, İbn Teymiye gibi cemiyet düzenine fiilen müdahale edip onu değiştirmek isteyen biri olursa çatışma daha erken başlar, daha uzun süre devam eder ve çok şiddetli olur.

İbn Teymiye'nin çevresiyle ilk çatışması amelî sahada oldu. 692/ 1292'de haçça gidip dinî görevini yerine getiren İbn Teymiye Assaf isminde bir hıristiyanın Hz. Peygamber'e sövdüğünü haber alınca, Dârü'l-Hadîs hocası Zeynüddin el-Fârûkî'yi yanına alarak saltanat naibine gitti. Bu hıristiyanın sığındığı alevî ile halk arasında çıkan kavgada, halkı kışkırtmakla suçlanan İbn Teymiye taşlandı, tutuklandı, hapsedildi. Sonra da salıverildi (İbn Kesir, el-Bidaye ve'n-Nihaye, Kahire, 1934, XIII, 335. ).

Bu hâdise İbn Teymiye'nin «es-Sârimü'l-meslûl âlâ Şâtimi'r-Resûl» isimli eserini yazmasına sebep oldu. Bu vakıa İbn Teymiye'de amelî mücadelenin ilmî mücadeleden evvel geldiğinin açık delilidir. Gerçekten de İbn Teymiye'de bütün ilmî ve fikrî faaliyetlerin gayesi amel, ibadet ve mücahededir. Allah rızasına matuf amelî ve fiilî hal ve hareketlerle ilgisi bulunmayan nazarî bilgilerin onun nazarında hiç bir kıymeti yoktur.

İbn Teymiye'nin îtikad ve fikir sahasında çevresiyle ilk çatışması 698/1298'de vukua geldi. Hama halkının inançla ilgili olarak sorduğu soruya verdiği eser mahiyetindeki fetvası el-Akîdetü'l-Hameviyye (Mecmuatu'r-resâili'l-Kübra, Beyrut, 1972, I. 426.) ilk gürültüyü koparan eseri olmuştur. Şeyh-i Harrânî bu eserinde selef akidesini müdafaa ediyor, Allah'ın sıfatlarıyla ilgili bütün nasları te'vil etmeksizin zahirî mânada anlıyor, bunları mânası açık muhkem naslar olarak görüyor, aynı konudaki Eş'arîlerin te'vile dayanan akidelerini nasların tahrifi olarak değerlendiriyor ve Eş'arîlerin bu mes'eleyle ilgili te'villerinin mûtezileninkinden pek farklı olmadığını vurguluyordu. Bu hâdise, çoğu Eş'arî olan fakîh ve kadıların İbn Teymiye'ye ateş püskürmelerine yetmiş, onun kendisinden fetva istenmemesi gereken muzır fikirli biri olduğunu çirkin bir tarzda ilân etmelerine sebep olmuştu. Muhalifleri İbn Teymiye'yi haşevî, müşebbihe ve mücessime fırkalarına mensup olmakla itham ediyorlardı (İbn Abdülhadi, 132.). Lâkin İbn Teymiye'nin Moğol zulmü altında kıvranan halkı kurtarmak için amansız bir mücadeleye girişmesi daha fazla kendisiyle uğraşılmamasını te'min etmişti. Dışardan gelen Moğol tehlikesi İbn Teymiye hâdisesini geçici olarak unutturmuştu. Fakat İbn Teymiye muhalifleri her an kendisine karşı harekete geçmek için fırsat kolluyorlardı. Ama Moğol tehdidi onlara bu fırsatı vermiyordu.

699/1299'da Mısır ordusu Vâdi'l-Haznedar'da Moğollara yenilince Moğol komutanı Mahmut Gazan'a, Şam'ın yolu açılmıştı. Bu hâdise üzerine korkuya kapılan Şam'ın ileri gelenleri ve uleması şehri bırakarak Mısır'a kaçarlarken İbn Teymiye yanına aldığı bazı zevatla birlikte muzaffer komutan Gazan'ın huzuruna çıkmış ve cesur bir şekilde kendisine nasihat ettikten sonra :

— Müslüman olduğunu söylüyorsun, yanında kadılar, müftüler ve müezzinler bulunduruyorsun, ama kâfir olan baban ve deden senin yaptığını yapmadılar, ahid verdiler, sözlerinde durdular. Sen ise ahid verdin ama sözünde durmadın, diye sert bir tarzda hitap etti (İbn Kesir, XIV. 98, el-Bezzâr, 64.). Bu sözler Gazan'ı yumuşatmış, esir aldıkları müslümanları serbest bırakmış, İbn Teymiye'nin ısrarlı ricaları üzerine esir aldığı hıristiyanları da salıvermişti.

İbn Teymiye 699/1299'da bazan Haçlılarla, bazan Moğollarla işbirliği yaparak müslümanları zor durumda bırakan, esir ettikleri sünnîleri Haçlılara satan Cebel-i Kesrevân'daki Alevî - Bîatî (Nusayriye, Hâkimiye) üzerine bir sefer düzenlenmesi hususunda Emir Karakuş'u ikna etmiş, râfızîlerin müthiş bir yenilgiye uğradıkları bu gazaya bizzat iştirak etmişti.

700/1300'de Sultan Nâsır'ı Moğollara karşı savaş açmaya ikna ve teşvik için Mısır'a gitmiş (İbn Abdülhadi, 83.), burada İbn Dakiku'l-îyd'la görüşme fırsatını bulmuş ve bir hafta sonra Şam'a dönmüştü.

702/1302'de Moğollarla yapılan Şakhal savaşına halkı teşvik etmiş, «vallahi bu muharebede müslümanlar zafer kazanacak» diye yemin etmiş, «inşâallah zafer kazanacak, de» diyenlerin teklifini reddetmişti. Şeyhin elinde kılıç olduğu halde katıldığı muharebede Moğolların yenilmesi onun kerameti olarak kabul edilmişti.

Ortalığın sükûn bulması üzerine şeyhin 698/1298'de yazdığı el-Akîdetü'l-Hameviye isimli eseri 705/1305'de tekrar gündeme getirilmiş, bu maksatla kendisini yargılamak için ulema meclisi kurulmuş, ama şeyh beraat etmişti. Lâkin daha sonra sultan, şeyhin Mısır'a gönderilmesini istemiş, bunun üzerine her zaman kendisine göz kulak olan ve üzerine titreyen iki kardeşiyle Şerefuddin ve Zeynuddin ile birlikte hemen yola çıkmış, uğradığı Gazze'de verdiği vaaz ilgiyle karşılanmıştı. Şeyh Mısır'a geldiği zaman kendisini sorgulayacak fakîhler ve kadılar hey'etinin muhakeme ile ilgili hazırlık yaptıklarını ve kendisini mahkûm etmek için bütün tedbirleri aldıklarını, sorgulama görevinin Mâliki kadısı İbn Mahlûf'a verildiğini, diğer üç mezhep kadılarının ise hakem hey'etinde yer aldıklarını görmüştü. Şeyh, Allah Teâlâ'ya hamd ü sena ile söze başlayınca, İbn Mahlûf sözünü kesmiş ve:

— Nutuk çekme, ifade ver, demişti. Şeyh bu meclise ilmî bir tartışma için değil, muhakeme' edilmek için çağrıldığını fark edince:

— Hakkımda kim hüküm verecek, diye sormuş. İbn Mahlûf:

— Ben, demiş, ama İbn Teymiye itiraz edip:

— Sen hasmımsın, hakkımda nasıl hüküm verirsin, deyip jüriyi reddedince İbn Mahlûf'un kanı beynine sıçramış ve şeyhi hemen iki kardeşiyle birlikte Mısır kulesindeki zindana attırmıştı. Gerekçe; Allah'ın hakikaten Arş üzerinde olduğuna, harf ve seslerden meydana gelen kelimelerle, konuştuğuna îtikad etmiş olması, iddiasıydı. Suriye ve Mısır'da bu inançların zararlı olduğu sultanın fermanıyla resmen ilân edilmiş ve halk uyarılmıştı. Farklı inançlara bağlılığı küfür olarak niteleyip bunu îdam sebebi olarak gören, buna rağmen Mısır'da 33 sene kadılık yapan katı görüşlü İbn Mahlûf'un bu kararı şeyhin dostlarını ve yakınlarını eleme boğmuştu (İbn Kesir, XIV. 38.).

Bütün müslümanlar Ramazan'da iftar yaparken onun kaderinde cezaevinde oruç tutmak vardı. Burada bir sene kaldıktan sonra saltanat naibi Sallar el-Mansurî kendisini serbest bırakmak için kadı ve fakîhlerle istişarelerde bulundu, bunlarla onun arasını bulmaya çalıştı. Kadı ve fakîhler, inanç, fikir ve kanaatlerinden vazgeçtiğini yazılı olarak bildirmesi ve taahhüd etmesi halinde salıverilmesinin uygun olacağını bildirdiler.

Ama İbn Teymiye bu şartlı hapisten çıkmaya razı olmadı, teklifleri geri çevirdi. «Zindan, bunların şartlarını kabul etmekten daha iyidir» (Yûsuf, 33),«Tutuklu, Rabbine karşı kalbi tutuk olan; esir ise, aşağı arzulara tutsak düşen kişidir», diyerek kendini mahpus ve esir saymıyor, bedeninin zindanda olmasını vicdanının zindanda olmasına tercih ediyordu. Bu teklifleri kabul etmesi için aracılık yapan kişileri altı defa eli boş geri çevirdi. Nihayet emir Arabî İsa b. Menhâ, Şeyh'i Sallar'la görüşmeye ikna etti. Sallar'ın konağında düzenlenecek olan bir münazarada Şeyh kendisini savunarak haklı olduğunu isbat edecekti.

Fakat kadılardan her biri bir mazeret beyan ederek bu toplantıya gelmedi. Toplantıya katılan fakîhleri münazarada susturan şeyh kınına konulan kılıç gibi hiç değişmeden tekrar mücadele meydanına atıldı. 18 ay hapis yattıktan sonra Şam'a dönmesine müsade edildiği halde Mısır'da kalmayı tercih etti. Burada medreselerde ders, camilerde vaaz verme işine girişti. Serbest bırakıldıktan sonra derhal kendisini hapsettiren hasımlarını af, hakkını helâl ettiğini açıkladı. Diğer taraftan Şam'da bulunan annesine yazdığı içli ve dokunaklı mektupta bir süre Mısır'da kalmak mecburiyetinde olduğunu, ama ilk fırsatta kendisini ziyaret için Şam'a geleceğini ifade etti, ondan hayır dua istedi (Bu mektup için bk. İbn Kesir, XIV. İbn Abdülhâdi, s. 170.). Mısır'da kalışının sebebi büyük dâvası; uğrunda biraz da burada mücadele vermekti.

707/1307 senesinin Rebiulevvelinde hapisten çıkan şeyhe aynı sene; yine hapishanenin yolu göründü. Şöyle ki; hulûlcu dediği Hallaç ve ittihadçı dediği İbn Arabî muhalifi genç bir cemaat meydana getiren İbn. Teymiye'yi, meşhur Hikem-i Atâiyye'nin müellifi Şâzelî şeyhi Abdullah İskenderî, etrafına topladığı kalabalık bir dervişler topluluğunu yanına alarak Emîr'e şikâyet etti. Şeyh, meşayihe sövmek ve onlara hakaret etmekle suçlanmıştı. Dâru'l-Adl'de toplanan hakemler hey'eti şeyhi sorguladı. Fakat mahkûm edemedi. Ancak şikâyetlerin sonu gelmeyince tekrar kovuşturma başladı. Bu sefer şeyhin : «Hz. Peygamber de dahil olmak üzere darda kalan bir kimsenin 'imdad!' diye Allah'tan başkasından yardım istemesi (istiğase) caiz değildir,» demiş olması suç sayılıyor ve bu suretle halk aleyhine kışkırtılıyordu. Bir rivayete göre bu hususu Atâullah İskender! ile tartışan şeyh bu sözde suç unsuru bulunmadığını isbat etmiş, ancak yine de baş kadı bu sözün edepsizlik olduğunu söylemekten geri durmamıştı. Huzursuzluk gittikçe arttığından, bir kargaşanın çıkmasından endişelenen hanedanlık mensupları, bir takım şartları kabul ederek Şam'a veya İskenderiye'ye gitmesi veyahut hapse girme arasında şeyhi muhayyer bıraktılar. Şeyh âdeti üzere hapse girmeyi tercih etti. Ama talebe ve dostlarının ısrarlı ricaları üzerine Şam'a gitmeyi kabul ederek 707 senesinin Şevval'inde yola çıktı. Fakat aynı gün yoldan çevrilerek geri getirildi, kadıların bir kısmı hapsi gerektiren bir durumun mevcut olmadığı kanaatında olduklarından bu husustaki hükme katılmamışlardı. Lâkin baş kadı hapsedilmesinde kendisi için maslahat var, diye diretince aralarında ihtilâf çıktı. En sonunda «ben maslahata göre hareket ederim» diyen şeyh hapse girmeye razı olunca ihtilâf sona erdi ve şeyh kadılar hapishanesine gönderildi. Oyun oynayarak ve eğlenerek vakit geçiren tutuklu ve hükümlüleri şeyhin ıslah ettiğini İbn Abdülhâdi kaydeder.

İbn Teymiye'yi mümkün mertebe himaye eden Nasır b. Kalavun bir ara tahttan uzaklaştırıldığı zaman iktidarı ele geçiren melik Muzaffer Baybars Câşnegir ve hocası Nasr el-Menbicî, İbn Arabi'nin tasavvuf görüşlerini benimsediklerinden şeyhi İskenderiye'ye sürgün ettiler. 709 senesinin Seferinde İskenderiye'ye gelen Şeyh burada bir Burc'da sekiz ay kadar hapis yattı. İskenderiye'de Vahdet-i Vücutçular kuvvetli olduklarından oraya sürgün edilen şeyhe halkın işkence edeceği umulmuştu, ama şeyh burada talebe ve dostlarından teşekkül eden samimî bir muhit meydana getirmekte gecikmedi.

709 senesinin Ramazan bayramında iktidarı tekrar ele geçirip Kahire'ye dönen Sultan Nasır b. Kalavun ilk iş olarak şeyhi İskenderiye'den getirtip Hüseyniye mahallesine yerleştirdi. Sultan Nasır kendisini iktidardan uzaklaştıran ve İbn Teymiye'yi sürgün eden Baybars Câşnegir tarafını tutan fakîh ve kadıları cezalandırmak için İbn Teymiye'den fetva istedi. Ama şeyh bu isteğe karşı çıkarak, bahs edilen âlimleri övdü, hizmetlerini hayırla yâd etti ve sultâna :

— Şayet bunları ortadan kaldırırsan hanedanlığında bir daha onlar gibisini bulamazsın, diye af tavsiye etti ve ben kendi hakkımı helâl ettim, dedi. Bu durum karşısında bir zaman şeyhi îdam etmek için fetva vermeyi göze almış olan amansız hasmı İbn Mahlûf bile:

— Doğrusu İbn Teymiye gibisini görmedik, biz onu mahvetmek için elimizden geleni ardına koymadık, ama buna güç yetiremedik. O güç yetirdi, ama, bizi affetti, demekten kendini alamadı.

İbn Teymiye bütün gücüyle Hüseyniye'de ders ve vaaz faaliyetine devam etti. Gittikçe dostları, taraftarları ve talebeleri çoğalıyordu. Muhalifleri onu sultana şikâyet etmekle sonuç alamayacaklarını anlayınca bu defa halkı kışkırtarak ona saldırttılar. 711 senesinin Recep ayında Kahire'de bir camide şeyhi yalnız bulan serseriler onu dövdüler. Hüseyniye mahallesi sakinleri şeyhe arka çıktılar ve saldırganları cezalandırmak için toplandılar. Fakat şeyh onları öç almaktan men'etti ve saldırganları da affetti. Bunlar günahkâr kimseler değiller mi, diye soran bir dostuna :

— Hayır, dedi, iyi niyetle bunu yapmışlarsa sevap ve ecir bile alırlar.

Yine 711 senesinin Recep ayında el-Mübdî isimli bir fakîh şeyhe ıssız bir yerde rastladı ve ona olmadık hakaretler yaptı. Sonra özür diledi ve özrü kabul edildi.

712 senesinin Şevval'inde Moğolların Suriye'ye hücuma geçtiklerini haber alan Sultan Nasır onlara karşı bir ordu hazırlayıp yola çıkarınca. şeyh de gaza niyetiyle ordu ile birlikte Mısır'dan yola çıktı. Fakat Askatan'a gelince savaş olmayacağını anladı, onun için buradan Kudüs'e geçti. Mescid-i Aksâ'yı ziyaret ettikten sonra, Mısır'da yedi sene yedi ay kalmış olan şeyh iki kardeşi, dost ve talebeleriyle birlikte 712 senesinin Zilka'de'sinde (1312'de) Şam'a geldi. Kalabalık eş dost cemaatı tarafından karşılandı.

İbn Teymiye Şam'a geldikten sonra fıkıh ve hukuk çalışmalarına ağırlık verdi. Halbuki daha evvel îtikad ve îman konularına ağırlık veriyordu. Fakîhlerin çağının hukukî mes'elelerini halletmede yetersiz kaldıklarını gören ve maslahat esasına büyük önem veren şeyh bu sefer hukukî mes'eleleri incelemeye ve araştırmalarının sonucunu fetvalar halinde neşretmeye başladı. Fakat o hukukî mes'elelerde dört mezhepten başka sahabe ve tabiînin kanaatlarını da bilmekte, bunlara büyük değer vermekteydi. Sahabe veya tabiînden birinin hukukî kanaati veya ibn Şübrüme, İbn Ebî Leylâ, Erzâî, Sevrî, Leys b. Sa'd, Taherî ve D. Zahirî gibi âlimlere nisbet edilen ama sonradan ortadan kalkan mezheplerdeki hükümleri şayet daha çok halkın yararına görüyor ve umumî maslahata uygun buluyorsa bunlarla fetva vermekte hem islâm, hem de müslümanlar için fayda görmekteydi. Dört mezhebin dışına çıkmakta hiç bir sakınca görmemekteydi. Bu anlayışla verdiği fetvalar müslümanların yararına olduğundan cemiyetçe kabul ediliyordu. Ama bu tutum dört mezhep haricine çıkmayı sapıklık sayan zamanın taklitçi hocalarının ayaklanmalarına ve ortalığı vaveylaya vermelerine fazlasıyla yetmişti.

İbn Teymiye'nin yemin kasdıyla verilen talâkları geçerli saymaması «Şu işi yaparsam veya yapmazsam üçten dokuza şart olsun», «Karım benden üç talâkla boş olsun», diyen, sonra da yapmayacağım dediği şeyi yapan veya yapacağım dediği şeyi yapmayan bir kimsenin bu sözüyle karısını boşamış sayılmayacağını açık ve kesin bir dille ifade etmişti. Bu yüzden devrin fakîhleri küplere binmişlerdi. Ulemanın ateş püskürdüğünü gören Hanbelî başkadısı Şemseddin b. Müslim, İbn Teymiye'ye durumun nezaketini anlatarak bu fetvadan vazgeçmesi için kendisini ikna etti. Şeyh yapılan tavsiye ve telkinleri kabul etti. Bu hâdise 718 senesinin Rebiulevvel'inde vâki olmuştu. Aynı senenin Cemaziyelulâ'sında sultanın Mısır'dan gönderdiği bir yazıyla Şeyh bu yolda fetva vermekten resmen men'edildi. Durum Şam'da da ilân edildi. Fakat tavsiye üzerine talâk konusunda fetva vermekten vazgeçtikten sonra resmî bir yazıyla bu fetvadan men'edilmesi şeyhte aksi te'sir yaptı. Yüce Allah «Hakkı ketmetmeyin, ilmi gizlemeyin» diye ahid almışken konulan yasağa uyup ilmî ve'vicdanî kanaatim gizli tutmayı uygun bulmadı veya mes'eleyi enine boyuna araştırdıktan sonra kendi görüşünün kesinlikle doğru olduğuna kanaat getirdiği için talâk konusunda fetva vermeye devam etti. Bu işin hapishanede biteceğini de biliyordu. Buna rağmen inanç ve vicdan yasağını tanımamayı görev bildi. Fakat durumu öğrenen sultan şeyhi bu işten tekrar men'etti.

29 Ramazan 719'da sultanın fermanı, kadı ve müftülerin de hazır bulunduğu bir mecliste şeyhe tebliğ edildi, emre aykırı davranışları sebebiyle kınandı. Fakat şeyh kanaatından vazgeçmeyi taahhüd etmeden meclisi terketti. Fikir ve kanaatini açıkça söylemeye devam ettiğinden Saltanat naibi, Recep 720'de dört mezhep kadı, müftü ve fakîhlerinin iştirak ettikleri bir meclis kurdu, şeyh burada şiddetle kınandı, sonra Şam Kalesi'ne hapsedilmesine karar verildi. Beş ay 18 gün burada hapis yattıktan sonra sultandan gelen ferman üzerine 721 senesinin Muharrem'inde serbest bırakıldı. Ders ve fetvaya devam etti. Eserlerini tekrar gözden geçirdi. Fakat hasımları boş durmuyor, her fırsattan faydalanarak onu mahkûm etmeye çalışıyorlardı. Nihayet peygamberlerin ve ermişlerin kabirlerini ziyaret mes'elesini ortaya attılar. Şeyhin bu konuda 17 sene evvel verdiği fetvayı bahis konusu ederek kendisine karşı hücuma geçtiler. Kabir ziyareti için sefere çıkmanın caiz olmadığını söyleyen İbn Teymiye'nin bu fetvasının Hz. Peygamber'in kabrine de şamil olduğunu söyleyerek bunun Hz. Peygamber'e karşı bir saygısızlık ve edepsizlik olduğunu, onun için de cezalandırılması gerektiğini iddia ettiler. Hadîsci bir ailede yetişen, küçükten beri hadîs okuyan ve okutan, sünnete uymayı değişmeyen bir şiar haline getiren,

Hz. Peygamber'e küfr ettiğini haber alınca Hıristiyan Assaf'ı saltanat naibine şikâyet eden, bu yüzden dövülen ve hapsedilen, bu maksatla bir de es-Seyfu's-Sârim âlâ Şâtimi'r-Resûl adıyla bir de eser yazan, Hz. Peygamberin adı anılınca her defasında sallâllahü aleyhi ve sellem diyen, Hz. Peygamberin yaşama tarzına ve gayesine sözü ve özü ile bağlı kalmayı, sünnetini yüceltmeyi ve bid'atlardan arındırmayı en ulvî hizmet sayan İbn Teymiye, Hz. Peygambere karşı saygısızlık yapmakla suçlanıyordu. Şeyhin durumunu görüşmek için kurulan meclise iştirak eden kadı ve müftülerden bazıları hapsini, bazıları sürgün edilmesini, bazıları tâzir cezasıyla cezalandırılmasını, bazıları dilinin kesilmesini, bazıları idam edilmesini teklif etmişlerdi.

Şaban 726'da hapsini isteyen sultanın fermanı şeyhe tebliğ edilince, zaten ben bunu bekliyordum, dedi ve sevindi. Şam kalesinde özel olarak hazırlanan bir bölüme kardeşiyle birlikte hapsedildi. Arkasından talebe ve dostları da bir bir yakalanarak tutuklandı, işkence edildi. Sonra sadık ve vefakâr talebesi İbn Kayyım Cevziyye hariç diğerleri serbest bırakıldı. İki sene üç ay burada hapis yatan şeyh vakitlerinin çoğunu Allah’a ibadet ve dua etmekle geçiriyor, geriye kalan vakitlerde eserlerini gözden geçirerek onlara son şeklini veriyor, sorulan suallere cevap vermekten de geri durmuyordu. Abdullah İhnânî isimli Mâlikî kadısına yazdığı reddiyeyi burada kaleme almıştı.

İbn Teymiye'nin hapiste yazdığı eserler ve verdiği fetvalar dışarıya çıkarılıyor, fikir ve kanaatları yasaklandıkça halk arasında daha çok rağbet görüyordu. Muhalifleri bu durumu önlemek için 9 Cemaziyelâhir 728'de şeyhin kitaplarını, notlarını, hokkasını, divitini ve evrakını odasından çıkararak Adiliye'deki büyük kütüphaneye getirdiler. Şeyh hapishanede iken düşünmek, okumak, yazmakla teselli buluyor, vaktinin çoğunu ise ibadet ve tâate ayırıyordu. Kitapları, kalemi ve evrakı alınınca bütün vaktini ibadete, niyaza ve düşünceye verdi. Geceleri teheccüd namazı kılıyor, seherlerde Allah'a münâcat ediyor, gündüzleri oruç tutuyor, Kur'-an okuyor, durmadan hatim indiriyor, yakın olduğunu hissettiği ölümü için aralıksız hazırlık yapıyor, zaman zaman derin düşüncelere dalıp gidiyor, imkân buldukça kıyıda köşede bulabildiği kâğıt parçaları üzerine kömürle eşe dosta mektuplar yazıyor, halinden şikâyetçi olmadığını özellikle hatırlatarak hep nail olmakta bulunduğu Allah'ın büyük lütuflarına şükrediyordu. Kömürle yazdığı mektupların bir kısmı zamanımıza kadar gelmiştir (Bk. İbn. Abdülhadi, s. 242-246.). Bu mektuplardan bir iki parça iktibas ediyorum:

«Allah'ın selâmı, rahmeti, bereketi üzerinize olsun. Biz burada durmadan artan ve çoğalan, Allah'ın nimeti içindeyiz, bundan dolayı O'na hamd ve şükür ediyorum. Allah'ın yaptığı her iş İslâmı desteklemek içindir.»

«Fikir ve eserlerimin yayılmaması için sıkı tedbirler alındı ama buna rağmen alınan tedbirler fikir ve eserlerimizin daha hızlı bir şekilde yayılmasına vasıta olmaktan başka bir işe yaramamaktadır.»

«Bugün yaptığımız cihad aynen Moğollarla, Bâtınîlerle, Cehmiye ve İttihadiye ile yaptığımız cihad gibidir. Bu ise Allah'ın üzerimizdeki en büyük lûtfudur, lâkin insanların bir çoğu bunu farketmez.»

«Allah'ın takdir ettiği her şeyde bir hayır, bir rahmet ve bir hikmet var, apaçıktır ki dilediği hakkında Rabbim pek lütufkârdır. Herkes ancak günâhı yüzünden zarar görür.»

«Hangi hal ve vaziyette olursa olsun kula düşen daima Allah'a hamd ve şükretmek ve günahları için af dilemektir. Şükür lütfü arttırır, af dileme belâyı defeder. Allah'ın mü'min için takdir ettiği her şeyde bir hayır var, nimete nail olursa şükreder, zarara uğrarsa sabreder ve her iki halde de kârlı çıkar.»

Hapishane bir bakıma şeyhin sakin sakin düşünme fırsatı bulduğu bir Hira mağarası, bir bakıma çile çıkardığı bir halvethane gibi idi. Çektiği çileler kalbini arındırmasını, kötü duygulardan temizlenmesini te'min etmişti.

Bütün metanetine rağmen kaleminin, kitap ve eserlerinin elinden alınması, nihayet insan olan şeyhi derinden sarsmış, hastalanmasına ve yatağa düşmesine sebep olmuştu. Hastalığını haber alan Şam valisi ziyaret için izin alıp önünde özür dilemeye ve kusurlarının bağışlanmasını rica etmeye başlayınca, şeyh kendisini bir kere daha toparlayarak şöyle demişti:

— Sana ve haklı olduğumu bilmeksizin bana düşmanlık eden herkese hakkımı helâl ettim. Beni hapsettiren yüce hükümdar Nâsır'a da hakkımı helâl ediyorum. Zira yaptıklarını başkalarına uyarak yaptığından mazurdur. Şahsî sebeplerle bana bir şey yapmamıştır. Allah'a ve Resulüne düşman olanlar hariç, üzerimde hakkı bulunan her kişiye hakkımı helâl ettim (Bezzâr, 27.)

Şeyh Şam kalesinde iken muntazam bir şekilde Kur'an okuyordu. Bu süre içinde seksen kere hatim indirmişti. Günde üç cüz Kur'an okumak, her on günde bir hatim indirmek âdetiydi. Hastalığı yirmi gün kadar sürmüş ve halkın çoğunun bundan haberi olmamıştı. 20 Zilkade 728'de pazartesini salıya bağlayan gece 81. hatimi indirmekteydi. Seher vakti ruhunu teslim etmeden evvel, en son olarak dudaklarından Allah kelâmı döküldü. «Allah'a saygısı olanlar cennetlerde ve aydınlıklar içinde güçlü hükümdarın yanında doğruluk tahtındadırlar» (Kamer, 55). İbn Teymiye vefat etmiş, hatim eksik kalmıştı. İslâm âlemi büyük evlâdını ve yılmaz bekçisini kaybetmişti. Sağlığında tilâvetlerini huşu içinde dinlediği iki hafız Abdullah b. Muhib ile. Abdullah ez-Zer'î gelerek eksik kalan hatimi bitirdiler.

Sabah namazını kılmak için camilere koşuşturan halk acı haberi öğrenmekte gecikmedi, kalenin müezzini durumu minareden ilân etti, ölüm haberi en hızlı vasıtalarla civardaki köy ve kasabalara ulaştırıldı. Sabahın erken saatlerinde kalenin kapısına yığılan ahaliye içeriye girme izni verildi. Gelen cemaat şeyhin ruhuna Kur'an okudu, teberrüken na'şına baktı ve öptü, sonra kadınlar gelip onlar da aynı şekilde hareket etti. Gasl ve kefenleme işinden sonra öğleden evvel cenaze Ulu Cami'nin musalla taşına konuldu. O gün dükkânlar ve işyerleri açılmamıştı. Halk bu büyük mücahide karşı son görevini ifa etmek için işini gücünü bırakmıştı. Civardan sökün eden cemaat Şam şehrine dolmaya başlamıştı. Kısa sürede şehirde ayak basacak yer bulmak mes'ele olmuştu. Şam, Şam olalı böyle bir kalabalık görmemişti. Şam'ın semasına bir hüzün bulutu çökmüştü, başlar öne eğilmiş, gözlerden yaş akıyor, sadece hıçkırık sesleri duyuluyordu. Önce kalede cenaze namazı kılındı, sonra öğle namazını müteakiben bir kere de Emevî Camii'nde kılındı. Cenaze mezarlık yönünde yola çıkarıldığı zaman cami ile mezarlık arasındaki mesafenin tıklım tıklım dolu olduğu görüldü. Üç kişi hariç Şam halkı tümüyle cenaze namazında hazır bulunmuştu. İbn Teymiye muhalifi olarak tanınan bu üç kişi de cenaze namazında bulunmak istemişlerdi ama cemaatın galeyana gelip kendilerini linç etmelerinden korktukları için evlerinden dışarıya çıkmaya cesaret edememişlerdi.

Mezarlığa giden yolun sağ ve solundaki binaların damlarına çıkan binlerce kadın gözyaşı dökerken cenaze çok ağır bir şekilde yol almakta, çok sıkı emniyet tedbirlerinin alınmış olmasına rağmen izdiham sebebiyle cenazeye bir zarar gelmesinden korkulmaktaydı. Kaynakların ittifakla yazdıklarına göre ahali mendillerini ve sarıklarını çıkarıp, teberrüken başlarda taşınan cenazenin üzerine atıyorlardı. Cenazeyi yıkamada kullanılan suyun artan kısmını içen cemaat gaslda kullanılan sidr ağacını da aralarında bölüşmüşlerdi. Rivayete göre cenazeye 200.000 erkek, 15.000 kadın katılmıştı. Hiç bir kimsenin cenazesinde bundaki kadar vakar, heybet, ihtişam, tazim ve azamet görülmemişti. Öğlenleyin camiden yola çıkarılan cenaze ancak ikindi vakti mezarlığa götürülebilmiş, burada merhumun kardeşi Zeynuddin Abdurrahman tarafından kıldırılan cenaze namazından sonra sûfiler mezarlığına merhumun diğer biraderi Şerafuddin Abdullah'ın mezarının yanında naşı toprağa verilmişti. Toprağa verildikten sonra da günlerce halk tarafından ziyaret edilmiş, buraya gelemeyen uzak belde ahalisi gaib cenaze namazı kılmışlardı. Daha sonra şeyhin sağlığında kullandığı eşya kapışılmaya başlanmış, başındaki takkesi bile beş yüz dirheme satılmıştı.

Cenaze gömüldükten sonra günlerce sadece şeyhin menkıbeleri, faziletleri, meziyetleri, mücadeleleri, samimiyeti, cesareti, kerameti ve ilmî dirayeti konuşulmuş, pek çok kişi onu âhirette iyi halde gördüğünü ifade eden rüyalar anlatmışlardı.

Bundan sonra sıra âlimlere, yazarlara ve şairlere gelmişti. Onun hakkında övücü yazılar yazan âlimler ve yazarlar, şiirler ve mersiyeler söyleyen şairler bu büyük insanın hâtırasını ebedîleştirmişlerdi. Şimdiye kadar onun hakkında yazılan nazım ve nesir yazılar büyük bir yekûn tutar, epey hacimli bir edebiyat meydana getirir. Hattâ şeyhin talebeleri onun menkıbe, ve mücadelelerini anlatmak için müstakil menkıbenâmeler yazmışlardı. İBN TEYMİYYE ve Raf'u'l-Melâm Risâlesi