İbn Teymiye'nin yaşadığı çağda içtimaî ve dinî durum

Mısır'a ve Suriye'ye hakim bulunan Eyyûbî Devleti 560/1250'de yıkılmış, yerine Memlûkîler Devleti kurulmuştu. Lâkin Suriye'de ve Mısır'da güçlü ve istikrarlı siyasî bir idare yoktu.

Suriye'de Atabeylerle hanedan mensupları, Mısır'da sultanlarla saltanat nâibleri arasında ihtilâf eksik olmuyordu. 678/1279'da sultan olan Kalavun, 689/1290'da yerine geçen oğlu Melik Eşref, ve 693/1293'de Eşrefin yerine geçen kardeşi Nasır (ö. 741/1341) zamanı İbn Teymiye'nin hayatı bakımından bilhassa önemlidir.

Diğer taraftan beyliklere bölünen Anadolu Selçuklu Devleti bir yandan Baba İshak (m. 1240) isyanı ile uğraşırken, diğer yandan Moğol istilâsına karşı hazırlık yapıyordu. Baycu Noyan komutasındaki Moğol orduları 1243'de Kösedağ muharebesinde Selçukluları yenerek Anadolu'yu işgale başlamışlardı.

1231'de Harizmşahlar hanedanlığını tarihten tamamiyle silen Moğol orduları 1258'de Bağdat'ı zaptederek Abbasî Devletine son vermişler ve son halife el-Musta'sım'ı katletmişler, Suriye'ye doğru harekete geçmişlerdi. Kuluz (v. 1260) ve Baybars (v. 1277), 1260'da Ayn-Câlût mevkiinde Moğolları hezimete uğrattıklarında hem Mısır ve Suriye halkının moralini güçlendirmiş, hem Moğol istilâsını kısmen önlemişlerdi.

Diğer taraftan son Haçlı Seferleri H. VII. M. XIII. asrın ikinci yarısına rastlar. Baybars ve Emir Kalavun Akdeniz'in doğu sahillerine yerleşen Hıristiyanları buradan atarak kalelerini tahrip etmişlerdi.

Memlûk sultanları putperest Moğollarla ve Haçlılarla savaşırken Şiî -Bâtınî toplulukların onlarla işbirliği yaptıklarını gördüklerinden bunlarla da savaşmak zorunda kalmışlardı.

Batıdan Haçlıların, doğudan Moğolların ve içten de Şiî - Bâtınî zümrelerin taarruzuna uğrayan İslâm devletleri parçalanmış ve iyice zayıflamışlardı, asayiş ve emniyet zor sağlanıyordu. Keyfî idarelerin önüne geçilemiyordu. Çok çeşitli ırklar ve bunlar arasındaki çatışmalar, örfler ve âdetler arasındaki uyumsuzluk devam edip gidiyordu. Siyasî ve sosyal istikrarsızlık fesad ve fitneyi arttırmıştı. Köle olan Memlûkîlerin idareyi ele almaları, bunların halk tarafından aşağılanması huzursuzluk sebebi oluyor, memlûkîlerin aşağılık duygusuna kapılmalarına yol açıyordu.

İslâm ülkelerinin Moğollar ve Haçlılar tarafından yağmalanması ve tahrip edilmesi ilmî ve fikrî hayatın gerilemesine sebep olmuştu. Korku ve tedirginlik içinde bulunan halk hiç değilse manevî huzur bulmak için şeyhlerin meclislerine ve tekkelere koşuyor, bu ise tasavvuf ve tarikat hayatına güç kazandırıyor, yayılmasını sağlıyordu.

Derviş ve müridlerin bütün İslâm beldelerini istilâ etmeleri çöküntüyü hızlandırıyor ve çözülmelere yol açıyordu. Türlü türlü tarikatların ortaya çıkışı, tuhaf şeylere inanan, garip biçimde hareket eden acaip kılıklı dervişlerin ve tarikatların zuhuru daha ziyade bu döneme rastlar. Belli başlı şehirlerin her birinde en çok rastlanan türbe, yatır ve tekke idi.

Buralar tam manasıyla ibadethaneler haline getirilmişti. İbn Arabî tarafından kuvvetli bir şekilde ifade edilen vahdet-i vücud telâkkisi aydınların felsefesi ve ideolojisi haline gelmişti. Felsefî ve bâtınî inançlar ve düşünceler, kılık ve kıyafet değiştirerek tasavvuf muhitine yerleşiyordu.

Sultanlar itikad ettikleri şeyhler için hankahlar, ribatlar ve zaviyeler inşa ettiriyordu.

Fakîhler içtihaddan uzaklaşarak esası taklid ve nakilcilik olan verimsiz ve boş çalışmalarla vakit geçiriyor, ilk defa olarak Baybars zamanında Kahire'de her mezhep için bir kadı tayin ediliyor, bir beldede resmen dört türlü hukuk tatbik ediliyordu.

Bu hal mezhep mensuplarının camilerini ve cemaatlarını bile ayırma ve ayrı imamlar peşinde namaz kılma neticesini doğuruyor, bu da lüzumsuz bir yığın meselenin, ardı arkası gelmeyen ihtilâf ve cedelleşmelerin ortaya çıkışına sebep oluyordu.

İslâm'ın siyasî birliği gibi manevî ve dinî birliği de parçalanmıştı. Tam bir kargaşa hali hüküm sürüyordu.

Aklî ilimlere ve felsefeye olan düşmanlık, kelâmcıların ve mutasavvıfların vasıtasıyla aydın zümrelerin zihinlerine yerleştiriliyor, Gazzâlî'den sonra esasen itibarını yitirmeye başlayan dünyevî ilimlere pek az kimse ilgi duyuyordu.

İslâm dininin inançlarını savunması gereken kelâm ilmi, bu özelliğini kaybederek kendisi bir inanç sistemi haline gelmiş ve tamamiyle felsefîleşmişti. Aklı karşısına alan Eş'arî kelâmı bütün İslâm âlemine hakim olmuştu.

Kısaca İbn Teymiye'nin yaşadığı çağ manevî çöküntünün en açık biçimde varlığını hissettirdiği bir zamandır. Türlü türlü tarikatlar, taklidçiliği başına taç yapan fakîhler, faaliyetlerine bazan gizli, bazan açıktan devam eden Alevî - Bâtınî zümreler, halkı terk-i dünyaya davet eden dervişler ve bu türlü dervişlerden medet uman devlet adamları, bu çağın en belirgin özelliğini teşkil ediyordu. En parlak dönemini geride bırakan İslâm medeniyetinin yıkılmaya yüz tuttuğu her halinden belliydi.

Ana Sayfa.....KUR'AN YOLU