DOSDOĞRU YOL (Sırat-ı Müstakim)

Allah'a ibadet

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Bizi doğru yola ilet. Nimet verdiğin kimselerin yoluna, kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapanların yoluna değil» (1 Fatiha 6-7).

Sahih bir yolla gelen haberde Peygamber (s.a.v)'in de şöyle buyurduğu nakledilmiştir:

«Yahudiler, kendilerine gazab edilenlerdir ve Hıristiyanlar da sapmış olanlardır» (Ahmed bin Hanbel lV / 378. V. 77).

Nitekim Allah'ın Kitabı da birkaç yerde buna işaret etmektedir. Şu örneklerde olduğu gibi:

«De ki: 'Allah katında yeri bundan daha kötü olanı size söyliyeyim mi? Allah'ın lanet edip gazaba geldiği kimse...» (5 Mâide 60)

«Gazab üzerine gazaba uğradılar» (2 Bakara 90).

«Allah'tan gazaba uğradılar ve onlara alçaklık (damgası) vurulmuştur» (3 Âl-i İmrân 112).

Hıristiyanlar hakkında da şöyle buyurmaktadır:

«Ey Kitab ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir kavmin keyiflerine uymayın» (5 Mâide 77)

«Ey Kitab ehli, dininizde taşkınlık etmeyin ve Allah hakkında gerçek olmayan şeyleri söylemeyin! Meryem oğlu İsa Mesih, sadece Allah'ın elçisi, O'nun Meryem'e attığı kelimesi ve O'ndan bir ruhtur» (4 Nisa 171).

«Yahudiler: 'Uzeyr, Allah'ın oğludur" dediler. Hıristiyanlar da: 'Mesih, Allah'ın oğludur' dediler. Bu, onların ağızlariyle geveledikleri sözlerdir. (Sözlerini), önceden inkâr etmişlerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları kahretsin, nasıl da (haktan batıla) çevriliyorlar? Hahamlarını ve rahiblerini Allah'tan ayrı rabler edindiler, Meryem oğlu Mesih'i de. Oysa kendilerine yalnız tek İlâh olan Allah'a ibadet etmeleri emredilmişti. O'ndan başka ilâh yoktur. O, onların ortak koştukları şeylerden münezzehtir» (9 Tevbe 30-31).

«Hiçbir insana yakışmaz ki, Allah ona Kitab, hüküm ve peygamberlik versin de, sonra (o kalksın) insanlara: 'Allah'ı bırakıp bana kullar olun' desin; fakat: 'Öğrettiğiniz ve okuduğunuz Kitab gereğince Rabb'a hâlis kullar olun!' der. Ve size: 'Melekleri ve peygamberleri tanrılar edinin!' diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, size inkârı emreder mi?» (3 Âl-i İmrân: 79-80).

«De ki: 'O'ndan başka (kendilerinde bir şeyler) sandığınız kimseleri çağırın, onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de (onu) başka bir yana çevirebilirler'. O yalvardıkları da, onların (Allah'a) en yakın olanları da Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar, O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, cidden korkunçtur » (17 İsrâ 56-57).

Her türlü eksiklikten arınmış olan Allah, her namazımızda doğru yola; kendilerine gazab edilmiş ve sapmış olanlardan farklı olan ve Allah'ın kendilerine nîmet verdiği peygamberlerin, sıddîkların, şehîdlerin ve salihlerin yoluna iletmesini dilememizi emrettiğine göre, bu, kulun gazab edilmiş ve sapmışların yoluna düşmesinin korkulacak bir şey olduğunu gösterir. Nitekim Peygamber (s.a.v.)'in de haber verdiği gibi, bu durum vâki olmuştur.

O, şöyle buyurmaktadır:

«Sizden öncekilerin yollarını tıpatıp takip edeceksiniz. Öyle ki, bir kelerin deliğine girmiş, olsalar, siz de ona gireceksiniz.»

Ashab; Yahudi ve hıristiyanları mı?. Ya Resûlâllah, diye sorunca: «Başka kim olabilir ki» (Buhari, Enbiyâ 50), buyurdu. (Hadîs sahihtir) .

Selef, doğru yoldan ayrılan âlimlerde yahudilere bir benzerlik, âbidlerde ise, hıristiyanlara bir benzerlik bulunduğu görüşündeydi. Gerçekten, sapan ilim adamlarında; sözlerin anlamını değiştirme, kalb katılığı, ilimde cimrilik, büyüklenme, başkalarına doğru olanı söylemesine rağmen kendisinin bunu uygulamaması gibi şeylerin bulunduğu; sapan ibadet ehlinde ise, peygamberlerle salihler konusunda aşırılık, ibadetlerde ruhbanlık, şekilcilik ve müziğe dalma gibi bid'atler görülmektedir.

Bu nedenle Peygamber (s.a.v.) :

«Beni Hıristiyanların Meryem oğlu İsa'yı andıkları gibi anmayın. Ben sadece kulum; Allah'ın kulu ve elçisi deyin»(Buhâri, Enbiyâ 48; Ahmed İbn Hanbel l/23, 24, 47, 55, 60; Dârimî, Rıkâk 68), buyurmaktadır.

Bundan dolayıdır ki Allah, Resûlüllah (s.a.v.)'i makamlarının en yücesi olarak, kullukla nitelemiştir:

«Eksiklikten uzaktır O (Allah) ki, geceleyin kulunu yürüttü» (17 İsrâ 1).

«Kuluna vahyettiğini vahyetti» (53 Necm 10).

«Allah'ın kulu kalkıp O'na yalvarınca (hayretten hepsi) onun üzerine üşüşüp neredeyse keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi» (72 Cin 19).

Yine bu nedenle namazdaki oturuşlarda okunduğu gibi, cuma ve bayram hutbeleriyle nikâh ve diğer ihtiyaç anlarında okunan meşru hutbelere de: «Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in, O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ederim» cümlesiyle başlanır.

Resûlüllah (s.a.v.) de, ümmetinin kendisi hakkında, hıristiyanların Mesih konusunda düştüğü ulûhiyet dâvası gibi yanlışlara düşmemeleri için, bir kul olduğu gerçeğini sık sık vurgulamıştır. Hattâ biri: «Allah ve sen ne dilerseniz» deyince Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:

«Beni Allah'a denk mi tutuyorsun? Aksine, Allah ne dilerse,yalnızca O» (Ahmed İbn Hanbel l / 214, 224, 283, 342).

Yine ashabına:

«Allah ve Muhammed ne dilerse demeyin. Aksine, Allah ne dilerse, deyin. Muhammed'in dilemesi (O'ndan) sonradır» (İbn Mâce, Keffarât 13)buyurmuştur.

Yine şöyle buyurmaktadır:

«Kabrimi (gidip-gelinen) bayram yerine çevirmeyin; nerede olursanız bana salât getirin, getirdiğiniz salât bana ulaşır» (Ahmed İbn Hanbel ll /367; Ebû Dâvud, Menâsik 100).

«Allahım, kabrimi tapılan bir put kılma! Peygamberlerinin kabirlerini mescid edinenlere Allah'ın gazabı çetin oldu» (Muvatta', Kasru's-Salât fi's-Sefer 85).

«Sizden öncekiler, kabirleri mescid ediniyordu. Sakın ha! Kabirleri mescid edinmeyin. Sizi bundan sakındırıyorum, bilesiniz» (Aynı kaynak).

Ümmetteki aşırılık özellikle şu iki grup içinde meydana geldi . Peygamberlerde ve Ehl-i Beyt imamlarında ulûhiyet bulunduğuna inanan Şia'nın aşırı giden sapıkları; ve peygamberlerle salihlerde buna benzer şeylerin bulunduğuna inanan tasavvuf ehli içindeki cahillerden bir grup. Her kim, Peygamberimizde veya herhangi bir peygamberde ulûhiyyet ve rubûbiyyet vehmederse, onun, hıristiyanlardan farkı yoktur. Peygamberlerin nitelikleri Kur'an ve Sünnetin onlar hakkında belirttiklerinden ibarettir.

Yüce Allah, İsrâiloğullarına hitaben şöyle buyurmaktadır:

«Elçilerime inanır, onlara yardım eder ve Allah'a güzel borç verirseniz, elbette sizin günahlarınızı örterim ve sizi altlarından ırmaklar akan cennetlere sokarım,»(5 Mâîde 12).

Yine şöyle buyurmaktadır:

«Biz seni, (ümmetine) şahid, müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderdik. (Ey insanlar, bu) Allah'a ve Resulüne inanasınız, O'nu(n dinini) destekleyesiniz, O'na saygı gösteresiniz diyedir» (48 Feth 8-9).

Bu âyetler,

Resûlüllah'ın hakkını anlatmaktadır.

Allah'ın hakkıyla ilgili olarak da şöyle buyurulmaktadır:

«...ve sabah-akşam O'nu tesbih edip yüceltesiniz» (48 Feth 9).

Allah Teâlâ yine şöyle buyurmaktadır:

«Rahmetim ise her şeyi kaplamıştır. Onu, korunanlara, zekâtı verenlere ve âyetlerimize inananlara yazacağım. Onlar ki, yanlarındaki Tevrat ve İncil'de yazılı buldukları o elçiye, o ümmi Peygambere uyarlar. O (Peygamber) ki, kendilerine iyiliği emreder, kötülükten men'eder; onlara güzel şeyleri helâl, çirkin şeyleri haram kılar, üzerlerindeki ağırlıkları, sırtlarındaki zincirleri kaldırıp atar. Ona inanan, destekleyerek O'na saygı gösteren, O'na yardım eden ve O'nunla beraber indirilen nura uyanlar, işte felaha erenler onlardır» (7 A'râf 156-157).

«De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah bağışlayan, esirgeyendir» (3 Âl-i İmrân 31).

«De ki 'Allah'a ve Peygamber'e itaat edin. Eğer dönerlerse (bilsinler:) muhakkak ki Allah kâfirleri sevmez» (3 Âl-i İmrân 32).

«Allah ve O'nun melekleri, Peygamber'i överler. Ey inananlar, siz de O'nu övün, içtenlikle salât ve selâm edin»(33 Ahzâb 56).

«De ki: Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, durgunlaşmasından korktuğunuz ticaretiniz, hoşlandığınız barınaklar, size Allah'tan, Resulünden ve O'nun yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyedurun (o zaman başınıza gelecekleri göreceksiniz) » (9 Tevbe 24).

Kur'an'da otuzdan fazla yerde Resülüllah'a itaat emr edilmektedir. Yüce Allah şöyle buyuruyor:

«Ey inananlar, sizi yaşatacak şeylere çağırdıkları zaman Allah'ın ve Resulünün çağrısına koşun» (8 Enfâl 24).

«Hayır, Rabb'in hakkı için onlar aralarında çıkan çekişmeli işlerde seni hakem yapıp, sonra da senin verdiğin hükme karşı içlerinde bir burukluk duymadan, tam anlamıyla teslim olmadıkça inanmış olmazlar» (4 Nisâ 65).

«O'nun (Resûl'ün) emrine aykırı davrananlar, kendilerine bir belânın çarpmasından, yahut onlara acı bir azabın uğramasından sakınsınlar» (24 Nur 63).

«Aralarında hükmetmesi için Allah'a ve Resulüne çağırıldıkları zaman inananların sözü ancak: 'İşittik ve itaat ettik' demeleridir. İşte umduklarına erenler bunlardır, bunlar. Kim(ler) Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar, O'(nun azâbı)ndan korunursa, işte kurtuluşa erenler onlardır» (24 Nur 51-52).

Âyetlerde, itaat Allah ve Resulü için emredilirken, korkma ve sakınma yalnızca Allah için zikredilmektedir.

Nitekim diğer âyetlerde de şöyle buyurulmaktadır:

«Yalnızca Benden korkun» (16Nahl 51).

«Sadece Benden sakının» (2 Bakara 41).

«İnsanlardan korkmayın. Benden korkun» (5 Mâîde 44).

Yüce Allah yine şöyle buyuruyor:

«Sana biat edenler, gerçekte Allah'a biat etmektedirler. Allah'ın eli, onların elleri üzerindedir» (48 Feth 10).

«Peygamberi çağırmayı, herhangi birinizin diğerini çağırması gibi tutmayın» (24 Nur 63).

«Peygamber, mü'minlere canlarından ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir» (33 Ahzâb 6).

Resûlüllah (s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır:

«Ben, sizden birinize çocuğundan, babasından ve bütün insanlardan daha sevgili olmadıkça o kimse îman etmiş olmaz».

Resûlüllah'ın bu sözleri üzerine Hz. Ömer:

«Allah'a yemin ederim ki yâ Resûlâllah, kendimden sonra sen bana herkesten daha sevgilisin», deyince, Resûlüllah:

«Hayır yâ Ömer, sana, senden de daha sevimli olmadıkça...» buyurdu. O zaman Hz. Ömer: «Sen bana, benden de daha sevgilisin» dedi ve Resûlüllah: «İşte şimdi oldu» buyurdu. (Buhârî, İman 8; Müslim, İman 69).

Allah Teâlâ Kitabında,

Resûlüllah'ın üzerimizdeki haklarını şöyle sıralamaktadır:

  1. — Resûlüllah'a itaat,

  2. — Onu sevme,

  3. — Ona değer verme,

  4. — Ona saygı gösterme,

  5. — Ona yardım ve destek sağlama,

  6. — Verdiği hükme rıza gösterme,

  7. — Ona teslim olma,

  8. — Ona uyma,

  9. — Ona salât ve selâm getirme,

  10. — Onu candan ve maldan üstün tutma,

  11. — Aramızdaki bir anlaşmazlığın çözümü için ona başvurma...

Yüce Allah:

«Kim Resule itaat ederse Allah'a itaat etmiş olur» (4 Nisa 80) buyurarak Resûlüllah'a itâatin kendisine itaat anlamına geldiğini ve :

«Sana biat edenler, gerçekte Allah'a biat etmektedirler» (48 Feth 10) buyurarak Resûlüllah'a biat etmenin kendisine biat etmek olduğunu haber vermektedir.

Yine:

«Size Allah'tan ve Resulünden daha sevgili ise...» (9 Tevbe 24) buyurarak sevgide;

«Allah ve Resulüne eziyet edenler...» (33 Ahzâb 57) buyurarak eziyette;

«Kim Allah'a ve Resulüne itaat ederse...» (4 Nisa 13) buyurarak itâatta;

«Kim de Allah'a ve Resulüne karşı gelir...» (4 Nîsâ 14) buyurarak karşı çıkmada; ve bir de:

«Allah'ı ve Resulünü hoşnut etmeleri daha uygundu» (9 Tevbe 62) buyurarak hoşnut etmede Resûlüllah'ın adıyla kendi adını bir arada zikretmektedir. Bu âyetlerde zikredilenler ve buna benzeyen diğer şeyler, Resûlüllah'ın gerçekten hakettiği şeylerdir.

İbadet ve yardım dilemeye gelince, bunlar yalnızca Allah'adır; bu konuda ortağı yoktur.

Nitekim O şöyle buyurmaktadır:

«Allah'a ibadet edin, O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın» (4 Nisa 36).

«Sadece Sana kulluk eder, sadece Senden yardım dileriz» (1 Fatiha 5).

«Oysa kendilerine, dini yalnız Allah'a özgü kılarak, Allah'ı birleyenler olarak O'na kulluk etmeleri emredilmişti» (98 Beyyine 5).

Aşağıdaki örneklerinde olduğu gibi bazı âyetlerde de ibadet ve yardım dilemek bir arada zikredilmiştir:

«O'na kulluk et ve O'na dayan» (11 Hûd 123).

«Ve ölmeyen diriye dayan, O'nu överek teşbih et» (25 Furkân 58).

«yalnız O'na tevekkül eder ve yalnız O'na yönelirim» (11 Hûd 88).

Aynı şekilde tevekkül de yalnızca Allah'a yapılır. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«Tevekkül edenler de yalnızca O'na tevekkül etsinler» (12 Yûsuf 67).

«De ki: 'O halde Allah'tan başka çağırdıklarınızı gördünüz mü, şimdi Allah bana bir zarar vermek istese, onlar mı O'nun vereceği zararı giderecekler? Bana bir rahmet dilerse, onlar O'nun rahmetini durdurabilirler mi?' De ki: 'Allah bana yeter. Tevekkül edenler de yalnız O'na tevekkül ederler» (39 Zümer 38).

«Onlar ki, halk kendilerine: 'İnsanlar size karşı ordu toplamışlar, onlardan korkun!' deyince, bu söz, onların îmanını arttırdı. Ve. 'Allah bize yeter, O ne güzel vekildir', dediler» (3 Âl-i İmrân 173)

Dua, ister ibadet duası olsun, ister ihtiyaç ve yardim dileme duası olsun sadece Allah'a yapılır.

Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır :

«Mescidler, kuşkusuz Allah'ındır. Öyleyse oralarda Allah'a yalvarırken bir başkasını katmayın, Allah'ın kulu O'na yalvarmak için kalkınca (hayretten hepsi) onun üzerine üşüşüp nerdeyse keçe gibi birbirlerine geçeceklerdi. De ki: 'Ben ancak Rabbime yalvarırım ve O'na kimseyi ortak koşmam» (72 Cin 18-20).

«Kâfirlerin hoşuna gitmese de, dini yalnız Allah'a halis kılarak O'na dua edin» (26 Şuârâ 213).

«Allah ile beraber başka bir tanrı çağırma, sonra azab edilenlerden olursun»(40 Ğafir 14).

«Sabah akşam Rablerinin rızasını isteyerek O'na yalvaranları kovma» (6 En'âm 52).

Meleklerle peygamberlere ve başkalarına dua edenleri de kınayarak şöyle buyurmaktadır:

«De ki: 'O'ndan başka (kendilerinde bir şeyler) sandıklarınızı çağırın, onlar ne sizden sıkıntıyı kaldırabilirler, ne de başka bir yere çevirebilirler. O yalvardıkları da, onların (Allah'a) en yakın olanları da Rablerine yaklaşmak için vesile ararlar; O'nun merhametini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı, cidden korkunçtur» (17 İsrâ 56-57).

İbn Mes'ûd'un şöyle dediği rivayet edilir: «Bir topluluk meleklere, Mesih'e ve Uzeyr'e dua ediyordu, bunun üzerine Allah buyurdu ki: Sizin kendisinden korktuğunuz, ümit bağladığınız ve yaklaşmaya çabaladığınız gibi, şu dua ettikleriniz de Allah'tan korkuyor, O'ndan diliyor ve O'na yaklaşmaya çalışıyorlar.»

Allah Teâlâ yine şöyle buyuruyor:

«Denizde size bir sıkıntı dokunduğu zaman O'ndan başka bütün yalvardıklarınız kaybolur» (17 İsrâ 67).

«Yahut dua ettiği zaman darda kalmışsa kim yetişiyor da kötülüğü (onun üzerinden kaldırıp) açıyor ve sizi (eskilerin yerine) yeryüzünün hâkimleri yapıyor? Allah ile beraber başka bir tanrı mı var?» (27 Nemi 62).

«Onlar ki Allah ile beraber başka tanrıya yalvarmazlar. Allah'ın haram ettiği canı haksız yere öldürmezler ve zina etmezler» (25 Furkân 68).

Allah'ı birlemekte, ibadette ve yardım dilemekte dini O'na halis kılmak, Kur'ân'ın pek çok yerinde dile getirilmiştir. Aslında bu, îmanın odak noktasıdır; İslâm'ın evveli ve sonudur. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) de şöyle buyurmaktadır:

«Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun elçisi olduğuna şehadet edinceye kadar onlarla savaşmaya emrolundum» (Buhârî, İman 17; Müslim, İman 32-36; Ebû Dâvud,' Cihad 95; Tirmizî, Tefsir sûre 88; Nesâî, Zekât 3).

«Öyle bir söz biliyorum ki, ölüm sırasında onu her kim söylerse ruhu bir ferahlık duyar» (İbn Mâce, Edeb 54).

Yine şöyle buyurmaktadır:

«Her kimin son sözü 'la ilahe illallah' olursa, cennet onun için vacip olur» (Aclûni, Keşfu'l-Hafâ ll /273).

«La ilahe illallah» dinin ve îmanın kalbi, öteki ameller de diğer organlarıdır. Resûlüllah (s.a.v.)'in:

«Muhakkak ki ameller niyetlere göredir. Herkes için ancak niyet ettiği vardır; her kimin hicreti, Allah ve Resulü için ise hicreti Allah ve Resulü içindir. Her kimin hicreti, elde edeceği bir dünya veya evleneceği bir kadın için ise, hicreti kendisine hicret ettiği şey içindir» (Buhârî Cenâiz 1; Ebû Dâvud, Cenâiz 16; Ahmed bin Hanbel V/233-247) hadîsi niyetin, kalbe dayalı bir amel olduğuna ve onun, amelin temelini oluşturduğuna ilişkin açık bir delildir.

Dini Allah'a halis kılmak, sadece O'na ibadet etmek ve getirdiği şeylerde Resûlüllah'a uymak, Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve Muhammed'in O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmektir.

Bu nedenle Şeyh Yahya es-Sarsarî'nin, Resûlüllah (s. a.v.)'i öven kasîdelerindeki, Resûlüllah'tan yardım istemeyi dile getiren: «Sana sığınırım, senden yardım ister ve senden güç kuvvet dilerim» gibi sözlerini reddediyoruz. (Buhârî, Bed'u'l-Vahy 1; Müslim, İmare 155; Ebû Dâvud, Talâk 11:Nesâi. Tahare 59, Talâk 24; İbn Mâce, Zühd 26)

İnsanların, doğru kimselerden ve kendilerini onlara benzetenlerden yardım dilemelerini ve onlara sığınmalarını da kabul etmiyoruz. Bu konuyu halkın ve seçkinlerin bulunduğu topluluklarda dile getirip Tevhid'i açıkladık. Allah'ın izniyle onlar bu açıklamalardan yararlanmışlardır.

Allah'ın, bütün peygamberleri onun esasları doğrultusunda gönderdiği İslâm dini geneldir. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«And olsun Biz, her ümmet içinde: 'Allah'a kulluk edin ve tâğuttan sakının' diye bir elçi gönderdik» (16 Nahl 36).

«Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona.'Benden başka tanrı yoktur, Baha kulluk edin' diye vahyetmiş olmayalım» (21 Enbiyâ 25).

«Senden önce gönderdiğimiz elçilerimizden sor.Rahmân'dan başka tapılacak tanrılar yapmış mıyız?» (43 Zuhruf 45).

«Ey elçiler, güzel şeylerden yiyin ve yararlı iş yapın. Çünkü Ben yaptıklarınızı bilmekteyim. Ve işte bu ümmetiniz, bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim, Benden korkun» (23 Mü'minûn 51-52).

«O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat esası olarak koydu. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat kendilerini çağırdığın (bu) şey, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi.» (42 Şûra 13).

«Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım» (51 Zâriyât 56).

Bir hadîs-i .şerifte de şöyle buyurulmaktadır:

«Peygamber (s.a.v.) Muâz b. Cebel'e. Yâ Muâz, Allah'ın kulları üzerindeki hakkını biliyor musun? diye sordu. Muâz diyor ki: Allah ve Resulü daha iyi bilir, dedim. Buyurdu ki: Onlar üzerindeki hakkı; O'na ibadet etmeleri ve ortak koşmamalarıdır. Peki ya kullar bunu yaptıkları takdirde, onların O'nun üzerindeki haklarını biliyor musun? Onları azaplandırmamasıdır» (Buhârî, Cihâd 46; Müslim, İman 48; İbn Mâce Zühd 35; Ahmed İbn Hanbel lll / 261).

İbn Abbas da:

«istediğin zaman Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman da O'ndan dile» buyurmuştur. (Tirmizî, Kıyâme 59; Ahmed İbn Hanbel l /293, 303, 307).

Korkma, sığınma, teslim olma ve tevbe, ibadet kapsamına girer. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«(O peygamberler) Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Allah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar» (33 Ahzâb 39).

«İnsanlardan korkmayın, benden korkun» (5 Mâide 44).

«Allah'ın mescidlerini, ancak Allah'a ve âhiret gününe inanan, namazı kılan, zekâtı veren ve Allah'tan başka kimseden korkmayanlar onarırlar» (9 Tevbe 18).

Hz. İbrahim,

kavmiyle tartışırken şöyle demiştir:

«Ben, sizin ortak koştuğunuz şeylerden korkmam. Rabbim ne» dilerse o olur. Rabbim, bilgice her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ öğüt almıyor musunuz? Hem siz, Allah'ın size, (tanrı oldukları) hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben nasıl (O'na) ortak koştuğunuz şeylerden korkarım?. Şimdi biliyorsanız (söyleyin), iki topluluktan hangisi (tek Allah'a inananlar mı, yoksa Allah'a ortak koşanlar mı) güvende olmaya daha lâyıktır. İnananlar ve îmanlarını haksızlığa bulamayanlar... İşte güven onlarındır ve doğru yolu bulanlar da onlardır » (6 En'âm 80-82).

«Andlarını bozan, Resulü (Mekke'den) çıkarmaya yeltenen ve ilk önce kendileri sizinle savaşa başlamış olan bir kavimle savaşmayacak mısınız? Yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer gerçekten inananlar iseniz, kendisinden asıl korkmanız gereken Allah'tır» (9 Tevbe 13).

«Benden sakının» (2 Bakara 41).

«Kim Allah'a ve Resulüne itaat eder, Allah'tan korkar ve O'ndan sakınırsa...» (24 Nur 52).

Hz. Nuh da kavmine :

«Allah'a kulluk edin, O'ndan korkun, bana da itaat edin» (71 Nuh 3)demiştir. Böylece ibadet ve korkmayı Allah'a ait kılmış, kendisine de itaat edilmesini istemiştir. Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır :

«Biz hiçbir peygamberi, Allah'ın izniyle itaat edilmekten başka bir amaçla göndermedik» ( 4 Nisa 64) Hz. Hûd, Salih, Şuayb, Lût ve diğer peygamberler de:

«Allah'tan korkun, bana itaat edin» (3 Al-i İmrân 50; 26 Şuarâ 108, 110, 126, 131, 144 vs.) demişlerdi. Onlar, korkma ve sakınmayı Allah'a ait kılmış ve kendilerine de itaat edilmesini istemişlerdir. Aynı şekilde Kur'ân'ın pek çok yerinde: «Allah'tan korkun», «Allah'tan sakının», «Sizden önce kendilerine kitab verilenlere ve size Allah'tan korkun diye tavsiye ettik» buyurulmaktadır.

«İşte böyle...» Yazma nüshada silik. (Derleyen).

Yine şöyle demektedir:

«Yalnız O'na tevekkül eder ve yalnız O'na yönelirim» (11 Hûd 88).

«Rabbinize dönün, O'na teslim olun» (39 Zümer 54) .

Hz. İbrahim hakkında da:

«Rabbi ona. 'İslâm ol' demişti, 'âlemlerin Rabbine teslim oldum', dedi» (2 Bakara 131) . Belkîs de:

«(Artık) Süleyman'la beraber âlemlerin Rabbi Allah'a teslim oldum» (27 Neml 44 ) demiştir. Yine şöyle buyurulmaktadır:

«Din yönünden hangi insan iyilik edici olarak kendini Allah'a teslim edip dosdoğru İbrahim dinine tâbi olandan daha güzeldir?» (4 Nisa 125).

«Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı, Rabbinin yanındadır» (2 Bakara 112 ).

«Hepiniz topluca Allah'a tevbe edin» (24 Nur 31) .

«Kim tevbe eder ve güzel amel işlerse, o, kabul edilir bir kimse olarak Allah'a döner» (25 Furkân 71).

«Yaratıcınıza tevbe edin» (2 Bakara 51).

«Allah'a yürekten tevbe edin» (66 Tahrîm 8).

Bağışlanmayı dileme konusunda da:

«Rabbinizden mağfiret dileyin, çünkü O çok bağışlayandır» (71 Nuh 10).

«Rabbinizden mağfiret dileyin, sonra O'na tevbe edin» (11 Hûd 52 ), buyurmaktadır.

Yağmur duasıyla düşmanlar aleyhine yapılan duada olduğu gibi, rızık isteme ve yardım dileme konusunda:

«Siz rızkı Allah'ın yanında arayın, O'na tapın ve O'na şükredin» (29 Ankebût 17).

«Allah size yardım ederse, artık sizi yenecek yoktur. Ve eğer sizi yüzüstü bırakırsa, O'ndan sonra artık size yardım edecek kim var? Mü'minler Allah'a tevekkül etsinler» (3 Âl-i İmrân 160)buyurmaktadır.

Yardım dileme konusunda:

«Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da dileğinizi yerine getirdi» (8 Enfâl 9).

Korunmayı isteme konusunda:

«Biliyorsanız (söyleyin) her şeyin melekûtu (mülk ve yönetimi) elinde olan, koruyup kollayan fakat kendisi korunup kollan(maya muhtaç ol)mayan kimdir, de. (Her şeyin yönetimi) Allah'a aittir, diyecekler. O halde nasıl büyüleniyorsunuz, de» (23 Mü'minûn 88-89).

Sığınma konusunda:

«De ki: Sığınırım ben, karanlığı yarıp sabahı ortaya çıkarana» (113 Felâk 1)

«De ki: Sığınırım ben insanların Rabbine» (114 Nâs 1).

«Ve de ki: 'Rabbim, şeytanların dürtüklemelerinden sana sığınırım. Ve onların yanımda bulunmalarından sana sığınırım Rabbim» (25 Mü'minûn 97-98).

«Kur'an okuduğun zaman, kovulmuş olan şeytandan Allah'a sığın» (16 Nahl 98), buyurmaktadır.

Firavun'un ailesi içindeki mü'min kişinin dediği gibi, işi Allah'a havale etme hususunda da:

«Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz Allah, kullan görür»(40 Mü'minûn 44)buyurmaktadır.

Peygamber (s.a.v.)'in uyumadan önce söylenmesini öğrettiği duayla ilgili hadîste:

Allah'ım, kendimi Sana teslim ettim, Sana yöneldim. İşimi Sana havale ettim, sırtımı Sana dayadım» (Buhârî, Tevhid 34; Deavât 5, 6, 8; Müslim, Zikr 56, 57, 68; Ebû Dâvud, Edeb 8; Nesâî, Zekât 1; İbn Mâce, Dua 35) buyurulmaktadır.

Yüce Allah, yine şöyle buyurur:

«Rablerinin (huzuruna) toplanacaklarına (inanıp bu durum)dan korkanları onunla uyar ki; kendilerinin O'ndan başka ne dostları, ne de şefaatçileri vardır» (6 En'âm 51).

«Gökleri, yeri ve ikisinin arasında bulunanları altı günde yarattı, sonra arş'a istiva etti. Sizin, O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur» (32 Secde 4).

Dost (veli), işlerinin hepsini üstlenen, şefaatçi ise, onda yardımcı olandır. Kulun Allah dışında bağımsız bir başka dostu ve belirli bir yardımcısı yoktur. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«Eğer Allah sana bir zarar dokundurursa, onu, yine O'ndan başka kaldıracak yoktur ve eğer sana bir iyilik dilerse, O'nun keremini de geri çevirecek yoktur» (10 Yûnus 107).

«Allah, insanlara bir rahmet açtı mı onu tutan olmaz. O'nun tuttuğunu da O'ndan sonra salacak yoktur» (35 Fâtır 2).

«Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: 'Onlar hiçbir şeye güçleri yetmeyen, düşünmeyen şeyler olsalar da mı? De ki: 'Bütün şefaat Allah'ındır. Göklerin ve yerin mülkü O'nundur» (39 Zümer 43).

«De ki: Allah'ı bırakıp da göklerde ve yerde zerre kadar bir şeye sahip olmadığı, her ikisinde de bir ortaklığı bulunmadığı ve hiçbiri Allah'a yardımcı olmadığı halde tanrı olduklarını ileri sürdüklerinizi yardıma çağırsanıza! O'nun yanında kendisine izin verilenden başka kimsenin şefaati fayda vermez» (34 Sebe' 22-23).

«O'nun izni olmadan kendisinin katında kim şefaat edebilir?» (2 Bakara 255).

«Allah dilediğine ve razı olduğuna izin vermeyince, göklerde bulunan nice meleğin şefaati hiçbir işe yaramaz» (53 Necm 26).

İbadetlerde Allah'a ortak koşmamak

İbadet, yardım dileme ve bunun kapsamına giren korkma, umma, sığınma, tevekkül, tevbe, bağışlanmayı dileme gibi bütün şeyler, ortağı bulunmayan ve tek olan Allah'a yapılır. İbadet, ulûhiyetine; yardım dileme de rubûbiyyetine bağlıdır. Allah, âlemlerin rabbidir; O'ndan başka ilâh, O'ndan başka Rab yoktur. Ne bir melek, ne bir peygamber, ne de bir başkası. Büyük günahların en büyüğü, Allah'a ortak koşmaktır. Seni yaratan O olduğu halde, başkasınıı O'na eşit kılmandır. Ortak koşmak, ibadetinde, tevekkülünde ve yardım dilemende başkasına pay tanımandır.

«Biz bunlara, sırf bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz» (39 Zümer 3), diyenlerin dediği gibi.

Nitekim Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Hani, (bizim) ortaklar (ımız) sandığınız şefaatçilerinizi de yanınızda görmüyoruz» (6 En'âm 94).

«Yoksa Allah'tan başka şefaatçiler mi edindiler? De ki: Onlar, hiçbir şeye güçlen yetmeyen, düşünmeyen şeyler olsalar da mı?» (39 Zümer 43).

«Sizin O'ndan başka bir dostunuz ve şefaatçiniz yoktur» (32 Secde 4).

Namaz ibadeti bir bütün olarak ve ayni zamanda sücûd, rükû, teşbih, dua, kıraat ve kıyam gibi kendi başına birer ibadet olan cüzleriyle sadece Allah için yapılır..

Nafile ibadetler de yalnızca Allah için yapılır. Ne güneşe ve aya, ne bir devlet başkanına ve bir peygambere, ne salih bir kişiye, ne de bir peygamberin ve salih bir kişinin mezarına yapılması doğru değildir. Bütün peygamberlerin şeriatında durum budur. Bu, şeriatımızda da dile getirilmiştir. Hattâ dinimiz nafile bir ibadet olarak yaratıkları yüceltmekten ve onlara değer vermekten de sakındırmıştır. Bu sebepledir ki, Peygamber (s.a.v.), Muâz'ı kendisine secde etmekten nehyetmiş ve:

«Eğer bir kimsenin bir kimseye secde etmesini emretseydim, üzerindeki hakkının büyüklüğünden dolayı kadının kocasına secde etmesini emrederdim» (İbn Mâce . Nikah 4;Ahmet İbn Hanbel lV/381, VI/76, V/228) buyurmuştur.

Yine sahabenin, selâm verirken eğilmelerini ve kendisi namazda otururken onların kendi peşinde ayakta durmalarını yasaklamıştır.

Sadakalardan genel ve özel zekât da böyledir; sadece Allah için tasadduk edilirler. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«O, yaptığı iyiliği birinden karşılık görmek için değil, yalnız yüce Rabbinin rızâsına ermek için yapmıştır..,» (92 Leyl 19-20).

«Biz size sırf Allah rızası için yediriyoruz» (76 İnsan 9).

«Allah'ın rızasını kazanmak ve ruhlarındaki îmanı kökleştirmek için mallarını harcayanların durumu...» (2 Bakara 265).

«Allah'ın yüzünü (O'nun rızasını) isteyerek, verdiğiniz zekât (a gelince); işte (onu verenler, sevaplarını ve mallarını) kat kat arttıranlardır» (30 Rûm 39).

Dinde bunun ne bir kral, ne güneş, ne ay, ne bir peygamber veya salih bir kişiye yapılması caiz değildir. Bazı dilencilerle falan ve filânın kerametlerini abartanlar gibi. Peygamberlerden ya da sahabeden veya salih kimselerden birine yemin ederler. Hz. Ebû Bekir' e, Ali'ye, Nureddin Arslan'a, Şeyh Adîy'e, Şeyh Calid'e vs. ye yemin olsun derler.

Hacc da öyledir Sadece Beytullah haccedilir. Sadece o tavaf, edilir. Sadece onun çevresinde vakfe yapılır. Ne bir peygambere, ne salih bir kimseye ve ne de bir peygamberin ve salih bir kişinin mezarına veya herhangi bir puta ziyaret yapılır. Oruç da öyledir. İbadet olarak sadece Allah için tutulur. Ne yıldızlar için, ne güneş için, ne ay için, ne peygamber ve salihlerin mezarı için tutulur.

İki şehadet

Bütün bunlar; dinin temeli olan iki şehadetin (kelime-i şehadetin);

1 — Allah'tan başka ilâh bulunmadığına ve

2 — Muhammed'in, O'nun kulu ve elçisi olduğuna şehadet etmenin ayrıntılarıdır.

İlâh, kulların kendisine kulluk etmelerini haketmiş olandır. O'nu sevme ve O'ndan korkma fiilleri de bunun içine girer. Bu nedenle ulûhiyyete tâbi olan şeyler, bütünüyle Allah'ın hakkıdır. Risaleti ilgilendiren şeyler ise, Resulün hakkıdır.

Dinin temeli iki şehadet olunca, bu ümmet de şahidlerdir, ve şahidlik bu ümmetin niteliğidir. Papazlara gelince, onlar şahidlikte bulunmadan ibadet ederler. İşte bu nedenle: «Rabbimiz, Senin indirdiğine inandık, peygambere uyduk, bizi şahidlerle birlikte yaz» (3 Âl-i İmrân 53)demişlerdir.

Yine bunun içindir ki âlimler, iki şehâdeti dini yükümlülüklerin ilki saymışlardır. Ehl-i Sünnet'in en ileri gelenleri bu görüştedir.Mansûr es-Sem'ânî (Mansûr es-Sem'ânî (489/1096): Müfessir ve muhaddis. Horasan'da müftülük yapmıştır. Üç ciltlik tefsirinin yanında «el-İntisâr li Ashabi'l-Hadîs», «el-Kavatıl», «el-Minhâc li Ehli's-SÜnne» başlıca telifleridir. (el-A'lâm VII/303)., Şeyh Abdülkadir (Abdülkadir el-Geylâni (561/1166): Meşhur mutasavvuf. Zühd ve takvasının yanında büyük bir âlim idi. Kendi el emeğiyle geçinmeye önem verirdi. (el-A'lâm lV/47). Eserlerinin hemen hepsi Türkçeye tercüme edilmiştir. Birçok meşhur mutasavvuf gibi eserlerine sonradan ilâveler yapılmıştır.

Bu sebeble eserlerinin tahkikli yeni basımlarının yapılması onu daha doğru tanımamızı sağlayacaktır.)ve başkaları da bunun böyle olduğunu söylemişlerdir. Şirkin aslı da, bu noktadan sapmadır. Bu anlamı saptırarak dinin esası olan tevhid doktrinini bozdular. Allah'ın hoşnut olmadığı birtakım kuralları tıpkı din kuralları gibi ortaya koyan ilk filozoflar böyle yapmışlardır.

Bunun nedenlerinden biri; Allah'ın, Resulü Hz. Muhammed'la birlikte gönderdiği özel şeriatın dışına çıkıp Sâbiîn, Hıristiyanlar veya Yahudilerle benzerliği olan ortak noktalara saplanmaktır ki, o da, «alış-veriş tıpkı faiz gibidir» diyenlerin yaptığı kıyasa benzeyen fâsid bir kıyastır.

Meselâ: Semâ'nın her türünü aynı derecede tutmak isterler. Meşru olan ile bid'at olanın, emrolunan ile yasaklananın arasını ayırmazlar. Her tür resmî ve her çeşit evliliği, Allah'ın helâl kıldığı şeylerle aynı kabul ederler. Halbuki dinî ve şer'î olan sema', Allah'ın Kitabını dinlemek ve onu güzel bir sesle okumaktan ibarettir. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.):

«Kur'an'ı seslerinizle süsleyiniz» (Buhârî, Tevhid 52; Ebû Dâvud, Vitr 2; Nesaî, İHitah 83; İbn Mâce, İkame 176), buyurmaktadır.

Yine, Kur'an okurken kendisini Hz. Peygamber'in dinlediğini öğrendiği zaman Ebû Musa: «Ey Allah'ın Resulü, dinlediğinizi bilseydim onu süsleyerek okurdum» demiştir.

İbadet de, hiçbir ortak tanımadan yalnızca Allah'a yapılandır. Cenâb-ı Hak buyurmuştur ki:

«Yükseltilmesini ve içlerinde isminin anılmasını emrettiği evlerde (mescidlerde), o erler sabah-akşam Allah'ı teşbih ederler» (24 Nur 36).

İşte bu temel anlam, «Sırat-ı müstakimin gerektirdiği, cehennem ehline muhalefettir» kuralım ortaya koymakta ve dini - şer'î bir işin aralarındaki asgari ortak noktalardan dolayı tabiî - bid'î bir işe benzemesinden sakındırır. Güzel seste olduğu gibi. Onu haramdan ayıracak miktar eklenmedikçe yalnız başına meşru değildir. Kur'an kıraatlerinde olduğu gibi. Güzel sese Kur'an kırâeti ilâve edilince meşru olur. Görüldüğü gibi, güzel sesi meşru olmama niteliğinden kurtaran, yararlı olmasını sağlayan Kur'an okumadır.

Allah'dan istemek

Allah Teâlâ :

«O halde (işlerinden) boşaldığın zaman yine kalk yorul. Ve Rabbine rağbet et (O'nun rızasını, O'nun sevgisini kazanmaya çalış, yalnız O'nu arzu et, yalnız O'ndan um)» (94 İnşirah 7-8)buyurmaktadır.

Peygamber (s.a.v.) İbn Abbas'a :

«İstediğin zaman Allah'tan iste. Yardım dilediğin zaman da O'ndan. dile» (Tirmizî,. Kıyâme 59; Ahmed bin Hanbel 1/293, 303, 307)demiştir.

Tirmizî'de şöyle bir hadis rivayet edilir:

«Sizden her biriniz bütün ihtiyaçlarını Allah'tan istesin. Hattâ pabucunun tasması kopsa bile. Çünkü Allah tamirini müyesser kılmadı mı, onu tamir edemez» (Tirmizî, Deavât 117).

Sahih bir rivayette Peygamber (s.a.v.) Adiyb. Mâlik ve onunla birlikte kendisine biat edenlere:

«İnsanlardan hiçbir şey istemeyiniz» (İbn Mâce, İkâme 182)

tavsiyesinde bulunmuştur. Öyle ki sahabe, birinin kamçısı elinden yere düştüğünde, kimseye «onu bana ver» demezlerdi. Yetmiş bin kişinin hesap vermeden cennete gireceklerini bildiren sahih bir rivayette de, o kimselerin nitelikleri açıklanırken:

«Başkalarından kendilerine rukye yapılmasını istemeyen, dağlamayla tedavi yapmayan ve eşyada uğursuzluk görmeyenler» (Buhârî, Tıb 17, 42; Müslim, îman 371, 372, 374; Tirmizî, Kıyâme 16; Müsned l/401, 403, 454), oldukları belirtilmektedir. Rukye istemek, bir tür başkasından istekte bulunmaktır.

insanlardan istekte bulunmayı yasaklayan hadîsler pek çoktur.

«Ancak üç kişi için dilenmek caizdir...» (Müslim, Zekât 109; Ebu Dâvud, Zekât 26; Tirmizî, Zekât 23; Nesâî, Zekât 80).

«Sizden birinin ipini omuzuna alıp...» (Buhârî, Zekât 50, Buyu' 15; Nesâî, Zekât 85; İbn Mâce, Zekât 25; Muvatta'., Sadaka 10; Ahmed İbn Hanbel l/164, 167, ll/248)

«Onlardan biri dilenciliğe devam ederse...» (Müslim, Zekât 103; Ahmed İbn Hanbel ll/15, 88).

«Kendisine yetecek malı bulunduğu halde insanlardan dilenen...» (Tirmizî, Mevâkît 4, Zekât 22; Nesâî, Zekât 87; Ahmed İbn Hanbel l/388, 441, 466, lV/181), vs. Ayrıca:

«Her kim yoksulluğa düşer ve onu insanlara arzederse, ihtiyacı karşılanmaz» (Ebû Dâvud, Zekât 28; Tirmizi, Zühd 18; Ahmed İbn Hanbel l/407), gibi hadîsler.

İlim gibi istenmesi caiz olanlara gelince, bu tür şeyler bu konu içine girmez. Çünkü, bildiğini başkasına öğretmekle bilen insanın ilminden birşey eksilmez; aksine, bilgisi artar. Soran kişi de onu öğrenmeye muhtaçtır. Resûlüllah (s.a.v.) :

«Bilmiyorlarsa niçin sormadılar, bilmemenin ilâcı sormaktır» ( Ebû Dâvud, Taharet 125; İbn Mâce, Taharet 93; Ahmed İbn Hanbel l/370) buyurur. Fakat bazı sorular vardır ki, yasaklanmıştır.

Allah Teâlâ'nın:

«Ey inananlar, açıklandığı zaman hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın» (3 Mâide 101) buyruğunda ifade edildiği üzere mugalâtalı sorularla benzerlerinden sakındırması gibi.

Kişinin, bir başkasından kendisi için dua etmesini istemesine gelince: Peygamber (s.a.v.) Hz. Ömer'e: «Duada bizi unutma» demiştir. Yine şöyle buyurmaktadır:

«Müezzini duyduğunuzda, dediğini tekrar ediniz. Sonra bana salât getiriniz. Kim bana bir defa salât getirirse, Allah ona on defa salât getirir. Sonra da benim için vesileyi dileyiniz. O (vesile) cennette bir derece olup Allah'ın kullarından sadece birine verilecektir. Dilerim ki, o kul ben olayım. Her kim benim için vesile'yi dilerse, kıyamet günü şefaatime hak kazanmış olur» (Müslim, Salât 11)

Bu hadîs hakkında şunları söyleyebiliriz: Resûlüllah (s.a.v.),ümmetinden kendisine dua etmelerini istemektedir. Çünkü ona dua ettiklerinde kendileri için yaptıkları duadan daha çok ecir kazanırlar. Nitekim Resûlüllah: «Duamın tamamını senin için yapayım mı?» diye sorana: «O zaman Allah, dünya ve âhiret işlerinde sana yeter» (Tirmizî. Kıyamet 23)şeklinde karşılık vermiştir. Onlardan kendisi için dua istemesi, diğer emirlerinde olduğu gibi, onların kendi yararlarını düşündüğü içindir. Çünkü bunda onların faydası vardır. Peygamber (s.a.v.)'in

«Her kim arkasından bir kardeşi için dua ederse, mutlaka Allah bir melek görevlendirir ve kişi her. dua ettiğinde, görevlendirilen melek: «Âmin, senin için de aynısı verilsin» der» buyurduğu sahih senedle bize ulaşmıştır» (Müslim, Zikr 87).

İbadetlerin temeli

İbadetler, din ve ittibâ üzere kuruludur, heva ve ibtida' (icad etmek) üzere değil. İslâm iki temele dayanır:

Birincisi: Sadece Allah'a ibadet edip O'na ortak koşmamamızdır.

İkincisi: Resûlüllah (s.a.v.)'in dili üzere bize bildirdiği şekilde Allah'a ibadet etmemizdir, hevâ ve bid'atlere göre değil. Allah şöyle buyurmaktadır:

«Sonra seni de (din) işinde bir şeriatın üstüne me'mur kıldık. O halde sen ona tâbi ol. Bilmezlerin heveslerine uyma. Şüphesiz onlar, seni Allah'tan müstağni kılmazlar» (45 Câsiye 18-19).

«Koksa Allah'ın dinde izin vermediği bir şeyi onlara meşru kılacak ortakları mı vardır?» (42 Sûra 21).

Allah Resulünün gösterdiği şeklin dışında hiç kimse Allah'a vâcib veya müstehab olarak ibâdet etmek hakkına sahip değildir. Sonradan uydurulan şeylerle; bid'atlerle Allah'a ibadet edemeyiz. Nitekim bu, Sünendeki Irbaz, Sariye hadîsinde de ifade edilmiştir. Tirmizî, sözkonusu hadîs için: Hasen-Sahih bir hadîstir, demektedir. Müslim'de de, Resûlüllah (s.a.v.)'in hutbesinde:

«Sözün en hayırlısı, Allah'ın sözü ve yolların en hayırlısı, Muhammed (s.a.v.)'in yoludur. İşlerin kötüsü ise, sonradan ortaya çıkanlardır, her bid'at sapıklıktır» (Müslim, Cuma 43; Ebû Dâvud, Sünnet 5; Nesâî, İdeyn 22; İbn Mâce, Mukaddime 7; Ahmed bin Hanbel lll / 310, 371) buyurduğu rivayet edilmektedir.

Hiç kimse, Allah'tan başkasına ibadet etme yetkisine sahip değildir. Yalnızca Allah için namaz kılmalı, O'nun için oruç tutmalı, Beytullah'ı haccetmeli, Allah'a tevekkül etmeli, Allah'tan korkmalı, O'na adak adamalı ve ancak O'na yemin etmelidir. Buhârî ve Müslim'de, Peygamber (s.a.v.'in şöyle buyurduğu rivayet edilmektedir :

«Allah, atalarınıza yemin etmekten sizi sakındırıyor; her kim yemin edecekse Allah'a yemin etsin, ya da sussun» (Buhârî, Şehâdât 26, Edeb 74, Eymân 4; Müslim, Eymân 3).

Sünen'de ise:

«Her kim Allah'tan başkasına yemin ederse, şirk koşmuştur» (Tirmizî, Nüzûr 9; Nesâi, Eymân 4; İbn Mâce, Keffarât 2) buyurulur. İbn Mes'ûd' dan: «Benim için yalancı olarak Allah'a yemin etmem doğru olarak başkasına yemin etmekten daha sevimlidir» dediği rivayet edilmiştir. Çünkü Allah'tan başkasına yemin etmek şirktir. Allah'a yemin etmek ise, tevhiddir. Beraberinde yalan bulunan tevhid, beraberinde doğru bulunan şirkten daha hayırlıdır. Yalan, olsa olsa şirke eşit olur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) :

«Yalan, şahitliği iki veya üç defa Allah'a ortak koşmaya eşittir» (Ebû Dâvud, Akdiye 15; Tirmizî, Şehâdât 3; İbn Mâce, Ahkâm 32; Ahmed bin Hanbel lV/178,233, 321, 322) buyurmuş ve ardından: «Kim Allah'a eş koşarsa, o yüksekten düşüp de (parçalanmış ve) kendisini kuş kapmış, yahut rüzgâr onu uzak bir yere atmış gibidir» (22 Hacc 31)âyetini okumuştur. Allah'tan başkasına yemin eden, eğer Allah'a eş koşmuş sayılıyorsa, O'ndan başkasına adak adayanın durumu kimbilir ne olur?.

Adak adama, yeminden daha büyüktür. Bu nedenle, Allah'tan başkasına adak adayan, adağını yerine getirmez. Bu hususta müslümanlar görüş birliği içindedirler. Meselâ, Allah'tan başkasına namaz, oruç, hac, umre veya sadaka adamışsa, onu yerine getirmez. Bir şeyi yapacağına yemin etmişse, onu yapmaz. Bir görüşe göre de yemin ettiği şeyi yapmaz, fakat keffâret eder.

Nitekim Peygamber (s.a.v.) :

«Her kim bir şey yapmaya yemin eder, sonra da başkasını ondan hayırlı bulursa, hayırlı olanı yapsın ve yemininden dolayı keffâret versin» (Buhârî, Eymân 3, 4, Keffârât 9,10; Müslim, Eymân 7-9) buyurmaktadır.

Sahih rivayette Peygamber (s.a.v)'in adak adamaktan sakındırdığı ve:

«O, bir hayır getirmez; sadece cimriden mal çıkmasına sebeb olur» ( Buhârî, Kader 6, Eymân 26; Müslim, Nüzûr 3-7; Ebû Dâvûd, Eymân 18)dediği rivayet edilmiştir. Allah'a yapılan adak bir hayır getirmiyorsa, yaratılmışa adamanın ne hayrı olabilir? Fakat Allah'a adanan adak eğer ibadetle ilgiliyse yerine getirilmesi gerekir. Ama ma'siyet ise, âlimlerin ittifakıyla yerine getirilmesi caiz değildir. Ancak bir bedel veya yemin keffâretinin olup olmayacağı konusunda ihtilâf etmişlerdir. Buhârî,Sahîh'inde Peygamber (s.a.v.)'in:

«Her kim Allah'a itaat etmeyi adamışsa, O'na itaat etsin. Her kim de Allah'a isyan etmeyi adamışsa, O'na isyan etmesin» buyurduğunu rivayet etmektedir.(Buhârî, Eymân 28, 31; Ebû Dâvûd, Eymân 19; Tirmizî, Nüzûr 2; İbn Mâce, Keffârât 16)

Kim, yaratılmışlar için adak adamanın bir yarar getireceğini, ya da kendi üzerinden bir zararı kaldıracağını sanırsa, tıpkı yaratılmışlara ibadet etmenin kendilerine bir yarar sağlayacağına, ya da kendilerinden bir zararı gidereceğine inananlar gibi sapıklardandır.

Bu müşriklere, bazan şeytanlar görünür; onlarla konuşurlar. Kimilerini bazen havada uçururlar, gaybî birtakım haberleri onlara bildirirler ya da onlara yiyecek, giyecek ve başka şeyler getirirler. Nitekim bu gibi durumlar, putperest Arapların ve başkalarının başına gelmiştir. Zamanımızda olduğu gibi daha önceki dönemlerde de Allah'tan başkasına, ya da Allah'ın teşri buyurmadığı bir şekilde ibadet ederek Kur'an ve Sünnete muhalefet eden bid'atçı sapıkların bu türden pek çok davranışları vardır.

Bunlardan biri harikulade bir şey yaptığı zaman, bu yapılan şey ya şeytanî bir durumdur ya da uydurma bir bühtandır. Onların ileri gelenleriyle şeytanlar sıkı fıkı arkadaşlık kurar. Bazen bu, akıllıların da başına gelir, akıllı olmayanların da. Ama onların şeytanla bu arkadaşlığı ya bir tür bid'at, ya küfür, ya fasıklık ya da şeriatı bilmeme şeklinde olur. Şeytan, gücü yettiğince onları aldatmaya çalışır. Onları gücü yeterse kâfir, bu olmazsa fasık veya âsi yapmaya çalışır. Ama bunlara da güç yetiremezse o zaman, Allah'ın gönderdiği şeriata aykırı bid'atlar işleterek amel ve dinlerini eksiltme yolunu tutar.

Bu sebepledir ki âlimler: «Havada uçan, ya da suyun üzerinde yürüyen birini görürseniz, emir ve yasaklar karşısındaki tavrını tesbit etmedikçe ona aldırmayınız,» demişlerdir. Havada uçan pek çok kimse vardır ki, onu taşıyanlar, şeytanlardır. Bu uçuşu, Allah'ın takva sahibi velilerinin kerametlerinden değildir.

Onlardan öyleleri var ki, şeytan onu Arafat'ta taşır ve hacılarla birlikte vakfede bulunur, Sonra o gece kendi memleketine geri götürür. Cahiller de, onun Allah'ın velilerinden biri olduğunu sanır. Bilmez ki, aslında bundan dolayı tevbe etmesi gerekir. Eğer bunun bir tâat ve yakınlık olduğuna inanırsa, tevbe etmesi istenir. Tevbe ederse, ne âlâ. Değilse, öldürülür. Çünkü Allah ve Resulünün emrettiği haccda ihram'ın, Arafat'da vakfe'nin bulunması kaçınılmaz olduğu gibi ondan sonra ifâze tavafını yapması da kaçınılmazdır. Bu, bir rükün olup onsuz hacc tamamlanmaz. Hattâ Müzdelifede durması, şeytanı taşlaması, Veda tavafını yapması, hacda sakınılması gereken şeylerden sakınması, ihram ve mîkat v.s. gibi haccın diğer şartlarını da yerine getirmesi gerekir. Şeytanın saptırdığı bu sapıkları şeytan havada taşır. Bir bakarsınız onlardan birini elbiseleriyle birlikte götürür ve Arafat'da vakfede bulundurur. Aynı gün evine döner. Böylece bir günde hem kendi memleketinde ve hem de Arafat'da görülmüş olur.

Bazan da şeytan, onlardan kimilerinin kılığına girerek Arafat'daki vakfede bulunur. Onu tanıyan biri de orada gerçekten şeytanı gördüğü halde, onu kılığına girdiği kimse sanır. Eğer şeyh kendisine, o yıl Arafat'a, gitmediğini söyleyecek olursa, o Arafat'da gördüğünün, şeyhinin suretine girmiş bir melek olduğuna inanır. Oysa o, şeytandır ve o kimsenin suretine girmiştir. Bu ve benzeri olaylar çok sık olup şeytanî durumlardandır.

Allah Teâlâ:

«Kim O Rahmân'ın zikrine göz yumarsa Biz ona şeytanı musallat ederiz. Artık bu, onun (ayrılmaz) bir arkadaşıdır» (43 Zuhruf 36) buyuruyor. Âyette geçen «Rahmân'ın zikri»nden amaç, Peygamber (s.a.v.)e indirilen Kur'an'dır. Nitekim yüce Allah şöyle buyurur:

«Doğrusu Zikr'i (Kur'ân'ı) Biz indirdik, O'nun koruyucusu da biziz» (15 Hîcr 9).

«Elbet size Benden bir yol gösteren gelir; Benim yoluma uyan ne sapar ve ne de bedbaht olur.. Benim Kitabımdan yüz çeviren bilsin ki, onun dar bir geçimi olur ve kıyamet günü de onu kör olarak haşrederiz. O zaman: 'Rabbim, beni niçin kör olarak haşrettin, oysa ben gören bir kimseydim' der. Allah: 'Böyledir, âyetlerimiz sana gelmişti de sen onları unutmuştun, bugün de öylece unutulursun' der» (20 Tâhâ 123-126).

Âyetleri unutmak, harfleri ezberlenmiş olsa bile onlara inanmayı ve onlarla amel etmeyi terketmektir. İbn Abbas: «Allah, Kur'ân'ı okuyan ve onunla amel edenin bu dünyada sapıtmamasını ve âhirette bedbaht olmamasını tekeffül eder», demiş, ardından da yukarıdaki âyeti okumuştur. Her kim Allah'ın elçisi Muhammed (s.a. v.)'le gönderdiği Kitab ve Hikmet'e uyarsa Allah onu hidâyete kavuşturur ve mutlu eder. Kim de bundan yüz çevirirse sapar ve bedbaht olur. Onu saptıran ve bedbaht eden ise şeytandır.

Rahmanı hallerin ve takva sahibi velîlerin kerametlerinin sebebi güçlü bir îmana sahip olmalarıdır. Allah velîlerinin hâli budur.

Allah Teâlâ:

«İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de. Onlar o kimselerdir ki, îman ettiler ve devamlı sakındılar» (10 Yûnus 62-63) buyurmaktadır. Kerametler, Allah'ın mü'min kuluna dini ve dünyasıyla ilgili nimetidir. Din hususunda hüccet olur, dünya konusunda da mü'minlerin bir ihtiyacını giderirler. Peygamberimiz Muhammed (s.a.v.)'in mucizeleri de din için hüccet oluyorlar ve müslümanlar için bir ihtiyacı gideriyorlardı. Yiyecek ve içeceklerde meydana gelen bereket, parmakları arasından su akması, dua ettiğinde yağmurun yağması, kâfirlerin yenilmesi ve hastanın şifâ bulması, hazır bulunanlarca bilinmeyen ve yararlı olan haberler vermesi gibi. Peygamberlerin verdikleri haberler daima doğrudur ve hiçbir zaman aksi meydana gelmez.

Şeytanî hale sahip olanlarsa, kâhin türünden insanlardır; hep yalan söylerler, ama bazen de söyledikleri tutabilir. Davranışlarında mutlaka emre muhalefet vardır.

YüceAllah:

«Şeytanların kime indiğini size haber vereyim mi? Onlar, günahkâr iftiracıların hepsine iner» (26 Şuarâ 222) buyurmaktadır.

Bu nedenle bunlar, şeytanların sevdiği pis, kirli ve çirkin elbiseler giyerler. Kötülükler işlerler, ya da mal ve canları konusunda insanlara haksızlık etmek gibi davranışlarda bulunurlar. Allah Teâlâ:

«Açık ve gizli fenalıkları, (her türlü) günahı, haksız isyanı, Allah'a - hiçbir zaman bir burhan indirmediği - herhangi bir şeyi eş tutmanızı, Allah'a karşı bilmeyeceğiniz şeyleri söylemenizi» (7 A'raf 33) haram kılmıştır.

Allah'ın velîleri ise, Allah'ın emrettiklerini yapmak, yasakladıklarından sakınmak ve kendileri için takdir edilene sabretmekle O'nun rızasına uyarlar. Bu meselenin uzun açıklamalara ihtiyacı vardır. Ancak burada ayrıntılara girmiyoruz. Her şeyi Allah bilir.

İyilik ve kötülüğün kaynağı

Daha önce bazı yerlerde ve ayrıca fıkıh müsveddesinin sonunda konuyla ilgili bazı kuralları yazmıştım. İyiliklerin kaynağı adalet, kötülüklerin kaynağı ise zulümdür. Bu, önemli ve kapsamlı bir kuraldır.

Şöyle ki: Allah insanları kendisine ibadet etsinler diye yaratmıştır. Bütün iyiliklerde istenen ve hedef edinilen budur. Dinin tamamını Allah için hâlis kılmak da budur. Böyle bir hedefe yönelmeyen bütün davranışlar, âhirette Allah'ın cezasını üzerine çeken kötülüklerdir. Şayet bazı yönlerden bir iyilik gibi gelen yönleri varsa bunun onu yapan için dünyaya ilişkin bir karşılığı vardır. Allah'ın her yasakladığı şeyleri yapmak dosdoğru yoldan ayrılmak ve sapmaktır; bir şeyi yerli yerine oturtmak yerine zulüm yapmaktır.

Bu nedenledir ki Allah, «De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi O'na doğrultun; dinde samimî olarak O'na yalvarın» (7 A'raf 29) âyetinde her ikisini bir arada zikretmiştir. Bu âyet, dinin temellerini ve Kur'an'a sarılmayı içerdiği gibi, şirk ve helâlları haram sayma gibi Allah'ın izin vermediği şeyleri dine sokanları; iblis ile H z . Nûh ' un kavminden, Firavun'un kavmine kadar peygamberlere muhalefet edenleri, Kitap ehlinden olup da kendilerine gönderilen kitapları değiştirenleri, Arap kâfirleri gibi bâtıl bir din îcad edenleri, peygamberleri yalanlayanlar gibi hak dinin tamamına karşı çıkanları veya Kitap Ehli gibi hak dinin bir kısmına muhalefet edenleri kınamayı da içine alan el-A'raf sûresindedir.

Her türlü eksiklikten münezzeh olan şânı yüce Allah, bu sûre ile el-En'âm ve diğer sûrelerde, müşriklerin suçlarını iki türe ayırmaktadır :

a - Allah'ın emretmediğini emretme - şirk gibi -.

b - Allah'ın yasaklamadığını yasaklama -helâl şeyleri haram sayma gibi -.

Birincisi, Allah'ın izin vermediği bir şeyi dine sokmaktır.

İkincisi ise, Allah'ın haram kılmadığını haram kılmaktır.

Bu durum, İyâz b. Hımar'ın rivayet ettiği sahih hadîsde de ifade edilmektedir. Söz konusu hadiste Peygamber (s.a.v.) Allah Teâlâ'nın şöyle buyurduğunu nakletmektedir:

«Kullarımı hak din üzere yarattım. Sonra şeytanlar onları doğru yoldan saptırdı,onlara helâl kıldığımı haram kıldılar. Onlara, benim hiçbir yetki vermediklerimi Bana ortak koşmalarını emrettiler» (Müslim, Cennet 63; Ahmed İbn Hanbel, lV/162).

Bu nedenledir ki, şirki ve bâtıl ibadetleri uydurmak daha çok hıristiyanlarla sapık âbidler ve sufîler arasında; haramlar uydurmada, daha çok yahudilerle sapık fukaha arasında yaygındır. Hattâ Yahudi dininin temeli helâli haram kılma, yasak olmayanı yasaklama ve sınırlamalara dayanır. Bu sebeple Hz. Mesih: «Size yasak edilenlerin bir kısmını helâl kılmak üzere...» (3 Âl-i İmrân 50) demiştir. Hıristiyan dininin temelinde ise, müteşâbih lâfızlar ve mücmel fiillerle ilâhlık vardır. Kalblerinde eğrilik bulunanlar, fitne arzusu ve te'vil isteğiyle ondan müteşâbih olana uydular.

Başka yerlerde de ifade ettiğim gibi; dini Allah'a hâlis kılmak olan tevhid ve bizim (İslâm ümmetinin) üzerinde bulunduğumuz adalet, dinin bütün yönlerini ihtiva eden asıl kaynağıdır. Dini Allah'a hâlis kılmak, adaletin temeli olduğu gibi, Allah'a ortak koşmak da büyük bir zulümdür.

En büyük günah

Allah seni merhametinden esirgemesin. Bilesin ki, Allah'a ortak koşmak, kişinin Allah'a karşı işlediği en büyük günahtır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Allah kendisine ortak koşmayı elbette bağışlamaz. Bundan başkasını dilediğine bağışlar» (4 Nisa 48).

Buhârî ve Müslim'deki bir rivayete göre de Peygamber (s.a.v)'e en büyük günâhın hangisi olduğu sorulmuş ve o da şu karşılığı vermiştir:

«Seni yaratan Allah olduğu halde, O'na eş koşmandır» (Buhârî, Tefsir sûre II /1, V/17,Rıkâk 51; Müslim, İmân 141).

Yüce Allah da: «Bile bile Allah'a eş koşmayın» (2 Bakara 22) buyurmaktadır. Yine şöyle buyurmaktadır:

«Allah'ın yolundan saptırmak için O'na eşler koşar. De ki: İnkârınla az bir müddet zevklen, şüphesiz sen cehennemliksin» (39 Zümer 8).

Her kim Allah Azze ve Celle'ye, O'na hâs olan İlâhlık ve Rablıkta yaratıklarından birini eş koşarsa, kâfirdir, İslâm ümmeti bu konuda icmâ etmiştir.

Zâtından dolayı ibadeti hak eden sadece Allah'tır. Kalblerin İlâh tanıyıp yöneldiği, sıkıntı anlarında tapılan O'dur. O'ndan başkası, kuldur ve dolayısıyla O'na muhtaçtır, O'nun hâkimiyeti karşısında hiçbir güce sahip olmayan kul, nasıl ilâh olabilir.

Allah şöyle buyurmaktadır :

«Tuttular kullarından O'na bir cüz (çocuk) isnat ettiler, gerçekten insan çok nankör, açık bir küfürbazdır» (43 Zuhruf 15).

«Göklerde ve yerde olan her şey Rahmana baş eğmiş kul olarak gelecektir» (19 Meryem 93).

«Mesih de, gözde melekler de Allah'a kul olmaktan asla çekinmezler» (4 Nisa 172).

«Allah'ın yanında başkasını tanrı kılmayın; doğrusu sizi O'nun azabı ile açıkça uyarıyorum» (51 Zâriyât 51).

«De ki: Dini Allah'a hâlis kılarak O'na kulluk etmekle emrolundum» (39 Zümer 11).

Zâtından dolayı tapılmayı hak eden, Allah'tır. O şöyle buyurmaktadır: «Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'adır.» «Hamd» kelimesinin başına genellik ifade eden elif-lâm getirilmiştir. Yani, övgünün hepsi Allah'a mahsustur. Sonra mahsus kılma ifadesiyle: «Ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz» buyurmaktadır. Bu, «Hamd, âlemlerin Rabbı Allah'adır» sözü için bir açıklama olup Allah'tan başka tapılan olmadığına ve buna O'ndan başka kimsenin hak kazanmadığına işaret etmektedir. «Ancak Sana kulluk ederiz» sözü sevgi, korku, ümit, emir ve nehiy gibi, ulûhiyyetinin gerektirdiği şekilde O'na kulluk etmeye işaret etmektedir. «Yalnız Senden yardım dileriz» sözü de, O'na tevekkül, işleri O'na havale etme ve O'na teslim olma gibi Rubûbiyyetinin gerektirdiği şeylere işaret ediyor. Çünkü Rab - Sübhanehu ve Teâlâ - mâlik olandır. Ayrıca rubûbiyet, (yetiştirip eğitme) ve «islâh etme» anlamını da taşır. Malik ise, mülkünde dilediği şekilde tasarrufta bulunandır.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Mülk (hükümranlık) elinde olan Allah yücedir ve O herşeye Kadirdir» (61 Mülk 1).

Kul, rubûbiyet sırrından mülk ve tedbirin tamamının Allah'ın elinde olduğunu kavrarsa, yarar-zarar, hareket-sükûn, kısma ve bol bol verme, alçaltma-yüceltme gibi bütün her şeyin Allah'ın elinde olduğunu; yapıcısının, yaratıcısının, kendisini sıkıntıya sokanın ve sıkıntıdan kurtaranın, yücelten ve alçaltanın Allah Teâlâ olduğunu da kavrar. Bunu kavramak, kâinata egemen olan kanunların sırrıdır. Rubûbiyet sıfatını bilmektir. Birincisi de, ulûhiyet sıfatını bilmek ve teklifi kanunların sırrının anlaşılmasıdır.

Emir, nehiy, sevgi, korku ve ümidi gerçeği üzere yerine getirmek ulûhiyeti bilmekle olur.

Tevekkül, tefviz ve teslim olmayı gerçeği üzere yerine getirmek de, ancak rubûbiyeti bildikten sonra olur. Bu, Allah'ın kâinatta cereyan eden tasarruf ve idaresini tanımaktır.

Nitekim Allah Azze ve Celle:

«Bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece : 'ol' dememizdir ve hemen olur» (16 Nahl 40) buyurmaktadır. Kul bu sahneyi hakkıyla kavrar ve bunu kavrarken onda birincisini kavramaktan alıkoymayacak şekilde başarılı olursa, kulluğunun bilincine varır, Bu iki sahne, dinin üzerinde kurulu bulunduğu temel taşlardır. Rahmet, lütuf, kerem ve güzellik sahnelerinin hepsi rubûbiyet sahnesinin kapsamı içindedir.

Bu nedenledir ki, «ancak Sana kulluk eder ve yalnız Senden yardım dileriz» âyetinin, Kur'ân'ın sırlarının hepsini topladığı söylenir. Çünkü âyetin öncesi, belirttiğimiz gibi emir, nehiy, sevgi, korku ve ümide uygun olarak Allah'a kulluk yapmayı gerektirir. İkinci kısmı ise, işleri Allah'a havale ederek, O'na teslim olarak ve kendi isteklerinden vazgeçerek O'na kulluk etmeyi gerektirir ki, kullukların hepsi buna girer.

Kişi bu sahne ile birinci sahneyi yitirdiğinde her şeyin Allah tarafından yapıldığını ve her nefis ne kazanır ve ne gibi bir tasarrufta bulunursa hepsinin Allah tarafından olduğunu görmeye başlar. Meydana gelen her şeye hüküm ve kaderi iradesinin yerine getirilmesi şeklinde inanır. Böylece, gözlemlerinde temyiz ve tefriki yitirir; emir, nehiy ve Peygamberin getirdiği talimatı işlevsiz kılar; okun yaydan çıkışı gibi İslâmdan çıkar.

Ancak bu müşahedenin, etkinliğinden ve iki müşahedeyi bağdaştırma hususundaki basiret gücünün zayıflığından dolayı kişinin beyninde sarsıntı meydana gelmiş ve aklını yitirmişse, mazurdur; eksik biridir. Ancak iki müşahedenin; şer'i durum ve iradî -kevni durum müşahedelerini bağdaştırabilen bunun dışındadır. Saliklerden bir çoğu ilâhî tebligat konusundaki bilgilerinin yetersizliğinden dolayı bu müşahedeye varınca ayakları kaymıştır. Çünkü Allah'a kendi istedikleri şekilde ibadet ettiler, Hak - Azze ve Celle'-nin- isteğini bir tarafa bırakıp kendi isteklerine kapıldılar. Çünkü Allah, kendi istediği ve sevdiği şeye uyan kişiyi müstağni kılar. Allah'ın kendilerinden istediği şekilde ibadet etseydiler, onların başına o tür felâketler gelmezdi. Kul, kulluğunun farkında olup daima Mevlâsının emrine karşı uyanık olursa, ne ibadete dalıp mabudunu unutur, ne de mabuduna dalıp ibadetinden vazgeçer. Aksine, onun iki gözü olur. Biriyle mabuduna onu görüyormuş gibi bakar. Nitekim Resûlüllah'a ihsanın ne olduğu sorulduğunda şöyle buyurmuştur :

«Allah'a O'nu görüyormuş gibi ibadet etmendir, sen O'nu görmüyorsan, O seni görür» (Buhârî, Tefsir sûre 31/2, îmân 37; Müslim, îmân 57; Ebû Dâvûd, Sünnet 16; Tirmizî, îmân 4).

Diğer gözüyle de Mevlâsının sevdiği ve razı olduğu şer'i yola kavuşturması için efendisinin emrine bakar.

Bu anlattıklarımız anlaşıldıysa şirk, eğer küfre götüren şirk ise, ona kail olan tekfir edilir.

Şirk Türleri

İki tür şirk vardır:

Ulûhiyette şirk ve Rubûbiyette şirk.

Ulûhiyette şirk; kişinin ibadetinde, sevgisinde, korkusunda, ümidinde ve sığınmasında Allah'a ortak koşmasıdır. Bu Allah'ın tevbe edilmedikçe bağışlamayacağı şirktir. Allah Teâlâ:

«İnkâr edenlere, eğer vazgeçerlerse, Önceden yaptıkları günahlarının bağışlanacağını söyle» (8 Enfâl; 38) buyurmaktadır.

Resûlüllah (s.a.v.)'in Arap müşrikleriyle savaşması da bu sebeptendi. Çünkü onlar, Ulûhiyette Allah'a şirk koşmuşlardı. Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«İnsanlar arasında Allah'ı bırakıp, O'na koştukları eşleri tanrı olarak benimseyenler ve onları Allah'ı severcesine sevenler vardır. Müminlerin Allah'ı sevmesi ise hepsinden daha fazladır» (2 Bakara 165).

«Onlara (putlara) bizi Allah'a yaklaştırsınlar diye tapıyoruz,derler» (39 Zümer 3).

«Tanrıları tek bir tanrı mı yaptı? Doğrusu bu tuhaf bir şeydir, dediler» (38 Sâd 5).

Yine şöyle buyurur:

«Her inatçı inkarcıyı, iyiliklere durmadan engel olan, mütecaviz, şüphe düşüren, Allah'ın yanında başka tanrı benimseyen kişiyi cehenneme atın ,onu çetin azaba sokun» (50 Kaf 26).

Peygamber (s.a.v.) Husayn'a: «Kaç (ilâh)'a tapıyorsun?» dedi. «Altısı yerde, biri de gökte», diye cevap verdi. Resûlüllah: «İsteyerek ve korkarak yaptığın hangisidir?» dedi. «Gökte olan» karşılığını verdi. Resûlüllah: «Sana bazı sözler öğretsem müslüman olmaz mısın?» dedi. Adam müslüman oldu. Resûlüllah (s.a.v.) de ona şöyle demesini tavsiye etti:

«Allah'ım bana hidayetimi ilham et ve beni nefsimin şerrinden koru» (Tirmizî, Deavât 69).

Rubûbiyete gelince;onu ikrar ediyorlardı. Nitekim Allah Teâlâ şöyle buyurmaktadır:

«And olsun ki onlara: 'Gökleri ve yeri yaratan kimdir?' diye sorsan, 'Allah'tır' derler» (31 Lokman 25).

«De ki: 'Biliyorsanız söyleyin, yer ve onda bulunanlar kimindir?' 'Allah'ındır' diyecekler. 'Öyleyse ders almaz mısınız?' de, 'Yedi göğün de Rabbi, yüce Arş'ın da Rabbi kimdir?' de. 'Allah'tır' diyecekler. 'Öyleyse O'na karşı gelmekten sakınmaz mısınız?' de. 'Biliyorsanız söyleyin, her şeyin hükümranlığı elinde olan, barındıran fakat himayeye muhtaç olmayan kimdir?' de. 'Allah'tır' diyecekler; 'Öyleyse nasıl aldanıyorsunuz' de» (23 Mü'minûn 84-89).

Onlardan hiçbiri, putların yağmur yağdırdığına, âlemin rızkını verip onu idare ettiğine inanmıyordu. Şirkleri, zikrettiğimiz gibi, sadece Allah'a benzer tanımaları ve bu benzer tanıdıklarını Allah'ı severcesine sevmeleriydi. Bu da gösteriyor ki, kim Allah'tan başka birşeyi Allah'ı sever gibi severse, müşriktir. Nitekim bu durumu şu âyetlerde dile getirilmektedir:

«Onlar orada (putlarıyla) çekişerek dediler ki: 'Vallahi biz apaçık bir sapıklık içinde imişiz! Çünkü sizi âlemlerin Rabbine eşit tutuyorduk» (26 Şuarâ 96-98).

Aynı şekilde birinden Allah'tan korktuğu gibi korkan, Allah'tan ümit ettiği gibi birine ümit bağlayan ve benzeri tavırlar içerisinde bulunan da şirk koşmuş olur.

Şirkin ikinci türü olan Rubûbiyete şirk koşmaya gelince, şüphesiz hükümran ve müdebbir, veren ve alan, zarar ve fayda veren, alçaltan ve yücelten, yükselten ve alçaltan, her türlü eksiklikten münezzeh olan Rabb'tır. Her kim veren ve alanın, zarar ve fayda verenin, yükselten ve alçaltanın Allah'tan başkası olduğuna inanırsa, Allah'ın Rubûbiyetine şirk koşmuş olur.

Fakat kişi bu şirkten kurtulmak isterse, örnek olarak kendisine ilk verenin kim olduğunu düşünsün; verdiği nimetlerden dolayı ona şükretsin. Kendisine kimin iyilik yaptığını düşünsün ve buna karşılık versin. Nitekim Resûlüllah (s.a.v.) :

«Her kim size iyilik yaparsa, onu mükâfatlandırın. Verecek bir mükâfat bulamadığınız zaman onun için dua edin, göreceksiniz ki onu mükafatlandırmışsınız» (Nesâî, Zekât 72; Ebû Dâvud, Zekât 38, Edeb 108; Ahmed İbn Hanbel, ll/68) buyurmaktadır. Nimetlerin hepsi yüce Allah'ındır.

O, şöyle buyurmaktadır :

«Size ulaşan her nimet Allah'tandır» (17 İsrâ 20).

«Hepsine, onlara da, Rabbinin lütfundan imdâd ederiz» (16 Nahl 53). Hakikatte veren Allah'tır. Rızıkları yaratıp düzenleyen, onları kullarından dilediğine yönelten O'dur. Kişiye nimetleri veren ve ona vermesi için başkalarının kalbini harekete getiren de yine O'dur , hem Evvel, hem de Âhirdir.

Resûlüllah (s.a.v.) 'in İbn Abbas'a söylediği şu söz de bunu desteklemektedir :

«Bilesin ki ümmetin tamamı sana bir yarar vermek için bir araya gelecek olsalar, Allah'ın yazdığından başka bir yarar veremezler, Yine sana bir zarar vermek için bir araya gelecek olsalar, Allah'ın yazdığından başka bir zarar veremezler. Artık kalemler kalkmış ve sayfalar kurumuştur» (Ahmed İbn Hanbel l / 303, 307).

Tirmizi, bu hadîsin sahih olduğunu söylemektedir.

Bu hadîs de, hakikatte fayda verenin sadece Allah olduğuna ve O'ndan başka hiçbir kimsenin zarar veremeyeceğine işaret etmektedir. Rubûbiyetin gerekleriyle ilgili olarak zikrettiklerimizin hepsi bu durumdadır.

Kim bu önemli yolu izlerse, yaratıklara kulluk etmekten ve ellerine bakmaktan kendisini kurtarır. İnsanları kınamak ve kötülemekten de onları rahatlatmış olur. Saf şekliyle kalbine tevhidi yerleştirmiş olur. İmanı kuvvetlenir; göğsü ferahlar ve kalbi aydınlanır. Kim Allah'a tevekkül ederse, Allah ona yeter. Bu nedenle Fudayl b. İyâz ( Fudayl b. lyâz (187/803): Hadîste imam idi. İmam Şafiî de kendisinden ders almıştır. Semerkand'de doğmuş ve Mekke'de vefat etmiştir. (el-A'lâm V/153) ) - Allah rahmet etsin -: «İnsanları tanıyan rahatlamış olur» demiştir. Allahu alem o bu sözüyle, insanın kişiye ne zarar, ne de fayda veremeyeceklerini kasdetmektedir.

Gizli Şirk

Gizli şirke gelince, hemen hemen hiç kimsenin kurtulamadığı bir şeydir. Allah'la birlikte başkasını sevmek gibi.

Şayet kişinin Allah'ı sevmesi, peygamberleri, sâlihleri ve sâlih amelleri sevmesi gibiyse, bunun bu konuyla bir ilgisi yoktur. Çünkü bu, sevginin hakikatına işaret eder. Zira sevginin hakikati, sevileni ve'onun sevdiğini sevmek, onun sevmediğini de sevmemektir. Her kimin sevgisi gerçekse, sevdiğine muhalefeti de olmaz. Çünkü muhalefet, sevdiğine olan bağlılığının eksikliğindendir.

Allah Tealâ'nın şu sözü, buna işaret etmektedir:

«De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın» (3 Âl-i İmrân 31).

Bizim burada söz konusu ettiğimiz sevgi bu değildir. Allah Teâlâ'dan başkasına olan sevgidir. Şüphesiz bu, Allah için olan sevginin tevhidindeki eksiklikten kaynaklanır ve Allah sevgisinin eksikliğine işaret eder. Çünkü Allah sevgisi tam olarak gerçekleşse, kişi başkasını sevmez.

Önceki konuda söz konusu ettiğimiz sevgiyle bunun arasında bir zıtlık yoktur. Çünkü o da Allah sevgisinin kapsamı dahilindedir. Bu, bir ölçü olup onu kapsamaz. Kulun Mevlâsına sevgisi arttıkça, diğer sevgililer küçülür ve onlara olan sevgi de azalır. Allah sevgisi azaldıkça da diğer sevgilileri çoğalır, yaygınlaşır.

Korku, ümit ve benzeri şeyler de böyledir. Kulun Rabbinden korkusu en üst aşamaya ulaşınca, O'ndan başka hiçbir şeyden korkmaz.

Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«(O peygamberler), Allah'ın gönderdiği emirleri duyururlar, Al­lah'tan korkarlar ve O'ndan başka kimseden korkmazlar» (33 Ahzâb 39).

Allah korkusu azalınca, yaratılmışlardan korkar. Allah'tan korkmakla başkalarından korkmak orantılı olarak çoğalıp azalır. Korkunun durumu da, sevgide anlattığımız durum gibidir. Ümit konusu da böyledir. Allah'ın koruduğu kimselerin dışında hemen hiç kimsenin kendisini ondan kurtaramadığı gizli şirk, işte budur. Ümmet içindeki bu şirkin, karıncanın yürüyüşünden daha gizli olduğu rivayet edilmiştir.

Bu âfetlerin hepsinden kurtulmanın yolu, Allah'a karşı ihlâslı olmaktır. O şöyle buyurmaktadır:

«Kim Rabbine kavuşmayı arzu ediyorsa salih amel işlesin ve Rabbine yaptığı ibadete hiç kimseyi ortak etmesin» (18 Kehf 110).

İhlâs, ancak zühdden sonra gerçekleşir. Zühd de takvâsız olmaz. Takva ise, emir ve nehiylere hakkıyla uymaktır.

Kalbi Allah'a yönelten etkenler

Kalbleri, Allah'a doğru harekete yöneltip O'na bağlayan ve Allah'ın havli ve kuvvetiyle âfetlerini azaltan, ya da tümden gideren bir kurala dikkat çekmemiz gerekiyor.

Deriz ki: Kalbleri Allah (c.c.) doğru harekete getiren üç etken vardır: Sevgi, korku ve ümit. Bunlardan en güçlüsü sevgidir. Hedef edinilen ve bizzat istenilen de budur. Çünkü hem dünyada, hem de âhirette istenir. Oysa korku böyle değildir. Ahirette yok olur. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«İyi bilin ki, Allah'ın dostlarına korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de» (10 Yûnus 62).

Korkutmaktan amaç, yoldan çıkmayı engellemektir. Sevgi, kişiyi sevdiğinin yoluna sürükler. Gücü ve zayıflığı oranında sevdiğinin yolunda olur. Korkmak da, kişiyi, sevdiğinin yolundan çıkmaktan engeller. Ümit ise, onu peşinden götürür. Bu, önemli bir özelliktir. Her kulun bu noktaya dikkat etmesi gerekir. Onsuz kulluk olmaz. Herkesin başkasına değil, yalnızca Allah'a kul olması gerekir.

Kimi durumlarda, kulu, sevdiğini istemeye sürükleyen sevgisi olmayabilir. O halde bu durumda kalbleri harekete getiren nedir? diye sorulacak olursa, iki şeydir deriz.

Birisi: Sevgiliyi çokça anmaktır. Çünkü onu çokça anmak, kalbleri ona bağlar. Bu sebepledir ki yüce Allah, zikrin çok yapılmasını emretmiştir.

O, şöyle buyurmaktadır:

«Ey inananlar, Allah'ı çok anın. O'nu sabah-akşam teşbih edin» (3 Ahzâb 41)

İkincisi: Sevgilisinin üzerindeki nimetlerini düşünmektir. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır:

«Allah'ın nimetlerini anın ki felah bulaşınız» (7 A'râf 69) .

«Size gelen her nimet Allah'tandır» (16 Nahl 53) .

«Açık ve gizli olarak size bolca nimet vermiştir» (31 Lokman 20) .

«Allah'ın indirdiği nimetleri sayacak olursanız bitiremezsiniz» (16 Nahl 18).

Kul, Allah'ın nimetlerini; gök ve yerin, yerdeki. ağaç ve hayvanların kendi emrine verildiğine îman eder ve diğer gizli nimetleri kendisine verdiğini anıp düşünürse, içinden tahrik edici bir etkenin harekete geçmesi kaçınılmaz olur. Korku da, öyle; ceza ve tehdid âyetlerini, haşrî hesap vermeyi ve benzeri şeyleri düşündüğü zaman mutlaka bir etken onu harekete geçirir. Ümit de aynı durumdâdır. AIIah'ın cömertIiğini , şefkat ve bağışlamasını düşünmekle harekete geçer.

Tevhid, geniş bir konu olup bu konuda çok şey söylenebilir. Ama amacımız, onun kapsamı konusunda bir uyarıdan ibaretti. Bu kadarlık bir işaret yeterlidir sanırız. Allah Sübhanehu ve Teâlâ daha iyi bilir. O'nun salât ve selâmı Muhammed (s.a.v.)'e, ailesine ve ashabına olsun.

Şirk'in üç türü

Önderimiz Allah dostu İbrahim (a.s)'ın, zalim müşriklerden kendisiyle tartışanlara şöyle cevap verdiğini Allah (c.c) zikretmektedir:

«Allah'a koştuğunuz ortaklardan nasıl korkarım? Oysa siz, Allah'ın hakkında size bir delil indirmediği bir şeyi O'na ortak koşmaktan korkmuyorsunuz. İki taraftan hangisine güvenmek daha gereklidir, bir bilseniz. İşte güven; onlara, inanıp imanlarına zulüm karıştırmayanlaradır» (6 En'âm 81-82).

Abdullah b. Mes'ûd'un rivayet ettiği Buhârî hadîsinde Peygamber (s.a.v.) zulmü, şirk ile tefsir etmiş ve salih kulun: «Doğrusu şirk koşmak büyük zulümdür» sözünü duymadınız mı? demiş; tir» (31 Lokman 13).

Hz. İbrahim, Allah'a ortak koştukları bütün ulvî ve süfli yaratılmışlardan korkmayı ve Allah'ın hakkında delil indirmediği bir şeyi Allah'a ortak koşmaktan korkmamalarını yadırgayıp reddetmiş, güven içerisinde olup doğru yolu bulmuş olanların, Allah'a ortak koşmayan kesim olduğunu belirtmiştir.

Bu, önemi büyük bir âyet olup temiz mü'mine birçok konularda yararlıdır. İbadet ve ulûhiyetteki, itaat ve inkıyattaki, îman ve kabuldeki büyük şirk bir tarafa, bu ümmette şirk, karıncanın yürüyüşünden daha gizlidir.

Hıristiyan ve Rafızîlerin aşırı olanlarıyla sûfî, derviş ve avam içindeki sapıklar, bazen Allah'tan başkasına dua etmekle, bazen de her iki şekille birden Allah'a şirk koşarlar. Kim bu şekilde şirk koşarsa, itaatte de şirk koşmuş olur.

Fakîhlerden, hükümdarların askerlerinde, hakimlerin tâbilerinden ve bunlara bağlı olan pek çok kimse itaat şirki koşarlar. Peygamber (s.a.v.) Adiy b. Hatem'e: «Onlar Allah'ı bırakıp hahamlarını, papazlarını ve Meryem oğlu Mesih'i rabb olarak kabul ettiler» (9 Tevbe 31) âyetini okuduğu zaman Adiy:«Yâ Resûlâllah, onlara tapmadılar», demiş, bunun üzerine Resûlüllah (s.a.v.) :

«Tapmadılar ama, haramı onlara helâl kıldılar ve onlar da onlara itaat ettiler. Helâli da onlara haram kıldılar ve onlar da onlara itaat ettiler» buyurmuştur (Tirmizî, Tefsir 44).

O sapıklardan biriyle karşılaştığında görürsün ki; vacib, ancak, kendisine tâbi olduğu kimsenin vacib kıldığı şeydir. Haram, onun haram kıldığıdır. Helâl da, onun helâl kıldığıdır. Dini ise, o tabi olduğu kimsenin ya din olarak, ya dünya olarak, ya da her ikisi için birlikte koyduğu kurallardır. Sonra bununla da yetinmez, bir de bu şirkten sakınanları korkutur. Oysa kendisi, Allah'tan bir delili bulunmadığı halde itaat konusunda Allah'a ortak koşmaktan korkmamaktadır. «Allah'tan bir delili bulunmadığı halde» sözüyle Allah'ın onlara itaat etmesini kendisine vacip kıldığı peygamber, emir, âlim, baba, yaşlı kimse ve benzerleri dışta kalmaktadır.

Üçüncü nevi şirke gelince: Kelâmcı ve filozofların yolunda gidenlerin pek çoğu, hattâ fakîhlerle sûfîlerin ve hükümdarlarla hakimlerin yolunda gidenlerin bazıları, Allah'tan bir delil bulunmadığı halde kendilerine tâbi oldukları kimselerin ihbarı itikatlarla ilgili haberlerini, kimi görüşleri sahih ve kimilerini de batıl olarak nitelemelerini, bazılarını övmelerini ve bazılarını yermelerini ka­bul ederler. Onlara inanma ve onları kabullenme konusunda başkalarını onlara ortak koşmaktan korkarlar. Oysa onlara îman etmek ve Allah'tan bir delil olmaksızın sözlerini kabul etmekle şahıs olarak onları Allah'a ortak koşmaktan korkmazlar.

«Allah'tan bir delil olmaksızın» sözüyle, Allah'ın, doğrulanmalarını emrettiği peygamberleri, tebliğci âlimleri, doğru şâhidleri ve benzerlerini tasdik etmek bunun dışında kalmaktadır. Böylece beşer hakkında itaat ve tasdik konusu, meşru olan ve meşru olmayan biçiminde iki bölüme ayrılmaktadır.

İbadet, yardım dileme ve ulûhiyete gelince, hiçbir surette herhangi bir insanın bunlarda hakkı yoktur. «Hiç kimsenin çanağına elimi uzatmadım ki, ona karşı zillet duyayım!» sözünde olduğu gibi. Hiç şüphesiz sana yardım edenin; rızkını verenin senin üzerinde hâkimiyet hakkı vardır. Mü'min, Allah ile Resulü ve onlara itaat edenden başka hiç kimsenin kendisi üzerinde bir hakimiyetinin bulunmasını istemez.

Halkın malında gözü olmak

Halkın verdiği malları kabullenen, hakimiyetlerine de boyun eğer. Bu nedenle kişi, bu hakimiyeti reddetmeyi ve bu yenilgiyi kendisinden uzak tutmayı hedef edinirse güzeldir övgüye lâyıktır. Böylece kendisi için dinini sıhhatli kılmış olur. Birinci durumda onlara karşı yücelmeyi, onlara baş olmayı ve onlara karşı kişilik taslamayı hedef edinirse, kınanmış olur. Bazen de kendisinin onlara muhtaç olmamasını ve mallarını kendisine terketmelerini hedef edinir.

Bunlar, uygun dört hedeftir: İnsanlara ihtiyaç duymasın ve onlara karşı zelil duruma düşmesin diye nefsi müstağni kılmak ve onurunu korumak. Onların dinlerinin ve mallarının da aynı şekilde korunmasını sağlamak. Ta ki, malları eksilmesin ve onları yitirmiş olmasınlar. Ayrıca mallarını almakla kendisinin de hoşlanmayacağı, kendisine karşı hakimiyet kurmalarına yol vermesin. Bunda hem onlara karşı boynu bükük duruma düşmemek ve onlara muhtaç olmamakla kendisinin, hem de mallarını ve dinlerini kendilerine bırakmakla ötekilerin yararı vardır. Mallarını onlara bırakmakla kalblerinin ısındırılmış olması söz konusu olabilir. Hem o kadar müstağni olmalı ki, onlar onun vereceğini kabul etsinler. Kendisinin onlara vereceğiyle kalbleri ona ısınsın. Hattâ bunda dinlerini korumak da sözkonusu olabilir. Onlardan mal kabul ettiği zaman birtakım mâsiyetlere tamah eder ve bazı ibadetleri terkederler; iyiliği emir ve kötülükten sakındırmayı kabul etmezler. Bunda daha birtakım başka yararlar ve faydalı amaçlar da vardır.

Ama onlardan mal almakla, gayet birtakım mâsiyetleri işlemek konusunda yardımını istemek ya da bazı tâatlerden men'edilmesine sevketmek diye bir durum olabilecekse, bunlar da başka olumsuzluklardır. Aslında bu olumsuzluklar pek çok olup hepsi de kendisinin onlara karşı boynu bükük ve muhtaç olmasından kaynaklanır. Onlara karşı boynu bükük ve muhtaç olmadıkça onu mâsiyetlerde kullanma fırsatını bulamazlar. Her yardım, bir karşılık beklemeye neden olur. Mal veya çıkar gibi dünyevî bir karşılık hasıl olmadığı takdirde, kendilerine ondan gelecek bir yarardan başka beklenecek bir şey kalmaz.

Verileni reddetmenin de birtakım kötü ve kınanmış yanları vardır: Müstağni, onurunu koruyan ve insanlara din ve dünyaları konusunda merhametli olana benzemek için şahsiyet taslayarak reddetmek, onlara karşı böbürlenmek, onları kendisine kul-köle yapıncaya kadar onlara üstünlük taslamak ve bu reddedişi buna vesile kılmak bunlardandır. Bu tavırlar da kınanmıştır. Yine onlara karşı cimri olmak da böyledir. Onlardan aldığı takdirde, onlara da yararı dokunması; ihtiyaçlarını karşılaması gerekir. Onlara yararının dokunması konusunda cimriliğinden dolayı da onlardan bir şey kabul etmiyor olabilir. Bir diğer yön, onlara iyilik yapma konusunda tembelliktir. Bu saydıklarımız, verileni reddetmekle ilgili olan dört olumsuz hedeftir: Üstünlük taslamak, gösteriş, cimrilik ve tembellik.

Sonuç olarak; bazen kendi şahsına yarar sağlamak ya da gelecek zararı uzaklaştırmak veya halka yarar sağlayıp onlara gelecek zararı defetmek için başkalarının malını kabul etmeyebilir. Almamakla kendini müstağni kılmış ve izzetini korumuş olur ki, bu kendisi için yarar ve kabul etmesinden kaynaklanabilecek olumsuzluklardan dinini ve dünyasını kurtarmış olur.

Bunun yanısıra halkı da mallarını harcamaktan korumuş olur. Hattâ olabilir ki, güçlerinin yettiğinden fazlasını veriyorlardı. Ama bazen de halkın zararı için ya da onlara gelebilecek menfaate engel olmak için de almıyor olabilir. Yukarıda da anlatıldığı gibi bu, kınanmıştır. Bazen de, ya muhtaç olduğundan ve almamakla kendisine zarar vereceğinden veya alıp din ve dünyasının yararına harcayabileceği halde, kendisine almamaktan dolayı zararı olur. Veya kendi çıkarını engellemiş bulunur. Oysa almasında hiçbir sakınca bulunmuyor da olabilir. İşte bu nedenle meseleyi etraflıca anlattık. Önemli bir mesele çünkü. Aslında reddetmeyip almak da önemli. Ancak bazı şartlar içinde. Ama yine de almamak, almaktan iyidir. İnsanların bunu üstün kabul etmeleri de bundan. Şayet almak sıhhatli ise, almakta yarar vardır. Tabi alıp başkalarına harcayacaksa...

(Yukarı)