İLÂH OLARAK ALLAH'IN BİRLENMESİ

Allah'ın kul üzerindeki hakkı

İşte Allah'ın kulları üzerindeki hakkı budur: Kullar ibadet edecekler ve O'na hiçbir şekilde şirk koşmayacaklardır. Muâz (r.a.) 'ın, Resûlüllah (s.a.v.)'den rivayet ettiği sahih bir hadîste de aynı şey zikrediliyor:

«Allah'ın kulları üzerindeki hakkı nedir bilir misin? Muâz :

— Allah ve Resulü bilir dedim, der. Resûlüllah (s.a.v.) :

— Allah'ın kulları üzerindeki hakkı, O'na kulluk etmeleri ve O'na hiçbir şeyi eş koşmamalarıdır. Bunu yaptıkları takdirde kulların Allah üzerindeki hakkı nedir bilir misin?

— Allah ve Resulü bilir, dedim, der Muâz.

Bunun üzerine buyurdular ki :

— Allah'ın onlara azâb etmemesidir».(Buhârî, Libâs 101, İsti'zân 30, Rikâk 37, Cihâd 46, Tevhid 1; Müslim, İman 48, 49; İbn Mâce, Zühd 35; Müsned Ill /261, V/228, 230, 234, 236, 238, 242, ll /309, 525.)

Allah da zaten bunu sever, buna ehil olanlardan hoşnut olur, kendisine yönelenlerin tevbesini kabul eder. Üstelik kulun ağız tadı, mutluluğu ve erişeceği nimetler hep buradadır. Allah'ın bunu sevmesinin, bundan hoşlanmasının ne demek olduğunu başka yerlerde açıkladık.

Gerçekten Allah Teâlâ'dan başka, kulun yatışıp huzur bulacağı, kendisine yönelip hissedar olacağı hiçbir sığınak yoktur. Allah'tan başkasına kulluk ettikleri şeyi sevseler, aralarında bir sevgi bağı gelişse, bir tür zevk alsalar da aslında bu onlar için zehir katılmış şekerden aldıkları zevkten daha fecî, daha vahîm bir yok oluştur.

«Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, gökler ve yer mahvolurdu. Arşın Rabbi olan Allah onların yakıştırdıklarından çok çok yücedir».(21 Enbiyâ 22.)

Mahvolurlardı, çünkü göklerin ve yerin ayakta durması ancak bir Hak İlâh'ın bulunmasına bağlıdır. Söz gelimi Allah'tan başka ilâhlar olsaydı bile bunların Hak İlâh olmaları mümkün değildi. Çünkü Allah'ın hâşâ ne bir adaşı var, ne dengi. Öyleyse onlarda, Cenâb-ı Hakk'a özgü ve kâinatın salâh sebebi olan bu hak ilâh olma sıfatı olamayacağından kâinat mahvolur giderdi.

Ulûhiyyet yönünden durum böyle. Rubûbiyyet yönünden söylenecek başka şeyleri ise yeri gelince söyleyeceğiz.

Evet, kulun Allah'a ihtiyacı, O'na kulluk etmesi, hiçbir şeyi ortak koşmaması gereklidir. Zaten benzeri yok ki, O'nunla mukayese edilebilen bir şey olsun. Ancak kulun Allah'a ihtiyacı ve O'na duyduğu istek, bazı yönlerden bedenin yiyeceği ve içeceğe ihtiyacına benzese de aralarında pek çok fark vardır.

Şöyle ki, kulun hakikati kalbi ve ruhudur. İnsan hakikatinin, kendisinden başka hiçbir ilâh olmayan Allah'tan başkasıyla huzura ermesi imkânsızdır. Dünyâda ancak O'nu zikretmekle huzur bulabilir. Bu hakikat, O'na ulaşıncaya kadar çalışıp çabalamakta ve sonunda O'na kavuşmaktadır (84 İnşikak 6'ya telmih).Mutlaka O'na kavuşacak ve O'na kavuşmadıkça sükûn bulamayacaktır.

Kul için, Allah'tan başkasında bazı lezzet ve ferahlıkların olabileceği düşünülse bile bu sürekli olmaz. Aksine durmadan şekil değiştirir. Bugün şuna, yarın öbürüne karşı istek duyulur. Bugün şu şartlarda şundan zevk alınırsa yarın şartlar değişir ve zevk veren o şey artık zevk vermez olur. Belki de çekilmez bir hâl alır; zarar vermeye başlar.

Halbuki ilâh demek, kendisinden hiçbir şekilde ve hiçbir zaman vazgeçilemez varlık demektir. Kul nerede olursa olsun onunla beraberdir. Onun içindir ki imamımız İbrahim Halilullah (a.s.): «sönenleri sevmem» (6 En'âm 76.), dedi. Kur'ân-ı Kerîm'deki en büyük âyet de Âyetü'l-Kürsî'dir.

«Allah ki O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. Yegâne hayy (diri), yegâne kayyûm O'dur» (2 Bakara 255).

Kayyûm'un asla zeval bulmayacak, hiçbir şekilde yok olmayacak, yegâne dâim ve bakî varlık demek olduğunu başka yerde ayrıntılı olarak açıkladım.

Şunu bil ki, ikinci madde (Allah'ın mahlûkatı, kendisine kulluk etmeleri, yani kendisini tanımaları, gönülden bağlanmaları ve ihlâslı olmaları amacıyla yaratması esası) iki temele dayanmaktadır:

a. Allah'a îman, kulluk, O'nu sevmek ve yüceltmek bizzat insanın gıdası, gücü, kurtuluşu ve onu ayakta tutan şeydir. Nitekim mü'minlerin hâli budur. Kur'an'da buna delildir. Durum hiç de, ibadetin bir külfet ve meşakkat olduğu düşüncesini taşıyan Kelâmcıların ve benzerlerinin söylediği gibi değildir.(İbadet ve bütün ameller aslında külfettir, meşakkattir. «Allah kişiye, ancak gücü yettiği kadar teklifte bulunur.» (2 Bakara 286). Teklifin aslı külfettir. İbadet ve amellerin külfet ve meşakkat oluşu yüzünden pek çok insan şu veya bu bahaneyle ibadet ve amelde bulunamıyor. İmanı kuvvetli olan kişiler, ibadetin külfet ve meşakkat oluşunu rıza ve mahabbete çevirmişler, külfet ve meşakkati kaldırmışlardır. Ehl-i Sünnet kelâmcılarıyla, Mu'tezile kelâmcılarını da ayırmak gerekir. «Kelâmcılar» deyimiyle çoğu kez Mu'tezile kasdedilir. (Danışman).)Mu'tezile'nin ve başkalarının dediği gibi kalbin sırf imtihan olmak veya mükâfata kavuşmak için hedef edindiği birşey değil, bütünüyle bunun aksinedir. Çünkü her ne kadar sâlih amellerde nefsin arzularına ters şeyler varsa ve Allah Teâlâ kulunu, sorumlu tuttuğu, nefse meşakkat veren bu amellere karşılık mükâf atlandıracaksa da - ki Allah :

«Şundan dolayı öyle yapamazlar. Çünkü onlara Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık... gelmez ki bunlara karşılık onlara sâlih bir amel yazılmış olmasın» ( 9Tevbe 120) buyurur ve Resûlüllah (s.a.v.) de Âişe (r. anhâ)'ya: «Mükâfatın, yorgunluğun derecesinde olacak»(Buhârî, Umre 8; Müslim, Hacc 127; Müsned 6/43.) buyurur- şeriatın emirlerinde asıl gaye öncelikle bu değildir. Bu çeşitli sebeblerle zımnen ve dolayısıyla meydana gelir. Bunu yeri gelince açıklayacağız.

İbadet bir külfet ve meşakkat olmadığı için, Kur'an'da, Sünnet'te ve selefin sözlerinde îmandan ve sâlih amelden söz edilirken, sözde kelâmcı ve fıkıhçıların dediği gibi, «ibadet bir teklif (yükleme, külfet)'tir» şeklinde mutlak bir ifade kullanılmamış, bu kelime sadece red makamında kullanılmıştır. Nitekim Allah şöyle buyurur:

Sayfa İçindekiler:

Yalnızca Allah'a kulluk

Dinin odak noktası

Kulluk bir ihtiyaçtır

Allah'ın kul üzerindeki hakkı

Allah'ın görülmesi(Rü'yetullah)

Fayda da zarar da Allah'tandır

Allah'tan başkasına bağlanmak

Yalnızca Allah'a kulluk

Alemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun. Şehadet ederim ki Allah'tan başka ilâh yoktur. Yalnızca O vardır ve hiçbir ortağı yoktur. Şehadet ederim ki Muhammed O'nun kulu ve Resulüdür. Salât ve selâm O'nun üzerine olsun.

İşbu risale, Allah'ın birlenmesi, ibadet ederken, yardım isterken ancak O'na yönelinmesi, amellerin yalnızca O'nun için yapılması konusunda mühim bir kaideyi içermektedir (Bu kaide, Allah'ı İlâh Olarak Birlemek kaidesi diye adlandırılır.). Allah şöyle buyurur:

«De ki: Mülkün sahibi, varlığın Hâkimi olan Allah'ım, mülkü, hâkimiyyeti dilediğine verir, dilediğinden alırsın. Dilediğini güçlü kılar, dilediğini alçaltırsın» (3 Âl-i İmrân 26).

«Size ulaşan her nimet Allah'tandır. Başınıza bir darlık geldiğinde de yalnız O'na feryâd edersiniz» (16 Nahl 53).

«Allah seni bir darlıkla yoklayacak olsa, onu yine kendisinden başka kimse gideremez. Bir hayır verecek olsa, artık O'nun ihsanına da kimse engel olamaz» (6 En'âm 17).

«Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz» (1 Fatiha 4).

«Artık O'na kulluk et ve O'na dayan» (11 Had 123).

«Ancak O'na dayandım, dönüş yalnız O'nadır» (13 Ra'd 30.)

«Göklerde ve yerde ne varsa hepsi Allah'ı teşbih eder. Saltanat O'nun, hamd O'nundur. O herşeye kadirdir» (64 Teğâbun 1.)

«Bil ki: Allah'tan başka ilâh yoktur. Kendi günahına ve kadın -erkek bütün müminlerin günahına mağfiret dile» (47 Muhammed 19.)

«De ki: Ne dersiniz, Allah bana bir zarar vermek istese, o Allah'tan başka yalvardıklarınız mı O'nun verdiği bir sıkıntıyı giderecek; Allah benim için bir rahmet murad etse, onlar mı tutup önleyiverecekler» ( 39 Zümer 38.)

«De ki: Çağırın şu Allah'tan başka kendilerinden bir şeyler umduklarınızı, birşeyler var sandıklarınızı. Onlar ne göklerde ve ne de yerde zerre kadar birşeye sahip değillerdir. Ne göklerde, ne yerde Allah'a bir ortaklıkları olmadığı gibi, O'nun onlardan hiçbir destekçisi de yok. Allah'ın izin verdikleri dışında kimsenin şefaati fayda vermez» (34 Sebe' 22-23.)

«De ki: Çağırın şu O'ndan başka ümit beslediklerinizi, gördünüz ya onlar ne bir sıkıntıyı sizden giderebilir, ne de başka bir yana çevirebilir. Onlar - Allah'a en yakın olanları da dahil olmak üzere -Rablerine varacak vesileye sarılır, O'nun rahmetini umarlar, azabından korkarlar. Çünkü Rabbinin azabı cidden korkunçtur» (17 İsrâ 56-57)

«Allah ile beraber başka hiçbir ilâha yalvarma. O'ndan başka ilâh yoktur. O'ndan başka herşey helak olacaktır. Hüküm yalnızca O'nun ve O'na döndürüleceksiniz» (28 Kasas 88.)

«Ve hiç ölmeyecek yegâne diriye (Allah'a) tevekkül et ve O'na hamdederek teşbihte bulun. Kullarının günahlarını O'nun bilmesi yeter. Gökleri, yeri ve arasındakileri yaratan O'dur» (25 Fürkân 58-59.)

«Halbuki onlara yalnızca Allah'a ve dini sırf O'na tanıyarak dosdoğru kulluk etmeleri, namazı dosdoğru kılıp zekâtı vermeleri emrolunmuştu» ( 98 Beyyine 5.)

Bu ve buna benzer birçok âyet ve hadîs vardır. Özellikle ilim ve îman ehli kimseler başta olmak üzere, ümmetin icma'larında da bu vardır. Çünkü bu (yani Allah'ı İlâh Olarak Birleme Kaidesi) ümmet nazarında dinin odağını teşkil eder ki, hakikat de budur.

Bunu çeşitli yönlerden açıklayacağız. Ancak önce kısa bir giriş yapalım :

Niçin bir tek ilâh? Çünkü sadece insanlar değil, Allah'tan başka canlı ve cansız Bütün varlıklar kendilerine fayda verecek şeyleri sağlamak,zarar verecek şeyleride uzaklaştırmak ihtiyacındadır. Nîmet ve lezzet türünden şeyler canlıIara yarar sağlayan şeylerdir.Elem azap türünden şeyler ise zarar veren şeylerdir. Buna göre kul için iki şey kaçınılmazdır:

1. Faydalanılan, lezzet alınan, sevilen, aranılan ve istenilen şey.

2. Bu maksada ulaştıran, yardım ve destek olan ve istenmeyenlerin uzaklaştırılmasını sağlayan şey.

Bu iki şey birbirinden ayrı şeylerdir. Birincisi gaye, ikincisi bu gayeye ulaştıran şey yani araçtır. Burada da dört şey söz konusudur.

Birincisi, sevilen, bulunması istenen şey.

İkincisi, sevilmeyen, tiksinilen, bulunmaması istenen şey.

Üçüncüsü, sevilenin, istenenin elde edileceği araç.

Dördüncüsü, sevilmeyenin uzaklaştırılacağı araç.

İşte bu dört şey sadece insanlar için değil, belki bütün canlı varlıklar için zorunludur; bunlar olmadan ne varlıklarını sürdürebilirler, ne de gelişebilirler. Cansız varlıklar için ise başka şeyler söylemek gerekiyor.

Şimdi Allah'ı ilâh olarak birlemenin niçin dînin odak noktasını oluşturduğunu açıklayalım :

Dinin odak noktası

Allah tek istenen, niyaz edilen ve amaçlanması kaçınılmaz (Vücup) olandır. Matlub olana ulaşmak için yardım edecek de O'dur. Gerisi istenmeyen şeylerdir. Onların uzaklaştırılmasında yardımcı olacak da Allah'tır. Yukarıda geçen dört şeye yalnızca O'nun gücü yeter, başkasının değil.

«Ancak Sana kulluk eder, ancak Senden yardım isteriz» (1 Fatiha 4.)

âyetinin anlamı budur. Çünkü kulluk istenen ve aranılana; ama en güzel şekilde ibadet etmeyi ifade eder. Yardım istenecek zât da isteğimize ulaşmak için yardım isteyeceğimiz varlıktır. Bunlardan birincisi Ulûhiyyet'in, ikincisi de Rubûbiyyet'in kapsamına girer.

Çünkü ilâh, ilâh edinilen, bu nedenle severek, gönülden bağlanarak, yücelterek, büyük tanıyarak kulluk edilen varlık demektir. Rab ise kulunu terbiye eden, yetiştiren, ona böyle bir yaratılış bağışlayan, sonra nasıl kulluk yapacağı konusu da içinde olmak üzere bütün-durumlar için yol gösteren, hidâyet veren varlık demektir. Şu âyetler de Fatiha sûresinin dördüncü âyeti gibidir:

«Yalnız O'na dayandım ve yalnız O'na yönelirim» (11 Hûd 88).

«O halde O'na kulluk et, O'na dayan» (11 Hûd 123).

«Yalnız Sana tevekkül ettik, yalnız Sana gönülden bağlandık,, dönüş de ancak Sanadır» ( 60 Mümtehine 4).

«Hiç ölmeyecek olan yegâne diriye tevekkül et ve O'nu överek teşbihte bulun» (25 Furkan 58).

«Yalnız O'na tevekkül ettim, dönüşüm de yalnızca O'nadır» (13 Ra'd 30).

«Herşeyi bırakarak bir tek O'na yönel. O doğunun ve batının Rabbi'dir. O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O halde yalnız O'nu vekil edin» (73 Müzzemmil 8, 9).

Fatiha sûresinin dördüncü âyeti olan «ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım isteriz» âyeti ile birlikte bu yedi âyet, her iki esasın (kulluk ve yardım istemek, veya ulûhiyyet ve rubûbiyyetin) sıralandığı âyetlerdir.

Kulluk bir ihtiyaçtır

Allah, yaratılmışları, kendisine kulluk etsinler, yani kendisini bilsinler gönülden bağlansınlar, sevsinler, ihlâslı olsunlar, herşeyi kendisi için yapsınlar diye yarattı. Bu nedenle kalbleri ancak O'nun zikriyle yatışır, gözleri âhirette O'nu görerek aydınlanır. Âhirette vereceği nimetler arasında, kul için O'nun cemâlini seyretmekten daha sevimli bir şey olmadığı gibi, dünya nimetleri içerisinde de îmandan daha büyük bir lütuf yoktur.

O'na ibadet etmeleri ve O'nu ilâh edinmeleri kendi ihtiyaçlarıdır. Onları yaratmak ve onlara ilâh olmakla çok büyük bir lütufda bulunmuştur. Bütün bunlar, onlar için ulaşılmak istenen yegâne gayedir. Ancak bu sayede harekete geçebilir, birşeyler yapabilirler. Bunlar olmadan ne kurtuluşa erebilirler, ne nimete ve ne de herhangi bir lezzete kavuşabilirler. Aksine:

«Kim Rabbinin zikrinden (Kur'ân'a ve O'nu anmaya) kaçarsa, onun için sıkıntılı bir hayat muhakkaktır, kıyamet günü de onu kör olarak hasredeceğiz» (20 Tâhâ 124).

İşte bu sebeble Allah'ın bağışlamayacağı tek suç kendisine şirk koşulmasıdır. Dilediği kimsenin şirk dışındaki günahlarım bağışlayabilir. İşte bu nedenle en güzel amel «La ilahe illallah», «La ilahe illallah» diyerek Allah'ı birlemek her şeyin başıdır.

Kelâmcıların kabul ettikleri gibi yaratıkların «evet Sen bizim Rabbimizsin» diyerek dille söylediği «Allah'ı Rab olarak birlemek» tek başına yeterli değildir. (Kelâmcıların kail olduğu «Allah'ı Rabb olarak birlemek» îman yönündendir. Kişinin, îman olarak Allah'ı bir tek kabul etmesi gerekir. Kişi önce Allah'tan başka ilâh yoktur diyerek îman dairesine girer, bunu kalbiyle tasdik eder ve ilâve olarak diliyle söyler. Allah'ı birlemek bu şekilde olur. Daha sonra diğer itikadı ve amelî hususlar söz konusu olur. (Danışman) ). Aksine aleyhlerine bir delil, bir tutamaktır. Şu rivayetin de anlamı zaten budur:

«Ey âdemoğlu, her şeyi senin için yarattım, seni de kendim için. Üzerindeki hakkım için sakın benden gafil olup senin için yaratılanlara dalıp kalmayasın.»

«Allah hiçbir nefse güç yetiremeyeceği şeyi yüklemez» ( 2 Bakara 286).

«Sen yalnız kendinden sorumlusun» (4 Nisa 84).

«Allah hiçbir nefsi verdiklerinden başkasıyla mükellef tutmaz» (65 Talâk 7).

Yani herhangi bir emirde teklif varsa bu ancak kapasite miktarınca olmaktadır. Dolayısıyla şeriatın tamamı külfettir denilemez. Çünkü şeriatın emirleri gözlerin nuru, gönüllerin sevinci, ruhların gıdası ve nîmetlerin en güzelidir. Zira Allah'ın rızâsı isteniyor, O'na gönülden bağlanılıyor, O zikrediliyor ve O'na teveccüh ediliyor. Çünkü O, gönüllerin yatıştığı, huzur bulduğu Hak İlâhdır.Bu konuda O'nun yerine asla hiçbir varlık geçemez. O buyurur ki:

«O'na kulluk et, O'na kulluğa sabırla devam et. O'na bir adaş biliyor musun?» (19 Meryem 65). İşte bu bir temeldir.

Allah'ın görülmesi (Rü'yetullah)

b. Âhirette nail olacağımız Allah'ın cemâlini seyretmek nimeti,

bazı kelâmcıların ve başkalarının sandığı gibi değildir (Kelâmcılardan maksadın Mu'tezile Kelâmcıları olduğu açıktır. (Danışman) ). Onlar, kadın, yiyecek, içecek v.s. gibi yaratılmış şeylerin, nimet olduğunu sanıyor ve onlardan zevk alınır diyorlar. Halbuki Allah (c.c.) 'in cemalinden kulların alacağı nasip, hoşluk ve sonsuz nimet, Resülüllah' (s.a.v.) den gelen şu duada olduğu gibi gerçektir. Buyurur ki:

«Allahım, cemâlini seyretmenin lezzetine ermek ve darlığa, ziyâna düşmeden, fitneye uğrayıp elim ayağım dolaşmadan sana kavuşmak iştiyakını duymak isterim» (Neseî, Sehv 62; Müsned 5 / 191).

Hadisi, Nesei ve başkası rivayet etmiştir. Sahîh-i Müslim'de ve diğerlerinde de Suheyb (r.a.) 'den şu hadîs rivayet edilir: Resülüllah (s.a.v.) buyurdu ki:

«Cennetlikler Cennete girdiği zaman bir münâdi kendilerine şöyle seslenir: Size Allah katında bir söz var, Allah onu yerine getirecek.' O da neymiş, derler, yüzlerimizi ağartmadı mı, bizi cennete koyup cehennemden âzâd etmedi mi? Bu sırada perde kaldırılır. O sübhân olan Allah'ı görürler. Allah onlara, cemâlini seyretmekten daha büyük bir lütufta bulunmamıştır. İşte 'ziyâde' budur» (Müslim, İman 297; Tirmizî, Cennet 16, Tefsir, sûre 11/1; Ahmed İbn Hanbel lV/332, 333, VI/11) (10 Yûnus 26'da «ihsan edenler (her işi en güzel şekilde yapanlar, ihsan derecesine erenler, ihsânkâr olanlar) için daha güzeli (yâni cennet) ve ziyâde (Allah'ı görmek) vardır buyurulur.)

Bu hadîste Resülüllah (s.a.v.), Allah'ın Cennette, cennetliklere verdiği nimetler sonsuz olduğu halde, onların O'nun cemâlini seyretmekten daha sevimli bir nimete nail olamayacaklarını ifade ediyor. Elbette onlar için en sevimli ve en güzel nimet budur. Çünkü bundan alınan zevk ve duyulan lezzet başka şeyden alınamaz. Sevilenin, arzu edilenin duyulması lezzetidir bu. Ve bir şey insana ne kadar sevgili ise, sevgisi ne kadar fazla olursa, onu elde etmenin lezzeti de o kadar çok olur.

Mezid gününün (âyette geçen «ziyâde», yani Allah'ı görme gününün) Cuma günü olduğu rivayet edilmiştir. Tabiî bu gün, âhiret günlerinden bir gündür. Hadîslerde ve haberlerde bunu doğrulayan birçok ifâde bulunmaktadır. Allah Teâlâ kâfirler hakkında şöyle buyurur :

«Kesinlikle, onlar o gün Rablerinden perdelenecekler (O'nu göremeyecekler), sonra onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir». (83 Mutaffifin 15-16) O halde görememenin ızdırabı, azabların en büyüğü, O'nu görmenin lezzeti de mükâfatların en yücesidir. İnsanların yaratıklardan aldıkları nasib ise, hiçbir zaman Allah'tan alacakları nasîb derecesine denk olamaz.

İşte bu iki asıl, Kitâb ve Sünnetle sabittir. İlim ve îman ehli olanlar bunu kabul ederler. Arif -i billâh büyük sûfîler de bunu dillerinden düşürmezler. Ehl-i Sünnet ve'l-Cemâat bunlara îman eder, halk bunlara inanır. Çünkü bu, Allah'ın insanlara verdiği fıtrî bir özelliktir.

Onlar, bu temel ilkeleri inkâr edenlerle de gerek âyet ve hadîslerle, gerekse zevk ve vecdleriyle delil getirerek mücâdele ettiler. Çünkü zevk ve vecd hâlini yaşayan bir insanın bu hâli, zevk ve lezzeti inkâr edene karşı bir delildir. Bazan benzerleriyle kıyâsa giderek aklî yoldan da bunların hak olduğunu isbât ettiler.

Fayda da zarar da Allah'tandır

Hiçbir yaratığın bir başka yaratığa fayda veya zarar vermesi, ihsanda bulunması veya bir ihsanı engellemesi, hidâyet vermesi veya saptırması, yardım etmesi veya yardımsız bırakması, alçaltması veya yüceltmesi, izzete kavuşturması veya zillete düşürmesi mümkün değildir.Aksine onu yaratan, ona rızık veren, onu gören, ona ve bol bol nimetler veren sadece ve sadece Rabbi'dir. Kuluna bir zarar geldiği zaman onu O'ndan başka hiç kimse gideremez; bir nimet verdiği zaman O'ndan başkasının söküp almaya gücü yetmez. Kul kula fayda vermez mi? Elbette verir. Zarar dokunduramaz mı? Elbette dokundurur. Ama Allah'ın izniyle yapabilir. Halkın aklı daha çok bu ikinciye eriyor. Bu sebebledir ki, Kur'an'da genele, çoğunlukla bu şekilde hitâb edilmiştir. Ancak Kur'an'ın metodunu iyi düşünen akıllı kimseler, Allah Teâlâ'nın bu metodu kullanarak insanları birinci gerçeğe yöneltmek istediğini anlarlar.

Artık bu durum, başkasına değil sadece Allah'a tevekkül etmeyi, O'ndan yardım istemeyi, O'na yalvarıp yakarmayı gerektirir. Bazı kullarına lütuf ve ihsanda bulunduğu, bol bol nîmet verdiği; bazıları da nimetlere kavuşmak için O'na muhtaç olduklarından, her kulu O'nu sevmesi, O'na ibadet etmesi gerekir. Şu var ki kullar, her şeyin O'nun izniyle meydana geldiğini bilerek kulluk eder, O'nu sever, O'na tevekkül olurlarsa birinci gerçeğe (her şeyin Allah'ın elinde olduğu gerçeğine) ulaşırlar. Dünyada buna benzer bir durum da şudur: Bir kimsenin başına büyük bir felâket, şiddetli bir yoksulluk, bir tedirginlik veya bir korku geldiğinde Allah'a yalvarıp yakarmaya başlar. Nihayet bu yalvarışlarının verdiği lezzetten duyduğu tad öyle bir hâl alır ki, yakarıp istediği şeyden daha tatlı bir duruma gelir. Fakat o böyle bir şey olacağını önceden bilmediği için bu hâli arzûlamamış, istememiştir.

Kur'ân-ı Kerîm, kulların başkasına değil, yalnızca Allah'a muhtaç olduklarını pekiştiren; dünyâda verdiği ve âhirette vereceği çeşit çeşit nimetlerden, lezzetlerden söz eden, bu nimetleri vermeye hiçbir yaratığın güç yetiremiyeceğini vurgulayan âyetlerle doludur, İşte bunlar da Allah'a tevekkül olmaya ve şükretmeye, lütuf ve ihsanına karşılık O'nu sevmeye sebeb olur.

Allah'tan başkasına bağlanmak

Kul, Allah'tan başkasına ilgi duyarak bağlanır ve ondan Allah'a kulluk için muhtaç olduğundan fazlasını alırsa, bu, o kula zarardır. İhtiyâcından çok yer içerse zararını görür. Evlilik ve giyim de aynıdır. Bir şeyi ölesiye, içtiği su bile beraber gidecek kadar severse, bir gün gelir ya ondan bıkar veya ayrı düşer. Me'sur bir haberde şöyle deniliyor:

«İstediğini sev, nasıl olsa ayrılacaksın. Dilediğini yap, nasıl olsa karşılığını göreceksin. İstediğin gibi ol, çünkü nasıl davranırsan sana da öyle davranılır.»

Şunu bilmelisin ki, her kim bir şeyi Allah'tan başkası için severse, sevdiği o şey, kendisine kesinlikle zarar verecek, azaba uğramasına neden olacaktır. İşte bundan dolayı altın ve gümüş biriktirip de, bunları Allah yolunda harcamayanlar, depo ettikleri şeyleri, kıyamet gününde başı dazlak bir bahâdır olarak karşılarında göreceklerdir. O korkunç şey şakaklarından kavrayıp ' işte ben senin depo ettiğin mâlınım ', diyecek (Buhârî, Zekât 3, Tefsir, sûre 3/14, Hıyel 3; Neseî, Zekât 6, 20; Ahmed İbn Hanbel l /377, 2/98, 137, 156, 355, 489, V/2; İbn Mâce, Zekât 2; Muvatta', Zekât 22 v.s. ye bakınız.).

Hadîs-i şeriflerdeki benzeri şeyler de böyledir.

«Allah kıyamet günü der ki: Ey Âdemoğlu, yani şimdi kim dünyâda neyi dost edinmişse, o kimseyi ona bırakıversem adalet olmaz mı?»

Dost edinmenin temelinde sevgi vardır. Dostluğun kökeni sevgidir. Artık kim Allah'tan, başka bir şeyi severse, kıyamet gününde Allah, onu, o dost edindiği şeye havale edecek ve onu cehennemine atacaktır. Cehennem ne kötü bir sondur. Yine kim bir şeyi Allah'tan başka bir şey için severse, onu bulsa da, kaybetse de zarar edecektir. Kaybederse ayrılık çekecek, üzülecektir. Bulsa elde edeceği lezzetten daha çok sıkıntı çekecektir. Bu hem tecrübe ve hem de düşünceyle sabittir. Kim Allah'tan başka bir şeyi, Allah'tan başka bir şey için severse, uğrayacağı zarar edindiği yarardan fazla olur. Yaratıkların yükü omuzuna biner. Fakat Allah için, Allah yolunda olursa böyle bir duruma düşmez. Çünkü böylesi bir sevgi, kula olgunluk ve güzellik verir. Resûlüllah (s.a.v.) 'den rivayet edilen şu hadîs de bunu ifâde ediyor:

«Dünyâ da mel'undur, içindeki şeyler de. Ancak Allah'ın zikri (yâdı, kitabı) ve zikri peşinde olan şeyler hâriç» (Tirmizi, Zühd 14;İbn Mâce, Zühd 3)

Hadîsi, Tirmizi ve başkası rivayet etmiştir.

Kulun yaratıklara dayanıp güvenmesi, güvendiği yerden zarar görmesine neden olur. Çünkü oradan yardım göremez. Bu da tecrübe ve istikra' ile sabittir. Kul Allah'tan başkasına ümit bağlayıp güvendikçe, mutlaka güvendiği dağlara kar yağmış, Allah'tan başkasından yardım bekledikçe yardımsız kalmıştır. Nitekim Allah şöyle buyurur:

«Kendilerine destek olsunlar diye Allah'tan başka ilâhlar edindiler. Asla! İlâh edinilenler kendilerine yapılan tapınışları kabul etmeyecek, tapınanlara karşı duracaklar» (19 Meryem 81).

Yaratıklar arasındaki bu iki şey (ilâh edinmek ve destek beklemek), ibâdet (kulluk) ve yardım istemekle aynıdır. Allah Teâlâ:

«Ancak Sana kulluk eder ve ancak Senden yardım dileriz» (1 Fatiha 5), buyurduğuna göre, kulun saadet ve selâmeti Allah'a kul olmak ve O'ndan yardım istemektedir. Başkasına kul olması, başkasından yardım istemesi, zararına, helak olmasına ve bozulmasına sebeptir.

Şüphesiz ki Allah (c.c.) muhtaç değildir; her övgüye lâyık ve her övgüden yücedir, cömerttir ve merhametlidir. Kuluna muhtaç olmadığı halde onlara veren ve ihsan eden yalnızca O'dur. Onun için hayır ister, sıkıntısını giderir. Ne kulundan bir fayda görmek için yapar bunları, ne de kendinden bir zararı defetmek için. Sadece ve sadece bir rahmet, bir lütuf olarak yapar. Kullar ise yaptıkları bir şeyi ancak kendilerine bir pay çıkarmak için yaparlar. İlgilerini bir başkasına sevgi göstermek, hürmette bulunmak, bir menfaate vâsıta veya bir zarara engel olmak şeklinde ortaya koyarlar. Her ne kadar bunlar da Allah'ın bir inayeti olmakla beraber, onlar bu işleri - eğer Allah için yapılmamışsa - kendilerine pay çıktığı için yaparlar. Çünkü bu kullar eğer birini sevmişlerse, artık ister içine, ister dışına imrenmiş olsunlar, bu sevgiden bekledikleri hedefe ulaşmak isterler. Peygamberleri, velîleri sevdikleri zaman, bu sevgilerine karşılık onlarla beraber olmak, onları görmek ve sözlerini işitmek isterler.

Aynı şekilde kim bir insanı yiğitliğinden, önemli bir mevkide olduğundan, güzelliğinden ve asaletinden dolayı seviyorsa, bu sevgiden payına düşen bir çıkar bekliyordur. Onu sevmekten zevk almamış olsaydı sevmezdi. Bir hizmet veya mal sağlayarak ona fayda verseler veya dua ve sitayişte bulunarak da olsa bir düşmanın veya hastalığın zararını engelleseler, durum aynıdır. Demek ki böyleleri eğer yapılan iş sırf Allah için değilse, yaptıklarına bir karşılık bekliyorlar. Hükümdarların askerleri, efendilerin köleleri, san'atkârın çırakları, devlet başkanının çevresi hep hizmet ettikleri bu kimselerden paylarına düşecek olanı elde etmek için çalışırlar. Bunların çoğu, bir hizmetçinin alacağı ücreti düşünme seviyesini aşamazlar. Tabiî ki, başka türlü bir eğitim ve öğretimden geçmiş olanlar bunun dışındadır. Bu, ya dinî yönde olmuştur veya güzel bir fıtrat vardır, mükâfat ve merhamet gibi bir iyilik söz konusudur. Eğer bunlar yoksa öncelikle gözetilen amaç, herkesin kendi çıkarıdır. Bu da Allah'ın bir hikmeti. O, bu sayede yarattıklarının yararına olan şeyleri sağlıyor, dünyâ hayâtında geçimlikleri ayarlıyor, insanları birbirlerinden yararlansınlar diye farklı seviyelerde yetiştiriyor, var ediyor.

Artık anlaşılmıştır ki, hiçbir yaratık öncelikle senin faydanı düşünmez. Aksine seni aracı yaparak kendi çıkarlarını gözetir. Eğer adalete uyulmazsa bu, senin zarar görmen pahasına da gerçekleşebilir. Dolayısıyla onu herhangi bir ihtiyacını gidermek için çağırdığın zaman, büyük bir ihtimalle, fayda vermekten çok zarar vermesi için çağırmış olabilirsin.

Allah (c.c.) ise istediğini senin için ister. Çünkü O'nun sana ihtiyacı yoktur, senden faydalanmaktan uzaktır. Bu senin için mutlak menfaattir, O'ndan asla zarar gelmeyeceğini iyi düşün. Bunu aklından çıkarmazsan, bu düşünce seni, mahlûkata bel bağlamaktan, onlardan bir çıkar beklemekten alıkoyar. Gerçi ne öncelikle seni düşünürler, ne de yararına olacak şeyleri sağlayabilirler; fakat böyledir diye sakın insanlara haksızlık etme. Onlara iyilik etmekten, eziyetlerine katlanmaktan vazgeçme. Onlardan bir şey beklediğin için değil, Allah için iyilik et. Ne onlardan kork, ne de onlara bel bağla. İnsanlar için Allah'tan kork, Allah için insanlardan korkma. İnsanlar için Allah'tan ümit et, Allah için insanlardan değil. Allah'ın buyurduğu gibi ol:

«Cehennemden, en çok muttaki olan, malını temizlenmek için veren, hiçbir kimseden karşılık beklemeyen, ancak yüce Rabbinin rızâsını arayan kimse uzaklaştırılacaktır» (92 Leyl 17-20).

«Sizi yalnızca Allah için doyuruyoruz. Sizden bir karşılık ve teşekkür beklemiyoruz» (76 İnsân 9).

Yaratıkların büyük çoğunluğu, sana zarar vermesi pahasına senden istifâde ederek kendi ihtiyaçlarını elde etmek ister. Çünkü muhtaç olan, ihtiyâcını elde etmekten başka bir şey düşünmez.

Sana korku, açlık ve hastalık gibi bir zarar gelecek olsa insanlar onu ancak Allah'ın izniyle giderebilir ve bunu yaparken kendilerinin varacağı hedeften başka bir şey düşünmezler.

İnsanlar sana bir fayda sağlamaya çalışsa, ancak Allah'ın senin için belirlediği oranda bir fayda sağlayabilirler. Zarar vermeye uğraşsalar da yine ancak Allah'ın belirlediği kadar bir zarar yapabilirler. Evet, sana ancak Allah'ın izniyle fayda sağlar, Allah'ın izniyle zarar verebilirler. O halde onlara ümit bağlama.

Allah buyurur ki:

«Yoksa şu ordumuz dediğiniz mi Rahmân'dan öte size yardım edecek? Şu kâfirler hep bir aldanış içindeler. Peki ya Allah rızkı kesecek olsa, şu sizi rızıklandıracak olan kimdir? Hayır onlar bir azgınlık, bir çılgınlık içinde yüzüyorlar» (67 Mülk 20, 21)

Yardım, zararı uzaklaştırmayı, rızık ve menfaat kazandırmayı içine alır. Yine buyurur ki:

«Bu evin (Kâ'be'nin) Rabbine kulluk etsinler. O ki kendilerini aç iken doyurdu, korkudan emin kıldı» (106 Kureyş 3-4).

«Onlara emin, dokunulmaz ve her türlü ürünün katımızdan bir rızık olarak toplanıp getirildiği bir bölge vermedik mi?» (28 Kasas 57)

İbrahim Halilullah (a.s.) demişti ki:

«Rabbim, burayı emin bir yöre kıl, ehline de ürünlerden rızık ver...» (2 Bakara 126)

Resûlüllah (s.a.v.) şöyle buyurur:

«Güçsüz ve zayıf olanlarınız sayesinde rızıklanıyor, Allah'ın yardımına erişiyorsunuz» (Buhârî, Cihâd 76; Tirmizî, Cihâd 24; Neseî, Cihâd 43; Ahmed İbn Hanbel V/198.)

Yani onların duaları, namazları ve ihlâsları sayesinde.

Özet:

Sözün özü, şayet sen bile kendi menfaatini bilemiyorsan, ona karşı yeterli değilsen, gerektiği gibi isteyemiyorsan, artık kendi yararını bilmek, ona güç yetirmek ve onu istemek senden başkasına mı düşmüş? Allah - Sübhânehu ve Teâlâ -dır yegâne bilen, sen bilmezsin, O'nun gücü yeter, sen yetmezsin, sonsuz fazlından O verir sana. Bak istihare hadîsinde buyuruluyor ki:

«Allahım, senin bildiğince senden hayır isterim. Senin kudretinle Senden güç isterim. Senin sonsuz fazlından isterim. Çünkü Senin gücün yeter benim yetmez, Sen bilirsin ben bilmem, Sensin bütün gaybı bilen»( Buhârî, Teheccüd 25, Daavât 48, Tevhîd 10; Ebû Dâvud, Vitr 31; Tirmizi, Vitr 18) .