II. ABDULHAMID HAN
Bütün islam aleminin,
Muhtaç olduğu lider.
Sultân Abdülhamîd Han'ı bertaraf eden Ittihat ve Terakkî erkânı ülkeyi câhilâne bir sûrette idâre etmeye başladı. Yumuşak huylu pâdişâh Sultân Resâd, kendilerinin elinde âciz bir kukladan farksızdı.
Ittihat ve Terakkî hükûmetinin gaflet ve cehâletleri, birçok acı felâketlere sebep oldu. Trablusgarb'daki mahallî mukâvemet devâm ederken Balkan Harbi çıktı. Ordunun hiçbir ciddî hazırlığı ve istihbaratı yoktu. Düşmanın sür'atle ilermesi karşısında Selânik'i tehlikede gören Ittihat ve Terakkî hükûmeti, Sultân Abdülhamîd'i oradan Istanbul'a nakletmek teşebbüsünde bulundu. Sultân Abdülhamîd, ne sebeple Istanbul'a nakledilmek istendiğini sorunca, kendisine karşı karşıya bulundukları askerî tehlike nakledilerek, düşmanın Selânik'e yaklaşmakta olduğu bildirildi. Pâdişâh'ın dış dünyâ ile yıllardan beri bütün alâkası kesilmiş bulunduğundan olup bitenlerden haberi yoktu. Durumu öğrenince dehşete kapıldı ve:
"–Gâlibâ siz kiliseler mes'elesini hallettiniz!.." diye hicranla haykırdı.
Ardından bunu kendisine haber veren Râsim Bey'e büyük bir öfke ile:
"Râsim Bey! Râsim Bey!.. Selânik demek, Istanbul'un anahtarı demektir! Ordumuz nerede, askerimiz nerede?.. Ecdât kanlarıyla sulanan bu toprakları nasıl terkederiz? Biz buraları bırakıp gidersek, târih ve ecdât bizim yüzümüze tükürmez mi?.. Birâderim Hazretleri, buranın tahliyesine râzı mı oldular? Nasıl olur? Hayır, ben râzı değilim!... Yetmiş yaşımda olduğuma bakmayın! Bana bir tüfek verin, asker evlâtlarımla beraber Selânik'i son nefesime kadar müdâfaa edeceğim..." dedi.
Fakat kendisine Sultân Reşâd'ın selâmı ve rıcâsı iletilince, bir Osmanlı hânedânı mensûbu olmanın mes'ûliyeti ile Pâdisâh'ın irâdesine boyun eğmek zorunda kalarak Istanbul'a nakledilmeyi kabul ederken, büyük bir teessür içindeydi.
Doğruydu. Balkan kavimlerinin aralarında bir ittifak kurulmasının asıl sebebi, kiliseler mes'elesinin halledilmiş olmasıydı.
Oysa Abdülhamîd Han, Istanbul'da Balat'taki Rum ortodoks patrikliğinin karşısına bunların Rum patrikliğine muâdil ve onunla aynı hukûka sahib "erksahlik" adiyla Bulgar kilise riyâsetini te'sis etmişti. Patrikhâne demek olan bu müessesenin binasını da, bir gecede monte ettirmişti.
Bu surette Bulgar kilisesi, Sultân Abdülhamîd'in bu siyâsî manevrası ile teessüs etmiş oldu. Bu bir ihtiyaç olduğu ortaya çıkınca, Bulgar ve Rumlar'ın müştereken oturduklari yerlerde kavga başladı.
Gâfil Ittihatçilar, iş basina gelince, "kiliseler kanunu" denilen bir kanun çıkardılar. Rum ve Bulgarlar'ın müştereken yaşadıkları yerlerdeki kiliseleri onlar arasında taksimi için nüfûs ekseriyetini esas aldılar. Sayım yaptılar. Hangi taraf ekseriyette ise kiliseyi hükûmet kuvvetlerini kullanarak o tarafa teslim edip kilisesiz kalan tarafa da iki sene içinde devlet parasiyla yeni bir kilise yaptırarak aralarındaki ihtilâfı bertaraf ettiler.
Bu surette kiliseler kavgası hitâma erince, Bulgarlar ve Yunanlar, birkaç yıl içinde dost oldukları gibi, ezelî düşmanımız Sırplılar'ı da yanlarına alarak Balkan Harbi'ni başlattılar.
Ittihat ve Terakkî hükûmetlerinin cehâlet ve hiyânetleri saymakla bitmez... Sultân Abdülhamîd Han'ın artık yahûdî güdümüne girmis bulunan Ingiliz siyâsetine karsı Almanlar'ı tahrîk etmesinin mâhiyyetini anlayamayan Ittihatçilar, Balkan Harbi'ni mütaakiben ortaya çikan I. Cihan Harbi'ne de Almanlar'ın yanında girmek ahmaklığını gösterdiler. Hem de bir yahûdî emr-i vâkîsi ile...
Ittihatçılar, düşman tazyîkindan kaçıyormuş gibi yaparak Çanakkale Bogazı'ndan içeriye giren Goben ve Breslaw isimli iki Alman zırhlısını gûyâ onları satın alıyorlarmış gibi göstererek müttefiklerin protestolarından kurtulmak istediler. Bu gemilerin filo kumandanı Amiral Suson yahûdî asilli idi. Hususî bir tâlimatla hareket ediyordu. Gemi efrâdının Istanbul'da sıkıldığını söyleyerek Karadeniz'e açılmak müsaadesi istedi. Artik Osmanlı bayrağı çekmiş olan bu gemilere bir Türk kumandan tâyin edilmemişti. Amiral Suson, Karadeniz'de bir Rus nakliye gemisine taarruz ederek Osmanlı Devleti'ni bu emr-i vâkî ile harbe soktuğu zaman, bundan, Enver Paşa dışında hükûmet erkânından hiç kimsenin haberi yoktu.
Henüz Balkan Harbi fâciasının yaraları sarılmamışken sırf Almanlar'ın yükünü hafifletmek maksadıyla Osmanlı Devleti'nin hazırlıksız bir surette harbe dâhil olması, yıkılışın en korkunç âmili olmuştur.
Harbin sonu belli olmaya başladığı hengâmede, Sultân Abdülhamîd'i devirmekle hatâ ettiklerini nihâyet anlayabilen Ittihat ve Terakkî reisleri Enver ve Talat Paşalar, artık Beylerbeyi Sarayı'nda ikâmet etmekte bulunan mahlû (tahttan indirilmiş) Pâdisâh'i ziyâret edip fikrini sordular. O koca Sultân, bir atlas getirterek onlara, İngiliz sömürgelerini göstertti. Nüfûslarını yekûn ettirdi. Sonra Almanlar'ın sömürgelerini sordu. Tâbi Almanlar'ın sömürgesi olmadığı ortaya çıktı. Sultân keder dolu bir hüzünle:
"–Şu hesâbı da mı yapamadınız?!. Hiç Ingiltere'ye karsı Almanlar'ın yanında harbe girilir miydi? Ben Almanlar'ı İngiliz emellerini dengelemek için kullandım. Bundan öteye birşey düşünmedim. Simdi fikrimi soruyorsunuz!.. Bu evvelce gerekliydi; artık çok geç!.." dedi.
İkisi de nemli gözlerle sarayı terkederlerken:
"–Bizler böyle bir sultanın kıymetini takdîr edemedik! Ne büyük bir hatâya düştük!.." diyorlardı.
Çanakkale Harbi esnasında düsman donanmasının Marmara Denizi'ni geçebileceği endişesi ile tedbir olarak pâdişâh ve hükûmetin Eskişehir'e nakli kararlaştırılmıştı. Abdülhamîd Han, durumdan haberdar olunca bunu büyük bir cesâret ve secâatle redderek:
"–Ben Fâtih Sultan Mehmed Han'ın torunuyum!.. Hiçbir zaman Bizans imparatoru Kostantin'den asağı kalamam! Dedem Fâtih Istanbul'u alırken, Kostantin askerinin başında savaşa savaşa ölmüştür. Birâderim nereye giderlerse gitsinler.. Fakat bilinmelidir ki, o ve hükûmet, Istanbul'dan ayrılırlarsa bir daha dönemezler. Bana gelince; ben, Beylerbeyi Sarayı'ndan ayağımı dışarıya atmam!" dedi.
Nitekim O'nun bu kararlılığı karşısında pâdişâh ve hükûmet Istanbul'da kaldı. Böylece devletin daha o gün yıkılması önlenmiş oldu.
Son derece yoğun, yorgun ve çileli bir ömürden sonra Abdülhamîd Han, yetmiş yedi yaşında 10 Subat 1918'de rahmet-i Rahmân'a kavuştu. Mekânı cennet olsun!.. Rahmetullâhi Aleyh..
Ulu Hâkan, 1918'de vefât ettiği zaman bütün mağdur ve mazlûm millet yas bağlamış, bütün Istanbul halkı görülmemiş mahşerî bir kalabalıkla O'nu dîvân yolundaki türbesine defnederek Âhiret'e yolcu ederlerken bazıları:
"Bizi bırakıp nereye gidiyorsun Ulu Hakan?" diyerek ağıt yakmışlardır.
Kendisine karsı en çirkin ve şiddetli muhâlefeti göstermiş bulunanlar bile, zamanla ve arkasından sökün etmiş olan fâciaların îkâzıyla uyanarak nedâmet hislerini terennüm etmişlerdir. Bunlardan biri olan filozof Rizâ Tevfîk'in de kulaktan kulağa yayılıp meşhur olmuş bulunan Abdülhamîd-i Sânî'nin Rûhâniyetinden Istimdâd isimli şiirini dikkatlerinize sunalım:
Nerdesin şevketli Abdülhamîd Han?
Feryâdım varır mı bârigâhina?..
Târihler adını andığı zaman;
Sana hak verecek ey koca Sultan!
Bizdik utanmadan iftirâ atan;
Asrın en siyâsî Pâdişâhına!..
Pâdişâh hem zâlim hem deli dedik;
İhtilâle kıyâm etmeli dedik;
Şeytan ne dediyse biz "belî" dedik;
Çalıştık fitnenin intibâhina...
Dîvâne sen değil, meğer bizmişiz;
Bir çürük ipliğe hülyâ dizmişiz;
Sâde deli değil, edepsizmişiz;
Tükürdük atalar kıble gâhına!..
Nâdimlerden biri olan Süleyman Nazif de nedâmet hislerini şöyle ifâde eder:
Kaç zamandır gelmemişken yâda biz;
İşte geldik Sen'den istimdâda biz;
Hasret olduk eski istibdâda biz!..
Filistin'in ilk mazlûmu Abdülhamîd Han'dır. Çünkü hal'i O'nun Filistin mes'elesinde yahûdî Teodor Hertzel'e mukâvemeti sebebiyle gerçekleşmiştir.
Vefâtı ile bütün İslâm âlemi âdetâ yetim kalmıştır. Çünkü gerçek mânâsıyla hilâfeti ayakta tutan O idi. Kendisinden sonra -askerî gâileler sebebiyle- bir daha bu dirâyeti göstermek mümkün olmamıştır. Gerçekten Sultân Abdülhamîd, 1900 yılında Çin'de milliyetçi bir grup tarafindan Alman büyükelçisi Kettler katledilip büyük bir batı aleyhtarı hareket başlayınca, "Boxer İsyânı" denilen bu hâdise dolayısı ile Wilhem'in kendisinden yardım istemesini bahane ederek oraya bir "nasîhat hey'eti" göndermiş ve Pekin'de uzun müddet faâliyet gösterecek olan "Hamidiyye Üniversitesi" adıyla bir dînî tedris müessesesi kurmuştur.
Yine Japonya'ya, tarihimizde "Ertugrul Fâciası" diye bilinen bir ilmî hey'et gönderip Islâm'i oralara kadar yaymak ve hilâfet nüfûzunu âlem-şumül bir duruma getirmek yolunda yürüyen Sultân Abdülhamîd'in şu İslâmci siyâsetinin şumül ve kuvvetini anlayabilmek için, Medîne-i Münevvere'ye kadar dösetmiş olduğu demiryolu hattının, devlet kesesinden bir kurus çıkmadan sırf dünyâ Müslümanları’nın yardımlarıyla gerçekleşmiş bulunduğunu hatırlamak kâfîdir.
Sultân Abdülhamîd, o ileri görüşlü insandı ki, Amerika'da horlanan zencilerin maruz kaldıkları zulümlerden istifâde ile onları İslâm'a çekmek maksadıyla oraya propagandacılar gönderdiği ve bugünkü zenci-müslüman varlığının teşekkülüne âmil olduğu da bir gerçektir.
Oturduğu yerden dünyâyı fotograflarla tâkib eden ve bundan dolayı bugün kendisinden üç binden ziyâde albüm kalmış bulunan Sultân Abdülhamîd, zamanında dünyâdaki bütün gelişmeleri harfiyyen tâkip etmekteydi. Meselâ 1904 Rus-Japon harbinde dünyâda hiçbir Allâh kulu Japonlar'ın gâlip geleceğine ihtimal vermezken O, uzak şarka gitmek üzere boğazdan geçen Rus gemilerinin, Sadrazam'ına geri dönmeyeceklerini söylemiştir. Hattâ bu harbi meşhur Pertev Paşa vâsıtasıyla günü gününe tâkib ederek Ruslar'ın Japonlar'a maglûp olmasının kendi devleti hesâbına kazançlı neticelerini devşirmekten geri kalmamıştır.
Son söz olarak şu husûsu belirtmeliyiz ki, Sultân Abdülhamîd, O'nun mübârek şahsiyeti, siyâsetinin incelikleri ve zamanının dâhilî ve hâricî gâileleri böyle makale hacimli yazılara sığmaz... O umûm milletin müstehak olduğu musîbetleri bertaraf için bir beşer tâkatinden umulmayacak derecede gayret gösterdiği hâlde, netice şerîrlerin galebesi sûretinde tahakkuk etmişse, bunu kader perspektifinden bakmadıkça anlamak mümkün değildir. Böyle bir dirâyet içinse, kendisinin şu sözünü okuyucularımıza yardımcı olabileceği düşüncesiyle zikrederek yazımıza nihâyet verelim:
O, Hareket Ordusu'na karşı hareketsiz kaldığı yolundaki tenkitlere cevâben buyurmuştur ki:
"–O gürûhun önünde Hızır -aleyhisselâm-'ı görmesem, böyle yapmazdım!.."
Abdülhamîd Han'ın dindarlığı, hizmetleri, merhameti, zekâsı ve kâbiliyeti destanlıktır. O'nun ihlâsını şu hâtıra ne güzel ifâde eder:
Sultan Abdülhamîd Han, âcil bir iş zuhûr edince, gecenin hangi vakti olursa olsun uyandırılmasını ister, ertesi güne bırakılmasına rızâ göstermezdi. Bu hususta mâbeyn başkâtibi Es'ad Bey, hâtırâtında şöyle demektedir:
"Bir gece yarısı, çok mühim bir haberin imzâsı için Sultânın kapısını çaldım. Fakat açılmadı. Bir müddet bekledikten sonra tekrar çaldım, yine açılmadı. diye endişelendim. Biraz sonra tekrar çaldım; bu sefer kapı açılarak Sultân, elinde bir havlu ile kapıda göründü. Yüzünü kuruluyordu. Tebessüm etti:
"Evlâd! Bu vakitte çok mühim bir iş için geldiğinizi anladım. Kapıyı daha ilk vuruşunuzda uyanmıştım, ancak abdest aldığım için geciktim; kusura bakma!. Ben bu kadar zamandır milletimin hiçbir evrakına abdestsiz imzâ atmadım... Getir imzâliyayım!.." dedi.
Ve "besmele" çekerek evrâki imzâladı."
Hattâ zevcesi, Abdülhamîd Han'ın bu husûsiyetiyle alâkalı olarak, O'nun yatağının başında dâimâ temiz bir tuğla bulundurduğunu ve bununla yataktan kalktığında çeşme mahalline kadar abdestsiz yere basmamak için teyemmüm aldığını, sebebini sordugunda da kendisine:
"Bunca müslümanların halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!.." dediğini nakleder.
Mâbeyn kâtiplerinden Abdülhamîd Han baglilarindan olmayan birisi de hâtirâtinda şu câlib-i dikkat hâdiseyi anlatır:
"Bir akşamdı. Mâbeynde nöbetçi olarak ben kalmıştım. Gelen mektup, telgraf, rapor ve tezkerelerin listesini tertipleyip huzûra çıkmak üzre iken bir telgraf geldi. Istanbul Lâleli Postahanesi me'mûrlarından birinin Hünkâr'a çektiği bir telgrafti bu:
Bîçâre me'mur, karısının o gece doğum yapacağını ve doğumun da tehlikeli olacağına dâir doktorların îkâz ettiğini, fakat elinde hiçbir imkân bulunmadiğini, bu sebeple merhamet-i şâhâneye sığındığını, bildiriyordu.
Ben de bunu pek kayda değer görmeyerek zât-i şâhâneye vereceğim listenin içerisine almadım.
Ancak huzûrda, Pâdişâh âdeti üzere her şeyi ayrı ayrı gözden geçirdikten sonra ilâve etti:
"–Başka birşey var mi?"
"–Kayda değer birşey yok efendim!" dediysem de Sultân'ın israrla suâlini tekrarladı ve:
"–Sen kayda değer saymadığını da söyle!" dedi.
Bunun üzerine mâlum telgraftan bahsettim. Arza değmeyeceğini düşünerek listeye almadığımı bildirdim. Hüzünlenerek tâlimat verdi:
"–Hemen getiriniz!"
Şaşkın bir vaziyette telgrafı getirdim. Sultân, orada yazılanları dikkatle okudu. Ardından düşündüğümün tam aksine derhal saray doktorunu çağırtarak bana döndü:
"Derhal beraberce Lâleli'ye gidiniz ve doğum yapacak olan kadıncağıza gerekli müdâheleyi yaptırınız!" diye ferman buyurdu.
Sultân'ın bu emri üzerine saray doktoru ile o memurun evine gittik. Vazîfemizi yerine getirip hastaneden döndüğümüzde ise, vakit sabaha yaklaşmıştı. Saraya girince, kapının sesinden bizi farkeden Sultân, perdeyi araladı ve eliyle "gelin" diye işâret etti.. Odasının ışıkları yanıyordu. Demek ki, sabaha kadar ibâdet ve duâ ile meşgul olmuştu.
Hemen huzûruna girdik. Neticeyi sordu. Olduğu gibi anlattım:
"–Sultânım, doğum bir hayli müşkil oldu. Ancak mütehassis doktorların gayretleri ile hasta kurtuldu elhamdülillâh.. Bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Adını da Abdülhamîd koydular. Sabaha kadar gözyaşları içinde zât-i âlînizin ömür ve devletlerine duâ ettiler..."
Bizi ayakta dinleyen milletin merhametli babası olan Hünkâr, bu durum üzerine rahatlayarak derinden bir "elhamdülillâh" dedi. Sonra paravananın arkasına geçerek iki rek'at namaz kıldı.
Osmanli Devleti'nin 620 senelik şan ve şeref dolu târîhini şâir ne güzel hulâsa eder:
Kimdim?
A'sâra sorarsan, beni söyler sana kimdi?
Bir başka denizdim, kürenin rub'u benimdi!..
Mermîler, alevler beni bir kal'a sanirdi,
Efserlerin enkâzi uçar, dalgalanirdi...
Cevvâl atimin kanli, kivilcimli izinde,
Bir umk idi aksim ebediyyet denizinde.
Çarpardi gögün kalbi hilâlin avucunda,
Titrerdi yerin tâlii mermîmin ucunda...
A'sâr elimin çizdigi mecrâdan akardi,
Üç kit'ada magrûr atimin izleri vardi...
Fevkinde uçarken o nesîbin, bu firâzin,
En şanli hükümdâr-i hurûsânina arzin
Tek bir nazarim berk-i inâyetti, keremdi;
Iklîli hediyyemdi, ekaalîmi hibemdi...
........
Dünyâ bilir iclâlimi, "ben böyle değildim!"
Osman Topbaş
Kaynak: Altinloluk dergisi, Kasim/Aralik 1997
Hazirlayan:
II. ABDULHAMID HAN
Osmanli pâdişâhlarının otuzdördüncüsü, Islâm halîfelerinin doksandokuzuncusudur. Sultan Abdülmecîd'in ikinci oğlu olup 1842'de dünyâya gelmiştir.
Genç yaşta dînî ve fennî ilimleri mükemmel bir şekilde ikmâl etti. Şâzeliyye tarîkati seyhi Mehmed Zâfir Efendi ve Kâdiriyye tarîkati seyhi Ebu'l-hüdâ Efendi'den feyz alarak zâhirdeki dirâyetini, mânevî bir kemâl ile de tâçlandırmıstır.
Daha genç yaşta zekâsı ve siyâsî kâbiliyetleriyle temâyüz etmiş bulunduğundan amcası Sultân Abdülazîz Han, Mısır ve Avrupa seyâhatlerinde O'nu da yanında götürmüştü.
Çok nâzik idi. Herkesin gönlünü almasını bilirdi. Fevkalâde bir zekâ ve hâfızaya sâhipti. Bir defa gördüğü veya sesini işittiği kişiyi aslâ unutmadığına dâir kaynaklarda sayısız misâller vardır. Alman birliğini kurmuş olan Prens Bismark rivâyete nazaran:
"Dünyâda yüz gram akıl varsa, bunun doksan gramı Abdülhamîd Han'da, beş gramı bende, kalan beş gramı da diğer dünyâ siyâsîlerindedir..." demiştir.
O'nun en büyük talihsizliği, devleti çok kötü şartlar altında eline almış olmasıdır. Buna rağmen hiç yılmadan, bıkmadan müthiş bir zekâ, sabır ve büyük bir mahâretle devleti, otuz üç sene ciddî bir kayba uğratmadan idâre etmiştir.
Sultân Abdülazîz merhûm gibi büyük masrafları ve dış borçlanmayı mûcib olan harpçi bir siyâset takibi yerine, gelişen sanayî hareketleri dolayısıyla batıda temâyüz etmiş bulunan iki devleti karşı karşıya getirmek ve onların menfaat çatışmalarını tahrîk ederek ülkeyi -âdetâ- bir sırat köprüsü üzerinde yürütmek, O'nun siyâsetinin temel esasi olmuştur.
Bu sulhçu siyâsetin neticesinde yeni askerî yatırımların masrafından kat'an nazar dış borçların 300 milyon altından, 30 milyona indirilmesi sağlanmıştır. Abdülhamîd'in Almanlar'ı Ingiliz siyâsî emellerine karşi mâhirâne bir sûrette kullanmasının çok çeşitli ve parlak tezâhürleri vardır. Medînedemiryolu imtiyâzının Almanlar'a verilmesi ve stratejik bir mevkî olan Akabe'nin onların yardımıyla Ingilizler'den kurtarılması, bunun târihte en tipik bir misâlidir.
Abdülhamîd Han, 93 Harbi felâketinden aldığı dersle gayr-i mütecânis ve devleti parçalamaya sürükleyebilecek cereyanların müşâhede edildiği Meclis-i Mebûsân'ı böyle bir felâkete mânî olabilmek için 1878'de süresiz olarak kapatmıştır.
Mithat Paşa ve avanesinin sebep olduğu 93 Harbi felâketinin neticesinde Rumeli'de kaybedilen topraklardan pek çok müslüman ahâli, muhâcir olarak Istanbul'a gelmis bulunuyordu. Bunların mağdûriyetlerini istismâr ederek toplayabildiği bir kısım işsiz-güçsüz takımıyla Çirağan Sarayı'na yürüyen Ali Suâvî, Sultân Abdülhamîd'i devirerek, bu sarayda mahbus bulunan V. Murad'i tekrar tahta geçirmeye teşebbüs etti. Sultan V. Murad, mason Mithat Paşa ve avanesi tarafindan tâ şehzadeliğinden beri hususî bir sûrette yetiştirilmişti. O da, akıl hocası Mithat Paşa gibi otuz üç dereceden bir masondu. Fakat hiç süphesiz bu teşkîlata onun gerçek hüviyetini bilmeden girmişti. Bununla beraber şerîrler, kendisi pâdisâh olsa menfûr emellerine daha kolay ulaşacaklarını düşünüyorlardı. Ali Suâvî ise, Sulltan Abdülhamîd Han tarafindan Galatasaray Lisesi müdürlüğünden bozuk siyâsî düsünceleri sebebiyle azledilmis bulunmanın iğbirâri (gücenikliliği) ile haraket ediyordu. Gerçekten de Ali Suâvî, yavas yavas yahûdî siyâsî emellerinin hâkim olmasıyla Osmanlı aleyhtarlığına meyleden İngiliz siyâsetinin kör bir âleti durumundaydı.
Besiktaş muhâfızı yedi-sekiz Hasan Paşa'nin kafasına indirdiği bir sopa ile Ali Suâvî'nin can vermesi bu ihtilâl teşebbüsünün akîm kalmasını sağlamıstır. Ancak Sultân Abdülhamîd, bu ve benzerî vak'alar dolayisiyle mâruz bulunduğu büyük tehlikeyi kavramış, devrinin sözde münevverlerinin hamâkat ve ihânetlerine ilâveten rum, ermeni ve yahûdîlerin kaynattıkları fitne kazanı sebebiyle muârızlarının "istibdâd" diye adlandıra geldikleri sıkı bir dâhilî siyâset tâkibine mecbûr kalmıştır.
Abdülhamîd Han, bu karışık iç bünyeye rağmen halkın huzûru ve ülkenin selâmetini sağlayabilmek için bugünkü modern devletlere bile örnek olabilecek derecede şumüllü bir istihbarat teşkilatı kurmuştur. Bu teşkilâtta kendisine karşı bombalı bir suikastı gerçekleştirmis bulunan ermeni asıllı Jorris'i dahi bir istihbârât elemanı olarak kullanması, şâyân-i dikkattir. Hattâ Ingilizler'in Madrit büyükelçileri vefât ettiğinde, onun açılan çelik kasalarında Sultân Abdülhamîd'le muhâbere hâlinde bulunduğuna dâir vesâikin ortaya çıkması, Ingilizler'i bu istihbârâtın kuvvet ve şumülü hakkında dehşete sevk etmiştir. Kendisi tahttan indirildikten sonra azılı muhâlifleri tarafindan Çirağan Sarayi'nin yakılmıs bulunması da, O'nun bu müthiş istihbârât teşkilâtı ile alâkalıdır. Zîrâ bu sarayın bodrum katları, lebâleb Sultân Abdülhamîd'e verilmiş jurnallerle doluydu ve hiç şüphesiz ki saray, onları yok etmek için yakılmıstı. Çünkü bu jurnaller, Ittihat ve Terakkî'nin ileri gelenlerini birbirine düşürecek mâhiyetteydi. Sathî bir nazarla bakıldığında, bunların birbirleri aleyhine Sultân Abdülhamîd Han'a jurnallik ettikleri ortaya çıkmaktadır.
Bu jurnal keyfiyeti dolayisiyle de Sultân Abdülhamîd, muârızları tarafından haksız ve çirkin bir sûrette itham edile gelmiştir. Gûyâ ulu orta verilmiş saçma-sapan jurnallere istinâden birçok insanı sürgüne gönderdiği pek çok yazılıp söylenmiştir. Bu husustaki gerçeğin lâyıkiyle kavranabilmesi ve merhûmun dirâyet, liyâkat ve hassasiyyetinin anlaşılabilmesi için bir tek misâl zikredelim:
Birgün yüksek seviyede bir me'mûrun Çirağan Sarayı önünden geçerken gûyâ:
"–Âh Sultân Murâd Efendimiz!.. Sen basımızda olsaydın, böyle mi olurdu?!."
meâlinde bir söz söylemiş olduğu yolunda bir jurnal alınmıs ve bundan dolayı da o me'mûrun Fizan'a sürgün edilmesi hususunda irâde-i seniyye sâdır olmuştu. Buna îtiraz eden Sadrazam Saîd Pasa:
"–Efendimiz, bu ne hâldir, anlayamiyorum?!. Bu me'mûrun takriben alti ay önce ihtilâs (rüşvet) cürmü sâbit olduğu halde onu afvetmiştiniz.. Şimdi ise, enti-püften bir jurnale istinâden onu sürgüne gönderiyorsunuz?!." demesi üzerine, o koca Sultân Sadrazam'a şu cevâbı vermiştir:
"–Hayir Paşa Hazretleri, ben onu bu jurnalden dolayi sürgüne göndermiyorum! Asıl sebep, o zikrettiğiniz ihtilâs cürmüdür. Esâsen bu jurnali de kasden kendim verdirttim. Lâkin onu, altı ay evvel böyle bir tertibe baş vurmadan cezâlandırsaydım, yalnız kendisini değil, çoluk-çocuk ve akrabâlarını da cezâlandırmıs olurdum. Onlar da eş ve dostlarına karşı mahcûp olurlardı. Şimdi ise, bu adamı gûyâ benim istibdâdıma karsı çıkmış bir insan sıfatıyla kahraman telâkkî edecekler. Böyle olmasını tercih ettim!.."
Bu öyle bir hâdisedir ki, O'nun devri için sürüp gelen hakli-haksiz tenkîdlerin değerlendirilmesinde bize büyük bir ışık tutar.
Sultân Abdülhamîd'in kalbî rikkatini kavramaya yarayacak bir hâdise de şudur:
Sultan Abdülazîz'in şehît edilmesinden beş sene geçmesine rağmen halk, bu menfûr hâdiseyi unutmamıştı. Kâtillerin yakalanıp cezâlandırılmasını istiyordu. Bu umûmî arzu üzerine Yıldız'da hususî bir mahkeme kuruldu. Bu mahkemede Mithat Paşa, Hüseyin Avni Paşa ve daha bazılarının Abdülazîz Han'in kâtili oldukları sâbit oldu. Mahkeme bunlar hakkında îdam cezâsı verdi. Ayrıca Plevne kahramanı Gâzî Osman Paşa ve Ahmed Cevdet Paşa gibi şahsiyetlerin dâhil olduğu kırk kişilik mûteber bir hey'ete de bu karar bir kere daha tedkîk ettirildi. Onlar da, müttefikan karâri isâbetli gördüklerini beyân ettiler. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd Han, îdâm cezâlarını sürgüne tahvîl etti. Fazladan olarak da suçunu îtiraf etmiş bulunan Mithat Paşa'nın cebine sürgüne giderken 800 altın harçlık koydu. Insan, hâdiselerin içyüzüne vâkıf olunca, bu büyük merhametli pâdişâha karşı dil uzatanları aslâ afvedip hoş göremez!..
Sultân Abdülhamîd Han'ın Dünyâ çapında ithâmına vesîle olan sebeplerden biri de, devrinde başgösteren ermeni mes'lesidir. Ermeniler, ülkemizde yaşayan gayr-i müslim teb'a arasında bizim örf ve âdetlerimizi benimsemek yönünden müstesnâ bir durumda idiler. Asırlarca "teb'a-i sâdika" olarak yâd edilmişlerdi. Fakat günün birinde kendilerini kullanarak siyâsî emellerine ulaşmak isteyen Ruslar'ın propagandalarına muhâtap olarak sadâkatten ayrıldılar. Ilk önce Rus tahrikiyla başlayan ermeni kıpırdanışları, sonradan bütün hıristiyan bati devletlerinin alâkasını celbetmiş ve onlar da bu ihtilâfa dâhil olmuşlardır.
Bu maksatla ermenileri silâhlandıran Ruslar'ın faâliyetini ve bunun nihâî gâyesini görmekte gecikmeyen dâhî Sultân Abdülhamîd Han, ermenileri toplu olduklari bölgelerden sağa sola cebrî bir sûrette göç ettirmek gibi bir tedbire baş vurmuştur. Fakat bu kadar mâsumâne bir hareket, yahûdî desteği ile de beslenerek onun aleyhinde beynelmilel bir propaganda tezgahlanmasını intâc etmiştir. Neticede kendisine Viyana'da îmâl edilerek gönderilmiş bir kupa arabasına îmâlât esnasında uzun bir zamana ayarlanmıs saatli bir bomba yerleştirilmiş ve bu bomba, kendisinin şeyhulislâm ile Cum'a namazı hitâmında mûtâd hârici üç-bes dakika ayaküstü konusmasi sebebiyle o daha arabaya binmeden Yıldız Câmî-i Şerîfi önünde infilâk etmiş, asker, sivil bir çok insan ölmüs ve yaralanmıştır. Herkesin telâşa kapıldığı o hengâmede Sultân Abdülhamîd Han, sükûnetini muhâfaza ederek:
"Korkmayın, korkmayın!.."
diye bağırmıs ve arabanın seyis mahalline oturarak ecnebî sefirlerin alkışları arasında atları kırbaçlayıp sarayına avdet etmiştir.
Devrinin sözde münevverlerinin gafletine bakınız ki, Belçikalı ermeni Jorris'in tertibi eseri olan bu suikasti alkışlayanlar görülmüştür. Hattâ zamanın gözde şâiri Tevfik Fikret, bu hâdiseyi anlatan 'bir anlık gecikme' anlamındaki "Bir Lahza-i Teaahur" isimli siirinde suikastçiyi 'şanli avci' diyerek tebcil etmekte ve suikastin muvaffakiyetsizlikle neticelenmesinden doğan teessürlerini terennüm etmekteydi. Buna rağmen Sultân Abdülhamîd'in kendisine karşı en küçük bir mukâbelesini tarihler kaydetmemektedir.
Sultân Abdülhamîd devrinin gâilelerinden biri de o sıralarda filizlenmeye başlayan yahûdî mes'lesidir. 1982 yılında Isviçre'nin Bazel sehrinde 'ilk siyonist kongresini' toplamis olan Teodor Hertzel, daha önce yazdigi "Yahûdî Devleti" isimli kitâbiyla dünyâ yahûdîlerinin Filistin'de yeniden toplanmalari gerektiği yolunda teşebbüse geçmiş ve bu gâye için o gün dünyânın en büyük zengini olan yahûdî Roçilt âilesinin desteğini sağlamıştı. Onun namına iki kere Türkiye'ye gelen ve yahûdîlerin Filistin'e avdet edip orada ikâmet eylemeleri mukâbilinde Osmanli Devleti'nin dış borçlarını ödemek teklifini Roçilt namina Sultân Abdülhamîd'e arzetmiş olan Hertzel'in, O'nun çelik gibi sert irâdesine çarparak redde mahkûm olması sebebiyle, yahûdîler tarafindan bütün dünyâda o büyük hükümdar için bir karalama kampanyası başlatılmıştır.
Bu kampanya sebebiyledir ki, otuz üç senelik saltanatı boyunca hiç kimsenin burnunu kanatmamış, ancak ana ve babasını öldürmüs olan bir cânî dışında normal mahkemelerce verilen îdâm cezâlarını bile tenfiz ettirmemiş, kendisine suikast yapan bir harem ağasını ve hattâ ermeni Jorris'i dahî afvetmiş bulunan Sultân Abdülhamîd Han için haksız ve mesnedsiz bir sûrette 'kızıl sultan' lakabı, meşhur ve harciâlem bir hâle getirilmiştir. Hayfâ ki, yahûdîlerin îcâd edip ermenilere armağan ettikleri bu iftirâ, böyle ecnebî kimselerden ziyâde vatanın o gün bugündür bir çok talihsiz Türk asıllı nesilleri arasında da revaç bulmuştur.
Filistin'e göç edip yerleşmek gibi ilk nazarda mâsumâne görünen arzularının Sultân Abdülhamîd tarafindan mutlak bir sûrette redde mahkûm olduğunu gören yahûdîler, o mübârek şahsiyeti bertaraf etmedikçe emellerine ulaşamayacaklarını anlamakta gecikmediler. Bundan dolayıdır ki, önce Istanbul'da ve sonra da yahûdî muhiti Selânik'te temerküz eden Ittihat ve Terakkî cemiyetini kurdurarak vatanın bir kısım bedbaht evlâdlarını bir propaganda sisinde boğdular.
Tehlikeyi gören Sultân Abdülhamîd, yahûdîlerin Filistin'de toprak satın almalarını yasakladığı gibi, onların bu emellerine muvâzaa yoluyla ulaşmalarını engellemek için de, her arâzîsini satmak isteyenin yerini şahsî parasıyla satın alarak "emlâk-i şâhâne" hâline getirmiştir. Filistin Çiflikât-i Sâhânesi böylece vücûda gelmiştir. Sultan Abdülhamîd bunlara ilâveten oradaki müslüman nüfûsu da artırma yoluna gitmiştir.
O sırada Rus tahrikiyle teşekkül etmis çeteler, Balkanlar'ı cadı kazanı hâline getirmiş bulunuyordu. Bunlarla mücâdele eden birliklerin birtakım subayları, Ittihat ve Terakkî ve onun arkasındaki yahûdîlerce iğfâl edilmişlerdi. Bunlar isyân ederek Abdülhamîd Han'i II. Meşrûtiyet'in ilânına zorladılar.
Abdülhamîd Han, yeni bir kânûn-i esâsî hazırlatıp tatbik etmeyi düşünüyordu. Fakat gayet buhranlı ve ihtilâl hazırlıklarının yapıldığı karışık bir ahvâl içinde buna firsat bulamamıştı. Mecbûren eski kânûn-i esâsîyi yürürlüğe koydu.
Meclis-i Meb'ûsân 17 Aralik 1908'de toplandı. En azılı Osmanlı düşmanları dahi meb'ûs seçilerek meclise girmişti. Hatta ne hazîndir ki, mecliste azınlıkların te'sîri müslüman meb'ûslardan daha çoktu.
Ittihat ve Terakkî iktidari, kisa zamanda halkın umûmî sûrette nefretini kazandı. Karşılaştığı tenkîtleri şiddetle bastırıyor ve muhâliflerini gazeteci veya fikir adamı demeden suikastlerle yok ediyorlardı. Bu durum, zuhûr eden nefreti had safhaya çıkarınca, kendi iktidarlarını korumak için sâdık adamları sandıkları avci taburlarını Rumeli'den getirip Taşkışla'ya yerleştirdiler. Ancak bunların başlarındaki subaylar, kısa zamanda Beyoğlu âlemleriyle siyâset girdabina sürüklenip askerleriyle alâkalarını kestiler. Serbest kalan avci taburlari efrâdi, halkla temas edince, Ittihat ve Terakkî'nin irtikâb ettiği mel'ûnâne zulüm ve hıyânetlerini öğrenerek kendilerini korumaya me'mur oldukları bu kadroya karşi ayaklandılar. Istanbul'da birkaç gün terör hâkim oldu. Bazı Ittihat ve Terakkî milletvekilleri sokak ortasında katledildi. Işte 31 Mart Vak'asi denilen hâdise budur. Bu ayaklanma sebebiyle iktidarlarını tehlikede gören Ittihat ve Terakkî,Rumeli'den "Hareket Ordusu" denilen çoğu rum, ermeni ve yahûdî çapulcusu on beş bin kişilik bir kuvveti Istanbul üzerine sevk ettiler.
Sultân Abdülhamîd, bu gürûha karşı -maalesef- aşırı merhameti sebebiyle hareketsiz kaldı. Halbuki sarayının etrafinda iyi tâlim ve terbiye görmüş otuz bin asker vardı. Neticede tâc ve tahti için şu hengâmede bile kan dökmeye râzı olmayan Sultân Abdülhamîd, Hareket Ordusu'na arkalanan Ittihat ve Terakkî hükûmetince hal' olunarak tahttan indirildi. Usûlen tanzîm edilen fetvâ da, tamamen haksız ve mesnetsizdi. Kendisine bulunabilen kusur, "kütüb-i mu'tebere-i dîniyyeyi cem' u ihrâk", yâni mûteber dînî kitapları toplatıp yaktırmaktı.
Bu bühtanın aslı şudur: O zaman Kur'ân-i Kerîm'in şahislarca basım ve yayını yasaktı. Kur'ân-i Kerîm'i devlet bastırır ve parasız dağıtırdı. Şahısların Kur'ân-i Kerîm tab'ında gereken ihtimâmi gösteremeyecekleri düşüncesiyle konulmuş bulunan bu yasağa rağmen Kur'ân-i Kerîm tab' olursa, bunlar müsâdere edilip ihrâk olunur (yakılır), külleri de îtinâ ile çiğnenmeyecek bir toprağa gömülürdü.
Diğer taraftan, hal' fetvâsı âit olduğu makamdan sâdır olmamıştır. Bu maksatla parlementoya celbedilen ve kendisine baskı tatbik edilen fetvâ emîni Haci Nûrî Efendi, Pâdişâh'ın hal'i için kâfî bir şer'î sebep mevcût olmadığını beyândan sonra:
"Hal' meş'ûmdur (uğursuzdur)! Sultân Abdülazîz hal' edildi. Arkasından koca Rumeli elden gitti. Rumeli'den milyonlarca muhâcir Istanbul'a geldi. Medrese ve câmîler, lebâleb bunlarla doldu. Ben o zaman medrese talebesiydim. Yetîm çocuklari sırtımda taşımaktan omuzlarım çürümüştü. Mâdem ki ille de Pâdisâh'ın hal'ini arzu ediyorsunuz, kendisine arzediniz; O, kendi kendisini azletsin!.." dedi.
Bu münâkaşaya şâhid olan Talat Pasa, ipin ucunun elinden kaçacağını anlayınca, ulemâdan olan milletvekillerine istenilen fetvâyı vermeleri için baskı yaptı. Bu baskı neticesinde tefsir sâhibi Elmalili Hamdi Efendi'nin takrîri (söyleyip yazdırması) ile Sultân Abdülhamîd Han hakkındaki mâhut hal' fetvâsı ortaya çıktı.
Hazindir ki, bu keyfiyeti Sultân Abdülhamîd'e tebliğ için parlementoca seçilmiş bulunan dört kişilik hey'ete israrla Selânik meb'ûsu yahûdî Emanuel Karassou Efendi kendisini de dâhil ettirmişti. O koca Sultân, bu hey'ette şu yahûdî çifiti da görünce, diğerlerine dönüp:
"–Sizler müslümansınız! Beni halîfe olarak görüp görmemeyi arzu etmek hakkınızdır. Lâkin bu yahûdînin aranızda işi ne?!." demekten kendini alamadı.
Onlar da, bu söz üzerine başlarını önlerine eğdiler. O zaman Sultân, bütün bu olanların mukadderât îcâbı olduğunu düşünerek:
"Bu, azîz ve alîm olan Allâh'ın takdîridir..." meâlindeki âyet-i kerîmeyi okudu.
Azledildikten Sonra...
Hal' edilmesinin hemen ardından Sultân, kasden bir yahûdî muhiti olan Selanik'e gönderilip orada zengin bir yahûdî âile olan Alâtîn-i Biraderler'in köşküne hapsedildi. Burada sıradan bir adama bile revâ görülmeyecek zulüm ve baskılar altında tutuldu. Çoluk-çocuk bütün âile efrâdı günlerce aç bırakıldı. "Emlâk-i şâhâne"si millîleştirildiği (!) gibi, menkul serveti de tamamen elinden alındı. Hareket Ordusu, Istanbul'a geldiğinde Pâdişâh'ın tahttan indirilmesini mutaakiben Yıldız Sarayı'nı tamamen yağmalayarak zenginleşmiş bulunan subaylar, bir de bu sürgün hâdisesinden sonraki yağma ile "orduya hediye" (!) adı altında âdetâ büyük bir servete kondular. O derecede ki, takriben on yıl sonra Sultân Vahidüddîn merhûmun tâlimatı ile yapılan tahkîkatta ortaya çıkan tablo yüz kızartıcıdır. Yağmagir ve hırsızların listesi, Hareket Ordusu Mahmut Şevket Paşa'dan başlayarak en küçük zâbite kadar kocaman bir liste teşkil etmiş, fakat o buhranlı zamanda bu hiyânetin hesâbını sormak -maalesef- mümkün olmamıstır.