İHLAS

إخلاص(İmam Hasan el-Benna'nın İhlas Risalesinin Şerhi).Tercüme: Orhan Aktepe.YÖNTEM Basın Yayın Ltd. Şti..Kemalpaşa Mah. Atatürk Bulvarı No: 114/46 Aksaray - İstanbul, Tel. ve Fax: 0212  511 31 73 . İnternet: http://www.vahdet.com.tr   

 بسم الله الرحمن الرحيم

السلام عليكم ورحمة الله وبركاته

İmam Hasan el-Benna'nın "Islah ve Tecdid" konusundaki düşünce ve anlayışını şerh eden bu çalışmayı, iman edenlere, takva sahibi olanlara, güzel amelleri işleyenlere, Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilen Kur'an'a iman edip, onun hak olduğuna ve insan hayatındaki her türlü hastalıkların ıslah ve tedavisi olduğuna tereddütsüz inananlara...

Allah'ın dinini yeryüzünde iktidar kılmak için canla başla çalışmak üzere Allah'a söz verenlere... Ki onlardan bir kısmı Allah yolunda şehid olmuş, bazıları da şehid olmayı bekliyorlar...

İşte bu kitap onlara armağan olsun...

Takdim

Alemlerin rabbi olan Allah'a hamdolsun. Nebilerin ve resullerin sonuncusu, peygamberlerin efendisi Hz. Muhammed (s.a.s.)'e, onun aile ve ashabına, kıyamete kadar onun izinde gidenlere salat ve selam olsun.

Şimdi, İmam Hasan el-Benna'nın (Allah rahmet eylesin) "Tec-did ve Islah Anlayışı" dizisinden sunmakta olduğum bu ikinci kitabı, İslami çalışma alanlarının "ihlas" boyutu hakkındadır.

Birinci kitabı "İslam Usulünü Anlama" veya "Anlayış (Fehm) Rüknü" şeklinde takdim ettikten sonra, insanlar tarafından büyük kabul gördü. Bundan dolayı Allah'a hamdediyorum.

Allah Teala'dan, bana "On Bey'at Rüknünü" sunma imkanını o-luşturacak sebepleri yaratmasını ve beni buna muvaffak etmesini niyaz ediyorum.

İmam el-Benna (Allah rahmet eylesin) "Anlayış Rüknü ve Onun Usulü"nü biraz tafsilatlı anlatırken, "ihlas" boyutunu çok kısa ve özlü olarak anlatmıştır. Öyle ki onun bu konuda yazdığı altı satırı geçmemektedir. Fakat kısa ve özlü olmakla birlikte, büyük bir dikkat ve vukufla, ihlas kavramını, hedef ve yöntemlerini özetlemiştir. İşte "ihlas" konusunun açıklama ve yorumuna duyulan ihtiyaç buradan kaynaklanmıştır. Allah Teala'dan yardım dileyerek, bu kitapta hedeflediğim şey de budur. Zira yardım istenecek zat Allah'tır.

Hasan el-Benna'nın ihlas konusunda yazdığı veciz sözler derinlemesine düşünüldüğünde, onun "kelimetullah"ın yücelmesi ve "Allah'ın dini"nin yeryüzünde ve insanlar arasında hakim kılınması için Allah yolunda cihad etmek, amel işlemek ve söz söylemek gibi ihlasla ilgili tüm alanlara işaret ettiği görülür.

Yine İmam el-Benna, ihlas sahibi kişinin çıkarcı olmayıp, inanç ve fikir eri olması için, menfaata, ganimete, gösterişe, makam ve şöhrete, öne çıkma veya geride kalmaya bakmadan, ihlasın Allah'ın rızasını gözetme ve arzulama kastı olduğunu vurguluyor.

İmam el-Benna'nın, ihlas hakkındaki sözlerini okurken şunu an-ladım: İhvan-ı Müslimin'in, kendilerine hidayet, hayır ve hak yolunu gösteren mürşidlerinin İmam el-Benna'ya yaptıkları bey'at rükünlerinden biri olan ihlas rüknünü yorum ve tahlil ederken öyle bir araştırma yöntemi izlemem gerekir ki, Allah'ın izniyle, okuyucu ihlasın fıkhi ve ameli yönünü kolaylıkla anlasın. Bundan ötürü, ben de bu kitabı üç ana bölüme ayırdım:

Birinci bölüm: İhlas kavramının, Kitap, sünnet ve Müslümanların kültür mirasındaki tanımı hakkındadır.

İkinci bölüm: İmam el-Benna'nın, yazdığı risalelerindeki teorik görüşlerinde ve cemaatin yaptığı faaliyetlerdeki pratikte ihlasın yeri hakkındadır.

Üçüncü bölüm: İmam el-Benna'nın, ihlas konusunda yazdığı metnin tahlili hakkındadır. Kitabın en geniş bölümü budur. Çünkü bu bölüm aşağıdaki noktaları ele almaktadır:

* Sözde ihlas

* Amelde ihlas

* Cihadda ihlas

* İhlasın hedefinin tanımı

* İhlasta meydana gelecek sakıncalar

* "İnanç ve fikir eri" kavramının izahı

* "Çıkar ve menfaat eri" kavramının tanımı

* "Allah gayemizdir" parolasının yorumu

* "Allahu Ekber ve lillahilhamd: Allah en büyüktür ve hamd O'na mahsustur" parolası. Bütün bu konuları işlerken, İmam el-Benna'nın söylediği metni göz önünde bulundurdum. Daha sonra onun yazdığı risalelerden ve cemaatin yaptığı düzenleme ve uygulamalardan yorumlar ve tahliller çıkardım.

Noksan sıfatlardan münezzeh ve her şeyden ali olan Yüce Allah'tan, beni söylediklerinde muvaffak kıldığı kişilerden eylemesini diliyorum.

Sonra kitabın sonu Allah'a hamd ve sena ile bitmektedir.

İmam el-Benna'nın ihlas hakkındaki sözünün metni:

Allah kendisine bol bol rahmet eylesin, o şöyle diyor: "İhlas ke-limesiyle Müslüman kardeşin sözünde, amelinde ve cihadında hiçbir ganimet, makam, mükafat, şöhret, önderlik ve liderlik beklemeksizin yalnızca Allah'ın rızasını gözetmesini ve sevabı sadece O'ndan ummasını kastediyorum. İşte bununla, menfaat ve çıkar eri yerine fikir ve inanç eri oluşur. Cenabı Hakk şöyle buyuruyor: "De ki: "Benim namazım, ibadetlerim, yaşamam ve ölümüm hep alemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi ve ben Müslümanların ilkiyim." (Enam, 6/162-163)

Böylece Müslüman kardeş sürekli söylediğimiz şu sözün manasını anlamış olur: "Allah yegane gayemizdir. Allah en büyüktür ve hamd yalnızca O'nun içindir."

BİRİNCİ BÖLÜM

Kitap, sünnet ve Müslümanların kültür mirasında "ihlas" kavramı.

1. Kur'an-ı Kerim'de ihlas kavramı.

2. Tertemiz nebevi sünnette ihlas kavramı.

3. Müslümanların kültür mirasında ihlas kavramı.

İhlas Kavramı

İslam'da yüksek öneme haiz kelimelerden biri olan ihlas kelimesi Kitap ve sünnette yer almakta ve Müslümanların dillerinde dolaşmaktadır. Hatta Kur'an'ın surelerinden biri bu adla adlandırılmıştır. Nitekim Hz. Peygamber (s.a.s.): "O (İhlas suresi) Kur'an-ı Kerim'in üçte birine denktir" diye buyurmuştur. Müslümanlardan ilmi araştırma yapacak olanlara, benim önerim şudur: Müslümanlar arasında dolaşmakta olan bir kelimenin doğru anlamını bilmek isteyen kimsenin, bu kelimeyi ve delalet ettiği anlamları şu üç kaynaktan araştırması gerekir:

a.Kur'an-ı Kerim

b.Tertemiz nebevi sünnet

c.Seleflerimizin, özellikle ilk üç asırda yaşamış olanların bize bıraktıkları ilmi ve fikri miras.

İşte o vakit o kişi kelimenin doğru hatta ince manasını bulmuş olacak. Ayrıca kelimeyi Kitap, sünnet ve sahabe-i kiramın, tabiinin ve onlardan sonra gelen selefi salihinin kullanış tarzında varid olan şekle götürmek suretiyle hicri üçüncü asra ulaşabilecek.

Bu önerimin güçlü sebepleri var. Bunu şöyle açıklayabilirim. Bir kelimeyi Kur'an-ı Kerim'de şu sebeplerden dolayı araştırmak gerekir:

1.İslami olan her şeyin ana kaynağı Kur'an'dır. Çünkü ona ne önceden ne de sonradan batıl bir şey sokulabilir.

2.Müslümanların dünya ve ahiretle ilgili durumları konusunda en büyük başvuru yeri Kur'an'dır.

3.O, Allah'ın peygamberlerinin sonuncusu olan Hz. Muham-med'e apaçık Arap diliyle indirilmiştir.

4. O, hak kitaptır, hak ile inmiş ve hakkı emretmiştir.

Bir kelimenin Sünnet-i Nebeviyye'de araştırılmasına gelince, onun da önemli sebepleri vardır:

1. Sünnet, Kur'an-ı Kerim'i tefsir etmiş ve onu apaçık bir Arapça ile açıklamıştır.

2. O, Kur'an'dan sonra ikinci en büyük müracaat kaynağıdır.

3. Sünnete tutunmanın vacipliği, Kur'an-ı Kerim'e tutunmanın vacipliğine denktir.

Bir meselenin selefi salihinden aktarılan ilim mirasında araştırılmasının gerekliliğinin de bazı sebepleri var:

1. Selef fasih Arapça'yı iyi biliyordu.

2. Onlar Kur'an'ın ve sünnetin şerhini üstlenmişlerdi.

3. Hz. Peygamber'in de buyurduğu üzere onlar hayırlı kuşaktandılar.

4. Arapların en fasihleri ve kitap ile sünneti en iyi korumuş olan sahabe-i kiram onların arasında bulunmuştu.

5. Bu üç asrın insanları, nübüvvetin nefhalarından ve hidayetinden nasiplenmiş ilmin muhafızları olan kimselerdi.

Biz bu öneri çerçevesinde ihlas kelimesini araştırmaya başlayalım. Yardımı da yalnız Allah'tan diliyoruz.

Kur'an-ı Kerim'de İhlas Kavramı

İslami lügatımızdaki her kelimenin manasını Kur'an-ı Kerim'-den aldığımız taktirde, kavrayışımızı, İslam'ı tümüyle anlamada bize yardımcı olacak olan ince manası üzerine yoğunlaştırırız. Çünkü Kur'an-ı Kerim İslam'ın ta kendisidir. Kur'an-ı Kerim'de ihlas kelimesi çeşitli kalıplarda gelmiştir.

* Cenab-ı Hakkın şu: "İyi bil ki halis din yalnız Allah'ındır..." (Zümer, 39/3) sözünde olduğu gibi "el-halisu" kelimesi lekesiz, tertemiz, saf manasında kullanılmıştır. (Halis, kelimesi ihlas kelimesinin kökünden türeme bir ismi faildir.)

* Bir başka ayeti kerimede "halasu" şeklinde, "bir kenara çekildiler" anlamında kullanılmıştır. Ayeti kerime şöyledir: "Ondan ümitlerini kesince aralarında konuşmak üzere bir yana çekildiler..." (Yusuf, 12/80)

* "Halisatun" kelimesi şu ayeti kerimede olduğu gibi "kendine özgü, halis" manasında kullanılmıştır: "Biz onları (ahiret) yurdu(nu) anmaktan ibaret halis bir özellikle ihlaslı kimseler kıldık." (Sad, 38/46)

* Yine ihlas kökünden gelen "muhlisan" şeklinde ve "dini saf olarak yalnızca Allah'a özgü kılan" manasında kullanılmıştır. Bu kelime bazen de çoğul şeklinde gelmiştir. Şu ayetlerde bu manada kullanılmıştır: "De ki: "Ben dinimi yalnız O'na halis kılarak Allah'a ibadet ediyorum." (Zümer, 39/14)"De ki: "Ben dini yalnız O'na halis kılarak Allah'a ibadet etmekle emrolundum." (Zümer, 39/11)

* Bir başka ayeti kerimede de "muhlasan" şeklinde gelmiştir: "Kitap'ta Musa'yı da an. Şüphesiz o ihlasa erdirilmiş biriydi ve gönderilmiş bir peygamberdi." (Meryem, 19/51)

İhlas kelimesi Kur'an-ı Kerim'de kullanıldığı her yerde, genellikle ihlasa kaynaklık teşkil eden manaları taşımaktadır.

İleride izah edeceğimiz gibi ihlasın gerçek anlamı, Allahu Teala'nın dışındaki her şeyden arınmaktır.

İhlas kelimesi Müslümanlara izafe edildiği vakit, şu manalara gelmektedir. Onlar, yahudilerin savundukları "teşbih"ten, hıristi-yanların iddia ettikleri "teslis"ten arınmışlardır.

İhlas kelimesinin anlamını Kur'an'da geçtiği gibi daha fazla açığa çıkarmak için Kur'an'da ihlas maddesinde zikri geçen ayeti kerimelerden bazılarına göz atmalıyız.

1.Yüce Allah şöyle buyurmuştur: "De ki: "Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O'na) doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na dua edin. Sizi ilk kez yarattığı gibi (O'na) dönersiniz." (Araf, 7/29)

Ayette geçen "el-Kıst" kelimesi, istikamet ve adalet anlamına gelmektedir.

Bu duruma göre ayetin manası şöyle olur: Allah, her zaman ve mekanda ibadeti (kulluğu) kendisine özgü kılmanızı ve ibadetle O'na karşı samimi olmanızı emretti. Yani, kulluğunuzda (ibadetinizde) yalnızca O'nun rızasını isteyerek, samimi olunuz, sadece O'na itaat ediniz.

Allahu Teala'ya ibadet, Resulullah'ın beyanına göre, Allah katından gelenlere uygun ve her türlü şirkten arınmış olduğu zaman ancak sahih olur.

2.Allah (c.c.) şöyle buyurmaktadır: "...Sizi karada ve denizde gezdiren O'dur. Gemide olduğunuz zaman; (yolcuları) tatlı bir rüzgarın yürüttüğü ve onların bununla neşelendikleri sırada birden sert bir fırtına çıkıp, her yönden dalgalar geldiğinde ve kendilerinin her yönden kuşatıldıklarına kanaat getirdiklerinde dini yalnız O'na has kılarak yalnız Allah'a dua etmeye başlarlar: "Eğer bizi bu durumdan kurtarırsan şükredenlerden olacağız!"" (Yunus, 10/22) Dini Allah'a halis kılmak demek, O'na hiçbir şeyi ortak koşmamak demektir. Çünkü onlar: "Eğer bizi bu durumdan kurtarırsan şükredenlerden olacağız!" diyerek, o vakit Allah'la birlikte başkasına dua etmezler.

3.Yine bir ayeti kerimede Cenabı Hakk şöyle buyuruyor: "Kitab'ın indirilişi güçlü ve hakim olan Allah tarafındandır. Şüphesiz biz sana Kitab'ı hak olarak indirdik. O halde dini yalnız O'na halis kılarak Allah'a ibadet et."(Meryem, 39/1-3) Yani dini tevhid sayesinde özünü ortaya çıkarmak suretiyle şirkten ve riyadan arındırarak O'na has kıl; halkı buna çağır ve onlara, ibadetin yalnızca Allah'a yapılacağını, O'nun her türlü noksan sıfatlardan münezzeh olduğunu, eşi, benzeri ve ortağının bulunmadığını bildir. Bundan dolayıdır ki Allah Teala: "O halde dini yalnız O'na halis kılarak Allah'a ibadet et" buyurmuştur. Yani amel işleyen kişi, amelini, eşi ve benzeri olmayan Allah'a tahsis etmedikçe, Allah onun amelini kabul etmez.

Katade Hazretleri: "O halde dini yalnız O'na halis kılarak Allah'a ibadet et" ayetinin anlamı, Allah'tan başka ilah olmadığına şehadet getirmektir" demiştir.

4.Aziz ve Celil olan Allah şöyle buyurmuştur: "Kafirler hoşlanmasalar da siz dini yalnız O'na halis kılarak Allah'a dua (ibadet) edin." (Mümin, 40/14) Yani, ibadet ve duayı yalnızca Allah'a tahsis edin ve müşriklere, gidişatlarında ve inançlarında muhalefet edin.

5.Şanı yüce olan Allah şöyle buyurmaktadır: "O diridir, O'n-dan başka ilah yoktur. Şu halde dini yalnız kendisine halis kılarak O'na dua edin. Hamd alemlerin Rabbi Allah'adır." (Mümin, 40/65) Yani, Allah ezelden ebede kadar diridir. O'nun başlangıcı ve sonu yoktur. O hem evvel hem ahirdir, hem zahir hem de batındır. O'ndan başka ilah yoktur. O'nun benzeri ve dengi yoktur. O halde, dini O'na halis kılarak, yani O'nun birliğine inanıp, O'ndan başka ilah olmadığını, her türlü övgünün alemlerin rabbi olan Allah'a mahsus olduğunu ikrar ederek O'na dua edin.

İbnu Cerir et-Taberi şöyle der: "İlim ehlinden bir cemaat, bu ayeti kerimeyi delil göstererek kelime-i tevhidi söyleyen bir kişiye, onun ardından "Elhamdülillahi rabbilalemin=Hamd alemlerin rabbi Allah'a mahsustur" demesini emrederlerdi."

6.Allah (c.c.) şöyle buyuruyor: "Gemiye bindiklerinde dini yalnız Allah'a has kılarak yalnız O'na dua ederler. Sonuçta onları karaya çıkarıp kurtarınca hemen ortak koşarlar. Kendilerine verdiğimize karşı nankörlük etsinler ve yararlansınlar diye (böyle yaparlar). Ancak yakında bilecekler." (Ankebut, 29/65-66) Müfessirler şöyle demişlerdir: "Onlar, dini yalnız Allah'a has kılarak yalnız O'na dua ederler" ayetinin manası şöyledir: "Onlar Allah'tan başkasını zikretmeyen müminlerden dini yalnızca O'na has kılan ve O'nunla birlikte başka bir ilaha yalvarmayan kişilerin görünümünde olurlar. Ama Allah onları kurtarıp, karaya çıkarınca ve onlar da korktuklarından emin olunca, bir de bakıverirsin ki onlar hemen şirk koşmaya başlamışlar. Yani şirk haline dönüvermişler. Onlar, verdiğimiz nimetlere karşı nankörlük etsinler ve sefa sürsünler. Yani onlar şirke dönüversinler. Kurtuluş nimetini inkar ederek ve sefa sürmekten başka bir maksat gütmeyerek şirke dönsünler bakalım. Halbuki gerçekte, dini Allah'a has kılan müminlerin adetleri böyle değildir. Çünkü Allah, onları kurtuluşa erdirince, onlar O'nun nimetine şükrederler ve kurtuluş nimetini, ibadet ve itaati artırmaya vesile yaparlar.

7.Cenabı Hak şöyle buyurmuştur: "De ki: "Siz Allah hakkında bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz? Oysa O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptığımız işler bize, sizin yaptığınız işler sizedir. Biz O'na gönülden bağlıyız." (Bakara, 2/139) Yani, sizler, Allah'ın şanı hakkında ve O'nun Hz. Muhammed'i sizden değil de Arap'tan seçmesi konusunda bizimle tartışıyor musunuz? Ve bu arada: "Şayet Allah birine kitap indirseydi elbette ki bize indirirdi" deyip, nübüvveti bizdense daha çok kendi hakkınız olarak görüyorsunuz. Halbuki, O bizim de, sizin de rabbinizdir. Bizim, O'nun kulları olduğumuz konusunda hepimiz müşterekiz. O, bizim de Rabbimizdir. Yine O, rahmet ve ikramını kullarından dilediği kişiye isabet ettirir: "Bizim yaptığımız işler bize, sizin yaptığınız işler sizedir" ayetinin anlamı şöyledir: Amel, emrin esasıdır. Nitekim bizim amellerimiz bize ait olduğu gibi sizin amelleriniz de sizedir. "Biz O'na gönülden bağlıyız" ayetinin anlamı da şudur: Bizler, O'nu bir biliyoruz ve imanı O'na has kılıyoruz. Halbuki sizler O'na şirk koşmaktasınız. Öyleyse ihlaslı kişi, ikrama daha layıktır ve nübüvvet başkasının değil de öncelikle onun hakkıdır.

8.Allah Tebareke ve Teala şöyle buyurmaktadır: "Münafıklar cehennemin en alt tabakasındadırlar. Onlara bir yardımcı da bulamazsın. Ancak tevbe edip durumlarını düzelten, Allah'a sarılan ve dinlerini Allah için halis kılanlar müstesnadırlar. Bunlar mü'minlerle birliktedirler. Allah mü'minlere büyük bir ecir verecektir." (Nisa, 4/145-146)

Yani, kıyamet gününde münafıkların cehennemin en alt katında olmalarının sebebi, küfürlerinin ağırlığından dolayı cezalandırılmalarıdır. Halbuki onları bulundukları durumdan kurtaracak ve acıklı azaptan çıkaracak hiç kimse yoktur. Fakat onlardan dünyada tevbe edip pişmanlık duyanlar, tevbelerinde samimi olur, salih amel işler ve pişmanlıklarını kabul ederlerse, yani riyayı ihlas ile değiştirirlerse, az da olsa salih amelleri onlara yararlı olur. İbnu Ebi Hatim, Muaz ibnu Cebel (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.s.): "Dininde (ibadetinde) ihlaslı ol, onların azıcığı bile sana yeter" buyurdu."

İhlas, Kur'an-ı Kerim'de, ihlas lafzının dışında sadece mana olarak da geçmektedir. Hem de çokça geçmektedir. Örnek olarak şu aşağıdaki sureler verilebilir:

1. En'an suresi, ayet: 163

2. İsra suresi, ayet: 111

3. Furkan suresi, ayet: 2

4. Nisa suresi, ayet: 125

5. Kehf suresi, ayet: 6

Ayrıca bunların dışındaki surelerde de geçmektedir.

İhlas lafzının bizzat geçtiği bu ayeti kerimeler, ihlas kelimesinin anlamını açıklama ve inceliklerini tespit etme hususunda bize yardımcı olmaktadır. Ayrıca, bu kelimenin ve türevlerinin, az önce açıkladığımız şekilde sağlıklı İslami kavramlarını da bize vermektedir.

Nebevi Sünnette İhlas Kavramı

Kur'an-ı Kerim gibi Sünnet-i Nebeviyye de apaçık Arapça'dır. Bundan dolayıdır ki sünnet, İslami sözlüklerimizde geçmekte olan kelimelere manalarını ortaya çıkaracak ve muhtevalarını açıklayacak tarzda bir ışık tutmaktadır.

İhlas kelimesi de, lafzıyla ve türevleriyle Nebevi Sünnet'te geçen kelimelerden biridir. Bu kelimeyi, Nebevi Sünnet'te araştırdığımız vakit, Allah'ın izniyle, onun doğru ve incelikli manasını kavrayabiliriz.

İhlas kelimesinin ve türevlerinin, Hz. Peygamber'in hadislerindeki geliş şekillerini aşağıda veriyoruz:

1.İmam Ahmed, Ebu Zerr (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmektedir: "Kalbini imana tahsis eden (samimi kalple iman eden), kalbini selim kılan (her türlü kötü düşünceden arındıran), dilini sadık, nefsini mutmain, ahlakını düzgün, kulağını duyarlı kılan ve gözü ibretle bakan kişi kurtuluşa ermiştir."

Bu hadiste ki "ahlasa" kelimesi ihlas fiilidir ve şu anlamlara gelmektedir:

Kalbi imana tahsis etmek, onu meşgalelerden ve bazen kalbi sıkıştıran düşüncelerden boşaltmaktır. Şayet onlar imanla birlikte kalpte bulunurlarsa bu böyledir. Hadisi şerif "kalbi imana tahsis etme"nin manasını şöyle tefsir etmektedir:

* Kalbin selameti. Kalp ancak kinden, nefretten, kıskançlıktan ve diğer şer türlerinden uzak olduğu zaman selamet bulur.

* Dilin sadakati: Yani söz ve ahvalde doğru sözlü olmak.

* Nefsin mutmain olması: Yani hakka güvenmesi ve kaza ile kadere rıza göstermesi.

* Ahlak düzgünlüğü: Yani Allah'ın emrettiği her şeyi yapmak ve yasakladığı şeylerden de kaçınmak.

* Kulağın duyarlı olması: Duyarlı, dikkatli ve uyanık kulak her türlü hayrı duyar ve gereğini yapar. Şerri duyduğu zaman da ondan uzaklaşır, sakınır.

* Gözün ibretle bakması: İbretle bakan göz, etrafındakileri dikkatle inceler ve onlar hakkında düşünür. Din ve dünya için yararlanmak maksadıyla kendini ilgilendiren her şeyden fayda sağlamaya çalışır.

2.Tirmizi, İbnu Mes'ud (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah, benim sözümü işitip ezberleyen ve eksiksiz olarak koruyup sonra onu duymamış olanlara ulaştıran adamın yüzünü ağartsın. Çünkü nice bilgi taşıyan kimse vardır ki, taşıdığını anlayacak kapasitede değildir. Yine nice bilgi taşıyan kişi vardır ki, onu kendisinden daha kavrayışlı birine ulaştırır. Üç şey vardı ki bunlarda Müslüman kişinin kalbine hile düşüncesi girmez: Allah için olan ameldeki ihlasta, Müslümanların yöneticilerine nasihat vermede ve cemaate bağlı kalmada. Zira cemaatin duası, arkalarında olanları da kapsar."

Bu hadisi şerifteki "ihlas" kelimesi şu anlamlara gelmektedir:

* Resulullah'ın sünnetini öğrenme hususunda çok arzulu olmak ve ona çok önem vermek.

* Resulullah'ın sünnetini, teorik ve pratik olarak, halktan sıradan olan veya olmayan insanlara ulaştırmaya önem vermek. Nice bilgi taşıyıcısı vardır ki, onu kendinden daha kavrayışlı birine taşır. Yine nice bilgi taşıyıcısı vardır ki, taşıdığını anlayacak kapasitede değildir.

* Müminin kalbinin üç şeyden hali olmaması gerekir. Yine niyet ve kararların o üç şey üzerine kurulması lazımdır:

a.Allah için olan ameldeki ihlas. Niyetin üzerine dayandığı ilk şey budur. Çünkü o, ameli ya geçerli ya da geçersiz kılar.

b.Her Müslümana öğüt ve nasihat vermek.

c.Müslümanların cemaatine bağlı kalmak. Amel, cemaatin desteğine dayanır. Aksi takdirde, Müslümanların hepsinin rüzgarı kesilir.

3.Nesai, Mus'ab ibnu Sa'd'dan, o da babasından (r. anhum) -ki onun Resulullah'ın ashabından bazı kişilere karşı bir üstünlüğü vardır- Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle duyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah, bu ümmete zayıflarının -bir rivayette de zayıfının- duaları, namazları ve ihlasları sayesinde yardım etmektedir."

Bu hadisi şerifteki ihlas şu manaya gelir: Allah'ın Müslüman ümmete yardımı belirtilen üç şeyden biriyle veya tümüyle olur. Hatta bunlar, zayıflardan sudur etse de öyledir. Bazı hadisi şeriflerden öğrendiğimiz kadarıyla zayıflar, herhangi bir sebepten dolayı savaşa muktedir olmayan kişilerdir. Onlar da çocuklar ve kadınlardır.

Allah'ın yardımını celbeden üç şey şudur:

a.Dua. Cenabı Hakk, yüce kitabında bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Bana dua edin duanızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60)

b.Namaz. Çünkü namaz özel vakitte hususi bir dua ile ve özel bir şekilde Allah'ın huzurunda durmak için her şeyden soyutlanmaktır.

c.İhlas. Her türlü söz, amel ve cihadla yalnızca Allah'a yönelmektir.

4.Deylemi, Müsned'inde Muaz (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiştir: Resulullah ona (Muaz'a) şöyle buyurmuştur: "Amelini ihlasla yap ki, onun azıcığı bile sana yeter."

Burada ihlas şu anlama gelir: Amelin kabul edilmesi veya sahibine faydalı olması, amelin çokluğuna veya amelde mübalağa etmeye dayanmaz; ancak ameldeki ihlasa dayanır. Zira çok ihlaslı amel insana yeterli olur ve Allah'ın huzurunda ne kadar az olursa olsun, ona fayda sağlar.

5.Darekutni, Enes (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Re-sulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Şüphesiz ki, kul güzel ameller işler. Melekler de onları mühürlenmiş sayfalar içinde yukarı çıkarırlar ve Allah'ın huzuruna bırakırlar. Yüce Allah (c.c.) da: "Bu sahifeleri bırakınız; çünkü kul, onların içindekilerle benim rızamı kastetmedi" buyurur. Sonra da meleklere: "Onun için şöyle şöyle yazınız, onun için şunu şunu yazınız!" diye nidada bulunur. Melekler de: "O kul hiç bir amel işlememiş" derler. Bunun üzerine Cenabı Hak: "Ama o, kulun niyetidir" buyurur."

Bu hadisi şerifte ihlas, yapmasa da kulun hayır fiiline niyet etmesi anlamına gelir. Çünkü Allah Teala, insan yapmasa da hayır işleme niyetine mükafat verecek kadar kerimdir. Hayır kavramına gelince, o Allah'ın emrettiği veya sevdiği her şeydir.

Nitekim güzel, salih ameller ne kadar çok veya faydalı olursa olsun, ihlastan nasibi yoksa, yani bu amellerin sahibi Allah'ın rızasını murad etmemişse Allah'ın katında onların hiçbir değeri yoktur.

6.Buhari ve Müslim, emiru'l-müminin Ömer ibnu'l-Hattab (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Ameller ancak niyetlere göredir. Bir kimsenin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan ancak odur. Artık her kimin hicreti Allah'a ve Resulüne yönelmiş ise, onun hicreti Allah'a ve Resulünedir. Her kim de elde edeceği bir dünyalık veya evleneceği bir kadından dolayı hicret etmişse onun hicreti de hicretine sebep olan şeyedir."

Bu hadisi şerifteki ihlas niyet anlamına gelir ki, ameller ancak onunla meydana gelir. Yine bu niyet, ameli bağımsız kılar ve onu Allah'a tahsis eder veya başkalarını ona ortak yapar. Amel, yalnızca Allah'ın rızası için yapılmamışsa Allah (c.c.) da o ameli kabul etmez, onu koşulan ortağa bırakır ve o amelin, Allah nezdinde bir değeri olmaz. Bu ortağın elde edilecek bir dünyalık, evlenilecek bir kadın veya başka bir şey olması aynıdır.

Bu hadisi şerifteki hicret kavramı, insanın İslam için, Allah'ın rızasını kastedip, O'nun hoşnutluğunu arayarak yaptığı önemli bir amelin sembolüdür. Böyle bir hicret, Allah'ın katında bir Müslü-manın fayda ve kıymeti bakımından, ilk Müslümanların (r. an-hum), Allah'ın yanındaki sevabı tercih ederek mallarını, çocuklarını ve hanımlarını bırakıp dinleri uğruna ülkelerini terk ederek gerçekleştirdikleri hicrete denktir.

7.Beyhaki, Şi'abu'l-İman adlı kitabında Enes (r.a.)'dan rivayet ettiği hadiste Hz. Peygamber (s.a.s.)'ın şöyle buyurduğunu bildirmiştir: "Müminin niyeti, amelinden daha hayırlıdır."

Taberani aynı hadisi Sehl ibnu Sa'd ve Ebu Nuvas ibnu Sem'an (r. anhum)'dan rivayet etmiştir. Onun rivayetinde şu ziyade bulunmaktadır: "Münafığın ameli niyetinden daha hayırlıdır. Herkes kendi niyetine göre amel işler. Mümin de bir amel işlediği zaman kalbi nurlanır."

Her iki rivayetiyle birlikte bu hadisteki ihlas, eşyanın şekil ve görüntüsü değil, hakikati ve cevheri anlamına gelir. Allah Teala insanlara kalplerindeki güzel niyetlerden ve kalplerindekilere tercüman olan yaptıkları amellerden dolayı bakar. Niyet, amel ile Allah'a yönelmemiş olsa da, şekil ve suretin bir kıymeti olmaz.

Bir Müslümanda salih amel ile Allah için halis niyet birleştiği zaman onun kalbi iman nuru ile aydınlanır.

8.Buhari, Ebu Hureyre (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "İki kimse gıpta edilmeye şayandır. Biri, Allah'ın kendisine Kur'an'ı öğrettiği, onun da gecenin kutlu saatleriyle, gündüzün belirli zamanlarında Kur'an okuduğu ve komşusu işitince: "Keşke (komşu) filana verilen Kur'an nimeti gibi bana da ihsan olunsaydı ve onun gereğiyle amel ettiği gibi ben de amel etseydim" dediği kimsedir. Diğeri de Allah'ın kendisine mal verdiği, onun da malını hak yolunda sarf ettiği, onu görenin de: "Keşke şu hayırsever kişiye verilen mal gibi bana da verilseydi de onun hayır işlediği gibi ben de işlemiş olsaydım" diye imrendiği kimsedir."

Bu hadisi şerifteki ihlas da yine niyet anlamına gelmektedir. Bir Müslüman hayır işlerinden birini işlemek üzere niyet etmişse, o bu ameli işlemeye imkan bulamasa da, Allah onu bu niyetinden dolayı mükafatlandırır. Kur'an okumayı temenni eden kişi de böyledir. Ayrıca hak yolunda ve hayır yerlerine harcamak üzere Allah'ın kendisine mal vermesini isteyen kişinin durumu da böyledir.

9.Müslim, Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Re-sulullah (s.a.s.)'i şöyle buyururken işittim: "Mübarek ve şanı yüce Allah: "Ben ortakların, ortaklıktan en müstağni olanıyım. Her kim bir iş yapar da ona, benden başkasını ortak kılarsa ben onu da, ortaklığını da -veya ortağını da- terk ederim" buyurdu."

Bu hadisi şerifteki ihlasın anlamı da şudur: Bütün amellerin yalnızca Allah'a yönelik olması gerekir. Amel işleyen kişinin amelinde, halkın rızasını veya dünyevi bir çıkar sağlamak ya da başka şeyler elde etmek gibi bir anlayışa sahip olmaması gerekir. Çünkü bütün bunlarda şirk kokusu bulunabilir. Halbuki, Allah Teala ortakların ortaklıktan en müstağni olanıdır. Her kim amelinde O'ndan başkasını ortak kılarsa, Allah onun bu amelini koştuğu ortağa bırakır.

10.Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu işittim: "Kıyamet gününde aleyhlerine ilk önce hüküm verilecek insanlar şunlardır:

a.Şehid olmuş şu kimse: O huzura getirilir de Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da mazhar olduğu bütün nimetleri tanır. Kendisine: "Bu nimetlere karşı sen ne amel işledin?" diye sorar. O kimse:

"Senin yolunda cihad ettim, nihayet şehid edildim" der. Cenabı Allah:

"Sen yalan söyledin! Bilakis sen "atılgandır" denilmek için savaştın. Hakkında da öyle denildi" buyurur. Sonra emir verilir de bu kimse yüzü üzerine sürüklenerek cehenneme atılır.

b.Sonra muhakemesi görülecek bir diğer insan da ilim öğrenmiş, öğrendiğini bir başkasına öğretmiş ve Kur'an okumuş olan bir kimsedir. O da huzura getirilir. Allah ona da kendisine olan nimetlerini anlatır. Bu da nimetlerini tanıyıp itiraf eder. Allah ona da:

"Bunca nimetlere karşı sen ne amel yaptın?" diye sorar. O kul da:

"İlim öğrendim, onu başkalarına da öğrettim ve senin rızan için Kur'an da okudum" der. Allah ona da:

"Sen yalan söyledin! Bilakis sen "alim" denilmek için ilim öğrendin, "o okuyucudur" denilmek için Kur'an okudun. Gerçekten de senin hakkında bunlar söylendi" der. Sonra emir verilir, o kul yüzü üzerinde sürüklenerek cehenneme atılır.

c.Sonra muhakemesi görülecek kimse Allah'ın nimetleri kendisine bol bol verdiği ve her çeşit maldan ihsan ettiği bir kimsedir. Bu da getirilir ve Allah ona da nimetlerini hatırlatır. O da bu nimetleri hatırlayıp itiraf eder. Allah ona da:

"Bu nimetler için, sen ne amel işledin?" diye sorar. O da:

"İnfak edilmesini istediğin hiçbir yol bırakmadan, bütün bu yollarda senin rızan için infak eyledim" der. Allah (c.c.):

"Yalan söyledin! Bilakis sen bunları "o cömert bir insandı" denilmek için yaptın. Hakkında da böyle denildi" buyurur. Sonra emir verilir, o kimse de yüzü üzerine sürüklenerek cehenneme atılır."

Bu hadisi şerifteki ihlas, her amelde yalnızca Allah'ın rızasını gözetmektir. Hadiste sözü edilen mücahidin, alimin ve hayır yerlerinde insanlara infak edenin yaptıkları önemli ameller olmalarına rağmen makbul değildir. Çünkü bunlardaki niyet, Allah için halis niyet değildir. Çünkü mücahid kendisine cesur ve atılgan denilsin diye cihad etmiş; alim kendisine alim denilsin diye ilim öğrenmiş; infak eden kişi de kendisine cömert denilsin diye harcama yapmıştır. Nihayetinde bütün bunlar da kendileri için denilmiştir. İşte bundan dolayı amel boşa gitmiş ve bunun karşılığı da cehennem olmuştur.

İşte Sünneti Nebeviyye ihlas kavramına lafız ve mana olarak hedef ve yöntem bakımından böyle ışık tutuyor.

Müslümanların İlim ve Kültür Miraslarında İhlas Kavramı

Müslümanların mirasında ihlas için kullanılan kavramların tümünü sayamayız. Ancak bunlardan uzun ya da ayrıntı olarak görmediğimiz kadarını kaydedeceğiz. Şanı yüce olan Allah, bunda bizi dilediği şeyi gözetmeye muvaffak kılsın.

* İhlas: Selamet ve kurtuluş demektir.

* İhlas kelimesi, tevhid kelimesidir ki, o da: "Allah'tan başka ilah yoktur" demektir.

* Dinini Allah için halis kıldı, dinini Allah'a tahsis etti demektir.

* Muhlis: Halis tevhid ile Allah'ı tek ilah olarak tanıyan demektir. Bunun için "De ki, O Allah birdir" mealindeki ayetin bulunduğu sureye, İhlas suresi denmiştir.

* Muhlas: İnsanlardan ve eşyadan seçilmiş anlamına gelmektedir, yani üzerinde seçim gerçekleşen şey demektir.

* İhlas: Amelin her türlü ayıp ve noksanlardan arındırılması demektir.

* "Amelini Allah için halis yaptı"nın anlamı, "ister maddi ister manevi olsun amelini her türlü lekeden arındırdı"dır.

* İhlas: Allah'tan başka her şeyden uzak durmak demektir. Bir Müslümanın, ihlasının artmasını arzu ettiği taktirde, amelini şu aşağıda sayılacak olanlardan kurtarması gerekir. a.Ameli sayesinde insanların gönlünde taht kurma arzusunda olma,

b.Ameliyle insanların kendisini ve amelini medh u sena etmelerini isteme,

c.Ameliyle insanların kendisine hürmet etmelerini isteme,

d.Ameli sebebiyle insanlardan mal-mülk talep etme,

e.Amelinden dolayı insanların kendisine hizmet etmelerini, ihtiyacını gidermelerini isteme,

f.Ameliyle halkın kendisine muhabbet beslemesini isteme,

g.Amelini bahane ederek insanlara erzak vermekten ve ihsanda bulunmaktan kaçma isteğinde olma,

h.Yine ameli sebebiyle insanların kötüleme ve ayıplamalarından kaçma isteğinde olma. Çünkü o Müslüman, ameliyle yalnızca bunları kastetmişse, amelinde Allah için ihlaslı değildir. O böyle yapmakla, yukarıda sayılanları, amelinde Allah'a ortak yapmış olur. Bunun neticesi olarak da, onun bu ameline karşı mükafat verilmez, aksine cezayı hak eder.

İhlasın tanımı hakkında alimlerden bazılarının veciz ve anlam yüklü sözleri bulunmaktadır. Onlardan bazılarını burada aktaralım:

Fudayl ibnu İyaz: "İnsanlar için ameli terk etmek riyadır. Yine insanlar için amel işlemek şirktir. İhlas ise, Allah'ın seni her ikisinden de korumasıdır" demiştir. Cüneyd-i Bağdadi de: "İhlas, Allah ile kul arasında bir sırdır. Onu melek bilmez ki yazsın, şeytan bilmez ki bozsun, nefis de bilmez ki ona meyletsin" demiştir.

Mekhul de şöyle demiştir: "Hiçbir kul yoktur ki, kırk gün ihlasta bulunsun da hikmet pınarları kalbinden diline çıkmasın."

Ebu Süleyman ed-Darani de şöyle diyor: "Kul ihlaslı olunca, vesvese ve riyanın çoğu kesintiye uğrar."

İmam Ebu Hamid Gazali öğrencilerinden birinin sorusuna cevaben şöyle demiştir: "Bana ihlastan sordun. İhlas, amellerinin tümünün Allah için olmasıdır. Gönlünün, insanların övgülerinden mutluluk duymaması ve onların yergilerine aldırmamasıdır." Yusuf ibnu'l-Huseyn de şöyle demiştir: "Dünyada en aziz şey ihlastır. Kalbimden riyayı atmak için ne kadar uğraşsam da, sanki o başka bir renkle tekrar yeşeriyor."

Fudayl ibnu İyaz amelde ihlasın karakterini tanımlarken şöyle diyor: "Güzel amel, amelin en ihlaslı ve en doğru olanıdır." Bunun üzerine: "Ey İbnu Ali! Amelin en ihlaslı ve en doğru olanı nedir?" diye sordular. O da:

"Amel ihlaslı olup, doğru olmazsa kabul olmaz. Doğru olup, ihlaslı olmazsa yine kabul olmaz. Hem ihlaslı hem de doğru olduğu zaman ancak kabul edilir" diye cevap verdi.

İhlaslı amel, sırf Allah için olandır. Doğru amel de sünnet üzere yapılandır. Bu husus, Cenabı Hakk'ın şu sözlerinde zikredilmiştir: "De ki: "Ben ancak sizin gibi bir insanım. Bana sizin ilahınızın tek ilah olduğu vahyolunuyor. Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve Rabbine olan ibadetine kimseyi ortak tutmasın." (Kehf, 18/110)

"İyilik sahibi olarak kendini Allah'a teslim etmiş ve bütün sapık dinlerden uzak durarak İbrahim'in dinine uymuş olandan daha güzel dinli kim olabilir!" (Nisa, 4/125)

Amel, Allah'ın emrine uygun olarak ve yalnızca O'nun rızası için yapılırsa kabul edilir. Böyle olmayan ameller sahibine geri verilir ve hiçbir değeri de yoktur. es-Sahih'de, Hz. Aişe (r.anha)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Bizim emrimiz üzere yapılmamış amel, sahibini Allah'a yaklaştırmaz, sadece uzaklaştırır. Çünkü Allah'a kulluk sadece onun emriyle yapılır, yoksa kişisel görüş ve arzulara göre değil."

Salih kişilerden bazıları şöyle demişlerdir: "İhlas, kulun açıkta ve gizli (yalnız) iken amellerinin eşit olmasıdır. Riya, açıktan yapılan amelin gizliyken yapılandan daha iyi olmasıdır. İhlasta samimiyet gizli yapılan amelin açıkta yapılandan daha mükemmel olmasıdır."

Bazıları da şöyle demişlerdir: "İhlas, yaptığın amele Allah'tan başka şahit ve O'ndan başka mükafat verici olduğunu talep etmemendir."

Sehl'e denildi ki: "Nefse en ağır gelen şey nedir?" O da: "İhlas" dedi. "Çünkü, ihlasta nefs için bir pay bulunmamaktadır."

İhlasın Kısımları

İmam İbnu'l-Kayyım insanları, ihlas ve Resulullah'a uyma açısından dört kısma ayırmıştır:

Birincisi kısım: Allah'a karşı ihlaslı olanlar ve Resulullah (s.a.s.)'e uyanlar. Bunların bütün amelleri, sözleri, vermeleri ve vermemeleri, sevmeleri ve buğzetmeleri Allah içindir. Açık ve gizli bütün muameleleri Allah rızası içindir. Onlar bu şekilde davranırlarken insanlardan bir karşılık beklemezler; insanlar nezdinde bir makam, onlardan bir övgü, onların gönüllerinde yer tutmak ya da kötülemelerinden kaçmak için de böyle davranmazlar. Bilakis bunları insanlara hiçbir fayda, zarar, ölüm ve hayat vermeyen kabir halkı gibi kabul ederler. İnsanları tanıyan biri kesinlikle onlar için, onların nezdinde bir yer ve makam tutmak için veya onlardan fayda ve zarar geleceğini umarak amel etmez. Böyle bir davranış olsa olsa insanların özelliklerini bilmeyen ve Rabbini tanımayanlardan sadır olabilir. Şu halde kim insanları hakkıyla tanırsa, onları gerçek yerlerine oturtur. Allah'ı tanıyan da amellerini, sözlerini, verip vermemesini, sevgisini ve buğzunu Allah için ihlasla yapar. Gerçek şu ki, ancak Allah'ı ve insanları hakkıyla tanımayan biri, Allah'ı bırakıp da insanlardan biri için amel edebilir. Kul, Allah'ı ve insanları tanısa, Allah için amel etmeyi, insanlara hoş görünmek için amel etmeye tercih eder.

Aynı şekilde bunların bütün amel ve ibadetleri, Allah'ın emrine, sevip razı olduğu şeye uygundur. Bu amel öyle bir ameldir ki Allah bunu yapanlardan başkasınınkini kabul etmez. Allah'ın kullarını ölüm ve hayatla imtihan ettiği amel budur. Nitekim Allahu Teala da ayeti kerimede şöyle buyurmuştur: "Hanginizin amelinin daha güzel olduğu konusunda sizi denemek için ölümü ve hayatı yaratan O'dur. O yücedir, bağışlayandır." (Mülk, 67/2) Allah Teala insanların hangisinin daha güzel amel işleyeceğini denemek için yeryüzünü süslü yaratmıştır.

İkinci kısım: İhlası ve Hz. Peygamber'e ittibası olmayanlardır. Bunların ameli Allah'ın şeriatına uygun olmadığı gibi Allah için halis de değildir. Allah ve Resulü meşru kılmadığı halde gösteriş ve süslü olsun diye amel edenlerin amelleri böyledir. Bunlar mahlukatın en şerlileri, Allah'a göre de insanların en çok nefret duyulanıdır. Allah Teala'nın şu ayetindeki manadan en çok nasipleri olanlar da bunlardır: "Kesinlikle şu yaptıklarına sevinen ve yapmadıklarıyla övülmekten hoşlanan kimselerin azaptan kurtulacaklarını zannetme. Onlar için acıklı bir azap vardır." (Ali İmran, 3/188) Bunlar ortaya koydukları bidat, dalalet ve şirkten dolayı ferahlık duyarlar, sünnet ve ihlasa sarılıyor denmesinden de hoşlanırlar.

Bu kısmın pek çoğunu ilim, fıkıh ve ibadete intisab ettikten sonra sıratı müstakimden sapanlar teşkil eder. Çünkü bunlar bidatları, sapıklıkları, riyayı, şöhreti ve gösterişi irtikap edenlerdir. İşte bunlar gadap ve dalal ehlidir.

Üçüncü kısım: Amellerinde ihlaslı olan, fakat onu Allah'ın emrine ve Rasulü'nün sünnetine uygun olarak yapmayanlardır. Cahil abidler, zühd ve fakr yoluna intisap edenler bu gruptandır. Allah'a emrettiğinin dışında bir şeyle ibadet eden ve bu ibadetinin kendini Allah'a yaklaştıracağına inanan herkesin durumu böyledir. Bu kimselerin durumu musiki terennüm edilip el çırpıldığı, Cuma'nın ve cemaatle namazın terk edildiği bir halvetin Allah'a yakınlık olduğunu zannedenin durumu gibidir. Gece gündüz kesintisiz oruç tutmanın, insanlar bayram ederken oruç tutmanın bu ve benzeri şeylerin Allah'a bir yakınlık ve fazilet olduğunu zannetmek de böyledir.

Dördüncü kısım: Amelleri sünnete uygun olduğu halde Allah'tan başkası için amel edenlerdir. Riyakarın ibadet etmesi, riya, hamiyet, şecaat için çarpışan adamın durumu, desinler diye hacc eden, Kur'an okuyan kişinin durumu hep böyledir. Bunların amelleri dış görünüş itibarıyla emr olunan salih ameller gibidir. Fakat aslında salih amel değildir. Bundan dolayı da kabul edilmez. "Oysa onlar dini yalnız O'na halis kılan hanifler olarak Allah'a kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekten başka bir şeyle emr olunmamışlardı. İşte dosdoğru din de budur." (Beyyine, 98/5) O halde herkes sadece Allah'ın emrettiği şekilde Allah'a ibadet etmekle yükümlüdür. İbadetinde Allah'a karşı ihlaslı davranmakla sorumludur. İşte bu emri yerine getirenler "Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım isteriz" diyenlerdir. (1)

İhlasın Dereceleri

Selef alimlerimiz ihlasın dereceleri bulunduğunu söylemişlerdir. Biz şimdi kısaca bu derecelerden bahsedeceğiz:

İhlasın birinci derecesi: İhlaslı kişi ameline bakmadan, onu düşünmeden veya ondan bir karşılık beklemeden ya da ondan hoşnut olmadan yahut da ona canı ısınmadan amelinin gerçekleşmesidir.

Kişi onunla amelinde ihlaslı olur; bu sayede kendi nefsine veya başka birine değil de Allah'a yönelmiş olur.

İhlası bozacak ayıplardan kurtulmak isteyen kişinin şu hususlara riayet etmesi gerekir:

a.Daima Allah'ın kendisine ihsan buyurduğu nimetleri ve işlerini kolaylaştırmasını düşünmek. Nitekim Allahu Teala şöyle buyuruyor: "Alemlerin Rabbi Allah dilemedikçe de siz (bir şey) dileyemezsiniz."(Tekvir, 81/29) Yani insanın Rabbini bilmesi, kendi nefsini bilmesi ve kendi iradesinin Allah Teala'nın iradesi yönüne doğru olan miktarını bilmesi demek olur.

b.Kişinin, ihlasa karşılık Allahu Teala'dan bir bedel arzu etmesinin, sevinme, gurur ve ameli iyi değerlendirememe olduğunu idrak etmesidir. Çünkü amel ve ameldeki ihlas, Allah'ın dilemesiyle ve yardımıyla gerçekleşir. İnsanın, Allahu Teala'nın onu ihlasına karşılık mükafatlandırdığı zaman ona sadece lütuf ve ihsanda bulunduğuna kesin olarak kanaat getirmesi gerekir.

İhlasa karşılık Allahu Teala'dan bir bedel istenmesi sevinme ve gurur olduğuna göre, Allah'tan başkasından bir karşılık beklemek, Allah korusun kuşkusuz şirktir. c.İnsanın kendi ayıplarına ve Allah'ın haklarını yerine getirmeye imkan tanımayan her türlü kusurlara bakmayı adet edinmesi gerekir. Çünkü nefse bu şekilde bakmak onu eğitir ve terbiye eder. Ayrıca amelinden hoşlanma duygusu, hatta ameline sığınma ve onu beğenme arasında engel teşkil eder.

İhlasın ikinci derecesi: Kulun ihlasla yaptığı amelinden utanması, onu insanların gözlerinden gizlemesi ve amelindeki ihlasın, Yüce Allah'ın bir ikramı ve ihlaslı kişilere bir lütfu olduğu şeklinde değerlendirmesidir. Burada kastedilen utanma Allah'tan haya etmektir. Çünkü aslolan şey, müminin amelinin bütün gücünü sarfetmekle birlikte Allah'a takdim etmeye layık olmadığı görüşünde olmasıdır. Bu konuda gerekli olan kulun, amelini Allah'ın kabul ettiği hususunda kesin bir kanaate varmaktan kaçınmasıdır. Nitekim bunun misali, salih ameller işleyen müminlerin vasfı hakkında gelen ayette bulunmaktadır. Allahu Teala onlar hakkında şöyle buyurmuştur: "Ve verdiklerini Rabblerine döndürülecekleri için kalpleri ürpererek verenler. İşte onlar hayırlarda yarışırlar ve bunda ileri geçerler."(Müminun, 23/60-61) Hz. Peygamber (s.a.s.) de bu hususu şu sözüyle tefsir etmiştir: "O kişi oruç tutar, namaz kılar, tasadduk eder ve kendisinden kabul olunmayacak diye korkar." Korku insanı mükemmel yapmak ve tedbirli olmak hususunda eğitir ve onunla amelinden hoşlanmasının hatta ameliyle gururlanmasının arasını açar.

Amelinde ihlaslı olan kişinin amel işlemesi ve gücü yettiği kadar amelinde fazla gayret göstermesi gerekir. Bununla beraber amelinin Allah katında kabul edildiğine itibar ederek Allah'a karşı cüretkar olmamalıdır.

İhlaslı kimsenin, amelinin boşa gitmesinden ve şirk karışmasından korkarak, insanların ameline muttali olmaları hususunda içinde bir arzunun uyanmaması gerekir. İhlasın üçüncü derecesi: Amel işleyen kimsenin, amelinde Allah için kulluğun manasını gerçekleştirerek, O'nun emrettiği ve yasakladığı şeylere uyarak ihlaslı olmasıdır. Bu kulluk, ancak Allah'ın koyduğu emirler, yasaklar ve menduplarla olur. Zira, Allah'tan başkasına kulluk olmadığı gibi O'nun şeriatının dışında bir şeriat da olmaz. Yukarıda Fudayl ibnu İyaz'ın sözünü verirken açıkladığımız gibi amelin halis ve doğru olmasının anlamı da budur.

Sözde, suskunlukta, amelde, terkte, cihadda ve her şeyde ihlas şer'i bir taleptir. Dinde hangi mekan, makam ya da statüye ulaşırsa ulaşsın tüm insanlardan o talep edilir ve teklif kendisinden düşmedikçe, hiç kimse bu konuda bağışlanamaz.

İhlasla bir kafire, bir münafığa ya da bir müraiye yönelinmez. Çünkü bunlar, Allah katında ihlası terk etmelerinden dolayı cezalandırılacaklardır.

Durumu ne olursa olsun hiç kimsenin ihlası terk etmesi kabul edilemez. Ayrıca bazı gafillerin "toplumun ileri gelenlerinin, ihlası terk etmeleri övünülecek bir durumdur" şeklindeki hezeyanları hiç kabul edilecek bir şey değildir.

Allah için ihlas başlı başına bir hayırdır ve ademoğullarının hepsi hakkında, peygamberlerin, sıddıkların, şehidlerin ve salih kişilerin hakkında sevilen bir güzelliktir.

Dini Allah'a halis kılmak demek, insanın Allah'ın dininden başka din kabul etmemesi demektir. Yani din, Allah'ın resulleri ve nebileri, aracılığıyla gönderdiği, kitapları vasıtasıyla indirdiği hak dindir.

İhlas, iman ehlinin önderlerinin üzerinde ittifak ettiği bir husustur ve nebevi davetin özüdür. Yine ihlas Kur'an-ı Kerim'in kutbudur ki devran onun üzerinde döner.

İşte bunlar, ihlas kelimesinin, Müslümanların fıkhi, fikri ve lugavi geleneklerindeki anlam ve kavramlarıdır. İhlas kelimesinin açık veya zımni olarak delalet ettiği tüm anlamları burada izah etmeye çalıştık. Belki de bizi, Müslümanların ilim ve kültür mirasında ihlas kelimesinin anlamından bahsetmeye çağıran faktör budur.

İKİNCİ BÖLÜM

İmam el-Benna'nın Islah Anlayışında İhlas'ın Yeri Bu bölüm iki kısmı içeriyor:

Birinci kısım: Nazari ve ilmi olarak:

1.Cemaatin anayasasında,

2.Kurucu imam olan el-Benna'nın yazdığı risalelerinde, ıslah anlayışı.

İkinci kısım: Ameli ve tatbiki olarak:

1.Fertler bazındaki tatbikatta,

2.Cemaat bazındaki tatbikatta, ıslah anlayışı.

İmam el-Benna'nın Islah Anlayışında İhlasın Yeri

Müslümanlardan her ıslahatçıya göre, din ve dünya işinde ıslah ve tecdid, endişe taşıyan her fikir sahibini meşgul eden bir iştir. İhlasın her amelin, her ıslah ve tecdidin özü olduğu kabul edilmiş bir gerçektir. Hatta ihlas, ameli Allah nezdinde kabul alanına koyan bir keyfiyettir.

İmam el-Benna, 1346/1928 yılından, İslam karşıtı saldırgan güçler tarafından suikast düzenlendiği ve şehid olarak Rabbine yürüdüğü 1368/1949 yılına kadar toplumu yenilemek ve ıslah etmek için İhvanı Müslimin cemaatının içinden çıkıp geldi.

İmam el-Benna, İslam dünyasının paramparça olduğu ve her parçanın, İslam'a ve Müslümanlara düşman işgalci güçlerin çizmesi altında inim inim inlediği bir dönemde ıslahatçı ve müceddid olarak geldi. İslam hilafet devletine karşı ittifak oluşturan bu güçler sonunda onun üzerine çullandılar ve onu parçalayıp kendi aralarında taksim ettiler.

Hasan el-Benna'nın ıslah metodunun ortaya çıktığı bu atmosferde Müslümanlar düşmanı taklit etmeye başlamışlardı bile. Çünkü, halkın gidişatında İslam ahlakı kaybolduğundan ve bunun neticesi olarak da Müslümanların evleri ve o evleri yöneten değerler değişip yerlerini Batı taklitçiliği aldığından, düşman galip, tahakkümcü ve ülkelerini işgal eden bir işgalci durumundaydı.

İslam alemindeki milli hükümetlerin çoğu, egemenliklerini despot işgalcilerin yardımıyla sürdüren zelil, uydu ve zayıf hükümetlerdi. Bundan dolayı bu hükümetler, İslam usulünü ve onun hayat düzenini terk edip, işgalci düşman Batı'nın, yasama, adalet, siyaset, iktisat, eğitim, kültür ve diğer hususlardaki düzenini aldılar.

Yöneten ve yönetilenlerin İslam'dan, O'nun metodundan, düzeninden, değerlerinden ve ahlakından daha çok uzaklaşmaya başladıkları bu atmosferde, Hasan el-Benna gelip ıslah ve yenileme için bir proje koydu. Biz umut ediyoruz ki bu kitap sayesinde o projenin boyutlarını açıklamada ve özelliklerini belirlemede bir katkımız olur.

İmam el-Benna'nın düşünce ve anlayışında İslami çalışma, her türlü faaliyeti kapsıyor:

* Kul ile Rabbi arasındaki samimi bir kulluktan başlamak.

* Kişinin fizik yapısı güçlü, eğitimli ve kültürlü, kazanç sağlamaya yeterli, akidesi düzgün, ibadeti sağlam, nefsiyle savaşabilen, vaktinin değerini bilen, işlerini iyi düzenleyen ve başkalarına faydalı birisi olmak için nefsini ıslah etmek amacıyla çalışması.

* İyi saliha hanım seçimine, kapsamlı ve İslami eğitimle güzel bir çocuk terbiyesine ve aile hayatının her hususunda İslam adab ve ahlakının korunmasına dayanan Müslüman evini oluşturmak için çalışmaya yönelmek.

* Hayır davasını yayma yoluyla tüm cemiyeti aydınlatmaya yönelmek. Bütün bunlar ancak, münker ve rezaletlerle savaşmak, iyiliği emretmek, faziletleri teşvik etmek ve hayır yapmaya başlamak suretiyle olur.

* Kamuoyunu, İslam'a ve onun yaşama yöntemine doğru kazanmaya, hayatın tüm alanlarını, her ferdin hukukunu koruyan, ondan görevlerini yapmasını isteyen, ona saygı gösteren, onun insanlığını ve saygınlığını koruyan İslami boya ile renklendirmeye koyulmak.

* Bundan sonra da İslam topraklarını, her türlü gayri İslami yabancı güçlerden kurtarmak. Bu gücün siyasi, iktisadi, ruhi, ahlaki veya bir başkası olması fark etmez.

Her vatansever, önce kendi vatanını kurtarmaya başlamalı. Sonra da yabancı güçlerin saldırısına uğrayan diğer İslam bölgelerini kurtarmak için gücünün yettiği kadar mal, vakit ve gayret sarf etmek suretiyle katkıda bulunmalıdır.

* Hükümeti, hakkıyla İslami oluncaya kadar ıslah etmek. Böylece o, ümmetin hizmetçisi, işçisi ve onun yararını gözeten bir memur gibi görevini yerine getirir. Bir hükümetin üyeleri Müslüman, İslami farzları yerine getiren, Allah'ın emirlerine açıkça isyan etmeyen kişiler oldukları ve İslam'ın ahkamını, ahlakını ve adabını uyguladıkları sürece o hükümet İslamidir.

* Hükümete, sürekli olarak görevlerini hatırlatmak, İmam el-Benna'nın siyasi çalışma alanındaki anlayışından kaynaklanmaktadır. Bu görevler şunlardır:

-Halkı bilinçlendirmek,

-Vatandaşlara şefkatli davranmak, İslam kanununun onlara tatbikinde aralarında adaleti sağlamak,

-Servetin artmasına, iyi yönetilmesine ve muhafazasına çalışmak,

-Kamunun malını korumak ve israf etmemek,

-Allah'ın ve Müslümanların düşmanlarını korkutacak güç hazırlamak,

-İslam davetini "dinde zorlama yoktur" prensibi çerçevesinde Müslüman ve gayrimüslim halk arasında yaymak,

-Toplum barışını bozmamak,

-Faziletleri yaymak ve kötülüklerle savaşmak.

Bu hükümet, bu görevlerini yerine getirdiği taktirde bağlılık, itaat, mal ve gayretle yardım isteme hakkına sahip olur. Hatta şartlar gerektirdiği zaman canla başla yardım etmek gerekir. Nitekim kendine yol gösterilmesini isteme hakkı da vardır.

Bunları yerine getirmediği zaman, önce düzelmesi için nasihat edilmesi gerekir, ondan sonra da ya karşı çıkılarak protesto edilir veya görevden uzaklaştırılır.

* İslam ümmetini, yeniden uluslararası alanda var kılabilmek için gayret sarf etmenin, Hasan el-Benna'nın İslam için çalışma anlayışı arasında önemli bir yeri vardır.

Bu da ancak şu şekilde olur:

-Islah ve tecdid çalışmalarını yaygınlaştırmak,

-İslam dünyasını oluşturan toplulukların sözbirliği etmesi,

-İslam ülkelerini kültürel, fikri, ilmi ve iktisadi olarak birbirine yaklaştırmaya çalışmak,

-Böyle bir çalışma siyasi yakınlaşmada etkili olacak olan önceki yakınlaşmalar için bir sonuçtur. Çünkü bunların tümü, Müslümanların sözünü bir araya getirecek ve onlardan hedef ve gayeleri bir olan tek İslam milleti yapacak olan İslam hilafetini yeniden kurma yolundaki siyasi adımlar ve gerçek hazırlıklardır.

İmam el-Benna'nın İslam için çalışma anlayışının arasında şu da yer almaktadır: İslam prensiplerini adalet ve şefkatle öncü kılmak ve tüm dünyaya lider yapmak için Allah'ın sözünün, şeriatının ve yönteminin yeniden gelmesine çalışmak.

Netice itibariyle İmam el-Benna'nın kitap ve risalelerinin gösterdiği, cemaatin uygulamalı faaliyetlerinin ve çalışmalarının da delalet ettiği gibi bu ıslah ve tecdid anlayışı ihlastan yoksun ise hiçbir kıymet ifade etmez. Aynı şekilde Allah katında da bir kıymeti olmaz. Çünkü ihlası yok olmuş cihadın, amelin ya da sözün, Allah katında; insanların, alemlerin Rabbinin huzurunda ayakta durduğu bir günde hiçbir değeri bulunmaz.

İlmi ve Nazari Bakımdan Islah Anlayışı

Ben, ilmi ve nazari yönüyle, İmam el-Benna'nın, tecdid ve ıslah konusunda cemaatin programlarına ait önemli vesikalardan sayılan risaleleriyle yazılarının içerdiği görüşleri kastediyorum. Bu risalelerin adedi az, kendileri özlü olmalarına rağmen, ıslah çalışmasıyla ilgili birçok tafsilatı içermektedir. Özellikle ferdin, toplumun, Arap milletinin ve İslam ümmetinin ıslahıyla ilgili konuları içermektedir.

Bu risalelerin bazısı, İslam ümmetinin hastalığının teşhisine önem vermiş ve tedavi yolu, yöntemleri ve izleme keyfiyetini çizmiştir.

Nitekim o risalelerin bazılarında, ıslah ve tecdid hedeflerinin açıklanmasına, yöntemlerinin beyanına, bu yolda İslam düşmanlarının icad ettiği zorluk ve engellerin kontrol edilmesine önem verilmiştir.

Onların bir kısmında İslam dünyasının problemleri ele alınmış, dikkatli bir teşhis koyulmuş ve onlar için iyileştirici İslami çözümler çizilmiştir.

Yine bu risalelerin bir kısmı, eğitimle ilgili açık nişan taşlarıdır. Bunlarda ferdin, ailenin ve toplumun İslami eğitimine önem verilmiştir.

Cemaatin ana nimaznamesi, tecdid ve ıslah yönlerini ortaya koyması bakımından çok net, yol gösterici ve cemaatin hedeflerini ve yöntemlerini belirlemesi yönünden kesindir.

Üstat el-Benna'nın, gerek cemaatin gazetelerinde gerekse diğer gazetelerde yazdığı birçok makalede, aynı şekilde, onun tecdid ve ıslah faaliyetlerinin boyutları açıklanıyor. Aşağıda bunlardan bazılarına işaret ediyoruz.

1. Cemaatin ana nizamnamesinde ihlas anlayışı:

Bu nizamname, cemaatin belgelerinin en önemlisidir. Zira bu, cemaatin hedef ve yöntemlerini belirleyen bir belgedir. Aynı zamanda cemaat belgelerinin en eskisi, en köklüsü ve çıkış bakımından ilkidir. Bu belge, 1348/1930 yılında çıkmış, sonra genel danışma meclisi yerini alan kurucu üyeler tarafından belgede birçok değişiklik yapılmıştır. En önemli değişiklik 2 Şevval 1364 (8 Eylül 1945) tarihinde yapılmış ve bu tarihte, genel kurul onu onaylamıştır.

Bir başka değişiklikse, 1367'nin Muharrem ayında (Ekim 1947) yapılmış ve 27 Cemaziyelahir (6 Mayıs 1948) tarihinde, kurucu üyeler tarafından kabul edilmiştir. Bu belge 21 Recep 1367 (12 Mayıs 1948) tarihinde nihai şeklini almıştır ve o tarihten itibaren bu şekliyle uygulanmaktadır.

Bu nizamnamenin ikinci maddesi cemaatin tecdid ve ıslah anlayışını te'kid etmektedir. Madde metni şöyledir:

"Müslüman Kardeşler toplayıcı özelliğe sahip İslami bir kuruluştur. İslam'ın geliş amacı olan gayeleri gerçekleştirmek için çalışır. Şunlar da bu gayelerle ilgilidir:

a.Kur'an-ı Kerim'in davetini izah edecek bir tarzda, davetin tabiatına ve kapsamına uygun bir şekilde çağın ruhuna uygun bir kıvamda şerhetmek. Ama bu, davetten her türlü şüphe ve hurafeleri giderecek bir şerh olmalıdır.

b.Kalpleri ve gönülleri Kur'an prensipleri üzerinde birleştirmek, o prensiplerin etkisini yenilemek, çeşitli İslami grupların arasındaki bakış açılarını birbirine yaklaştırmak.

c.Milli serveti artırmak, korumak ve bağımsızlaştırmak; geçim düzeyini yükseltmeye çalışmak.

d.Sosyal adaleti gerçekleştirmek, her vatandaş için sosyal güvenliği sağlamak, kamu hizmetine iştirakı gerçekleştirmek, cehalet, fukaralık, hastalık ve kötülükle savaşmak, hayır işlerini teşvik etmek.

e.Nil vadisini ve İslam vatanının her bölgesini yabancı otoriteden kurtarmak, her yerdeki Müslüman azınlıklara arka çıkmak, tam olarak Arap birliğini sağlamak ve İslam birliğine doğru yürümek.

f.İslam ahlakını ve öğretisini uygulayan, onları dahilde koruyan, hariçte de yaymaya çalışan sağlıklı bir devleti kurmak.

g.Hakları ve hürriyetleri koruyan erdemli, yüksek bir idealin gölgesinde evrensel yardımlaşmaya destek vermek, iman ve madde dayanışmasından dolayı yeni bir temel üzerine beşeri medeniyet ve barışın inşasında katkıda bulunmak. Nitekim İslam düzeni bunu garanti etmiştir.

İhvan-ı Müslimin teşkilatının, ilmi ve nazari bakımdan hedef ve gayeleri bunlardır. Cemaat bu prensiplerin tümünü hayata geçirmek için gayret sarfeder.

Bu hedefleri düşündüğümüz vakit, onları gerçekleştirebilmek için ancak Allah için ihlasla O'nun rızasını kastetmek ve hoşnutluğunu aramak, sevabını O'ndan beklemek suretiyle çalışılması gerektiğini anlarız.

Bundan dolayı gönül rahatlığıyla diyebiliriz ki, din için tecdid ve ıslah çalışmasında ihlas, başarının temel şartıdır.

Kendimize şunu sormalıyız: Kur'an daveti, kapsam ve karakterine uygun olarak çok açık bir şekilde ihlas olmadan nasıl açıklanabilir? Kur'an davetinin şerhinde ihlaslı olunmaz ve Allah'ın rızası güdülmezse, onun davetinin şerhinde de başarısız kalınacaktır.

Kur'an davetinde şüphelere ve saçmalıklara kim engel olacak?

Bu şüphe ve saçmalıkları engellemede ihlaslı olmak gerekmez mi?

Kalpler ve gönüller bu Kur'ani prensipler üzerinde nasıl birleşir ve bunların onlar üzerindeki etkisi nasıl yenilenir? Bu işin ihlassız olması mümkün mü?

Bu kalpleri ihlassız bir davetçi nasıl birleştirir?

Çeşitli İslami fırkalar arasındaki bakış açılarını kim yaklaştırabilir? Bunu, amelinde ve maksadında Allah için samimi olan adamdan başka biri yapabilir mi?

Milli servet nasıl artar, nasıl korunur ve nasıl bağımsız hale gelir? Bu konu da ihlası gerektirmez mi?

Halk düzeyinde geçim seviyesini yükseltmeye kim çalışacak? Böyle bir çalışma yapanların ihlaslı olmaları şart değil mi?

Her hakkın eksilmeden ve şaşmadan sahibine ulaşması vasıtasıyla sosyal adalet ve sosyal güvenlik nasıl gerçekleşir? Bunun tümüyle veya kısmen, ihlas olmadan gerçekleşmesi mümkün mü?

Halka hizmette katılım nasıl gerçekleşir? Bunun ihlassız bir şekilde gerçekleşmesi mümkün mü?

Cehaletle, hastalıkla, fukaralıkla ve kötülüklerle nasıl savaşılır? İyilik ve hayır işleri nasıl teşvik edilir? İhlas olmadan bunların yapılması mümkün mü?

Milli vatanı, Arap vatanını ve İslam topraklarını tüm yabancı egemenliklerden kurtarma faaliyetleri nasıl olacak? Mal ve can feda edilmeden bu olur mu? Bu güzel çalışmada ihlas olmadan, bu fedakarlıkların yapılması düşünülebilir mi?

İslam topraklarının her yerindeki azınlıklara nasıl arka çıkılır? Bu, ihlassız olur mu?

İslam ve Arap birliği nasıl güçlenir? İhlas olmadan bunun olma ihtimali var mı? İslami yaşayışın günlük programı olan İslam ahkamını ve talimlerini uygulayan erdemli devlet nasıl kurulur? İhlas olmadan bunun olması mümkün mü?

İslam ahkamının dahilde korunması, hariçte tebliğ edilmesi nasıl mümkün olur? İhlas olmadan bunun olma ihtimali var mı?

Hakları ve hürriyetleri koruyan erdemli ve yüce bir idealin gölgesinde evrensel yardımlaşmaya katkıda bulunma nasıl olur? Bunun, ihlassız gerçekleşmesi mümkün mü?

Barış ve medeniyeti iman ile maddenin yardımlaşma esası üzerine inşa etmeye iştirak etmek nasıl mümkün olur? Bunun ihlas olmadan gerçekleşmesi mümkün mü?

Bundan dolayı ihlasın, Hasan el-Benna ve cemaatinin ıslah anlayışındaki tecdid ve ıslah metoduyla irtibatı vardır.

2.İmam el-Benna'nın risalelerinde ihlas anlayışı:

Bu risalelerin kapsadığı ıslah ve tecditle ilgili terimleri ve bu terimlerin ihlasa olan ihtiyaç limitini takdim ederken, bu risalelerin tarihi tertibine uyacağız. Bu konuda söz konusu ıslahatın geniş planlarını zikretmekle yetiniyoruz. Başarı ise Allah'tandır.

Birinci Risale: Akidemiz.

Bu risale 1350/1931 yılında kaleme alınmıştır. Akide hakkındaki bazı düşünceleri şunlardır: -Tüm işlerin Allah'a ait olduğuna; Efendimiz Hz. Muhammed'in, Allah'ın bütün insanlığa gönderdiği sonuncu peygamberi olduğuna, ahiret gününün hak, Kur'an'ın Allah'ın kitabı, İslam'ın da dünya ve ahiret düzenini kapsayan bir kanun olduğuna iman ederim.

* Kendime Kur'an'dan bir cüz tertip edeceğime, sünneti seniy-yeye sarılacağıma, Hz. Peygamber'in sünnetini ve sahabe-i kiramın hayat hikayelerini öğrenip öğreteceğime söz veriyorum.

-İstikametin, faziletin ve ilmin İslam'ın rükünlerinden olduğuna inanıyorum.

* İbadetleri yerine getirerek ve Allah'ın yasakladığı çirkinliklerden uzaklaşarak dosdoğru biri olmaya; kötü huylardan arınarak, güzel ahlak ile bezenerek, gücüm yettiği kadar İslami ibadetlere dikkat ederek, başkalarıyla mahkemeleşme yerine sevgi ve dostluğu tercih ederek, erdemli bir kişi olmaya söz veriyorum. Mecbur kalmadıkça mahkemeye başvurmamaya, İslam'ın alametlerini ve dilini aziz bilmeye, ümmet kitlelerine faydalı bilgi ve ilimleri yayma faaliyetinde olmaya söz veriyorum.

-Müslümanın, çalışma ve kazanmaya istekli olduğuna, kazandığı malında yoksul ve fakirlerin belirli bir hakları bulunduğuna inanıyorum.

* Geçimimi kazanmak için çalışacağıma, geleceğim için tasarruf edeceğime, malımın zekatını vereceğime, gelirlerimden bir kısmını hayır ve iyilik işleri için ayıracağıma, yararlı her iktisadi projeye destek vereceğime, ülkemin ve din kardeşlerimin ürünlerine öncelik vereceğime, işlerimde faizli muameleye yer vermeyeceğime, gücümün üstündeki lüks harcamalara girmeyeceğime söz veriyorum.

-İnanıyorum ki, Müslüman ailesinden sorumludur. Ailesinin sağlığını, inançlarını ve ahlakını korumak onun görevlerindendir.

* Bunun için gayret sarfetmeye ve ailemin fertleri arasında İslam'ın talimlerini yaymaya söz veriyorum. Çocuklarımı, inançlarını ve ahlaklarını korumayan hiçbir okula vermeyeceğim. İslam'ın temel prensiplerine karşı çıkan tüm kulüp, grup, topluluk, kitap, yayın organı ve gazeteyi boykot ediyorum.

-İnanıyorum ki, İslam'ın onurunu diriltmek, İslam milletlerini harekete geçirmek ve onun teşrii sistemini eski haline getirmek Müslümanın görevidir. Yine İslam bayrağının insanlığa öncülük etmesi gerektiğine ve her Müslümanın, İslam kaidelerine göre dünyayı eğitme görevi olduğuna inanıyorum.

* Yaşadığım sürece bu görevi yerine getirme uğrunda cihad etmeye ve sahip olduğum her şeyi onun yolunda feda etmeye söz veriyorum.

-Tüm Müslümanların, İslam akidesi bağıyla birbirine bağlanan tek ümmet olduklarına ve İslam'ın, müminlere bütün insanlığa iyilik etmelerini emrettiğine inanıyorum.

* Müslümanlar arasında kardeşlik bağının sağlamlaştırılmasında ve Müslüman gruplar arasındaki ihtilaf ve nefretin giderilmesinde tüm gayretimi sarfedeceğime söz veriyorum.

-Müslümanların geri kalışlarındaki sırrın dinlerinden uzaklaşmaları olduğuna, ıslahın temelinin tekrar İslam'ın ahkam ve prensiplerine dönmek olduğuna inanıyorum. Eğer Müslümanlar bunu anlarlarsa, bunun mümkün olduğuna, Müslüman Kardeşler'in düşüncesinin bu gayeyi gerçekleştireceğine inanıyorum.

* Bu prensiplere sadık kalacağıma, her amel için ihlasın şart olduğuna, hizmet yolunun devamlı bir eri olacağıma veya bu uğurda hayatımı feda edeceğime söz veriyorum. İmam el-Benna'nın bu akide risalesi, kısa ve özlü olmasına rağmen, ilkeleri bir araya getiren ve ilkelerin gerçekleştirilmesi için verilen sözleri içeren bir ıslah metodunu kapsamaktadır. inançta, sözde, çalışma ve cihatta ihlas olmazsa bu taahhütlerin geçerliliği olmadığı gibi bu itikat da gerçekleşemez.

İkinci Risale: Davetimiz

Bu risale 1355/1936 yılında yazılmıştır. Bu risale Hasan el-Ben-na'nın ıslah metodunu ve anlayışını izah etmektedir. İmam el-Ben-na burada, çağdaş İslam ümmetinin hastalıklarını açıklıyor ve aşağıdaki şekilde onları teşhis ediyor:

* Emperyalizm ve ümmetin başına getirdiği dini, içtimai ve siyasi yıkıntı.

* Olumsuz anlamıyla particilik ki, o zamandaki Mısır'da baskın olan görüş buydu.

* Faizcilik ve neticesi olan muhtaç kişinin ihtiyacını kötüye kullanmak.

* Yabancı şirketler ve bu şirketlerin vatanın ve vatandaşların aleyhine elde ettikleri geniş imtiyazlar.

* İnkarcılık ve sebep olduğu fikir ve akide bozukluğu; bir de Allah'ın metodundan uzaklaşma.

* Eğitim-öğretim kargaşası, karışık eğitim ve kötüye yönlendirilmesi.

* Yaşama kargaşası ve bunun sonucu olarak insan haklarının kaybolması.

* Kural tanımama, yani anarşizm ve onun sebep olduğu rezaletler ve eksiklikler.

* Umutsuzluk, açgözlülük, kadınsılık ve korkaklık gibi toplumu çökerten rezaletler.

* Düşmandan çıkan her şeyi taklit etmeye kadar götüren düşmana hayranlık belasıdır ki, düşmandan çıkan şeyler, İslam'a ve Müslümanlara uymayan şeylerdir. Daha tuhafı düşmanı taklit, sadece onların İslam'la uyuşmayan adetleri ve işlerinde olmaktadır.

Sonra İmam el-Benna, bu risalesinde şunu vurguluyor. Bu hastalıkların İslam metoduna göre tedavisi; ancak şu üç şart yerine getirildiği taktirde olur:

1.Sağlıklı metot. O da Allah'ın kitabı ve Rasulü'nün sünnetidir.

2.İslam'ı iyi kavramış mümin yöneticiler. Bu kişiler, Allah'ın kendilerini desteklediğine ve yardım ettiğine güvenerek, İslami hükümleri önce kendilerine tatbik etmeliler.

3.Fertlerin güvenini kazanmış basiretli ve kararlı yönetim.

Tedavi yöntemleri bulunan bütün bu kusurların tedavisinin ih-lassız olması mümkün değildir. Bütün bu işler ihlastan yoksun olduğu taktirde tedavi olmaz, iş başarısız olur ve Allah'tan sevap da gelmez, hatta onun yerine ceza ve tehdit gelir.

Üçüncü Risale: İnsanları Neye Davet Ediyoruz?

Bu risale 1355/1936 yılında yazılmıştır. Islah ve tecdid metodu bu risalede şu noktalarda kendini gösteriyor:

-Hayatta İslami metodu terk etmekten sakındırmak

-Yasaların ıslahını talep etmek

-Toplumun görünen taraflarını ıslah etmek

-Anarşizmle mücadele etmek

-Eğitim - öğretimin ıslahı

-İslam kardeşliğinden faydalanma zarureti

Bu noktaların her biri, ayrıca onları hayata geçirme, büyük bir çaba ve gayrete muhtaçtır. Allah için ihlas ve O'nun rızasını kazan-ma düşüncesi olmadan bunların tam olarak tasavvuru bile mümkün değildir.

Oysa ihlas, ameli sahih kılan şeydir. Seleflerimizden bazıları şöyle demiştir: "İhlas, amellerin kalesidir.

Dördüncü Risale: Nura Doğru

Bu risale de 1355/1936 yılında kaleme alınmıştır.

Islah metodu, bu risalede şu sütunlar üzerinde odaklaşıyor:

-İslam ümmetini, kendisine zorla vurulmuş siyasi zincirlerden meşru her yolla kurtarmak.

-İslam ümmetini yeniden yapılandırmak.

-Batı medeniyetinin sahteliğini ve İslam'ın tek umut olduğunu ispat etmekle birlikte ihlas konusunda yalnızca İslam metodunu almak. Çünkü, İslam bu ümmet için milletlerin ilerleme sebepleri olarak görülen hususları gerçekleştirmeye kadirdir. Milletlerin ilerleme sebepleri şunlardır:

İlim, ahlak, güç, doğru dürüst mahkeme düzeni, İslam devletinde Müslümanlığı kabul etmiş olan azınlıkları koruma, uluslararası ilişkilerin güzelleşmesini şiddetle arzu etme.

-Müslümanların hatalarıyla, İslam'ın kendisi arasında kurulan ilişkiyi (yani Müslümanların hatalarının İslam'a mal edilmesini) reddetme. Sonra kurucu imam el-Benna, ıslah metodu terimlerini, cemaatin talepleri olarak değerlendirdiği elli bentte sıralamıştır. Onları genel hatlarıyla üç kümeye ayırmak mümkündür:

Birinci küme: On benttir ve idari, akli ve siyasi alanların ıslahı hakkındadır.

İkinci küme: Otuz benttir ve ilim, çalışma ve toplumsal alanların ıslahı hakkındadır. Üçüncü küme: On benttir ve ekonomik alanların ıslahı hakkındadır.

Bunların sayıları elli bent olmasına rağmen kurucu imam, bunları bazı ıslah projeleri diye isimlendirmiştir.

"Nura Doğru" adını taşıyan bu risalede yer alan tavsiyelerin ve bu risalenin içerdiği İslam ümmetine yönelik öğütlerin ısrarlı ve sürekli bir çalışma olmadan gerçekleşmesi ve tatbiki mümkün değildir. İhlas olmadan İslam için bir çalışma olamaz. İmam el-Benna bu hususu şu sözüyle açıklamıştır: "İhlas konusunda yalnızca İslam metodunu almak."

Beşinci Risale: Gençler Risalesi

İmam el-Benna, bunu da 1355/1936 yılında yazmıştır. Bu risalede, ıslah metodundan ve projelerinden bahsetmiştir. Bu projeleri yedi maddede özetlemiştir.

1.Müslüman insanı hazırlamak.

2.İslam evini oluşturmak.

3.Müslüman halkı hazırlamak.

4.İslami hükümeti kurmaya çalışmak.

5.Kötü siyasetin parçaladığı İslam vatanının parçalarını birleştirerek Müslüman ümmetini oluşturmaya çalışmak.

6.Müslümanların güçsüz olduğu bir dönemde İslam düşmanlarının gasbettikleri İslam topraklarını yeniden kazanmak.

7.İslam davetini tüm dünyaya tebliğ etmek.

Bu risalenin gençlere yönelik olmasından, onun İslam ümmetinin geleceğine ve ümmetteki tutku ve güç unsurlarına yönelik olduğu anlaşılıyor. Bu projelerin çalışmaya, hatta ardarda büyük bir çabaya muhtaç olduğunu ve bunun da ihlassız olamayacağını kabul etmek gerekir.

Altıncı Risale: İhvan-ı Müslimin'in öğrenci kongresine dairdir.

Bu risale, Muharrem 1357/Mart 1938'de öğrencilere yapılan konuşmayı içermektedir.

-İmam el-Benna Allah'a samimi bir dua ve etkileyici sözlerle konuşmasına başladı ve şöyle dedi: "Söz meydanını bırakıp iş meydanına, proje ve metot üretmeye son verip uygulama ve gerçekleştirme alanına geçtiğimiz gün gelmiştir. -İmam el-Benna o risalesinde şunu da vurguluyor: "Müslüman, ümmetin işlerinde uzağı gören bir siyasi olmadıkça ve ümmetin işlerine önem verip gayret göstermedikçe Müslümanlığı kemal bulmaz."

-Orada iç siyaset anlayışını da şöyle tanımlıyor: "Hükümet işini düzene koymak, görevlerini beyan etmek, haklarını ve görevlerini belirlemek, yöneticileri denetlemek; İslam'ın her şey için bir düzen koyduğunu, kendine özgü bir yaşama sistemi oluşturduğunu desteklemektir. Devletin iç siyaseti, İslam'ın özündendir. Onları, kitap ve sünnetteki İslami nasslar açıklamış ve karara bağlamıştır."

-Üstat, bu risalede devletin dış siyaset anlayışının sınırlarını da şöyle çizmiştir: "Ümmetin bağımsızlığını, özgürlüğünü ve milletler arasındaki konumunu korumak. Bu da İslam'ın özündendir. Bu hususta, Kur'an-ı Kerim'de ve Sünneti Nebeviyye'de İslami nasslar bulunmaktadır."

-Bundan sonra, İslam'ın gayrı müslimlerin ve İslam devletinin himayesinde bulunan azınlıkların haklarını garanti altına aldığından söz ediyor.

-Ayrıca, İslami yasamanın genişliğine ve bu yasamanın genişliğiyle beraber esnekliğine, İslam'ın gerici bir din veya çağdaş hayata uygun olmayan veya gelecekteki hayata cevap veremeyecek olan eski bir yasama düzeni diye itham edilemeyeceğine işarette bulunuyor. -Ondan sonra da İslam'ın fikir ve konuşma özgürlüğünü hak ortaya çıksın diye desteklediğini vurguluyor. Çünkü hak ortaya çıkarsa, tüm fikir beyan edenler hemen hakka yönelirler. İmam el-Benna'nın sözünü ettiklerinden biri de şudur: Işığı görmek ve sözden işe geçmek, projeden uygulamaya yönelmek ancak ciddi ve ısrarlı çalışmakla mümkün olur. Çalışanlar ne kadar ciddi ve azimli olurlarsa olsunlar, çalışmalarında ihlas bulunmadıkça, Allah katında amellerinin bir değeri olmaz.

Şunu tekrar etmekten asla bıkmayacağız: Çalışma ve gayret olmadan umut ve temenninin bir anlamı olmaz. İhlas olmadıkça da işte başarı, Allah katından sevap ve yardım olmaz.

Yedinci Risale: İhvan-ı Müslimin Kur'an Bayrağının Altındadır

Bu, 14 Safer 1358/4 Nisan 1939 tarihinde yapılmış bir konuşmayı içermektedir. Risalelerin en hacimli ve en önemlilerindendir ki, Müslümanların çöküşünü ve çözüm yollarını ele almış, tedavi yolundaki işaretleri ortaya koymuştur. Yani ıslah konusunda İslam'ın yöntemidir.

-İmam el-Benna söz konusu konuşmasında Müslümanların içinde yaşadıkları kötü durumun teşhisinden bahsetti ve bu durumun bozuk taraflarını ortaya koydu. Bütün bunları İslam'dan ve onun öğretilerinden uzaklaşmaya bağladı. Bu öğretilerin kapsadığı alanları da genel olarak şu şekilde sıraladı:

* İç yönetim düzeni

* Devletlerarası ilişkiler düzeni

* Adliye teşkilatı düzeni

* Savunma ve askerlik düzeni

* Fertler ve devlet düzeyinde iktisat ve maliye düzeni

* Kültür ve öğretim düzeni

* Aile ve ev düzeni

* Özel gidişatında fert düzeni

* Yöneten ve yönetilenlere hakim olan genel psikolojik durum. Bu ruh hali, hayatın bölümlerinin farklılığına rağmen, onun dış yönünü şekillendirir.

-Tedavi yolu, yönetimi ve planlarına gelince, bu da aşağıdaki şekildedir:

İmam el-Benna bir manada onları Kur'an-ı Kerim ve Sünneti Nebeviyye'deki şer'i temellerine döndürmek suretiyle yapılarını sağlamlaştırmıştır.

* Dahildeki İslami düzeni Cenabı Hakk'ın şu sözü kesin olarak belirlemiştir: "Aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet, onların arzularına uyma" (Maide, 5/49)

* İslam'ın getirdiği devletlerarası ilişkiler düzenini de Yüce Allah'ın şu ayeti kesin bir şekilde ortaya koyuyor: "Böylece sizi, insanların üzerine şahit olmanız ve peygamberin de sizin üzerinize şahit olması için orta bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143)

* Adliyedeki pratik sistem de Yüce Allah'ın şu sözünden alınmıştır: "Hayır. Rabb'ine yemin olsun, onlar aralarında çıkan meselelerde seni hakem tayin etmedikleri, senin verdiğin hüküm konusunda içlerinde bir sıkıntı duymayacak derecede tam bir teslimiyetle teslim olmadıkları sürece iman etmiş sayılamazlar." (Nisa, 4/65)

* Savunma ve askerlik düzeni de Cenabı Hakk'ın umumi seferberliği anlatan şu sözünde kendini göstermektedir: "Gerek hafif ve gerekse ağır olarak savaşa çıkın ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." (Tevbe, 9/41)

* Mal ve servetle ilgili bağımsız iktisadi düzenin temeli şu ayeti kerimedir: "Allah'ın sizin gözetiminize vermiş olduğu mallarınızı aklı ermeyenlerin ellerine vermeyin. Bu mallardan onları yedirip içirin, giydirin ve kendilerine güzel söz söyleyin." (Nisa, 4/5)

* Öğretim ve kültür düzeni de vahyi şerifin ilk sözlerindeki yüceliğe uygun düşüyor: "Yaratan Rabbinin adıyla oku." (Alak, 96/1)

* Ev ve aile düzenini de Yüce Allah'ın şu sözü belirliyor: "Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu (kötülüklerin kirleriyle) örtense kaybetmiştir."(Şems, 91/9-10)

* Ümmet içinde yönetici veya yönetilen her kişiye hakim olan genel psikolojik durumun dayanağı şu ilahi kelamdır: "Allah'ın sana verdiğiyle ahiret yurdunu da ara. Dünyadan da nasibini unutma. Allah'ın sana iyilik ettiği gibi sen de iyilik et ve yeryüzünde bozgunculuk isteme. Çünkü Allah bozguncuları sevmez." (Kasas, 28/77)

-Sonra İmam el-Benna bunları gerçekleştirmek için hazırlıktan söz etti ve bizim hazırlığımız şudur dedi:

* Allah'a iman etmek: "Eğer Allah size yardım ederse artık kimse size üstün çıkamaz." (Ali İmran, 3/160)

* Allah'a davet alayının öncüsü Hz. Muhammed (s.a.s.)'e iman etmek: "Andolsun ki, Allah'ın peygamberinde, sizin için, Allah'ı ve ahiret gününü uman ve Allah'ı çokça ananlar için güzel bir örnek vardır."(Ahzab, 33/21)

* Yol ve yönteme, niteliklerine ve uygulanabilirliğine inanmak: "Gerçekten size Allah'tan bir nur ve açık bir Kitap geldi. Allah onunla rızasını gözetenleri selamet yollarına eriştirir ve kendi izniyle onları karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru yola iletir." (Maide, 5/15-16)

* İslam'da kardeşliğe, onun hukukuna ve kudsiyetine inanmak: "Mü'minler ancak kardeştirler" (Hucurat, 49/10)

* Mükafata ve Allah'ın celal sıfatına inanmak: "Gerek Medinelilere ve gerekse onların etrafındaki bedevilere Allah'ın Peygamberinden geriye kalmaları ve kendi canlarını onun canına tercih etmeleri yaraşmaz. Çünkü onların Allah yolunda bir susuzluk, bir yorgunluk, bir açlık çekmeleri, kafirleri öfkelendirecek bir yere ayak basmaları ve düşman karşısında bir başarı sağlamaları dolayısıyla mutlaka kendileri için bir salih amel yazılır. Şüphesiz Allah iyilik edenlerin ecirlerini zayi etmez."(Tevbe, 9/120)

* Müminlerin Allah'ın tercihine mazhar olan cemaat olduklarına inanmak: "Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder kötülükten alıkoyarsınız ve Allah'a iman edersiniz" (Ali İmran, 3/110)

Şüphesiz bu adımların her biri değeri yüksek bir ameldir. Bu amelle birlikte ihlas olmazsa, ne sonuç verir ne de geçerli olur.

Sekizinci Risale: Metot ve Kültürel Program Risalesi

Bu risale 1359/1940 yılında yazılmış, çeşitli defalar neşredilmiş, bir defasında da "İhvan-ı Müslimin'in Kültür Programı İçin Genel Bir Teklif" (2) adıyla yayınlanmıştır.

Bu risalenin hedefi ve gayesi şöyle açıklanmıştır:

1.İhvan'ı gereken sorumluluğu üstlenmeye ehil kılacak bir hazırlıkla hazırlamak. Çünkü onlar, İhvan-ı Müslimin'in davet yükünü taşıyan verimli davetçiler olacaklar.

2.İhvan'ı kültürel olarak yönlendirmek ve ilmi noksanlığı tamamlamak.

3.Daveti üstlenmek ve onu en yakın yoldan zafere götürmek için lazım gelen çeşitli üretim alanlarındaki kabiliyet ve yetenekleri güçlendirmek.

Sonra İmam el-Benna bu risalesinde, öğretimin genel düzeninden, öğrencilerin bu kültürel programın halkalarına kabul edilme şartlarından, alınan öğretim kararlarından ve imtihanlardan bahsetmiştir.

Bu öğretim sırasındaki düzenlilik, başaran kişiyi İhvan-ı Müsli-min'in davetçilerinden olması için ehliyetli kılar, hatta bu kişinin onu taahhüt etmesi gerekir.

"Kültürel Program" risalesinde yer alanların hepsi devamlı çalışma ve gayreti gerektiren bir öğrenim sürecidir. Bunlardan birinin dahi ihlassız olması düşünülemez.

Dokuzuncu Risale: Dün ile Bugün Arasında

Bu risale 1360/1942 yılında İkinci Dünya Savaşı sırasında yazılmıştır. Bu risale "İslam Düşüncesinin Gelişimi" diye isimlendirildiği gibi "Ümmi Peygamberin Risalesi" şeklinde de adlandırılmıştır.

İmam el-Benna, bu risalede, sosyal ıslah konusunda Kur'an'ın metodunu açıklamış ve ıslahın temel prensiplerini şu şekilde belirlemiştir:

1.Rabbanilik

2.İnsanlık kimliğinin yüceliği

3.(Uhrevi) ceza (ve mükafat) inancının yerleştirilmesi

4.Müslümanlar arasında kardeşlik ilanı

5.Erkekle kadının birlikte kalkınmasını sağlamak

6.Hayat, mülk edinme, çalışma, sağlık, özgürlük, öğrenim ve her ferdin güvenliği gibi hakları sağlamak ve kazanç kaynaklarını belirleyerek sosyal hayatı güvence altına almak.

7.İki temel içgüdüyü kontrol altına almak. Biri kendini koruma, diğeri cinsel içgüdü.

8.Temel suçlarla tavizsiz bir şekilde mücadele etmek.

9.Ümmetin birliğini özenle korumak, bu birliği bozma sebep ve davranışlarını ortadan kaldırmak.

10.Ümmeti, İslam nizamının getirdiği gerçek ilkeler uğrunda cihad etmekle yükümlü kılmak.

11.İslam devletini, bu fikrin temsilcisi, koruma görevlisi ve toplumda amaçlarını gerçekleştirmenin sorumlusu olarak görmek.

12.Devleti, bu fikrin tüm insanlara tebliğiyle sorumlu olarak görmek.

Daha sonra İmam el-Benna, İslam nizamının uygulamalı prensiplerinden bahsetmiş ve onlardan bazılarını şu şekilde sıralamıştır:

1.Namaz kılmak ve zikir yapmak

2.Oruç tutmak ve iffetli olmak

3.Zekat ve sadaka vermek

4.Hac, seyahat ve yolculuk

5.Dilenciliği haram kabul ederek çalışıp kazanmak

6.Cihad etmek ve savaşçıların teçhizatlarını sağlamak

7.İyiliği emretmek

8.Kötülükten alıkoymak

9.İlim ve marifetle nasiplenmek

10.İnsanlarla iyi ilişkilerde bulunmak

11.Beden sağlığını korumaya özen göstermek

12.Yöneticiyle yönetilen arasında sosyal dayanışmayı sağlamak

Sonra İmam el-Benna, İhvan-ı Müslimin cemaatinin hedeflerinden bahsederek bunları dört noktada özetliyor:

1.İslam vatanının bağımsızlaştırılması

2.Bu vatanda İslam hükümlerini uygulayan bağımsız bir İslam devletinin kurulması

3.Öğretimin ıslahı için çalışmak; fakirlik, cehalet, hastalık ve suçlarla savaşmak

4.İslam şeriatını hakkıyla temsil edebilecek örnek bir topluluğu oluşturmak

Bunlardan sonra da cemaatin hedeflerini gerçekleştirebilmek için baş vuracakları yöntemlerden bahsederek bunları da üç noktada özetliyor:

1.Derin bir iman

2.Hassas bir yapılanma

3.Aralıksız çalışma

Onuncu Risale: Öğretiler Risalesi

İmam el-Benna bunu 1362/1943 yılında, İkinci Dünya Savaşı sırasında yazmıştı. Bu risale, risalelerin en hacimli, en hassas ve ıslah metodu için en kapsamlı olanıdır. Böyle olmasına şaşmamak gerekir. Çünkü bu, cemaat fertlerinden oluşmuş seçkin bir topluluğa yönelik yegane risaledir. Ayrıca, mücahid kardeşlere veya oluşum ve bilgilenme dönemlerini aşmış olan sadıklara ya da icra etme döneminin kaplarında bulunanlara hitap ediyor.

İmam el-Benna bu risalede söz üslubuna değil çalışma üslubuna itibar etmiştir.

İmam o risalede beyat rükunlarından veya İslam için çalışma rükunlarından ya da İslam ümmetini ıslah metodu prensiplerinden bahsetmiştir. Bunları on rükun halinde sıralamıştır:

1.Anlayış (3)

2.İhlas (4)

3.Çalışma (5)

4.Cihad

5.Fedakarlık

6.İtaat

7.Sebat

8.Soyutlanma

9.Kardeşlik

10.Güven (6)

Bu on ilke (rükun) düşündüğümüzde, bunların mükemmel bir İslami ıslah metodu olduğunu görürüz ki onun yükünü ancak büyük, sadık ve mücahit adamlar kaldırabilir. Bunlar da sadece ısrarlı ve ciddi çalışmakla olur. Dinle ilgili tecdid ve ıslah anlamındaki çalışma, Allah'ın rızasını amaçlamaya, onun rızasını ve güzel mükafatını aramaya, sadece Allah için yapma gayesine dayanmadıkça hiçbir değer ifade etmez.

Bu amellerde ihlas yoksa, insanlar dünya ve menfaat talibi olurlar; makam ve mevkiyi ele geçirme mücadelesinde savaşçı kesilirler. Halbuki aslolan, onların ihlasla birlikte inanç ve fikir erleri olmalarıdır.

On birinci Risale: Bu risale, halkın ve cihad merkezlerinin sorumlularına yöneliktir.

Şehid İmam bunu, 3 Şevval 1364/8 Eylül 1945 tarihinde, İkinci Dünya Savaşı sona erdikten altı gün sonra hitabe olarak vermiştir. Şöyle ki, ABD 1945 yılının Ağustos ayında, Japonya'nın Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine atom bombası attıktan sonra savaş bitti. 2 Eylül 1945 tarihinde Almanya ve Japonya teslim oldu.

-İmam el-Benna, bu risalesinde İhvanı Müslimin Cemaati'nin gayelerini açıklama, bu hedefleri gerçekleştirmek için yöntemleri belirleme üzerinde yoğunlaşmıştır. Cemaatin gayelerine veya hedeflerine gelince, İmam el-Benna onları bu risalede yedi hedef olarak özetlemiştir:

1.Müslümanların kendilerini ve anlayışlarını düzeltmek

2.Kur'an davetini açıklamak

3.Müslümanları pratikte Kur'an prensipleri üzerinde birleştirmek

4.Topluluklara hizmet etmek ve onları, cehalet, hastalık, fakirlik ve ahlaksızlıkla savaşmak suretiyle toplum hastalıklarından temizlemek

5.İktisadi reform, malı artırma ve onu koruma

6.Faziletli bir İslami hükümeti kurmaya çalışmak

7.İslam daveti evrensel olduğu için onu tüm dünyaya tebliğ etmek

Cemaat'in bu gayeleri gerçekleştirme yöntemlerini, İmam el-Benna bu risalede dört maddede özetlemiştir:

1."Tanıtım" için tebliğ yoluyla yaymak

2."Oluşum" için bu öğretiler üzere nefisleri terbiye etmek

3."Yönlendirme" için dünyalık işlerde doğru yöntemler koymak

4."Uygulama" için, ümmet üzerinde uluslararası yaptırım gücüne sahip temsilciler kurullarına yönelmek

Bu risale, şube sorumlusundan bölge sorumlusuna kadar her düzeyde, cemaat içindeki sorumlulara yönelik olduğundan dolayı buna dikkat çekilmiştir. Bu hususta da, işlerinden hiçbir şeyi unutmamaları için onlara hedef ve gayelerini hatırlatma vardır.

On ikinci Risale: İslam'ın Işığında Problemlerimiz

Bu risale 1366/1947 yılında yazılmıştır.

-İmam el-Benna, bu risalede hükümete, yönetime ve hem Allah'ın hem de insanların huzurunda hükümetin omuzuna yüklenmiş sorumluluğa ağırlık vermiştir. Bundan dolayı o, İslam'ın yönetimle ilgili ıslah metodundaki adımları hatırlatmaya çalışmıştır. Bunları da üç noktada topluyor:

1.Yöneticinin Sorumluluğu

Yönetici halkın ve Allah'ın huzurunda sorumludur. O halkın nezdinde ücretli ve işçidir. Bu anlayış Resulullah'ın şu hadisinden kaynaklanmıştır: "Hepiniz, çobansınız; hepiniz güttüklerinizden sorumlusunuz."

2.Ümmet Birliği

Çünkü İslam ümmeti tektir. Zira o, Allah'ın kalpleri üzerinde birleştirdiği kardeşlik ümmetidir. Bu kardeşlik prensibi iman prensiplerinden biridir ki, iman ancak onunla tamamlanır. Ancak bu, fikir beyan etmeye ve öğüt vermeye engel teşkil etmez. Çünkü "din nasihattir."

3.Ümmet İradesine Saygı

Bu, yöneticiyi en hassas bir şekilde denetler ve hayırlı gördüğü şeyleri ona bildirir. Yöneticinin müşavere etmesi, halkın iradesine saygı göstermesi ve ümmetin görüşlerinden yerinde olanı alması gerekir. Kur'an-ı Kerim'de: "...işlerde onlarla görüş alışverişinde bulun." (Ali İmran, 3/159) diye buyurulmaktadır. -İmam el-Benna bu risalede şu tespiti ortaya koymuştur: Bu temel kurallar yöneticinin sorumluluğunu, ümmetin birliğini ve ümmetin iradesine saygıyı gerçekleştirirse artık şekiller ve isimler, yönetim konusunda İslami düzeni ilgilendirmez.

Bu, İmam Hasan el-Benna'nın İslami çalışma anlayışının ve bu anlayışın mükemmel bir ıslah programına nasıl dönüşeceğinin, hayatın gereklerini nasıl ele alacağının özet bir şeklidir. Nitekim, İmam el-Benna'nın on iki olarak zikrettiğimiz ve ıslah metoduyla ilgisi olan metinlerden örnekler verdiğimiz risaleleri ve yazıları buna delalet etmektedir. Ancak biz onun yazdığı risalelerin tümünü kapsam içine almadık, çünkü bu araştırmada bizim hedefimiz bu değildir.

Bu alanda varmak istediğimiz hedef şudur: Sözü edilen on iki risalede zikrettiğimiz adımlardan her biri, hedeflerden birini gerçekleştirmek için ortaya konan her bir yöntem gerçekte bir ameldir, çalışmadır. Hatta az ve basit olmayan bir çalışmadır. Madem ki o bir ameldir, öyleyse mutlaka onda ihlas olması gerekir.

Hasan el-Benna'nın ıslah anlayışında ihlasın yerini beyan etme düşüncemiz işte budur. Allahu Teala'dan bizi bunda muvaffak kılmasını diliyoruz.

İmam el-Benna'nın nazari ve ilmi bakımdan ıslah anlayışı bu olunca, bu tablo ancak onun ıslah anlayışında ilmi ve tatbiki bakımdan ihlasın yerini bilmemizle tamamlanır.

Başarı Allah Teala'dandır.

Ameli ve Tatbiki Bakımdan Islah Anlayışı

İmam el-Benna'nın tecdid ve ıslah metodu, yukarıda serdettiğimiz delillerle ilmi ve nazari olarak zenginleştikten sonra ameli ve tatbiki bir şekil aldı.

İmam Ebu Hamid el-Gazali'nin de dediği gibi İslam alimlerince amelsiz ilmin delilik olacağı, ama ilimsiz amelin de olamayacağı kabul edilmiştir.

-Geçmiş alimlerimizin üzerinde ittifak ettiği hususlardan biri de şudur: Bir kimse yüz sene ilim okusa ve bin tane de kitap derlese o kişi Cenabı Hakk'ın şu ayetlerine göre Allah'ın rahmetine mazhar olamaz: "Ve insan için kendi çabasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39)

"Artık kim Rabbine kavuşmayı umuyorsa salih amel işlesin ve Rabbine olan ibadetine kimseyi ortak tutmasın." (Kehf, 18/110)

"De ki: "Yapacağınızı yapın. Allah da, Peygamberi de, mü'minler de yaptıklarınızı görecek ve gizli olanı da açık olanı da bilene döndürüleceksiniz. O size yapmakta olduklarınızı bildirecek." (Tevbe, 9/105)

* Sünneti Nebeviyye de amelin gerekliliğini ve yalnızca ilimle yetinilmemesi gerektiğini vurgulamıştır. İbnu Mace, Ali ibnu Ebi Talib (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İman kalple onaylamak, dille söylemek ve temel prensiplerle de amel etmektir."

* İbnu Mace, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İmanın altmış veya yetmiş küsur şubesi vardır. En aşağısı yoldaki engeli kaldırmaktır, en yukarısı da "Allah'tan başka ilah yok" sözüdür. Haya da imandan bir şubedir."

* İmam Buhari, Sahih'inde, Cenabı Hakk'ın aşağıdaki ayetinden dolayı "İman ameldir, diye söyleyen kişinin durumu" başlığı altında bir bab tertip etmiştir. Yüce Allah şöyle buyurur: "İşte yaptıklarınıza karşılık mirasçısı kılındığınız cennet budur. Orada sizin için bolca meyveler vardır ve onlardan yersiniz." (Zuhruf, 43/72-73)

-Ameli olarak ıslahtan söz etmeden önce, amel ile ihlası sağlam bir bağla birbirine bağlayan bazı hakikatleri belirtmek istiyoruz. işte o hakikatler şunlardır:

* Islah metotlarının her biri için adımlar vardır. Her adım da çalışmayı gerektirir. İslami çalışma alanlarının hiçbirinde ihlassız amel düşünülemez. Amel işleyenin, ameliyle Allah'a yönelmesi gerekir. Çünkü Allahu Teala kendisine başkasının ortak edildiği ameli kabul etmez ve ona mükafat vermez.

* Amelin hem dünyevi hem de uhrevi yönleri kapsayacak şekilde birlikte olması gerekir. Biri öbürüne baskın çıkmamalıdır. Ahiret için de çalışmak gerekir. Zira ahiret, sevap, ceza ve karar yurdudur. Dünya için çalışmak da Allah'ın dinini yeryüzüne hakim kılma gayesine yöneliktir. Bunun anlamı şudur: İster dünyevi ister uhrevi olsun İslam için çalışmak Allah Teala'ya kulluk (ibadet)tir. Madem ki böyle bir çalışma ibadettir öyleyse onun sadece Allah rızası için olması gerekir. Bu konuda Allahu Teala şöyle buyurmuştur: "Oysa onlar dini yalnız O'na halis kılan hanifler olarak Allah'a kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. İşte dosdoğru din de budur." (Beyyine, 98/5)

Ameli yalnızca Allah'a halis kılmak, ancak tüm söz ve fiillerde niyet etmekle olur. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.s.)'in bize haber verdiği gibi, ameller niyetlere göredir. Yine Hz. Peygamber'in ifade ettiği üzere, insanlar niyetlerine göre dirilecekler. Nitekim o bir hadisi şerifinde şöyle buyurmuştur: "Ey Yezid! Sen niyetinle sevap kazandın. Ey Ma'n! Aldığın mal da senindir." (7)

İmam Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şüphesiz ki Allah sizin ne cisimlerinize ne de şekillerinize bakar; fakat O sizin kalplerinize bakar."

* Amellerin büyükleri için olduğu gibi küçükleri için de ihlas ve niyet gerekir. Hiç kimsenin bir ameli küçümsemesi veya azımsaması yakışık almaz. Hatta insanın önemli görmediği halde söylediği bir söz, bazen onun hasenat mizanında olur, bazen de basit olmayan aleyhte bir hesaba dönüşür.

* Herhangi bir Müslüman amellerinden birinde Allahu Teala'-dan başkasını kastederse, bu amel ahirette onun için bir kötülük olur. Hadisi nebevide geldiği gibi orada ona: "Sen, hakkında şöyle şöyle denilmesi için amel işliyordun ve öyle de denildi, şimdi ise bizim katımızda sana ecir yoktur" denilir. Müslümanlar arasında üzerinde ihtilaf bulunmayan ve hepsi de İslami nasslarla desteklenen bu hakikatlerin ışığında gönül huzuruyla şunu söyleyebiliriz:

İmam el-Benna (r.aleyh)'in söylediklerinde, yazdıklarında ve yaptıklarında çağrısını yaptığı ıslah adımlarının her biri, ancak onlarla beraber ihlas olursa ve o adımların içinde ihlas bulunursa gerçekleşir.

Bu itibarla çalışma ve tatbik alanındaki bu ıslah anlayışı için plan ve metot hakkında iki düzey vardır.

Birincisi. Fertler düzeyinde olanı

İkincisi: Bizzat cemaat düzeyinde olanı.

Cemaat içindeki fertlerden istenilen veya bizzat cemaatin mükellef tutulduğu bu çalışmaların ihlas üzerinde yoğunlaştığını vurgulayarak ve Allahu Teala'dan yardım ve isabetli kılmasını dileyerek onları aşağıdaki şekilde açıklayacağız.

1. Fertler Düzeyindeki Uygulama

İhvanı Müslimin cemaatindeki fert, cemaat yapısının üzerinde yükseldiği temel tuğladır. Bu fert, İslam metoduna, ahlak ve adabına bağlı olduğu kadar, cemaat yapısında pay sahibi olabilir.

Bundan dolayı cemaat, ferdi; ruhi, ahlaki, akli, bedeni, içtimai, siyasi, iktisadi, kültürel, estetik ve cihad bakımından hazırlamak suretiyle terbiye metoduna önem verdiği gibi erken dönemden itibaren ferdin İslami terbiyesine de önem vermiştir. Çünkü cemaat, ferdin sağlıklı binanın üzerine inşa edildiği sağlam ve güçlü tuğla olduğuna inandığı için ona önem vermiştir.

Cemaat'in vesika ve belgeleri kurucu imam el-Benna'nın yazdıkları ve cemaat anayasasının kapsamı iyice araştırılınca, onlarda ferdin terbiyesini amaçlayan birçok terim bulunacaktır. Şunlar örnek olarak verilebilir:

-Ferdi hazırlamak ve eğitmek

-Ferdi davet

-Ferdi terbiye -Ferdin kendisine lüzumlu gördüğü zikir ve dualar

-Ferdin yapmak zorunda olduğu ameller

-Kendi kendini hesaba çekmek.

Bütün bunlar, cemaat metodunun ferdin hazırlanmasına ve eğitimine öncelik verdiğine açık bir şekilde delalet ediyor.

Fert düzeyinde metot uygulamasına iki konuda değineceğiz:

* "Akidemiz" risalesinde yer alan taahhütler

* Çalışan kardeşin ödevleri

a.Akidemiz Risalesinde Yer Alan Taahhütler:

Şimdi zikredeceğimiz bu taahhütler, ferdin kendi üzerine vacip kıldığı, yalnızca bilmekle kalmayıp tatbik etmesi gereken ahitlerdir. Bu ahitlerin hiçbirinin ihlastan ve Allah rızasından hali olması mümkün değildir.

Bu taahhütler şunlardır:

* Kur'an-ı Kerim'den bir cüz okumaya söz veriyorum.

Bu konuda şunları da sormamız gerekir:

Taahhüt ettiğini okurken onu kim görüyor?

Gecenin ortasında o okurken, secde ederken ve rükuya varırken bunu kim biliyor? Şüphesiz ki bunu, kulun yöneldiği Allah'tan başka kimse bilmiyor. İşte amelin ihlası budur.

* Hz. Peygamber'in temiz sünnetine sarılmayı, onun siretini ve arkadaşlarının tarihini öğrenmeyi taahhüt ediyorum.

Sünnete sarılmak yemekte, içmekte, hareket ve sükun halinde, uyku ve uyanıklık halinde, insanlarla bir arada yaşamada sünnetleri uygulamak ve onlarla amel etmektir. Bunlara uymamak, ferdin Allah'ın huzurunda kendi üzerine aldığı taahhütleri yerine getirmemesidir.

Bunların hiçbiri de ihlassız olmaz. Olursa Allah'ın huzurunda bir değeri yoktur.

Bunları da yalnızca Allah bilir.

* Dosdoğru olmaya, ibadetleri yerine getirmeye ve yasaklardan kaçınmaya kesin söz veriyorum.

Bu doğruluğu denetleyen kim? Doğruluk söz mü, amel mi?

İhlas olmadan dosdoğru olmak mümkün mü?

* Gelirlerimden bir kısmını iyilik ve hayır işlerine ayırmayı taahhüt ediyorum. Bu taahhüdün mihenk taşını bilen kim? Bunu denetleyen kim?

Bunun ihlas olmadan gerçekleşmesi mümkün mü?

* İslami bilgileri ailem içinde yayacağıma, İslam'a karşı çıkan her türlü yayın, gazete, kitap, kuruluş, parti ve kulüple ilgimi keseceğime kesin söz veriyorum. Bu taahhüdü Allah'tan başka denetleyecek kimse var mı?

Bunları ihlas olmadan düşünmek mümkün mü?

* Yaşadığım sürece İslam'ın yücelmesi ve eski şanını kazanması yolunda cihad etmeyi, bütün Müslümanlar arasında kardeşlik bağını güçlendirmek, gruplar arasındaki anlaşmazlık ve nefreti gidermek için gayret sarfetmeyi taahhüt ediyorum. Bu ihlassız nasıl olur?

Bu taahhütler pratik olarak metoda uyma zorunluluklarıdır ki Allah her ferdi bu taahhütleriyle hesaba çeker ve ihlası ölçüsünde mükafatlandırır.

b.Çalışan Kardeşin Yükümlülükleri

Bu yükümlülükler, İslam metodunun hayatta pratik uygulamalarıdır. Bu ödevler kişisel görevlerdir ki, Müslüman kardeş Allah'ın huzurunda onlardan sorumlu olur. Bu uygulamalı olan ödevler, bana göre şu üç alan içerisindedir:

-İbadetler

-Faziletlerle bezenme

-Rezaletlerden uzak durma

Bunlar geniş bir şekilde şöyle açıklanabilir:

Birincisi: İbadetler

1.Müminin, her gün Allah'ın kitabından bir cüzden az olmamak üzere virdi olmalı. 2.Kur'an-ı Kerim'i güzel okumalı, iyi dinlemeli ve anlamları üzerinde derin derin düşünmelidir. Hz. Peygamber'in siretini ve selefin tarihini incelemeli, çokça hadis okumalı, en azından kırk hadis ezberlemeli ve akaid ile fıkıh alanında hiç değilse birer kitap okumalı.

3.Doğru sözlü olmalı, asla yalancı olmamalı.

4.Sözüne, vadine ve ahdine vefalı olmalı, şartlar ne olursa olsun asla vadinden dönmemeli.

5.Sürekli Allah'ın kontrolünde olduğunu bilmeli, ahireti düşünmeli ve ona hazırlanmalı, nafile ibadetlerle Allah'a yaklaşmaya çalışmalı.

6.Güzelce temizlenmeli ve çoğu zaman abdestli olmalı.

7.Namazı güzel kılmalı, dikkatli bir şekilde devam etmeli, cami ve cemaat hususunda çok istekli olmalı.

8.Ramazan orucunu tutmalı, gücü yetiyorsa hacca gitmeli.

9.Daima cihad etme niyeti ve Allah yolunda şehid olma arzusu taşımalı.

10.Daima tevbe ve istiğfar tazelemeli, küçük günahlardan korunmalı, yatmadan önce bir miktar gündüzün yaptığı hayır ve şerrin muhasebesini yapmalı, zamanın değerini bilmeli ve şüpheli şeylerden sakınmalı.

İkincisi: Faziletlerle bezenme

1.Genel sağlık kontrolü yaptırmalı, hastalık varsa tedavi ettirmeli, vücudun korunmasına ve güçlenmesine önem vermeli, sağlığı bozacak şeylerden uzak durmalı.

2.Evde, giyecekte, yiyecekte, bedende, çalışma yerinde ve her şeyde temizliğe dikkat etmeli. Çünkü din temizlik üzerine bina edilmiştir.

3.Cesur olmalı. Şecaatin en faziletli olanı hakkı açıkça söylemek, sır saklamak, hatayı kabul etmek, insaflı olmak ve öfke sırasında nefsine hakim olmaktır.

4.Vakur olmalı, daima ciddiliği tercih etmeli. Şakalaşmak ve tebessümle gülmek ciddiyete engel olmaz.

5.Çok hayalı, hassas ve bilinçli olmalı, güzellik ve çirkinliğe çok dikkat etmeli, çünkü güzellik sevindirir, çirkinlik üzer; yağcılık yapmadan, teslimiyetçi olmadan ve zillete boyun eğmeden mütevazı olmalı.

6.Adil olmalı ve her durumda doğru karar vermeli.

7.Kamu hizmetinde deneyimli olarak büyük bir faaliyet içinde olmalı.

8.Yumuşak kalpli, cömert, bağışlayıcı, müsamahakar, mutedil, insan ve hayvana karşı rıfk ve hilim sahibi, insanlarla birlikte güzel yaşayan, sosyal ve İslami adabı koruyan biri olmalı. Gıybet etmemeli, bağırıp çağırmamalı, girip çıkarken izin almalı.

9.Okuma ve yazmayı güzelleştirmeli, araştırmayı çoğaltmalı, kendisi için özel kütüphane oluşturmalı, uzman biri ise ilim ve fen alanında derinleşmeli.

10.Zengin olsa da kendini iktisadi işlere vermeli, zayıf olsa da bağımsız işi tercih etmeli.

11.Yenilik, sağlamlık, dürüstlük ve güvenilirlik bakımından işini yapmada hırslı davranmalı.

12.Hakkını alırken güzel yollarla almalı, insanların haklarını eksiksiz ve tam olarak vermeli ve asla geciktirmemeli.

13.İslami iktisadın ürünlerini ve sınai mamullerini desteklemek suretiyle çalışan İslami sermayeye hizmet etmeli, durumu ne olursa olsun gayri müslimlerin elinde bulunmayan sermayeyi istemeli, İslam ülkelerinin ürettiklerinden başka bir şeyi ne giymeli ne de yemeli.

14.Malından bir kısmını davete ayırmalı ve farz olan zekatı vermeli.

15.Az da olsa gelirinden bir kısmını acil durumlar için saklamalı, asla lükse düşmemeli.

16.Nefse karşı, onu boyun eğip söz dinler hale getirinceye kadar tavizsiz bir şekilde cihad etmeli, hoşgörülü davranmalı, duygulara hakim olmalı, nefisteki iç güdülerin baskılarına karşı koymalı ve daima onları temiz ve helal olanlara yönlendirmeli.

17.Biriminde bulunan kişileri teker teker iyi tanımalı ve aynı şekilde kendini de onlara tanıtmalı, sevgi, takdir, yardım ve cömertlik yönünden kardeşlerin haklarını vermeli.

18.Her yerde daveti yaymaya çalışmalı, bütün şartlarıyla önderliği iyi kavramalı, davete özünden etki edecek bir işe izinsiz kalkışmamalı.

Üçüncüsü: Rezaletlerden Uzak Durma

1.Kahve, çay ve benzeri içeceklerde israftan uzak durmalı, zaruret olmadıkça içmemeli, sigara içmekten kesinlikle kaçınmalı.

2.Davette görev alma hususunda çok arzulu olmamalı; ama verilince de reddetmemeli.

3.Ardındaki maksat ne olursa olsun kumarın her türlüsünden uzak durmalı, haram kazanç yollarından kaçınmalı.

4.Bütün muamelelerde faizden uzak durmalı ve ondan tamamen temizlenmeli.

5.Gayri İslami kurumlarla, İslam düşüncesine karşı çıkan kuruluş, okul, topluluk, gazete ve kulüplerle ilişkileri kesmeli.

6.İçki, kumar, uyuşturucu ve benzeri şeylerin tümünden sakınmalı.

7.Kötü kimselerden, fesatçı dostlardan, oyun, günah ve masiyet yerlerinden uzak durmalı.

8.Lüks ve rehavet görüntülerinden uzak durmalı.

9.Fikri alanda ilişkisi bulunmayan topluluk veya kuruldan ilgiyi kesmeli.

Bunlar, İhvan'dan herkesin üzerine düşen şahsi görevlerdendir; hatta Müslümanlardan herkesin üzerine düşen görevlerdir.

Bu görevlerden her biri, iman edilen ve hak olduğuna kesin olarak kanaat getirilen İslami sistemin pratiğidir. Bu sistem, ferdin, toplumun ve İslam ümmetinin ıslah yoludur. Yine bu sistem, Allah'ın şeriatını kendi kullarına tatbik eden İslami hükümeti kurmayı hedefleyen, sakin bir yöntemdir.

Bu vazifeler uygulama olmaları sebebiyle, yalnızca Allah'ın rızasına, O'nun sevabına ve O'nun için yapılması düşüncesine dayanmadıkça, hedeflerin gerçekleştirilmesi -ki ondan da maksat İslami yönetimi kurmaktır- ve Allah'ın rızasına muvafık olması düşünülemez.

Netice itibariyle fertler düzeyinde pratik olarak ıslah anlayışı bu olunca; bu anlayışın cemaat düzeyindeki durumu nedir? Bu soruya aşağıdaki şekilde cevap vermeyi düşünüyoruz. Başarıya ulaştıran Allah'tır.

2.Cemaat Düzeyindeki Uygulama

İhvan-ı Müslimin cemaati, ıslah anlayışının bir uygulaması, inandığı prensiplerin ve İslami değerlerin icrası olarak gördüğü amelleri kendisine vacip kılar. Onlar bu amellerin uygulamasını kendilerine vacip kılınca, doğruluğunu pekiştirmiş oluyor ve din işlerini yenileme ve ıslah için çalışmayla ilgili doğru anlayışa delil teşkil ediyorlar.

Cemaattaki bu bilinç, cemaatin doğuşundan beri yalnızca sözde değil, çalışma ve uygulama zaruretiyle başladı. Yine bu bilinç, çalışma ve uygulama zaruretinden dolayı, cemaatin henüz bir yılını doldurmadan derinliği ve olumluluğu artmaya başladı.

Bu durum cemaatin erken tarihinden itibaren sosyal ve ekonomik projelerinde ortaya çıktığı gibi vesikalarında da ortaya çıkmaktadır.

Biz burada onları açıklamaya çalışacağız ve cemaatin vesikalarından, cemaat çalışmalarından, uygulamalı çalışma alanlarındaki projelerinden deliller sunacağız. Biz bunları delillendirip birtakım örnekler vermeye çalışacağız. Ancak tümünü kapsam alanına alamayız.

Çokluğuna rağmen cemaatin vesikalarından anayasasında yer alanlarla yetineceğiz. Sonra da cemaatin çalışma alanlarında ve projelerinde gösterdiği gayretleri zikredeceğiz.

Muvaffakiyet Allah'tandır.

a.Cemaatin Anayasasındaki Uygulama Anlayışı

Cemaatin anayasası veya Temel Nizam Yasası cemaat vesikalarının en önemlisi, en köklüsü ve en eskisidir. Çünkü cemaatin 1346/1928 yılında ortaya çıkmasından sonra çalışmayı düzenleyen, hedeflerini ve bu hedefleri gerçekleştirmedeki yöntemlerini açıklayan bir kanun üzerinde fikir üretmesi gayet mantıklıdır.

Cemaatin hedeflerini gerçekleştirmedeki yöntemleri dikkatlice incelendiğinde, nazari olarak değil pratik yöntemlerin tümünü bulursunuz. Ben burada, bunu aşağıdaki şekilde izah etmeye çalışacağım:

Birincisi: Topluma yönelik olarak bu yöntemler dörttür:

1.Davet

2.Terbiye

3.Yönlendirme

4.Çalışma

İlk bakışta, bunlardan çalışma yöntemi dışındakilerin nazari oldukları görülecektir. Fakat şimdi baş vuracağımız usulle, bu dört yöntemin de ameli (pratik) olduğu kesinlik kazanacaktır.

İkincisi: Yöntemlerin Tafsilat ve Delaletleri

1.Davet: Yayın ve çeşitli iletişim yolları, gazete, dergi, kitap, matbuat, içte ve dışta temsilciler ve heyetler hazırlama gibi usullerle davet yapılmalıdır.

* Davet yöntemi üzerinde birazcık düşünce, onun cemaatin hedeflerini gerçekleştiren pratik yollardan olduğunu pekiştirecektir. Oysa kanunun belirlediği davet kavramlarının tümü, yayın, radyo, risaleler, neşriyat, gazeteler, dergiler, kitaplar ve matbuattan oluşmaktadır.

Bu kavramların tümü gerçekte çalışma ve uygulamanın kendisidir. Edebi, mali, maddi ve manevi gayretler isteyen bir hazırlığa ihtiyaç duyan bir çalışmadır. Onların bazısı da yayın, donanım, baskı, neşir ve dağıtıma muhtaçtır. Ben günlük olarak yayımlanan "İhvan-ı Müslimin Gazetesi"nin nasıl dağıtıldığını hala hatırlıyorum. Çünkü ülkeyi işgal etmiş olan sömürgecilere boyun eğmiş, dağıtım şirketleri veya sömürgecilerin elinde bir araç konumuna düşmüş olan hükümet bu gazeteye savaş açmıştı. Kardeşlerden her biri bisikletlerine binerek dağıtım işini yerine getiriyorlardı. İhvan'ın bölgelerinden her biri, kendi bölgesinde dağıtım işini üstlenmişti.

İhvan'ın gençleri bu konuda hayret verici büyük bir gayret sarfetmişlerdi. Bu gençler, okullarına, üniversitelerine ve işyerlerine gitmeden önce gazeteyi dağıtarak, dağıtım şirketlerinin planlarını bozmuştular.

Gazetenin dağıtımı, günlük derse benzer bir çalışma olmuştu ki, hiçbir sorumlu, geçerli bir özrü olmadıkça bu çalışmadan geri kalamazdı.

Davet için dışarıda ve içeride temsilciler ve heyetler hazırlamak, kendi alanında öncü bir çalışma olmuştu. Bazı müdürleri ve devlet dairelerini ziyaret etmek için hazırlanan davetçiler kendi aralarında iş bölümü yapıyorlardı. Biri mescide, diğeri kulübe, öbürü okula veya üniversiteye, öteki köy muhtarına gidiyordu.

Aynı şekilde Mısır dışına da davetçi gönderme hazırlığı vardı. Suriye'ye, Irak'a, Ürdün'e, Sudan'a, Yemen'e vs. gönderiliyordu.

Bu heyetlerin en mutlusu, genel mürşide dahildeki veya hariçteki gezilerinde arkadaşlık etmesine karar verilen kişiydi.

2.Eğitim: "Heyet üyelerini bu prensiplere (İslam prensipleri kastediliyor) göre yetiştirmek, sözlü değil pratik dindarlığı evler ve fertler bazında gönüllere yerleştirmek, üyeleri -sporla bedensel, ibadetle ruhsal, ilimle zihinsel olarak-sağlıklı yapıya kavuşturmak, gerçek kardeşliğin, tam gelişimin, üyeler arasındaki hakiki yardımlaşmanın anlamını tertip etmek suretiyle eğitmek. Bunların neticesinde İslami bir kamuoyu oluşur, İslam'ı doğru bir şekilde anlayan yeni bir nesil doğar, onun ahkamıyla amel eder ve bu sayede de kalkınma başlar."

* Bu yöntem üzerinde düşünme, bizim için bu yöntemin teorik olmaktan çok pratik bir yöntem olduğuna delil olur. Örnek olarak şu söylenebilir:

-Pratik dindarlığın fertler ve aileler bazında gönüllere yerleşmesi söz ve kelam değil bizzat bir amel ve uygulamadır.

-Gerçek kardeşliğin, eksiksiz gelişimin ve üyeler arasında hakiki yardımlaşmanın anlamını tespit etme, sözün çalışma ve uygulamaya muhtaç olduğu bir çalışma programıdır.

-İnsanları, sporla bedensel, ibadetle ruhsal, ilimle zihinsel olarak sağlıklı bir yapıya kavuşturma, nazari ve sözlü değil bizatihi ameli ve tatbiki bir durumdur.

-İnsanların sporla bedensel gelişmesini, ibadetle ruhsal gelişmesini, ilimle akli gelişmesini sağlamak. Bütün bunlar ameldir, tatbikattır, söz ve teori değildir. -Üyeler arasında gerçek yardımlaşmanın, tam bir olgunlaşmanın, sadık dostluğun anlamını tespit etmek aynı zamanda bir çalışma programıdır. Bu program da, söz, çalışma ve tatbikattan müstağni kalamaz.

3.Yönlendirme: Yönlendirme, eğitim, öğretim, yasama, adliye, idare, askeriye, iktisat, genel sağlık ve yönetim gibi toplumun tüm işlerinde doğru yöntemler koymak suretiyle olur. Bu alanların tümünde İslami yönlendirme ile yol göstermek, onunla özel alanlara yönelmek, temsil, yasama, uygulama ve uluslararası ilişkilere kadar uzanmak, nazari düşünme döneminden ameli düşünme dönemine geçmek içindir.

Bu yöntem hakkında düşünmek, bize onun kapsadığı birçok şeyde tatbikat olduğunu gösterir. Bir örnek olarak şunu söyleyelim: Anayasanın önerdiği alanların hepsinde bu doğru metotları geliştirmek, uygulama alanına girmesi için özel cihetler karşısında bu önerileri koymak amacıyla bir çalışma ve çaba göstermedir. -Bu vesilede, -ki o zaruri olarak yapılan bir yönlendirmedir-, bu metotların nazari düşünce alanından ameli düşünce alanına çıkarması açıklanmıştır.

4.Çalışma: Ekonomik, sosyal, dini ve ilmi kurumlar inşa etmek, mescitler, medreseler, klinikler ve barınaklar kurmak... Hayır işlerinde zekat ve sadakaları düzenlemek için komiteler kurmak, bireyler ve aileler arasında barışı sağlamak, sosyal felaketlerle, zararlı alışkanlıklarla, uyuşturucularla, içki, kumar ve fuhuşla mücadele etmek, gençleri doğru yola sevk etmek ve boş vakitlerini faydalı şeylerle doldurmak için çalışmalar yapmak. Bu konularda özel projeler için bağımsız kısımların inşasına başvurulur.

* Çoğunluğu tali konulardan oluşan sözünü edeceğimiz bu yöntem cemaatin alan çalışmaları hakkındadır.

Böylece Cemaatin İslam prensiplerini tatbik etme zorunda olduğunu görüyoruz. Cemaat, İslam prensiplerini kendine anayasa olarak koyduğu günden beri o prensiplere dayanmaktadır ki, cemaatin ilk ve en eski belgesi bu anayasadır.

b.Cemaatin Alan Çalışmaları

Cemaatin ıslah anlayışı, ilimden sonra amele yönelmekle temayüz etmiştir. Bundan dolayı nazariyat ve prensiplerle yetinmek, bunu biricik cehd ve gayretleri olarak saymak doğru olmaz. Çünkü her ne kadar bunda becerikli olsalar da cemaatin kapasitesinin bu kadar olmadığı, asıl ilkelerinin ve maksatlarının amel ve tatbik olduğu bir gerçektir.

Bunun içindir ki, cemaat fikri ve nazariyeyi tatbik ve amel düzeyine çıkarmaya yönelmiştir. Onların çalışmaları şu alanlarda olmuştur:

1.Sosyal kurumlar

2.İktisadi kurumlar

3.Öğretim kurumları

4.Dini kurumlar

Cemaatin bu kurumların her birindeki çalışmalarından kısaca bahsedeceğiz. Zira bu konuda sözü uzatmak hacmi büyük bir kitabı gerektirir ki, ben bazı gayretli kişilerin Mısır tarihi ve cemaatin tarihi üzerine çalışmayı üstleneceklerini ummaktayım. Bu kişilerin İhvan-ı Müslimin'den veya onların dışındakilerden olmaları farketmez. Çünkü İhvan cemaati metoduyla, prensipleriyle ve tüm çalışmalarıyla Mısır tarihinin nabzı atan canlı bir parçasıdır. İnkarcı ve büyüklük taslayandan başka kimse ona ilgisiz kalamaz. Müslümanlara ve İslam'a karşı kin besleyenden veya İslam düşmanlarından korkan özürlü bir kimseden başkası bunu bilmezlik edemez.

1.Cemaatin Meydana Getirdiği Sosyal Kurumlar:

Cemaatin sosyal hizmetlere olan inancı, doğuşundan beri taşıdığı köklü bir inançtır. Bu husus, cemaatin anayasasının 2. maddesinin d fıkrasında şöyle belirlenmiştir:

"Sosyal adaleti gerçekleştirmek, her vatandaşın sosyal güvenliğini sağlamak, halk hizmetlerine katılımı sağlamak, cehalet, fakirlik, hastalık ve kötülüklerle mücadele etmek, hayır ve iyilik işlerini teşvik etmek..."

Kanunda sosyal çalışmanın böyle belirlenmesinden ötürü, cemaatin köklü ve müteaddit sosyal faaliyetleri bulunmaktadır. Hatta, sosyal renk çok kere cemaatin çalışmasında hakim olmuştur.

Sosyal çalışmalar cemaat kesiminde aşağıdaki şekilde şu kollara ayrılmıştır:

Birincisi: İyilik ve sosyal hizmetler

* Cemaat, Kahire'de 1932 yılında yerleşmesinden itibaren bu alanda güzel hizmetler yapmıştır. Şöyle ki bir büro inşa etmiş ve adını "Sosyal Yardımlar Bürosu" koymuştur.

Cemaat bu büro için bir program belirlemişti. Bu program, büronun faaliyetini ve sosyal hizmetlerin sunulduğu grupların türlerini içeriyordu. Programda aile ile ilgili bölümde sosyal hizmetlerin sunulduğu "aileler" şöyle sıralanmaktadır.

-Zamanın zayıf düşürdüğü saygın aile,

-Geçimini sağlayan kişiyi yitirmiş ve yeterli azık kaynağı bulunmayan aile,

-Güzel ahlakıyla tanınmış fakir aileler.

* Programda bu aileler için sunulan sosyal hizmet türleri de aşağıdaki şekilde belirlenmiştir:

-Rahatlatıcı hizmetler: Ayni veya parasal yardımlar sunmak.

-İyileştirici hizmetler: İşsize iş imkanı sağlamak, borç vermek ya da hastaya ilaç temin etmek gibi yardımlarda bulunmak.

-Koruyucu hizmetler: Sağlığı korumaya, hastalıklardan korunmaya yönelik faaliyetler, gıda ya da elbise giydirmek gibi yardımlar.

-Yapısal hizmetler: Fertlerin hayat seviyelerini yükseltmek, işçileri ve zor işlerde çalışan çocukları kapsayan kulüpler kurmak suretiyle onları boş vakitlerini değerlendirmeye teşvik etmek.

* Cemaat farklı çalışma alanları da oluşturdu. Bunların başlıcaları:

-Mısır köylerinin kalkınmasına yardım etmek için gruplar oluşturmak,

-Ferşut'ta örnek yardımlaşma çiftliği kurmak,

-Bazı köylerde fakirler için mezarlar inşa etmek,

-Pek çok köyü aydınlatmak,

-Halk arasında birbiriyle düşman olanları barıştırmak için komiteler oluşturmak,

-Kimsesiz çocukların sayılarını tespit etmek ve kendilerine uygun olan işlerde çalıştırmak ve geleceklerini güvence altına almak için komiteler oluşturmak.

* Dikkat çekici hususlardan biri de cemaatin bu sosyal çalışmaları, Mısır'da, 1945 yılında 59 sayılı kanun çıkmadan önce yapmış olmasıdır. Oysa bu kanun cemaatlerin ve hayır kuruluşlarının düzenlenmesiyle ilgili özel bir kanundur.

Bu kanun çıktıktan sonra cemaat, yeni bir teşkilat kurdu ve adını "İhvan-ı Müslimin'in Sosyal Hizmetler ve Hayır Bölümleri Cemiyetleri" koydu. Cemaat içinde, bu cemiyetlerin beş yüzden fazla kısmı vardı. Yani her şubede kısımlar vardı. Bu cemiyetler aşağıdaki sosyal çalışmaları yapıyorlardı:

-Mescitlerin çoğunu yönetmek ve onlara harcamalarda bulunmak,

-Fakir ailelerin büyük bir kısmına manen ve maddeten yardım etmek,

-Öncelikle İhvan'dan sonra da arzu eden diğer insanlardan zekat toplamayı düzene koymak ve toplanan zekatları bu sosyal hizmetlere yönlendirmek.

-Cemaat, örnek kent veya erdemli şehir oluşturma düşüncesini uygulamaya başladı ve eski Mısır'da konut yapımı için tasarruf ve kredi sağlamak maksadıyla "Mısır Yardımlaşma Cemiyeti"ni kurdu. Bu cemiyetin kendine özgü programı vardı.

-Filistin mültecilerine yardım etmek için "Filistin Treni" projesi yapıldı.

Bu proje, Mısır'da Askeri Devrim hükümetinin 1952 yılında "Rahmet Treni" adıyla yaptığı projenin aynısıdır. Cemaatle ilgili bu bilgi garipsenecek bir şey değildir. Çünkü ilk kurulan Askeri Devrim üyelerinin birçoğu önceden cemaatin de üyeleriydi veya cemaatle ilgileri vardı.

-Cemaat, İhvan arasında sosyal dayanışma için bir proje geliştirdi.

-Cemaat, Mısır'da Müslüman veya gayr-i müslim her vatandaş için sembolik ücretle sağlık hizmetleri veren birçok klinik ve muayenehane kurdu. Bazen de bu kliniklerin yanında sembolik ücretle veya çoğu kez bedava ilaç veren eczaneler kurdu.

Sportif Faaliyetler

Bu faaliyetler, cemaatin şu hadisi şerife dayandırdığı sosyal işlerdendir. Hz. Peygamber (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Güçlü mümin güçsüz müminden daha hayırlı ve Allah nazarında daha sevimlidir." Beden eğitimi gibi vücudu güçlendiren ve bedeni sağlıklı kılan bir amel yoktur.

Cemaatteki sportif faaliyetlerden bazılarına aşağıda işaret edeceğiz:

-Eğitim ve sportif faaliyetler,

-Seyahatler. Cemaatta seyahatlerle ilgili olarak özel bir anlayış vardır ki biz ondan "İhvanu'l-Müslimin'de Eğitim Yöntemleri" adlı kitabımızda bahsettik.

-Kamplar veya karargahlar,

-Spor kolları oluşturulması,

İzcilik Faaliyetleri

O da yine sosyal işlerdendir. Cemaat kurulduğundan beri, izcilik faaliyetini "Seyahatler Cemiyeti" adı altında tatbik ediyordu. Cemaat izcilik faaliyetlerini, 1940 yılında Mısır İzcilik Cemiyeti kurulduğundan beri desteklemeye başlamıştır. -Cemaat izcilik konusunda İslam'dan kaynaklanan özel bir anlayışa sahiptir. Çünkü onu din ve ahlak ile ilişkilendirmiş ve Mısır İzcilik Cemiyeti'ni buna ikna etmiştir.

-Cemaat "Gezi Yüksek Meclisi"ni oluşturmuştur.

-Her şubede bir gezi grubu vardır. Cemaat içinde gezginlerin sayısı yetmiş bin erkeğe ulaşmıştır.

-Cemaatin gezilerinde köye, sağlığı korumaya, şehrin veya köyün temizliğine önem veriliyordu. Ayrıca hastalıklara, kolera ve sıtma gibi bulaşıcı hastalıklara karşı direnmeye de önem verilirdi. Bu alanda kendilerine teşekkür edilmesi gereken çalışmaları vardı. O dönemdeki (1945 -47) Sağlık Bakanı Dr. Necip İskender onlara teşekkür etmiş ve İhvan-ı Müslimin'i gezi çalışmalarından ötürü kutlamıştı.

2.İktisadi Kuruluşlar:

Cemaatin kurduğu iktisadi kuruluşlar, cemaatin İslami yöntemler arasında ıslah çalışmalarının doğru yorumu olarak sayılırlar.

-Cemaatin iktisadi alanda yaptığı çalışmalar, faiz, aldatma ve tekelciliğin haramlığı, çalışmanın ve sosyal adaleti sağlamanın farziyeti gibi İslam iktisat prensiplerine olan inançlarından kaynaklanıyordu.

Nitekim cemaatin ülke iktisadının ıslahı konusunda, şeriatın kabul ettiği temeller üzerine yoğunlaşan bir anlayışı vardı. Örnekler:

* Ülke üzerinde, kamu kurumları ve genel olarak kültür alanında özel olarak da yeraltı zenginlikleri üzerindeki yabancı iktisadi egemenliğe son vermek, yabancı sermaye yerine milli sermayeyi ikame etmek.

* İthal mallara ihtiyaç kalmayıncaya kadar yerli üretime yönelme zarureti vardır. Bu da yabancı iktisadi hegemonyadan ülkeyi kurtarmakla olur.

* İslam şeriatının kabul etmediği işlerin cereyan etmesinden dolayı "akitler borsası"nın faaliyetlerini durdurma zarureti vardır.

* Sosyal adaleti gerçekleştirme ve Müslümanlar arasında dayanışmayı sağlama gücüne sahip olduğu için zekat ödeme yükümlülüğü esastır.

* Ticareti yabancıların egemenliğinden kurtarma zarureti vardır. Özellikle Mısır'da ticaretin büyük bir kısmı veya tamamı yabancıların elindedir.

Bu ilkeleri gerçekleştirmek ve onları tatbik alanına çıkarmak için cemaat, aşağıda işaret edeceğimiz birçok iktisadi teşekkülü hayata geçirdi:

-Cemaat kadınlar için iş yerleri açtı. Kadınlar orada bir taraftan kendilerine uygun sanayi mamulleri ürettiler, diğer yandan da geçim kaynağı elde etme imkanına kavuştular. Bu durum, cemaatin genel merkezi Kahire'ye taşınmadan önce İsmailiye'de devam etmekteydi.

-Cemaat Kahire'ye intikal ettikten sonra, İslami ilkeler çerçevesinde kazanç temin etmek için ilk büyük iktisadi müessese olan "İslami Muamelat Şirketi"ni kurdu. Bu şirket kar ve anaparasından % 2,5'unu zekat için, karın onda birini yöneticilik hizmetlerine, beşte birini rezerv olarak, yarısını da ortaklarına tahsis ediyordu.

-Cemaat "Taş ve Maden Ocakları Arap Şirketi" adında bir şirket kurdu.

-"İslami Muamelat Şirketi" ile "Taş ve Maden Ocakları Arap Şirketi" 1947 yılında birleşti.

-Kahire'de matbaacılık şirketi kurdu.

-Kahire'de gazetecilik şirketi kurdu.

-Şubru'l-Hayme'de iplik ve dokuma şirketi kurdu.

-İskenderiye'de ticaret ve mühendislik işleri şirketi kurdu.

-Süveyş'te ticari yetkiler şirketi kurdu.

-el-Mahalletu'l-Kübra'da ticaret şirketi kurdu.

-Kardeşler'in şubelerinin büyük kesimi küçük iktisadi projeler üretiyor ve onların sermayelerinde şube üyeleri ortak oluyorlardı.

Şubelerin kurduğu bu küçük müesseseler, iş alanı oluşturmakta, makul fiyatlarla yeni ticari mallar bulmakta ve bu müesseselerle muamelelerde bulunanlara daveti neşretmede büyük bir başarı elde etmekteydiler.

3.Eğitim - Öğretim Kurumları:

Eğitim - öğretim çalışmaları cemaat faaliyetlerinin en önemlilerinden, fayda bakımından en kapsamlı çalışmalarından sayılır. Kültürü oluşturmakta ve kişiliğin gelişmesinde eğitim ve öğretimin tamamlayıcı bir etkisi vardır. Cemaat, önem verdiği diğer şeylerin fevkinde öğretime önem vermektedir. Sadece söz olarak söylemek bazı araştırmacıların hoşuna gittiği halde cemaatin öğretime önem vermesinin sebebi yalnızca Mısır'daki öğretimin kötü durumu değildir. Ancak bu sebeplerden sadece biridir. Sair sebeplere gelince, cemaat, Kanuni Esasi ve onun ıslah konusundaki usulü çerçevesinde öğretime önem vermeyi kendine görev bilmiştir.

Evet, dinini anlayan Müslümanı rahatsız eden unsurlardan biri de, Mısır'da öğretimi İslam'a karşı olan laik bir eğitime yönelmiş olarak görmesidir ki o eğitime İngiliz emperyalizmi hakimdir. O eğitimin yöntemleri ise İslam'ı ihmal etmeyi hedeflemektedir. Bundan dolayıdır ki cemaat İslam ümmetinin yapısındaki öğretimin önemini ve değerini yeterince kavradığını açıklamıştır.

* Cemaat -nazari bakımdan- dergi, gazete, yayın ve kitaplarında ve kampanyalar düzenleyerek, sorumlulara öğretimin ıslahı için çağrıda bulundu. Buna rağmen öğretimin ıslahı için, çalışmaların pratik yönünü ihmal etmedi. Öyleyse cemaat bu alanda neler yaptı? Şimdi onlara bakalım.

* Cemaat önüne, öğretim alanında gerçekleştirmek istediği bazı hedefler koydu. Nitekim cemaatin vesikaları ve evrakları bunlara işaret etmektedir. Onlar da şunlardır:

-Okullardaki öğretimi ıslah etmek. Şöyle ki İslam ve onun öğrenilmesi, resmi dini İslam olan bir devlete yaraşır ve bir şansı bahşeder; okul ve metodu, ülkeyi işgal eden sömürgecilerin koyduğu yörüngeden çıkarır.

-Mısır'daki cehalet probleminin çözümünde gerçekçi katkıda bulunmak.

-Ülkede misyonerlik okullarının yaydığı zehirlere karşı koymak ki onların sayısı oldukça fazladır ve tehlikeleri büyüktür.

-Bundan dolayı cemaatin ilk faaliyeti çocukları ve eğitim fırsatını kaçırmış olan büyükleri eğitmek için geceli ve gündüzlü olmak üzere kız ve erkek okulları inşa etmek olmuştur. Cemaat şu okulları inşa etti:

* İsmailiye'de erkeklerin eğitimi için bir okul.

* Yine İsmailiye'de kızların eğitimi için bir okul. Bu kuruluş, cemaatin ilk yıllarındaki kuruluşlarından biridir.

-Cemaat, öğretim işlerinin sorumluluğunu üstlenen üç komite kurdu:

a.Kültür komitesi

b.Kız ve erkekler için ilkokul yapma komitesi

c.Okul yapımını finanse etmek için sınırsız yardımlaşma anonim şirketi.

-Cemaat büyük sayıda özel okullar inşa etti. Şöyle ki kırklı yılların ortalarında sayıları bini aşan İhvan-ı Müslimin'in şubelerinden her biri çocuk ve büyükleri eğitmek için gündüz ve akşam okulları açmaktan geri durmadı.

-Şubelerin çoğu "Müminlerin Anneleri" adlı kız okulları açtılar.

-Cemaatin birçok şubesi eğitim seferberliği için öğretmenlerin veya üniversite hocalarının ya da İhvan'dan yeterli olanların ücretsiz olarak ders verdikleri kurslar düzenledi.

Cemaatin öğretim alanında bazı pratik çalışmaları bunlardır. Biz onların tümünü burada saymıyoruz. Onlara sadece işaret etmekle yetindik.

4.Dini Kurumlar:

Diz "dini kurumlar"la, dinin veya dini ilimlerin öğretildiği mekanları kastediyoruz. Bu alanda cemaatin güzel çalışmaları var. Bu çalışmaların genellikle dini şuurun hatta İslami bilincin gelişmesinde, özellikle de dinin tecdid ve ıslah metodunun oluşmasında büyük bir etkisi bulunmaktadır.

Cemaat bu konuda iki alanda odaklaşmaktadır:

Birincisi: Mescid

İkincisi: Şube merkezi

Mescide: Cemaat çok sayıda mescit inşa etmiştir. Birçoğunu da tamir etmiş ve lazım gelen mefruşat, kitap vs. ile donatmıştır.

-Cemaatin mescitleri imar etme anlayışı, bazen kadınlar bazen de erkekler için alimlerin orada hitabe, sohbet ve konferans vermeleri şeklindedir.

-Cemaatin anlayışına göre İslam toplumunda mescidin görevi şudur: Mescidin toplantı ve ilim meclislerinin yapıldığı, mahalle halkına çeşitli hizmetlerin verilebileceği mekan olması hasebiyle çekici ve arzulanan yer olması gerekir. Çünkü çoğunlukla mescide sağlık evi, eczane ve hafızlık okulu bitişik olur.

Cemaatin yönetim ve harcamalarını üstlendiği mescitler sayılamayacak kadar çoktur. Cemaatin hatip ve alimleri bu mescitlerde değişik yüzler görülsün diye nöbetleşe görev yaparlardı. Cemaatin kontrolünde olmayan mescit sayısı azdı.

Şubeler: Bunlar cemaatin birimleri arasında spor, kültür, eğitim ve yönetim birimleridir. Şube tüm mahalle halkına ışık saçan dini bir aydınlanma yeriydi.

-Şubelerde konferanslar ve dini sohbetler yapılırdı.

-Oralarda İslam'la alakalı törenler düzenlenirdi. Hicri yılbaşı, Mirac gecesi, Bedir savaşının yıldönümü ve diğer dini gün ve geceler münasebetiyle yapılan törenler gibi.

-Bu şubelerde, Kur'an ve hadis ezberleme, dini konularda makale yazma yarışmaları düzenlenirdi.

-Mısır'ın illerinde bulunan şubelerin çokluğuna rağmen, her şubedeki temel faaliyet dini idi. Bu faaliyetlere kültürel, sosyal, sportif ve izcilik faaliyetleri de eklenebilir.

Bu itibarla cemaatin fertleri veya bizzat cemaat düzeyinde ameli ve tatbiki bakımdan ıslah anlayışı, İslam'ın tatbiki ve ilkelerinin hayata geçirilmesi hususunda pratik bir deneme oldu.

Bunlardan her biri veya Allah'ı razı etmek için yapılan her şey ancak ve ancak Allah için, O'nun rızası için ve O'nun vereceği sevap için olmalıdır.

Olan budur ve biz hiç kimseyi Allah'a rağmen temize çıkarmıyoruz. Fakat biz gördüklerimize ve bildiklerimize tanıklık ettik. Allah, her ihlaslı kişinin amelini değerlendiren, ihlas ve amelinden dolayı da en güzel karşılığı verecek olandır.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

Bu bölüm İmam Hasan el-Benna'nın ihlas ilkesiyle ilgili sözlerinin tahlili hakkındadır. Ayrıca bu bölüm şu konuları içermektedir:

1.Sözdeki ihlasın anlamı

2.Ameldeki ihlasın anlamı

3.Cihad konusundaki ihlasın anlamı

4.Tüm İslami çalışmalardaki ihlasın anlamı

5.İhlas alanında dikkat edilmesi gereken hususlar

6.İnanç ve düşünce erinin anlamı

7.Çıkar ve gizli maksat taşıyan kişinin anlamı

8."Allah gayemizdir", "Allah en büyüktür, Hamd Allah'a mahsustur" cümlelerinin anlamı.

İhlas Prensibi Hakkında İmam Hasan el-Benna'nın Sözlerinin Tahlili

el-Benna'nın kelimeleri az fakat işaretleri çoktur. Onun bu konudaki sözü, kitapları dolduracak kadar anlamlı olsa da birkaç satırı geçmemektedir. İmam el-Benna ihlas prensibiyle ilgili olarak şunları söylemiştir:

"İhlas sözüyle şunu kastediyorum: Müslüman kardeşin söylediği söz, işlediği amel, yaptığı cihad ve bütün davranışları Allah için olmalı. O'nun rızasını ve mükafatını kazanmayı hedef edinmelidir. Şan, şöhret, makam, mevki ve çıkar gözetmemelidir. Böylece kişi çıkarın kölesi olmayıp düşünce ve inancın eri olur. Ve Allah Teala'nın Peygamberine tebliğ etmesini emrettiği şu sıfatlara nail olur: "De ki: "Benim namazım, ibadetlerim, yaşamam ve ölümüm hep alemlerin Rabbi olan Allah içindir. O'nun ortağı yoktur. Bana böyle emredildi ve ben Müslümanların ilkiyim." (Enam, 6/162 -163) Böyle olan Müslüman kardeş "Gayemiz Allah'tır, Allah her şeyden büyüktür, hamd ancak Allah'a mahsustur" sözlerinin ne demek olduğunu anlar."

Bu özlü sözü bu kitabın üçüncü bölümüyle son bölümünde şerh ve tahlil etmeyi istiyoruz. Kitabın en önemli ve en geniş bölümü bunlardır. Bu şerh ve tahlilde Yüce Allah'ın beni, doğruya ulaşmaya muvaffak kılmasını ve Allah davetçileriyle ıslah ve tecdid alanında çalışanları faydalandırmasını niyaz ediyorum.

Biat rükünlerinin ilki olan "anlayış" rüknünü şerh etmem beni çok sevindirdi. İkinci rükün olan ihlas rüknünün şerhinde, Allah'ın beni muvaffak kılmasından dolayı da O'na şükrederim. Yüce Allah'ın, diğer biat rükünlerini şerh etme imkanını verecek sebepleri hazırlayacağı umuduyla O'na dua ediyorum. Çünkü bu rükünlerde, tam tekamül etmiş İslami ıslah metodu bulunmaktadır. Cenabı Allah'tan bu rükünlerin yazarı müceddid, ıslahatçı imam Hasan el-Benna'yı mükafatların en güzeliyle mükafatlandırmasını diliyorum. Yine O'ndan bu tahlil ve şerh dolayısıyla bizi, ecirden mahrum etmemesini istiyorum. Çünkü O, dilediği her şeye kadirdir.

1.Sözlü alanda ihlasın anlamı ve ele aldığı konular şunlardır:

a.Genel davet ve ihlas

b.Ferdi davet ve ihlas

c.Özel halka ve ihlas

d.Davette cemaat çalışması ve ihlas

Sözdeki İhlasın Anlamı

"Kavl=söz" kelam demektir. Allah Teala bir ayeti kerimede şöyle buyurmaktadır:

"Allah'a çağıran, salih amel işleyen ve: "Şüphesiz ben Müslümanlardanım" diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?" (Fussilet, 41/33)

Yine Allahu Teala: "Allah'tan daha doğru sözlü kim olabilir!" (Nisa, 4/122) buyuruyor.

Kavl insanların ister tek olarak, ister cümle olarak konuştukları sözlere denir. Bazen de insanın ifade etmeden önce içinden geçirdiği şeylere de "kavl" denir. Nitekim Cenabı Allah şöyle buyurur: "Gizli konuşmaktan men edilip de sonra men edildikleri şeye dönenleri ve günah, düşmanlık ve Peygamber'e karşı gelme konusunda aralarında gizli konuşanları görmedin mi? Sana geldiklerinde de seni, Allah'ın selamlamadığı bir şekilde selamlarlar ve kendi aralarında: "Söylediğimizden dolayı Allah bize azap etse ya!" derler. Cehennem onlara yeter. Oraya girerler. Orası ne kötü bir varış yeridir!" (Mücadele, 58/8)

"Kavl" kelimesinin şu zikrettiklerimizin dışında çeşitli mana ve delaletleri bulunmaktadır. Onları dilbilgisi kitaplarından ve sözlüklerden arayıp bulabiliriz.

Kavl kelimesi Allah davetçilerinin ve davet fıkhının ıstılahında üç tür söz ve daveti ifade ediyor:

1.Umumi davet

2.Ferdi davet

3.Özel bir toplulukta davet.

Bunlar şüphe götürmez ıstılahlardır ki zaten ıstılahta şüphe olmaz. Bu üç türden her birinin ihlassız yapılması caiz olmaz. Bunların tümü veya bir kısmı ihlassız olsa Allah katında hiçbir değeri olmaz. Çünkü bu durumda bu sözlerin veya davetin tümü Allah'a şerikler, ortaklar olur ki o taktirde de Allah onları kabul etmez hatta onlardan dolayı sahiplerine azap eder.

Şimdi biz bu davet türlerinden bahsedelim ve onlarda ihlasın nasıl olması gerektiğini izah edelim. Nitekim İmam el-Benna bunu şu sözleriyle beyan etmiştir: "Ben ihlas kelimesiyle şunu kastediyorum: Müslüman kardeşin söylediği söz... ve bütün davranışları Allah için olmalı, O'nun rızasını ve mükafatını kazanmayı hedef edinmelidir..."

A.Genel Davet ve İhlas

Genel davetle bazı işler kastedilmektedir ki Allah davetçileri onları bilir ve davet fıkhı onları tanımlayıp belirler. Bu işler şunlardır:

1.Hitap: Hatibin, insanları Allah'ın evlerinden birinde O'nun davasına yönlendirmek maksadıyla yaptığı konuşmadır. Bu konuşma halkın toplandığı herhangi bir toplantı yerinde veya bir radyo merkezinde ya da görüntülü bir iletişim aracında da olabilir. Bu davet türü Müslümanların haftalık olarak mescitlerde, bayram namazlarında, ay ve güneş tutulduğu vakit kılınan namaz esnasında alışageldikleri sözlü davet türlerinden biridir.

2.Mescidde ders: Müslümanlar bu derslerde Kur'an okuma, tefsir, hadis, muamelat, ibadet, akaid, Hz. Peygamber'in ve ashabının sireti gibi dini konuları öğrenirler.

3.Umuma açık konuşma: Bu tür bir konuşma ya halktan bir topluluğa karşı veya görüntülü-görüntüsüz yayınlar vasıtasıyla yapılır. Konferansların ardından genellikle diyaloglar şeklinde konuşmalar gelir. Toplulukla konuşmacı arasında soru cevap yöntemi uygulanır. Bu konuşmalar sırasında konferansın ana teması daha da açıklık kazanır ve insanların tatmin olmaları sağlanır.

Bu üç türlü sözlü davet sırasında, konuşmacı sözünü bitirir, sonra dinleyenler ile konuşmacı arasında herhangi bir tanışma veya kardeşlik oluşmadan ayrılır giderler. Zira halkın alışkanlığı böyledir. Aşağıda anlatılacak olan davet türleri yukarıda anlatılacakların aksinedir. Bunlar, panel, sempozyum ve konferans. Şimdi bunlardan bahsedeceğiz.

4.Panel: İnsanlar bir mevzu için toplanırlar, bu konuda uzmanlaşmış kişilerden biri bu mevzuyu anlatır. Konunun hazırlanmasında bazen birden fazla kişi de katılabilir.

Toplantı mevzusuyla alakalı çeşitli bakış açıları ortaya konulur, bu sırada konuşmak, münakaşa etmek ve açıklama yapmak için fırsat verilir. Bu konuşmalar, münakaşalar ve açıklamalar mevzunun zenginleştirilmesi, konunun insanlarda bıraktığı etkilerin derinleşmesi olarak değerlendirilir.

5.Sempozyum: Muayyen bir konu önceden ve ayrıntılı bir şekilde araştırılır. Bu konudaki araştırma ve inceleme iyice derinleştirilir. Konunun önemine, kapsadığı detaylara göre oturumlar bir veya birkaç gün ardarda devam eder. Konuşmacıların söyledikleri hakkında soru sormak ve tartışmak maksadıyla konuşmacıya soru sormak, açıklama yapmasını istemek ve iddiaları dile getirmek için geniş fırsatlar tanınır. Bunun gayesi toplantıda ortaya atılan ve yararları gün ışığına çıkarılacak olan problemlerin çözümünde derinleşmektir.

6.Konferans: İnsanları dini, sosyal, siyasi, iktisadi, ilmi ve teknik bakımdan meşgul eden meselelerden birini incelemek üzere belli bir mekanda insanların bir veya birkaç gün toplantı düzenlemeleridir.

Seçkin bir grup, hakkında konferans düzenlenecek olan konuyu seçer ve konferans mevzusunda uzmanlaşmış kişilere metin yazdırılır. Bu mevzuların bir kısmı geçilir, sonra konferansın yapıldığı mevzunun tartışılması için program düzenlenir. Çünkü adet böyledir.

Bazen konferans için çeşitli heyetler olur. Bu konferansta da söylenen sözlerin tümü yazıldığı ve olayların hepsi kayda geçirildiği gibi aynı zamanda tartışma ve konuşmalar da olur. Sonra bunlar, konferansın önemli belgelerini temsil ettiği için basılı hale getirilir.

Yukarıda sözü edilen bu üç tür etkinlik bir çok kere kişisel ilişkilere, dostluklara ve kardeşliklere sebep olur. Çünkü bunlar ders, umuma açık konuşma ve hitabın sağladığı imkandan daha fazla vakit ve imkan sağlar.

Bu altı tür sözlü veya genel davet yalnızca Allah için ve O'nun rızasını arama olmadıkça hiçbir fayda sağlamaz. Hatta bunlar ih-lassız yapılırsa hiçbir kıymetleri de olmaz.

Bu alanda davet fıkhı hakkında birkaç sözümüz olmalı ki muvazzaf davetle muvazzaf olmayan daveti birbirinden ayıralım. Oysa hutbe, ders veya konferans muvazzaf olmadıkça, onları mecca-nen verseler de, sınırlı bir davet olur.

Bu sayılan üç türlü davet şeklindeki muvazzaflıkla kastedilen hatiple veya ders ya da konferans veren kişiyle birlikte dinleyiciler arasında davetçilerden birkaçının da bulunmasıdır. Fakat onlar bu sırada halkın, hatibin veya konuşmacının sözleriyle etkilenme sürecinde sadece izleyici olurlar. Konuşmacıyla soru cevap tarzı benimsenince buradaki insanların birbiriyle tanışmalarını, dostluk ilişkileri kurmalarını, bu ilişkilerin İslam kardeşliği düzeyine çıkmasını sağlarlar, bu sayede Allah'a davette ortaklaşa görev yapma bilinci gelişir.

Bu sırada İslam'ı derinliğine anlama, İslam dünyasının meselelerini ve düşmanlar tarafından kurulan tuzakları bütün incelikleriyle kavrama bilinci oluşur. Bunun ardından da bu problem ve meselelerin çözümünde ortak bir düşünce meydana gelir.

İslam kardeşliğiyle sonuçlanan bu ilişkilerin, şartları, kuralları, hukuku, genel olarak Müslümanların özel olarak da davetçilerin bildiği görevler vardır. İleride kısaca bunlara işaret edeceğiz. (8)

Bu hutbe, ders ve konferansların özünde ihlas olmazsa netice elde edilemez ve istenilen hedeflere varılamaz.

Burada ihlas şu anlama gelir: Bu sözlerle konuşmacının yalnızca Allah'a yönelmesi, Allah'ın dışında güzel konuşma maksadı veya yeni bir güzellik ortaya koyma gayesi gütmekten, başkan veya lider olma arzusu taşımaktan hatta sözlerinin beğenilmesini arzu etme ve benzer duygulardan uzaklaşması gerekir.

Bu demektir ki konuşmacının sözü sadece dilinden değil ta kalbinin derinliklerinden gelmelidir. Eskiden büyüklerimiz etkili söz konusunda şunları söylemiş: "Söz gönülden olursa kalbe yerleşir, dilden çıkarsa bir kulaktan girer diğerinden çıkar."

* Kur'an-ı Kerim yapmadıklarını söyleyip duran kişileri teşhir etmekte, hatta onları kınamaktadır. Ayrıca onların bu tavırlarının Allah'ın azabına sebep olduğunu açıklamaktadır. Bu konuda Allahu Teala şöyle buyurur: "Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz? Yapmayacağınız şeyi söylemeniz Allah katında gazab(ı gerektirmesi) bakımından çok büyüktür." (Saff, 61/2-3)

Ebu Nuaym, Enes (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İsra gecesi, dudakları ateşten makaslarla bükülen bir kavmin yanına getirildim. Dudakları bükülünce bu on-lara yetiyordu: "Bunlar kimdir? Ey Cebrail!" dedim. O da: "Bunlar ümmetinin yapmadıkları halde yaptık diyen hatipleridir. Onlar Allah'ın kitabını okur da amel etmezler" diye cevap verdi.

Nehai (9) şöyle demiştir: "Kur'an'da halka bir şeyler anlatmam hususunda beni engelleyen üç ayeti kerime bulunmaktadır. Onlar da şunlardır:

"Kitabı okuduğunuz halde, insanlara iyiliği emredip bizzat kendinizi unutuyor musunuz? Akıl etmiyor musunuz?" (Bakara, 2/44)

"Sizi menettiğim şeylerde size karşı aykırılıkta bulunmak istemiyorum. Gücümün yettiği ölçüde düzeltme yapmaktan başka bir şey istemiyorum." (Hud, 11/88)

"Ey iman edenler! Niçin yapmayacağınız şeyi söylüyorsunuz?" (Saff, 61/2)

Seleften bazılarından şöyle rivayet edilmiştir: "en-Nehai'ye denildi ki: "Bize konuş." O da: "Görmüyor musunuz ki ben yapmadığım şeyleri söylersem, hemen Allah'ın azabı acele geliverir" diye cevap verdi." (10)

B.Ferdi Davet ve İhlas

Ferdi davet, bir davetçinin davet edilecek bir kişi üzerinde yoğunlaştırdığı söz veya çağrı şeklidir. Davetçi onu salih kişiler arasından seçer. Çünkü onda Allah ve Resul sevgisi, ibadet aşkı ve mescitlere gönül verme nişaneleri görülür.

Davetçi onunla alakasını pekiştirerek onunla arkadaş, dost ve kardeş olur. Sonunda da bu ilişki dinde kardeşlik seviyesine yükselir. Hem de şartlarını, adabını, hukukunu ve ödevlerini taşıyan bir kardeşlik düzeyi.

Davetçi, bu ferdi davetten, kişiye dinini, dininin ahkamını, ahlakını, muamelatını ve adabını tanıtmayı hedef alır. Tanıtınca da onu yavaş yavaş öğrendikleriyle amel etmeye cesaretlendirir. Çünkü amel öğrendikten sonra gerekir. Bundan sonra da davetçi onun bakışını ülkesindeki ve İslam dünyasındaki bazı problemlere çevirir. Bu meselelerin bilincine varması için istek ve arzusunu bilemeye çalışır. Sonunda o problemler için kendini feda edecek bir dereceye ulaşır. Kendini feda etmek cehtle, vakit ayırmakla ve mal ile olur. Bütün bunlar Allah yolunda yapılan şeylerdir.

Davetçi, sonra bu kişiyi İslam için çalışma hakkında söz etme düzeyine çıkarır. Çünkü bu, gücü yeten her Müslümana farzdır. Zira İslam için çalışmaya gücü yeten herkesin İslam için çalışanların arasında bir yerinin olması gerekir. Edinilen bu mevkide oturmak ve kusurlu davranmak caiz değildir.

Ferdi davete tabi tutulan kişiden istenen düzeyi veya aşamaları belli bir sıralama içinde ele almak gerekir. Söz konusu düzey ve aşamalar şunlardır:

1.Ona, İslam'ı akide, ibadet, çalışma ve yaşayış bakımından tanıtmak.

2.Onu, İslam'ın ahkam, ahlak ve adabına riayet etme hususunda cesaretlendirmek.

3.Onu, nafile ibadetlerle Allah'a yaklaşmaya teşvik etmek. Çünkü nafile zikir, namaz, oruç ve sadakalar, her gün yaptığı için kurala dönüşür; bu sayede de Allah'ın sevgisine mazhar olur ve neticede başarıya ulaşır.

4.Ahlak ve gidişatta şer'i hükümlere sıkıca sarılmasını ve insanlarla iyi geçinmesini ister.

5.Bunun akabinde gönüllü olarak, aşırı bir arzu ve ısrarla İslam için çalışanların safına katılmasını ister.

6.Bunun ardından ondan bu dinin hamisi olmasını ve ona mensup olduğu için gururlanmasını ister.

7.Sonunda da ona konumunu ve İslam için çalışmadaki yerini, konumunun gereklerini ve bu yer için yapılacak fedakarlıkları anlatır.

* Ferdi davet alanında görev yapan davetçinin ferdi davetin hedeflerini ve yöntemlerini devamlı hatırında tutması gerekir. Hatta kendiyle birlikte davet edilen kişinin de tökezlememesi gerekir. İnce bir tahlil sırasında bu tökezlemenin, hedeflerin veya yöntemlerin kaybolması sebebiyle meydana geldiğini görürüz.

Ferdi davetin hedefleri olarak zikredeceğimiz hususlar şunlardır.

1.Davete tabi tutulacak kişiyi içinde bulunduğu şartları ve ahvali gözetmek suretiyle iyi seçmek.

2.Ona din ve dünya işini iyi kavratmak.

3.Ruhi güçlerini farz ve nafile ibadetlerle geliştirmek.

4.Akli güçlerini, ilim ve kültürle Allah'ın kitabı ve Resulullah'ın sünnetine bağlamak suretiyle geliştirmek.

5.Bedeni güçlerini, beden gücü sebeplerini sevdirmek ve zafiyet sebeplerini de değiştirmek suretiyle geliştirmek.

6.Ameli salihi denemeye, hayır işlemeye, insanları sevmeye ve onlara iyilikte bulunmaya yönelik gücünü geliştirmek.

7.Ona toplu halde çalışmanın Müslümanlar üzerine vacip olduğunu iyi öğretmek, düzenli çalışma ve dine muhalif olmayan bir şey kendisinden istenince, onu kabul etme sevgisini gönlüne yerleştirmek.

8.İçten gelerek İslam'a sarılmasını desteklemek, saliha Müslüman bir kadınla evlenmesine yardımcı olmak, evinde, çocukları ve bakmakla yükümlü olduğu kişiler hakkında İslam'a uymasını telkin etmek.

9.İslam'a mensubiyetini ve bu mensubiyetten dolayı gururlanmasını, dini ve bu dinin ahkamı üzere gayret göstermesini sağlamlaştırmak.

10.Onu kendi gibi basiret üzere Allah'a davet etme derecesine ulaştırmak için çalışmada bulunmak.

Nitekim biz bu yöntemleri davetçinin göz ardı etmesinden endişe duyarak zikrediyoruz. Çünkü davetçi davet ettiği kişiyi yoldan saptırabilir ve dolayısıyla da davete tabi tutulan kişinin önünde birden fazla yol ortaya çıkar. Bu gibi olumsuzluklardan kurtulmak için izlenecek yöntemler şunlardır:

1.İlim, yumuşak huyluluk, ileri görüşlülük, hikmetle ve güzel öğütle Allah'a davet etme. Eğer ihtiyaç varsa en güzel yolla mücadele etmek. Bunlar ancak dini, İslami ve genel kültürle gerçekleşir. Davetçinin daveti sırasındaki en önemli yöntemler bunlardır.

2.Davete tabi tutulan kimsenin gönlünü, namazlarda, hutbelerde, ders, konuşma ve diğer mescit faaliyetlerinde mescide bağlamak. Öyle ki mescit devamlı buluşma yeri olur.

3.Davet edilen kişinin etrafında ilim ve fazilet ehli, İslami çalışmada tecrübeli, salah ve takvada önde olan salih kişilerden bir halka oluşmasını sağlamak.

4.Davet edilen kişiden sudur eden saygısızlık veya kusurlara sabretmek, özrünü talep etmek ve bu kusurlarını telafi etmesinde ona yardımcı olmak.

5.Yine davet edilen kişinin ferdi davet aşamasından daha üst bir aşamaya geçmesine önem vermek. (11)

Tüm aşamalarıyla birlikte ferdi davet budur. Yukarıda zikrettiğimiz hedeflerin gerçekleşmesi için ihlas şarttır.

-Davetçi, davet edilen kişi için söylediği her sözde ihlaslı olmalıdır.

-Davet edilen kişi de isteklerinde ihlaslı olmalıdır.

* Mademki davet Allah'ın davetidir, öyleyse ihlassız yapılması nasıl düşünülebilir? İhlas kaybolunca davet nasıl Allah için olur?

* Allah'a davet fıkhının önceliklerinden biri de şudur: Ferdi davette, davetçi söylediklerinde yalnızca Allah'ın rızasını gözetmiyorsa, dinine muhalefet etmiş, Rabbine baş kaldırmış ve söylediklerinde Allah'a ortaklar koşmuş olur. Bazen onun bu yaptığı hata veya şirk olur. Bu şirk, davet edilen kişinin akide veya İslami prensiplere değil de davetçinin şahsına ya da bir komutana, lidere veya bir başkana bağlanması şeklinde olur. İşte bütün bunlar davetçiden kaynaklanan bir gaflet veya Allah'a ortak koşmadır ki davetçi hem Allah'ın huzurunda hem de davetçi kardeşlerinin karşısında hesap verir. Çünkü davet fıkhında aslolan bizim davete tabi tutulan kişiyi, nitelikleri sebat, istikrar ve devamlılık olan İslami sisteme bağlamamızdır; yoksa ölümlü olan, değişim ve başkalaşıma maruz kalan hatta yoldan dönmesi ihtimali bile bulunan lidere veya şahsa değil. Çünkü kalpler Rahman'ın iki parmağının arasındadır.

Özet olarak konuyu şu sözlerle bitirmek istiyoruz: Ferdi davette davetçinin söz ve davetindeki asıl amacı yalnızca Allah'ın rızasını kazanmak, O'nun hoşnutluğunu gözetmek ve sevabın en güzelini beklemektir. (12)

C.Davette Özel Halka Yöntemi ve İhlas

Allah'a davet verimli olunca, davetçilerde sözünü ettiğimiz ihlas da yeterli olunca, salih kişiler ortaya çıkar, ferdi davet alanında çalışanlar onları denetimlerine alırlar ve böylece davet en güzel şekilde makbul olur.

Ferdi davette Allah davetçileri faaliyet gösterir, sayıları çoğalır, davette ve davet edilenlere gereken ihlası gösterirlerse, ferdi davet salih kişilerin omuzuna yüklenir. Çünkü onlar davetçiler grubuyla birlikte yolun geri kalan kısmını katederler.

Böyle durumlarda biraz yavaş davranmak, dikkatli olmak, acele etmekten sakınmakla birlikte bir süre müracaatı ertelemek iyi olur. Çünkü şimdiki durum; ferdi davet aşamalarını geçmiş kişilerden özel halkalara katılmak için onların en güvenilir ve en iyi olanını seçmeyi gerektirir. Bu halkaları oluşturanların sayısı üç kişiden on kişiye kadar değişebilir. Onlar her hafta düzenli toplantılarda buluşurlar. Kendilerinden yaşça daha büyük, daha alim, daha tecrübeli ve İslam için çalışmada daha kıdemli olanlardan din ve dünya bilgilerini öğrenirler. Amaçları da müfredat seçiminde katkıda bulundukları programları iyi kavrayıp tam öğrenmektir. Ancak bu programın ne kadar basit olursa olsun dinde yer alan herhangi bir hususa aykırı olmaması şartına uyulması esastır.

Bu yöntemin tüm kalkalar arasında aynı olma zorunluluğu yok-tur. Ancak bu yöntemde özel halkalardaki fertler için İslami çalışmada ihtiyaç duydukları hususların tedrici olarak mükemmelleşme şartı vardır. Muhtaç oldukları bu şeyi kendilerinin önermeleri gerekir. Yoksa onları kendilerinin tanımlamalarından daha çok başkalarının tanımlamaları gerekmez.

Özel halka yönteminin bir toplumdan başka bir topluma, bir bölgeden başka bir bölgeye farklılık arz etmesi gerekir. Çünkü her toplumun özel talepleri vardır. Her bölgenin de diğer bölgelere göre farklılıklar arbeden kendine özgü ihtiyaçları vardır.

Mademki yöntemi seçme kaynağı kitap, sünnet ve sireti nebe-viyyedir öyleyse ihtiyaçların birden fazla olmasından ve taleplerin farklılıklarından korkmaya gerek yoktur.

Zira özel halkaların hepsi bir anda başlamıyor ve Allah'a davet yolunu katederken hepsi eşit mesafelerde olmuyorlar. Bu özel halkalarda, mahallelerden her birinin ihtiyaçlarının farklılık göstermesi mümkündür. Program ve yöntemin de bu farklı ihtiyaçlara cevap verebilmesi için o özel halkalara uyum sağlaması gerekir.

Çünkü bu özel halkalar muayyen sayıda kapalı ve yine sayısı ona kadar ulaşabilen muayyen sayıda açık olmak üzere iki kısma ayrılırlar. Kapalı halkada uygulanacak yöntemin açık halkadakinden farklı olması gerekir. Çünkü her birine mahsus özel ihtiyaçlar bulunmaktadır.

Yöntem veya programın birden farzla olmasının, alttan yukarıya doğru seviyelerin farklılık arz etmesinin bir zararı yoktur. Hatta bu, yöntemin elastikiyetine ve vazedilmesinde katkıda bulunduğu fikrin açılımına delalet eder. Herkesin kendi durumuna uygun düşen yöntem veya programı kitap, sünnet ve sireti nebeviyyeden alması güzel bir şeydir. Tatbik edilen kişilerin farklı olmaları sebebiyle yöntem farklılıklarının zaruri oluşunu takdim etmek için şahit ve delillere ihtiyacım yoktur. Çünkü bu husus davet fakihlerince ve davetçilerin çoğunluğunca kabul edilmiştir.

Madem ki yöntemin kaynağı Kitap, sünnet ve sireti nebeviyye yani İslam'dır. O halde, İslam nassları ve yasamasıyla kültürel düzeyi ne olursa olsun genellikle Müslümana hitap etmek, hatta getirdiği hakikatle onu ikna etmek ve bu dini beşer hayatının en yüksek düzeyine çıkarmak için önündeki yolu genişletmeye kadirdir. Yine birçok Müslümanla birlikte kültürel olarak ve ilmi platformların herhangi birinde uzman olarak buna kadirdir. Bu bile bana, yöntemin bir halkadan diğer bir halkaya, bir toplumdan diğer bir topluma, bir bölgeden diğer bir bölgeye göre değişiklik gösterme zaruretine delil olarak yeter.

Vurgulamak istediğim hususlardan biri de şudur: Farklı kısımlarıyla birlikte bu halkalara katılanlar en azından haftada bir defa buluşmalıdırlar. Yine bu halkaların uyması gereken şartları ve kuralları olmalıdır. Bu şart ve kurallarda ifrata kaçılmamalıdır.

Bu halkaların sevk ve idaresini üzerine alan kimselerde, gözetilmesi gereken niteliklerin en barizleri şunlar olmalıdır: İslam için faaliyette geçmişi olmak, İslami terbiyede ayağını sağlam basmak, gönlü ve ufku geniş olmak, kendinin ve yönettiği insanların yaşadığı ülkedeki İslami çalışma şartlarını iyi bilmek. (13)

Bu halkalardaki davetin, kendine özgü yapısı, münasip şart ve kuralları vardır. Bunların, "Fıkhu'd-Dave ila'llah" adlı kitabımızda bahsettiğimiz davet aşamalarına, örneklere ve delil olarak getirdiklerimize genellenmesi doğru olmaz. Çünkü özel halka açık veya kapalı olur. Tanıtım veya oluşum dönemi fertlerini daha yüksek bir düzeye taşımak gereksizdir. Çünkü bu halkanın sevk ve idaresini üstlenen kişinin, oluşum döneminde istenenlerin gerçekleşmesinin son bulmasıyla bu halkadaki çalışmayı sona erdirmesi gerekir. Sonra burada, duraksama, yavaşlama, yeniden bakma, oluşum dönemini aşan unsurların en iyisini seçme bulunur. Çünkü oluşum dönemi sayesinde gelecek döneme yani uygulama dönemine geçilir. Her dönemin sonunda durum böyledir.

Bu yöntem, İslami çalışma sahasında yükseliş basamakları bulunan bir merdivendir. Çünkü en yüksek dereceye çıkmak, bir önceki basamağa sağlam basmak ve ruhi, ahlaki, kültürel, pratik, faal ve planlamacı niteliklerin tümünü taşımak suretiyle geçmeyi gerekli kılar. Nitekim ileriki basamağa çıkmak için samimi ve sadık bir isteğin bulunması gereklidir. Cemaatin tarihindeki bu dönemlerde ve bu halkalardaki çalışma böyle olmuştur. Yine küçümsemeksizin veya bu basamaklara tırmanmayı kolay kabul etmeksizin çalışıp çabalamayı devam ettirmek gerekir.

Davetçinin her basamakta duraksaması, istihare yapması, istişare etmesi, çalışıp çabalaması cemaatin bir kuralıdır. Bütün bunlarda onun rehberi, Allah için ihlası, O'nun rızası ve sevabıdır.

D.Allah'a Davette Söz ile Cemaat Çalışması

Allah'a davet alanında söz ile cemaat çalışmasının temelleri gayet sağlam atılmıştır, dediğim zaman asla mübalağa etmiyorum. Zira cemaatin umumi veya ferdi davet alanında, yahut kapalı veya açık özel halkalar alanında gösterdiği gayretler bir çok kişiyi ortaya çıkarmıştır ki -onların bir çoğu şu anda hayattadır- onlar Allah'a davet alanlarında güzel örnekler olmaya devam etmektedirler. Biz hiç kimseyi Allah'a karşı temize çıkarmak istemiyoruz, ancak biz onları böyle biliyoruz.

Hatta bu davetçilerden, akranlarına, ilimde, amelde, sabırda, cihadda ve davet edilenler nezdinde iyi kabul görmede üstünlük arz edenler vardır. Buradaki üstünlük davete tabi tutulanların bir kısmının davetçiye dönüştürülmesindedir. Dininde ve davetinde ih-laslı bir topluluk, Mısır vilayetlerinin her birinden parmakla gösteriliyordu. Onlar halkın sevgi, takdir ve beğenisine mazhar olmuş ihlaslı davetçilerin sembolleriydiler. Çünkü onlar yüzlerce, binlerce insanın yüzlerini ağartma gücüne sahiptiler.

Bu durum bu cemaati tanıyanları dehşete düşürmediği gibi onları hayrete ve şaşkınlığa düşürecek de değildir. Zira tanıyanlar bilirler ki cemaatin davetçi yetiştirmek ve eğitmek için okulları ve kendine özgü sistemleri vardır. Yine bu okullarda hocalar ve onların ellerinde de verilen öğretimin şartları ve kuralları bulunmaktadır. Belli bir düzeyi yakaladıktan sonra bu öğrenciler mezun oluyorlar.

Cemaat, davetçi yetiştirmek için kültürel yöntem ve eğitim sistemi belirlemiştir. Bu sistem yöntemin amacını, genel düzenini, öğretim düzenini, imtihanları ve öğretim kararlarını içeren bir tüzük hazırlamıştır. Belirtmek istediğimiz konulardan bazıları şunlardır:

Tüzükte yöntemin amacı şu şekilde belirlenmiştir:

-Kardeşleri, kurtarıcı davetçiler olmaya ehil kılmak ve İhvan-ı Müslimin'in mesajını taşıyan kimseler olmak için hazırlamak.

-İhvan'ı kültürel bakımdan yönlendirmek.

-Bilgi noksanlığını gidermek.

-Daveti üstlenmek ve onu en kısa yoldan başarıya götürmek için muhtelif üretim bölgelerindeki fıtri istidatları ve kabiliyetleri güçlendirmek.

Tüzükte okulun genel düzeniyle ilgili hususlar da şunlardır:

-Aşağıdaki dersler okutulur:

1.Kur'an-ı Kerim, Kur'an ilimleri ve tefsir

2.Hadis ve hadis ilimleri

3.Akaid ve adab

4.Fıkıh, fıkıh usulü, fıkıh tarihi ve fakihler

5.Felsefe, psikoloji, ahlak ve onlarla ilgili hususlar

6.Sosyoloji, hali hazırda Mısır'da ve dünyada, özellikle de İslam dünyasında uygulanan sosyal hizmetler

7.Genel tarih dersleri

8.Teorik ve pratik hitabet sanatı

Tüzükte yer alan öğretim yöntemi şöyledir:

-Bu dersler kişisel olarak okutulur. Her kardeş, bu derslerin eğitimi sırasında komisyonun belirlediği kaynaklara başvurarak araştırma yapar.

-Bu mevzuların çoğunda yeterli mürşitler genel dersler, konferanslar verirler ve konuşmalar, sekreterlik tarafından basılmak suretiyle dağıtılır.

-İhvan-ı Müslimin'in kütüphanesi, öğrencilere ve mezunlarına ödünç doküman hizmeti verir.

Tüzükte, imtihanlar ve öğretimle ilgili hususlar şu şekilde yer almıştır:

-Hocanın derslerini dinleme imkanını elde edemeyen kardeşler, basılmış konferans ve tezlerden istifade etme imkanına sahip olurlar.

-İmtihana girebilmesi için talebenin, yukarıda zikri geçen derslerden en az dört tanesini seçmesi gerekir. Talebenin bu dersleri seçerken şahsi ihtiyaçlarını, davet mıntıkasının durumunu, sosyal ve kültürel çalışma alanını göz önünde bulundurabileceğini söylemeye gerek yoktur.

-Bilimsel programda öğrenim görme hakkı, şubelerin tezkiye ettiği tüm Müslüman kardeşlere tanınmıştır. Bu kişilerin kabul edilmelerini, komisyon onaylar. Bunların arasında herhangi bir kardeş imtihana tabi tutulur. Ancak şu şartı kabul etmesi gerekir:

"Bu kişi çalışması, merkezi ve özel şartları tespit edilmiş bir yerde İhvan-ı Müslimin davetçilerinden biri olmaya söz vermiştir."

-İmtihanlar her yılın Ekim ayının ikinci yarısında yapılır.

-Mürşid hoca imtihan heyetinin hem başkanı hem de sorumlusudur. Başkan imtihana girenlerin her ders için yeterli olup olmadığını tayin eder.

-İmtihan her dersteki bir konuyu içeren bir risale hazırlanmasından ibarettir. Kardeş o risalede, gördüğü öğretimin bir özetini kaydeder. İmtihan komisyonu onu tartışır ve risalesine göre, pekiyi, iyi veya orta derecelerinden birini verir. Ya da başka bir dönemde takdim edilmek üzere risaleyi sahibine geri verir.

Bu mülahazayla birlikte, Kur'an-ı Kerim ve hadisi nebevi derslerindeki imtihanlar, sözü edilen konuların yanında ezber metoduyla yapılır.

Kültür programındaki imtihanı geçen kardeşler, belde ve bölgelerde İhvan-ı Müslimin heyeti adıyla davet etme hakkına sahip olan resmi İhvan-ı Müslimin davetçileri olarak kabul edilirler.

Tüzükte, aşağıdaki şekilde öğrencilerin tercihi için açıklama yer almıştır:

-Programlı eğitim isteğinde bulunanların bu isteklerini her yılın Eylül ayında bir hafta içinde sekreterliğe iletmeleri gerekir.

-Eğitim için kabul edilen kardeşlere bunu ispat eden ve Kahire'de İhvan-ı Müslimin kütüphanesinden yararlanma hakkı veren belgeler verilir.

-Mürşid hocanın derslerinin basımına katkıda bulunmak isteyen öğrenciler, bu isteklerini program sekreterliğine takdim ederler. İştirak değeri, münasip bir zamanda ilan edilir.

* Tüzükte yer alan öğretim programlarından bazılarının açıklaması uygulama şekli üzere şöyledir. (14)

-Kur'an-ı Kerim ve ilimleri: Kur'an-ı Kerim'i güzel okumayı öğrenmekle birlikte seçme ayetlerin derlendiği bir kitaptan, üç Kur'an cüzünden az olmamak üzere, Kur'an-ı Kerim'den belli bölümleri ve ayetleri mükemmel bir şekilde ezberlemek. Bunun için altı kaynak kitap zikredilmiştir.

-Hadisi Şerif: Seçilmiş ayet ve hadisler kitabından kırk adet sahih hadis, kırk adet mevzu hadis ezberlemek. Hadis ilminin gelişim sürecini bilmek de gerekir. Bunlar için on iki kaynak zikredilmiştir.

-Akaid: Muhtelif mezhep ve akaidlere ait özel bilgilerle birlikte akaidin tarihi ve gelişme süreci. Bunun için de on bir kaynak zikredilmiştir.

-Fıkıh Usulü: Teşri tarihi, siyer ve hadis fıkhı. Bunun için de yirmi dört kaynak zikredilmiştir.

-Felsefe ve Psikoloji: Terbiye ve tarihi, tasavvufa bir bakış. Bunun için de yirmi üç kaynak zikredilmiştir.

-Sosyoloji, prensipleri ve problemleri: Aşağı Mısır'daki toplumsal durumun incelenmesi. Bunun için de on kaynak zikredilmiştir.

-Tarih, siyer, İslam tarihi ve Çağdaş İslam dünyası tarihi: Bunlar için de otuz altı kaynak zikredilmiştir.

-On hatibi incelemekle beraber teorik ve pratik olarak hitabet sanatı: Bunun için de on sekiz kaynak zikredilmiştir.

Böylece kaynakların yekûnu yüz elliye ulaşmıştır.

Bunlar sözlü davet için seviyesi yüksek, gelişmiş bir okula seri bir şekilde bir göz atmaktan ibarettir.

Öğretmen ve öğrencilere nispetle bu eğitimin tümünün, sırf Allah için, O'nun rıza ve sevabını aramaksızın yapılma imkanı yoktur.

Genel ve ferdi davetin, kapalı veya açık özel halka derslerinin -ki bunların hepsi sözlü davetin türleridir- bu kitabın ilk bölümünde sözünü ettiğimiz her türlü nitelikleriyle ihlasa muhtaç olduğunu görüyoruz.

Yine Hasan el-Benna'nın şu sözünü burada beyan etmek istiyoruz: "Müslümanın sözüyle... maksadı Allah'ın rızasını ve mükafatını kazanmak olmalıdır."

Amel Alanında İhlas Kavramı

Bu bölümde şunlar ele alınmaktadır:

a.Hareket

b.Düzenleme

c.Terbiye

d.Fiili olarak davet alanında cemaat çalışması

Çalışma Alanında İhlas Kavramı

İmam el-Benna, yukarıda aktardığımız ifadesinde "söz"de ihlasın zaruretini vurgulamıştı. Daha sonra da "amel"de ihlasın zaruretini vurgulamıştır.

Yine yukarıda "söz"de ihlasın detaylarını şöyle izah etmiştik:

-Umumi davet

-Ferdi davet

-Açık ya da kapalı özel kalka

Şimdi de burada "amel"in detaylarını şu şekilde izah etmeye çalışacağız:

-Hareket

-Düzenleme

-Terbiye (eğitim)

Bu açıklama "cemaat"taki Allah'a davet fıkhı ıstılahlarıyla ilgilidir. Biz daha önce seleflerimizin -Allah onlara rahmet eylesin-: "Istılahlarda tartışma olmaz" sözlerini aktarmıştık.

Biz burada -daha önce de vurguladığımız gibi-her sözde, amel veya cihadda mutlaka ihlasın bulunması gerektiğini belirterek "amel (çalışma)"de ihlasın vacip olduğunu vurguluyoruz. Bunlarda ihlas bulunmazsa, her şey boşa gider; sahibini, ahirette Allah'ın azabına maruz bırakır, dünyada da riya, nifak, şirk gibi vasıflarla vasıflanmasına sebep olur.

Şimdi de Allah'tan yardım ve muvaffakiyet dileyerek, amelle ilgili detaylardaki ihlastan bahsedelim.

A.Hareket

Hareket, İslam için çalışma anlamında kullanılan bir terimdir. Yani birbirini tamamlayan, belli bir tertip içinde birbirini izleyen ve birbiriyle ilişkili birçok faaliyet demektir. Çünkü hareket, sonunda insanlar veya faaliyet alanları hakkında belirlenen hedefleri gerçekleştirmeye sebep olur.

* İslami çalışma alanında hareket terimiyle ilişkili olan ameller nelerdir?

Bunlar, yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmak maksadıyla İslam için faaliyet alanında çalışıp çabalayan ve davet görevini yürütenlerin bildiği işlerdir.

Onlarla ilgili bir nebze açıklama yapmam gerekir:

1.İnsanların arasına karışma arzusu:

Bu bir örf, hatta Müslümanlardan faaliyet gösterenleri motive eden bir anlayıştır. Bunun özeti şudur: İnsanlarla bir arada bulunma arzusu, temel bir şeydir. Bu arzu, akıl ve ruh sağlığının bir belirtisi, İslami şahsiyetin gelişme alametlerinden biridir.

Buna karşılık, insanlardan uzaklaşma arzusu veya içine kapanma duygusu, sosyal ve ruhsal hastalık belirtisi, insanlardan uzaklaşmak isteyen Müslümanın şahsiyetindeki eksiklik alametidir.

Bu anlayışın hareket noktası şudur: Yüce Allah, insanları tanışsınlar, birbirlerini sevsinler, birbirlerine yardım etsinler ve birbirlerine arka çıksınlar diye yarattı. Nitekim bu konuya işaret eden birçok İslami nass bulunmaktadır. Onlardan bazılarını burada aktaralım:

Allahu Teala şöyle buyuruyor:

"Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve birbirinizle tanışmanız için sizi soylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en üstününüz en çok takva sahibi olanınızdır. Allah bilendir, (her şeyden) haberdar olandır." (Hucurat, 49/13)

"Onlardan önce o yurda yerleşen ve imana sarılanlar kendilerine hicret edenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı gönüllerinde bir ihtiyaç duymazlar. Kendilerinin ihtiyaçları olsa bile (onları) kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa işte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Haşr, 59/9)

"Mü'minler ancak kardeştirler. Öyleyse iki kardeşinizin arasını düzeltin ve Allah'tan sakının. Umulur ki merhamet olunursunuz." (Hucurat, 49/10)

"Mü'min erkeklerle mü'min kadınlar da birbirlerinin velileridirler. İyiliği emreder, kötülükten alıkoyar, namazı kılar, zekatı verir, Allah'a ve Peygamberine itaat ederler. İşte bunlara Allah rahmet edecektir. Muhakkak Allah yücedir, hakimdir." (Tevbe, 9/71)

"...İyilik ve takvada birbirinizle yardımlaşın. Günah ve düşmanlıkta yardımlaşmayın..." (Maide, 5/2)

Buhari, Ebu Hureyre'den Hz. Peygamber'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:

"Birbirinizin eksikliğini görmemeye ve işitmemeye çalışınız, hususi ve mahrem hayatınızı da araştırmayınız. Bir de almayacağınız bir malı alıcıyı zarara sokmak için artırmayınız, birbirinize hased de etmeyiniz. Buğz da etmeyiniz. Birbirinize arkanızı çevirip küsmeyiniz. Ey Allah'ın kulları, birbirinize kardeş olunuz."

Müslim, Nu'man ibnu Beşir (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müminler birbirini sevmede birbirine merhametli davranmada ve birbirine şefkat etmede tıpkı bir vücuda benzerler. O vücudun bir organı hastalanınca, vücudun diğer organları hasta organın acısına, uykusuzlukla ve hararetle iştirak ederler (yani hasta organın elemini paylaşırlar)."

Yine Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Muhakkak Allah kıyamet gününde: "Sırf benim azametim için birbirini sevenler nerededirler? Benim gölgemden başka hiçbir gölge bulunmayan bugünde ben onları kendi gölgemde gölgelendiririm" buyurur."

Yine Müslim, Ebu Musa (r.a.)'dan rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Müminin mümine bağlılığı, kısımları birbirini perçinleyen (takviye eden) bina gibidir."

Buhari, Abdullah ibnu Ömer (r.a.)'dan Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müslüman Müslümanın din kardeşidir. Müslüman Müslümana zulmetmez ve tehlikeli bir durumda onu yardımsız bırakmaz. Her kim Müslüman kardeşinin ihtiyacını giderirse, Allah da onun ihtiyacını giderir. Her kim bir Müslümandan bir sıkıntı ve gamı giderir, onu sevindirirse, Allah da buna mukabil o kimseden kıyamet gününün sıkıntılarından bir gam ve tasayı giderip onu sevinçli kılar. Her kim bir Müslümanı(n ayıbını) örterse, Allah da kıyamet gününde onun(n ayıbını) örter." (15)

Müslümanlar arasında böylesine tanışma, birbirini sevme, yardımlaşma ve sosyal güven ilkeleri bulunmasına rağmen bir Müslümanın, kardeşlerinin arasına karışma arzusu taşımaması ve uzlet ile içine kapanmayı tercih etmesi nasıl söz konusu olabilir?

Tanışma, birbirini sevme, yardımlaşma ve dayanışma ihlassız nasıl olabilir? Bu tür ameller güzel şeylerdir. Ama Allah onları ancak ihlas ile birlikte olursa kabul eder.

2.İnsanlara ve Yapılan İşe Sabretmek:

Sabır haddi zatında, şer'i bir husustur. Allah, sabredenleri övmüş ve onlara en büyük mükafatı vadetmiştir. Nitekim Allahu Teala bu konuda şöyle buyurmuştur: "... Yalnız sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir." (2)

Allah'a, hakka ve İslam için çalışmaya davet sırasında insanlara sabretmek, sabrın en üstün mertebesidir. Hakkı kabul etmek insanların yavaş davranışlarına veya davetçilere işkence etmelerine ve onları engellemelerine ya da davetçilerin ve eylem adamlarının halktan genel olarak iyi karşılanmamalarına sabretmek, işte böylesi bir sabırdır.

İslam için çalışma sırasında ve bu çalışmanın çalışana gerekli kıldığı gayret ve fedakarlıklar esnasında gösterilen sabır da bu tür bir sabırdır. İslam için çalışma külfeti büyük bir şeydir ki mal, çaba ve vakitle fedakarlık etmeyi, güven ve rahatı bir tarafa bırakmayı gerektirir.

İnsanların arasına karışarak İslami hareket alanında çalışanların, insanlara ve işlerin ağırlığına sabretmekten başka yapacakları bir şey yoktur.

İnsanlardan, İslami harekette faaliyet gösterenlerin karşısına kendilerine yakışmayan engeller koyma gibi şeyler sadır olması garipsenecek bir durum değildir. Bazı insanların karakterleri işte budur. Onlar kendilerine hak ve hakikati gösteren kimseleri sevmezler. Halbuki bu yol göstericiler hak yolunun engebeli olduğunu, bu yolda yürümek için birçok arzu ve isteklerinden vazgeçmeleri gerektiğini önceden bilirler.

Bazı insanların bu karakterde olduklarına, İmam Ahmed'in,İbnu Ömer (r.a.)'dan rivayet ettiği bir hadisi şerifte Peygamberimiz Hz. Muhammed (s.a.s.) şöyle işaret buyurmuştur: "İnsanlar yüz deveden oluşan sürü gibidir. Neredeyse içinde bir tane binek devesi bulamazsınız."

Resulullah (s.a.s.), insanların eziyetlerine karşı sabrederek onlarla birlikte yaşamanın Müslümana üstünlük ve Allah'a yakınlık kazandırdığını bize açıkça beyan etmiştir.

Müslim, Tirmizi ve İbnu Mace, Abdullah ibnu Ömer (r.a.)'dan Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Halkın arasına karışıp onların eziyetlerine sabreden mümin, halkın arasına karışmayıp, onların eziyetine katlanmayan müminden daha faziletlidir."

Mümin, sabrında ihlaslı olmadıkça ve sevabını da yalnızca Allah'tan beklemedikçe insanlara karşı nasıl sabreder ve onların eziyetlerine nasıl katlanır?

Bu sabrı garanti eden ve nefsi tahammüle hazırlayan ihlas yoksa, İslam için çalışma külfetine nasıl sabredebilir?

Gerçekten, davet, hareket, düzenleme ve terbiye alanlarında faaliyet gösterenlerce bilindiği üzere İslam için çalışmanın daha birçok detay ve tafsilatı vardır. Bu detay ve tafsilatların fazlalığıyla birlikte eylemcilerin omuzlarına yüklenen külfetler daha da artar. Müminler bunları sabırla göğüslemezlerse başarı asla gerçekleşmez. Bu tür bir sabırda ihlas da yoksa başarı nasıl gerçekleşir?.

 

3.İnsanları Sevmek ve Onlara Sevgi Göstermek:

İslami hareket alanında faaliyet gösterenler insanlara karşı büyük bir sevgi stoku bulundurmadan faaliyetlerini sürdürme imkanı bulamazlar. Kalplerinde insanlara karşı sevgi taşımayanlar nasıl insanlarla bir arada yaşayıp onlara etki edebilirler?

İslami hareket alanında çeşitli aşamalar bulunmaktadır. Kişi bu aşamaların birinden diğerine geçer ve her aşamada bir önceki aşamadaki külfetin daha fazlasını yüklenir.

Müminden insanları sevmesi istenir. Çünkü o bu sevgi sayesinde, onları davet etme, onları din ve dünyalarını düzeltmeleri için harekete geçirme yönünde bir fırsat yakalar. İşte bu mümin aksiyoner olunca, bu sıfat da ona daha elzem olur.

Darekutni, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Mümin ülfet eden ve ülfet edilen biridir. Ülfet etmeyen ve kendisiyle ülfet edilmeyen kimsede hayır yoktur..."

Ebu Davud, Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Mümin müminin aynasıdır. Mümin müminin (din) kardeşidir. Kardeşinin yitiğini muhafaza eder ve arkasından onu korur."

Müminin kalbini insan sevgisiyle doldurmasının kolay olduğunu söyleyebiliriz. Ancak kendisini insanlara nasıl sevdirebilir? Bu soru çok önemlidir ve cevap vermek ondan da önemlidir.

Bu soruya şöyle cevap verebiliriz:

İnsanların seni sevmesi için onları güler yüzle karşılaman gerekir. Yani yüzünde tebessüm ve güleçlik bulunmalıdır. Hz. Peygam-ber'in sünneti budur.

İnsanlara bir şey sorarken onlara kibar davranmalısın ve onlara önem vermelisin. Maddi olarak onlara bir yarar sağlarken, işlerinde yardım ederken de öyle davranmalısın.

Yine insanlara hediye vermeyi adet edinmelisin. Çünkü o, içteki öfkeyi giderir.

Vaktinin, işinin ve malının bir kısmını insanlar için feda etmelisin.

Yaşlılara saygı, küçüklere sevgi ve fakirlere şefkat göstermelisin.

Bu niteliklerin tümü Hz. Peygamber (s.a.s.)'in sünnetindendir. (16)

Bu anlatılanların, yani insanları sevmenin ve kendini onlara sevdirmenin ihlas olmadan bir faydası yoktur ve insanlarla birlikteliğe de bir yararı yoktur. Ayrıca Allah katında da kabul görmez, hatta ihlassız olursa Allah'ın azabına da sebep olur.

4.İnsanlara din ve dünya işlerinde yararlı olma arzusu:

Bu arzunun şer'i temeli Darekutni'nin, Cabir (r.a.)'dan rivayet ettiği Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şu sözüdür: "... İnsanların en hayırlısı, insanlara en faydalı olandır."

İnsanlara faydalı olmak, Allah Teala'nın şu ayette emir buyurduğu hayırlardan biridir: "Ey iman edenler! Rüku edin, secde edin, Rabbinize ibadet edin ve hayır işleyin. Umulur ki kurtuluşa erersiniz." (Hacc, 22/77)

İnsanlara dinlerinde faydalı olmanın birçok kısımları vardır. Biz onların bazılarını aşağıda zikrediyoruz:

a.Dini konuları onlara öğretmek:

Bu konu, Müslümanlardan gücü yeten herkese şeriatın yüklediği bir görevdir. İslami hareket alanında faaliyet gösteren kişilerin, kendilerinde bilgi, anlayış, çaba ve gayret bulunması sebebiyle buna güçleri yeter. Allah Teala'nın şu ayetine göre bu şer'i bir görevdir: "Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden "onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz" diye söz almıştı." (Ali İmran, 3/187)

Darekutni, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "İlim, öğrenmekle; yumuşak huyluluk, yumuşak davranmakla elde edilir. Kim hayrı araştırırsa ona verilir. Kim de şerden kendini korumaya çalışırsa korunur."

Ebu Hayyan, İbnu Ömer (r.a.)'dan Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim ilmi, ehlinden gizlerse, kıyamet gününde ağzına ateşten bir gem vurulur."

b.İnsanlara hayrı öğretmek ve hayır işlemeyi alışkanlık haline getirmelerini sağlamak:

Az önce zikrettiğimiz Hacc suresinin 77. ayetinde "hayır işleyin..." şeklinde belirtildiği gibi mümin hakkında temel kural hayır işlemesidir.

İslami harekette, insan sevgisi yer tutmadıkça kimseye bir şey verme gücüne sahip olunamaz. Vereceği şeyler arasında hayır işleme ve onu birbirlerine öğretme vardır. Eylemci insanların görevleri, hareket içinde yer alan insanlardan daha önemli ve daha zorludur.

Taberani, el-Evsat'ında Cabir (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kendini unutarak insanlara hayır işlemeyi öğreten alimin misali kendini yakıp insanlara ışık veren lamba gibidir."

c.İnsanlara sosyal faaliyetin gerekliliğini gösterme:

Müslümanların toplum içinde çalışmaları temel ilkedir. Özellikle de bu çalışma toplum yararına olursa... Bunun delili, Kur'an-ı Kerim'in çoğunlukla "Ey iman edenler!", "Ey insanlar!", "Ey insan türü!", "Hepiniz Allah'a kulluk ediniz!", "Hepiniz Allah'tan korkunuz!" gibi topluluğa yönelik hitaplar ve burada sayamadığım benzer ifadelerdir. Bunun anlamı -Allah daha iyi bilir- Müslümanların daima toplum içinde olmalarının temel prensip olmasıdır.

Temiz Nebevi Sünnet bunu birçok hadisi şerifte vurgulamaktadır:

-Tirmizi, Ömer ibnu Hattab (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Cemaatten (İslam topluluğundan) ayrılmayın. Tefrikadan şiddetle sakının! Çünkü şeytan, yalnız kalanla beraberdir ve (birlik olan) iki kişiden daha uzaktır. Her kim cennetin merkezinde yer istiyorsa cemaatten ayrılmasın! Kim, iyiliği sevindiriyor ve kötülüğü üzüyorsa, işte o kişi mümindir."

-Ebu Davud, Ebu'd-Derda (r.a.)'dan Resulullah'ın şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Üç kişinin bulunduğu köy veya çölde cemaatle namaz kılınmazsa şeytan onları kuşatır. Cemaatle namazı terk etmeyin. Çünkü sürüden ayrılanı kurt kapar."

-Tirmizi, Abdullah ibnu Ömer (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah, benim ümmetimi -veya "Muhammed'in ümmetini" buyurdu- dalalet (sapıklık) üzere bir araya getirmez ve Allah'ın (yardım) eli cemaatin üzerindedir. Her kim cemaatten ayrılırsa şüphesiz cehenneme ayrılır."

-Taberani, el-Evsat'ında Süleyman (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bereket üç şeydedir: Cemaat, tirit yemeği ve sahur yemeği."

-Nesai, Arfece (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah'ın (yardım) eli cemaatle birliktedir. Hakikaten şeytan cemaatten ayrılanla birlikte koşar."

-İmam Ahmed, Ebu Zerr (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Cemaatten bir karış ayrılan kimse, boynundan İslam bağını çıkarıp atmıştır."

Müslümanların cemaat halinde çalışmaları temel prensiptir. Cemaat halinde bile çalışsalar, bu amellerinin kabulü için ihlas şarttır.

Büyük bir ehemmiyete haiz olan dünyevi menfaatler tıpkı dini menfaatler gibidir. Bu tür çalışmalar İslami alanda çalışanlar için de gereklidir. Benim düşünceme göre bu da ancak şöyle olabilir:

-Müslümanları, İslam'ın getirdiği siyasi, iktisadi ve içtimai düzenle bilinçlendirmek. Böylece o düzene sarılır ve onun dışındakilerle aldatılmazlar, bu düzeni alarak dünyevi hayatlarında kendilerine yol edinirler; bu sayede de dünya ve ahiret mutluluğunu tadarlar.

-Müslümanları ilme yönlendirmek ve hayatta sürekli devam eden değişiklikleri göğüsleyinceye kadar da içlerinden bir grubun ihtisaslaşması hususunda yönlendirme yapmak. Böylece Müslümanların devletleri ilerlemiş devletler arasında yerlerini alırlar.

-Müslümanların gerek birbirleriyle gerekse gayr-i müslimlerle olan ilişkilerinde İslam'ın ahlak, adab ve ahkamına uymaları konusunda onları irşad etmek. Çünkü İslam bunları düzenlemiş ve metodunu koymuştur.

-Bugün Müslümanların üzerlerinde bulunan gerilik vasfı gibi durumlarını ve kendilerini bu duruma getiren sebeplere el koymaları gereğini onlara göstermek; bu kritik durumdan kurtulma yolu üzerinde düşünmeye yöneltmek.

-Dikkatli olmaları ve düşmanlarını dost edinmemeleri için Müslümanların ve İslam'ın düşmanı olan ekol ve akımları tanıtmak suretiyle onları aydınlatmak.

5.İnsanlara, çalışmadaki yerlerini bildirerek onlara yardımcı olmak:

İslam için çalışma binlerce çalışanı kapsayan çok geniş bir alandır. İslami çalışma türleri ise çeşitli ve çoktur. Yine o da binlerce çalışana ihtiyaç duyar.

Hikmet, herkesin hoş ve iyi gördüğü alanda çalışmayı gerektirir. Yine hikmet, tüm İslami çalışma ihtiyaçlarını kapsar. Kendinden ne istenildiğini ve kendinin ne istediğini bilen hareket adamının donanımı budur.

Aksiyon sahibi kişinin görevlerinden biri de, çalışmadaki yerlerini tanımada insanlara yardım etmektir. İnsanların arasına karışmak, onları sevmek, kendini onlara sevdirmek, onlara faydalı olmak ve hayır işlemede onları teşvik etmek de bu kabildendir. Bu süre zarfında o, insanlardan kimlerle birlikte iş yapabileceğini, onların nelere güç yetirebileceklerini ve neleri güzel ve iyi yapabileceklerini görür ve anlayabilir. Bundan sonra da her birini neyi güzel ve iyi yapabiliyorsa ona yönlendirir.

İslami hareketin, toplum yapısında payı olan onlarca küçük projeyi benimsemesi gerekir. Yine zekatın Kur'an'da belirtilen yerlere verilmesinde yol gösterici olması gerekir. Çünkü İslami hareket, fakirlerin, yoksulların, borçluların ve yolda kalmışların ihtiyaçlarını gidermeyi düşünür. Bu sayılanlar zekat sayesinde üretken insanlara dönüşürler ve artık onlar zekat almaz bilakis zekat verirler.

Zekat malından bir miktar, dokuma, nakış makinesi ya da daha başka üretim aletleri şeklinde, dul bir kadına verilse, bu kadın veya aile, zekat parasına ihtiyaç duymayacak bir düzeye gelir. Hatta ihtiyaçlarını karşılayan ya da bunun üstünde bir üretim düzeyine ulaşır.

Zekat mallarını harcamak için böyle bir yönlendirme, İslami harekette faaliyet gösterenlerin dikkatlerine sunulması gereken olayı kavramanın özüdür.

İslami hareketle ilgili bu detayların uygulanması ancak ihlasla yapıldığı taktirde Allah'ı razı edecek ve çizilen hedefleri gerçekleştirecek sağlıklı bir uygulama olacaktır. İmam el-Benna'nın şu aşağıdaki sözünde işaret ettiği mana işte budur: "İhlastan, maksadım 'Müslüman kardeşin ... amelinde... Allah'ın rızasını ve mükafatını kazanmayı hedef edinmesidir..."

Daha önce birçok defa dediğimizi tekrar ederek diyoruz ki: İslam için herhangi bir çabayı ihlassız olarak düşünmek eksikliktir, hatadır, İslam'ın bizatihi kendisini yanlış anlamadır. Bazen de amelinde ihlas bulunmayan kişi yukarıda da belirttiğimiz gibi şirk dairesine girer.

B.Tanzim (Düzenleme)

Biz "tanzim" kelimesiyle genel olarak islami çalışmada bulunanların sarf ettikleri şu gayretleri kastediyoruz: Çalışmayı kısımlara ayırmak onu bir tertibe koymak, öncelikleri tespit etmek, davet, amel ve cihad alanlarında çalışanları sınıflandırmak. Bu sınıflandırmayla onlara en güzel seviyeye yükselme ve mütekamil bir İslami eğitim fırsatı da verilmiş olur.

Bu konuda bazı problemleri burada gündeme getirmek gerekir. Çünkü onlar İslami çalışma alanında çokça dönüp dolaşmaktadır. Onlar tanzim hususundaki bakış açılarından dolayı, bazı davetçiler ve İslami hareket alanında çalışma yapanlar nezdinde gaye ve hedef bakımından belli bir itibar noktasına ulaşmaktadır.

Allah, dilediklerini, hakka ve sıratı müstakime iletir.

İslami çalışma ve dava ile kafaları meşgul olan bazı kimseler şöyle düşünüyorlar: Tanzim, İslam için çalışmanın zirvesidir veya ulaşım yolunda davetin, hareketin, terbiyenin ve ahlakın bütün şartlarıyla donanmakla birlikte varılması gereken yolun sonudur.

-Onlara göre bütün türleriyle davet tanzim (düzenleme) içindir.

-Bütün adımlarıyla birlikte eğitim tanzim içindir.

Bazı davetçilerle eğitim ve hareket alanında çalışanlar, tanzimin gaye değil sadece araç olduğu ve sözlü davetin, hareketin ve eğitimin üzerinde belirlenmiş şeyler olduğu görüşündedirler. Zira tanzim olmadan, ne harekette, ne eğitimde ne de açık ya da kapalı özel halkada davayla ilgili faaliyetin bir yararı vardır. Çünkü bu alanlardaki çalışma önceden yapılmış bir düzenlemeye (tanzime) muhtaçtır ve düzenleme yolda yürümeyi ve hedefe varmayı mümkün kılar.

Davet ettiğimiz ve İslami çalışma alanında muhtaç olduğumuz tanzim (düzenleme) karmaşık ve kompleks değil gayet basittir. İlmi vasfıyla bilinen tanzimi esas alma zarureti de yoktur. İlmi niteliği taşıyan tanzim, vazife bakımından parçalar arasında fark ve aynı zamanda, külli varlığı içinde vazife ilişkileri bakımından birbirini tamamlayan bir terkip oluşturmaktadır.

İdari tanzim de, üniteleriyle, görevleriyle, fertleriyle, her ferdin ihtisasıyla ve yetkilerin sınırlamasıyla, genel olarak sorumlulukların, vazifelerin seviyelerinin ve dahili iş ilişkilerinin belirlenmesiyle omurga yapıyı oluşturan ilmi manasıyla öyle değildir.

Söz konusu ettiğimiz tanzim ne bu ne de ötekisidir. O, tanzimin basit bir şeklidir ki onsuz olunmaz ve çalışma iyi bir şekilde ancak onunla olur.

Basit bir şekilde tanzim, davet ettiğimiz ve İslam için çalışan her insanın kendi ve işi için aşağıdaki noktaları ele alan bir planı ortaya koymasıdır:

1.Gerçekleştirilmesi istenen hedefi, genel hedef ve genel hedefi gerçekleştirmeye götürecek aşamalı hedefler olarak belirlemek gerekir. Hedefleri gerçekleştirmek üzere birbirine paralel veya birbirini izleyen bir şekilde çalışmak eşit düzeydedir. Yine bu hedefler arasında ince dengeyi kurduktan sonra her hedefe öncelik verilebilir.

2.Hedeflerin gerçekleştirilmesine yardımcı olacak araçları da belirlemek gerekir. Şöyle ki bu hedefleri gerçekleştirmeye kudretli, kolay ve bilinen araçlar olmalıdır. Müslümanlara göre bu araçlar için bazı şartlar olmalıdır ki onların en önemlileri şunlardır:

* Bu araçlar, İslam'ın kabul ettiği meşru araçlar olmalıdır. Onlarla yapılan iş İslam kaidelerine, ahkamına ve ahlakına aykırılığa sebep olmamalıdır.

* Bu araçlara insanların ulaşabilir olması gerekir. Çünkü onları almak, bir meşakkate veya zorluğa sebep olmamalıdır.

* Yine onlar, halihazırda veya gelecek zamanda yararlı olmalıdır.

Ancak temel şartlar bunlar olunca, asıl gaye çok yüce olsa da şeklindeki doğrudan düşünceyi biz reddederiz. Buna göre de bazen yöntem (araç)in çok yüce olmamasının bir zararı olmaz. Nitekim bunu gayr-i müslimler de söylüyorlar. Çünkü onlar gayenin, aracı temize çıkaracağını iddia ederler. Halbuki bu, imanda noksanlığa, ahlaki değerlerde eksikliğe dayanan batıl bir görüştür.

3.Çalışanın hedefini veya aşamalı hedeflerini gerçekleştirmek için tüm vaktini tahsis ettiği zamanın sınırını da belirlemek gerekir. Bu belirlemenin manası şudur: Her işin bir vakti ve belli bir zaman dilimi vardır. Bu husus, her Müslümanın özellikle de Müslümanların en iyilerinden sayılan davetçilerin anlayabileceği bir şeydir. İbadetlerin tümü, belli bir zamana ve özel vakte tabidirler. Namaz, oruç, zekat ve hacc gibi...

Bir işin zamanı belirlenmemiş olursa, o iş nihai olarak ya başarısızlığa mahkum olur, ya da çizilen hedeflerden sadece bir kısmı gerçekleşir. Halbuki hedef birliği ve eksiksiz olarak gerçekleşmesi, başarılı işte temel esastır.

Bunun anlamı sözü edilen fayda elde edilmeksizin vakti, çabayı ve malı zayi etmektir. Bunda da eksiklik, neticeleri görememe veya gelişmenin sınırını kıyas edememe, ya da kusur ve acziyet sebeplerini bilememe vardır.

4.Yapılan işi ve hedeflerin gerçekleşmesine yardımda bulunan çalışanları değerlendirme ve izlemede bir yöntem takip edilmelidir.

Bunun da gereği, aşağıda sıralananları yapmaktır:

* Kendisine yardım edilmesi gereken ve yolunun üzerindeki zorlukları ve engelleri kaldırma işini yapmakla mükellef kişiyi izlemek. Ancak bu ayıplarını ve gizli kalması gerekenleri araştırmak anlamında değildir. Çünkü bizim dışımızdakiler "izleme"yi yanlış manada anlıyorlar.

* Çalışma aşamalarının her birinin başında durmak gerekir. Çünkü uygulama, uygulayıcılar, zaman dilimi, iyi kullanılması gereken süre, güvenlik, eksiklikler, bazı çalışanların gösterdiği gevşeklik veya kusurlar gözden geçirilmeli, çalışma mekanı ve şartları iyileştirilmelidir.

* Kusur ve eksiklikleri bildirmek, sonra da onlardan tedavi yolları dinlemek için kardeşlere sunulan raporların savunulması anlamında şurayı öne çıkarmak gerekir.

Bu değerlendirme oturumu başarı sebeplerini elde etmek için şarttır. Artık bundan sonra muvaffakiyet Allah'ın iznine göredir.

Bazen tanzimin hareket ve eğitim için tali bir aşama olduğu konusunda bazı eğitimciler veya bazı hareket adamları ya da bazı davetçiler tartışma yaparlar. Onların söylediklerini saygı ve taktirle kabul etmemiz gerekir. Ama görüşlerinde onlara muhalif olma hakkımız da vardır. Bu konudaki delilimiz, İslam aleminin birçok ülkesinde yarım asırdan fazla bir zamandan beri yaşamakta olduğumuz aleni tecrübeler birikimidir. Kesin olarak inanıyoruz ki tanzim her işte -ki bu iş ne kadar basit görünse de veya tanzime ihtiyaç duymasa da- temel esastır ve temel şarttır.

Ben ve benim dışımdaki davetçiler, önceden düzenlemesi yapılmamış bir işin -daha önce tanzimin merhalelerini ve detaylarını izah ettiğimiz üzere- başarısız ve hedefe varmaktan aciz bir iş olarak sonuçlanacağını veya hedeflerin ancak bir kısmının gerçekleşebileceğini görüyoruz.

Böyle bir çalışma, düzenleme yapılmazsa, başarısızlığa mahkumdur. Bu başarısızlığın sonunda çalışanlar birbirlerini suçlamaya başlarlar, şartları ve çevresel koşulları sorumlu tutarlar. Bazen de çalışanlar birbirlerini itham eder, birbirlerinin görüşlerini kötülemeye yönelirler. Halbuki onlar birbirlerini suçlarken, başarısızlıktaki ana sebebi gözden kaçırırlar. O ana sebep de ya tanzimin yokluğu ya kötü tanzim ya da kusurlu tanzimdir.

İslam için çalışan bazı kişilerin, tanzim yapmadıkları vakit ortaya çıkan durumu hemen sadece kaza ve kaderle izah etmeye kalkışmaları da şaşılacak bir durumdur. Çalışmaya ilişkin tanzimi terk etmek, başarı için gereken sebeplere sarılmamak suretiyle başarısızlık vuku bulunca onlar hemen, ne yapalım kaza ve kader böyleymiş, derler! İslam için çalışan kişilerdeki böylesi gaflet İslam şeriatının muamelat ve ibadetlerde tespit ettiği maksatları görmezlikten gelmeye götürür. Çünkü Allah (c.c.) yukarıda da izah ettiğimiz gibi sebeplere sarılmanın farziyetini bize bildirmiştir. Sebeplere sarılmanın başında da tanzim gelmektedir.

Yalnızca örnek ve delil getirme kabilinden şu meseleleri kaydediyoruz:

Namaz Farizası

Namaz kılmak, kılınmadan önce ince bir tanzime tabidir: Bedeni, elbiseyi ve mekanı temizlemek, kıbleye yönelmek, namaz vaktinin girmesi, iftitah tekbiri, fatiha suresini okumak, rüku ve secde etmek, ayakta durmak (kıyam), namazın sonunda tahiyyata oturmak.

Bütün bunlar namaza başlamadan önce ve namaz sırasında yapılması gereken düzenlemedir. Bu düzenlemede sayılanlardan biri yerine getirilmezse, namaz geçersiz olur. Hatta bu düzenleme hiç kimseye bu amellerin tertibinde bir değişiklik yapmaya fırsat vermez. Kıyam (ayakta durma) rükudan önce ve sonradır; secde etmek de rükudan kalktıktan sonradır; namazın sonunda tahiyyata oturma ise iki rekat kıldıktan sonradır. İşte bu şekilde namaz belli bir tertibe göre sona erer veya batıl olur.

Gece - gündüz beş vakit farz namazdaki bu düzenlemeden daha dakik bir düzenleme var mı?.

Zekat Farizası

Zekat da böyle bir düzenlemeye tabidir. Çünkü zekat farizasını yerine getirmeden önce zekat verecek kişinin nisaba malik olması, bu nisabın üzerinden bir yıl geçmesi ve zekat verenin ve bakmakla yükümlü olduğu kişilerin ihtiyaçlarından fazla olması gerekir. Zekat için parada, ekinde, meyvede, evcil hayvanlarda ve bunların dışında olanlarda bilinen bir miktar vardır ki ondan daha azını vermek hiç kimse için caiz olamaz. Yine zekat için Kur'an ayetlerinin kesin olarak belirlediği bilinen sarf yerleri vardır... Yani zekatın kimlere verileceği belirlenmiştir.

Zekattaki bu düzenlemeye uyulmadığı taktirde, hiç kimse kendinden zekat farizasının düşmesini ve Allah'a yakın olmayı bekleyemez.

Oruç Farizası

Oruç farizası da böyledir. Onun için de bir nizam ve bir düzenleme (tanzim) vardır.

Hacc farizası da bundan farklı değildir.

Cihad farizası da böyledir.

"Tanzim, davet, eğitim ve hareket için tali bir adımdır" diyen kardeşlerimiz neyin mücadelesini veriyorlar?

Tanzimsiz davet nasıl yapılır?

Tanzimsiz hareket hiç olur mu?

Tanzim olmadan hiç eğitim olur mu?

Bu faziletli kardeşlerimiz ibadetlerin nasıl tanzim edildiğine ve muamelat için nasıl hudutlar ve boyutlar çizildiğine bakmıyorlar mı?

Allah'ın emrettiği ve nehyettiği diğer konular üzerinde düşünmüyorlar mı? Bütün bunlarda inceden inceye bir düzenleme yok mu?

Burada şöyle bir tespitle konuyu bitirmek istiyorum: Tanzim, İslam için tüm çalışma detaylarının; yani önce zikrettiğimiz davetin, izah ettiğimiz hareket aşamalarının, biraz sonra kısaca bahsedeceğimiz eğitim alanlarının tüm ayrıntılarının önceden belirlenmesini gerekli kılan bir iştir. Çünkü, hakikat yönüyle tanzim, İslam için çalışmada başarı sebeplerinin en önemlilerinden biridir. Hatta genel vasfıyla herhangi bir insani faaliyette başarı sebeplerinden biridir.

Burada kaydetmem gerekir ki; düzenlemesi önceden yapılmamış olan eğitim, hareket ve davet alanlarındaki her faaliyet, ya tümüyle ya da bir kısmıyla hemen başarısızlığa mahkum olur. Buna şahit, sayılamayacak kadar çoktur.

Tanzimi terk etmeyi, Allah'a tevekkül olarak isimlendirmemiz mümkün değildir. O ancak kayıtsız kalmak, gevşek davranmak ve yanlış anlamak demektir. Allah'ın kitabında vacip kıldığı ve sünneti nebeviyenin zaruri gördüğü sebeplere sarılmayı terk etmeyi ne olarak isimlendireceğiz?

Ahlaki bir yüreklilikle itiraf etmeliyiz ki Allah'a davet, eğitim ve hareket alanlarında faaliyet gösteren birçok kişi hedeflere varmaya engel olmuşlardır. Çünkü onlar tanzimi ya ihmal etmişler veya onun işlerin başarısındaki etkisini bilememişlerdir.

Birkaç ay zarfında hedefine varması mümkün olan nice umumi davet vardır ki tanzimin ihmali veya yanlışlığı ya da kusurlu oluşu sebebiyle bir veya iki yıllık bir çalışmayı gerekli kılar.

Yine davetçinin parasını, gayretini ve vaktini alan nice ferdi davet vardır ki düzenli çalışmayı terk etme veya gereksiz şeylere itibar etme sebebiyle gereğinden daha fazla mal, gayret ve vakit alır.

Davetçi bazen bir yıl veya daha az bir sürede yol katedebileceği açık veya kapalı özel bir halkayı iki veya daha fazla bir sürede kateder. Çünkü bu davetçi bu halka için gerekli olan düzenlemeye başvurmamış, hedefini ve araçlarını belirlememiştir.

Yine ahlaki bir cesaretle belirtmeliyiz ki davet, eğitim ve hareket sahasında çalışanlar hatalardan masum değildirler. Masum olmaları da gerekmez, çünkü onlar birer beşerdir.

Ne var ki onların bu alandaki daha büyük ve vahim hataları, tanzimi terk etmeleri veya onun başarıdaki etkisini bilmemeleridir. Bu da -daha önce de dediğimiz gibi- çabayı ve vakti heder eder; eğitim, davet ve hareket alanlarındaki İslami çalışmalara engel olur. Bunun doğruluğu tartışılmaz, çünkü ortada yeterince tecrübe mevcuttur. Davet fıkhındaki payı da azımsanamaz.

Vakti, parayı ve çabayı muhafaza etmemiz; onların meyvelerini devşirmek, hedeflerini gerçekleştirmek ve İslami çalışmaya alıştırmak için malı, vakti ve çabayı sarf etmeye yönlendirmemiz, eğitimi, hareketi ve davayı doğru anlamanın bir göstergesidir.

Şüphesiz ki tanzim ferdi ve umumi davet alanında ve özel ders halkalarında temel ve baş istektir. Çünkü tanzimin, insanlarla birlikte yaşamaktan, onları sevmekten ve onlar tarafından sevilmekten başlayıp, onları güç ve takatlarına uygun düşen çalışma alanlarına yönlendirmeye ve onları sınıflandırmaya varıncaya kadar hareketin tüm alanlarında yapılması şarttır. Yine o, ruh, beden ve akıl terbiyesinden başlayıp cihad ve güzellik terbiyesine varıncaya kadar eğitimin tüm alanlarında ana unsurdur.

Bunlar sebeplere sarılma alanında kabullenilmiş hususlardır.

Bu itibarla her düzeydeki tanzim ihlasa muhtaçtır. Başarı ancak ihlaslı kişilerin elleriyle gerçekleşir.

Bundan dolayıdır ki genel olarak İslam için çalışmada ihlas zaruridir, özel olarak da bu çalışmanın tanziminde ihlas şarttır.

Yani ihlas her şeyin özüdür. İş ne kadar basit görünse de; dava, hareket veya eğitim bakımından yeri ne olursa olsun her işte ihlas başarının sebeplerindendir.

Davet, hareket, tanzim ve terbiye, yeryüzünde Allah'ın dinini muktedir kılma yapısında tuğlalardan başka bir şey değildirler. Bu muktedir kılma işi, İslam için çalışmanın tüm detaylarına nispetle yegane hedeftir.

Son olarak şunu vurgulamamız gerekir ki, genel olarak Müslümanlar arasında; özel olarak da İslam için faaliyetin ihtiyaçlarını kendine dert edinenler arasında davet, hareket, tanzim ve eğitimde ihlasın bulunması konusunda ihtilaf yoktur. Çünkü davet, hareket, tanzim ve terbiyede ihlas bulunmazsa Allah'ın dininin yeryüzünde yerleşmesi mümkün değildir.

C.Terbiye (Eğitim)

İslam için çalışma alanındaki eğitim, sorumluluk yükünü taşımak ve bir müminin Rabbinin ve dininin uğrunda feda edebileceği her şeyiyle İslam yolunda fedakarlık yapması için sağlıklı unsurlarla bu çalışmayı destekleyen husustur.

Eğitim "Vesailu't-Terbiye İnde'l-İhvani'l-Müslimin" adlı kitabımızda da tarif ettiğimiz gibi, insanda en güzele ve Allah'ın en çok razı olduğu şeye dönük değişim gerçekleştirmek için özel araç ve metotlarla doğrudan sözlü olarak ve dolaylı bir şekilde de model olarak yönlendirme yapmak suretiyle beşer fıtratında muamelede bulunmada en ideal yöntemdir. (17)

Cemaat vesikalarının, kurucu imam el-Benna'nın risalelerinin, eğitimle meşgul olan kişilerin, davetçilerin ve düşünce adamlarının açıkladıkları gibi cemaatin eğitime ilişkin tanımları budur.

İslami eğitim sahasında söz konusu olan insan ve onu kuşatan maddi ve manevi şartlardır. Şöyle ki İslami eğitim sistemi insanı İslam'ın istediği kalıba sokmayı hedef edinir; onun şahsiyetinden yapısı gelişmiş bir şahsiyet veya almaya, vermeye, çalışmaya ve ücretini Allah'tan beklemeye yetkin bir şahsiyet çıkarmayı gaye edinir.

Bu beşeri şahsiyetin İslami olarak tekamül etmesi için her türlü eğitim çeşidiyle eğitilmesi gerekir ki o eğitim türlerinden her birinin kendine ait şartları, adabı, hedefleri ve vasıtaları vardır.

Bu terbiye (eğitim) türlerinin isimlerini, dikkat çekmek suretiyle aşağıda zikredeceğiz:

1.Ruh eğitimi

2.Ahlak eğitimi

3.Akıl eğitimi

4.Beden eğitimi

5.Dini eğitim

6.Sosyal eğitim

7.Siyasi eğitim

8.İktisadi eğitim

9.Estetik eğitimi

10.Cihadla ilgili eğitim (18)

Ben burada, İslam için çalışma detaylarına ilişkin bazı hakikatleri ve bu detayların alan tecrübelerinden ve davet, hareket ve eğitimle meşgul olan kimselerden bir çoğunun bildiği çalışma fıkhından çıkan tertibi izah etmek istiyorum. Bu hakikatler çoktur, ama biz onlardan bazılarını burada zikrediyoruz:

1.Umumi davetten ferdi davete hatta özel halkaya kadar birçok şekilde Allah'a davet. Bu davet çeşitlerinden eğitim alanına sokmak için sağlıklı ve saf olanı seçilip alınır.

2.Tüm hareket faaliyetleri. Eğitim alanına girmesi için insanlardan saf ve temiz olanlarını seçmek hedeflenir.

3.Düzenleme (tanzim) faaliyetleri. Muhtelif düzeylerde, eğitim alanına girmesi için sağlıklı unsurları seçip çıkarma hedeflenir.

Davet, hareket ve tanzim bakımından İslami çalışmanın detaylarına ilişkin bu tertibin anlamı, eğitimin İslam için çalışma aşamalarının en üstünü olduğu veya aşamalı bir hedef olduğudur.

4.Eğitim, en güzel ve Allah'ın en çok razı olacağı yönde değişim meydana getirmekte payı bulunan yöntemlere, araçlara ve programlara göre yeryüzünde Allah'ın dinini muktedir kılma gücüne sahip unsurları oluşturmayı hedef edinir.

İslami çalışma anlayışının, eğitim, düzenleme, hareket ve davet anlayışının karar kıldığı nokta budur. Kendine özgü görüşü olan kişiden başkası bu tertibe karşı çıkmaz. Onun bu görüşüne saygı duymak ve içtihadını taktir etmekle birlikte şunu önemle vurguluyoruz ki yukarıda belirttiğimiz umumi görüş başarılı olma bakımından daha etkilidir ve eğitim, düzenleme, hareket ve davet alanlarında faaliyet gösterenlerin gönlünde daha fazla kabul görendir. Hatta bu görüş neredeyse temel görüş olma durumundadır.

Biz Müslümanlar tarafından şu kabul edilmiştir ki hata eden müçtehit bir sevap, isabet eden müçtehit ise iki sevap alır. Bu müçtehitlerin her biri ne kınanır ne de azarlanır. Doğru yola hidayet eden de Yüce Allah'tır.

İslam için çalışma hedeflerinin en önemlilerinden biri olduğu halde, eğitimin kendisiyle ilişkili ve dayanaklarından sayılan bazı hakikatleri belirtmemiz gerekir. Çünkü İslami eğitim üç sütun üzerinde durur:

-Öğrenme (taallüm)

-Bilgi (İlim)

-Öğretim (talim)

Bunlar belirttiğimiz tarzda tertip edilmiştir. Eğitimin dayandığı birinci sütun öğrenmedir. Yani bir alimin önünde diz çökmek veya bir kitaba müracaat etmek suretiyle bilgi öğrenilir. En iyisi bunların ikisinin bir arada bulunmasıdır. Eğitimin ikinci dayanağı ilimdir. İlim tahsil ve idrak kapasitesiyle ilişkilidir. İlmi öğrenmeye ve kavramaya yönelik olmayan bir öğrenmenin hiçbir kıymeti yoktur. Bu sütunların üçüncüsü öğretimdir. Yani ilmi bir başka tarafa taşımaktır. Şöyle ki sahibinin kalbinde ve zihninde mahpus olan bir bilginin hiçbir değeri yoktur. Hakiki kıymet ve sosyal değer ancak bu ilmin neşredilmesinde ve insanlar arasında yaygınlaştırılmasındadır.

Bu sütunları sağlamlaştırmak ve onları İslami nasslarla pekiştirmek için Allah'tan başarılı kılmasını dileyerek şunları söylüyoruz:

1.Öğrenme

Bize göre eğitimden daha kapsamlı ve daha genel olmasa da öğrenme, eğitimle eş anlamlı kelimelerden biridir. Gerçi Batılılar ve onların görüşlerini paylaşan Müslümanlar bunun aksini düşünürler. Bu bize göre bir terim (ıstılah)dir. Alimler arasında ittifakla kabul edildiği gibi ıstılahlar üzerinde tartışma olmaz. Bu sözün anlamı şudur: Kavramların şüphe ve kapalılıktan kurtulması gerekir.

Eğitim ve öğretimi uygulayan kişinin, uygulamadan önce başkasından öğrenim görmesi gerekir. Halbuki öğrenim yöntemleri çoktur ve bunların hepsi öğretime başlamadan önce istenen şeylerdir.

Öğrenme, ihlas ve kendini ona hasretmekle ilişkili olduğuna göre ilmi tahsil etmek ve kavramak, konularını tartışmak ve kavramlarını iyice içine sindirmek için en uygun olanı da budur. Çünkü ihlası yitirmiş bir öğrenme ancak sahibine Allah'ın bir azabı olur.

Öğrenme, her Müslüman erkek ve kadının üzerine, şeriatın yüklediği bir görevdir. Şöyle ki ilim tahsil etmek her Müslüman erkek ve kadına farzdır. Müslüman kişi ilim öğrenir. Yani beşikten mezara kadar ilim tahsil eder. Hatta Çin'de bile olsa onu arar. Çünkü Müslüman alimler peygamberlerin varisleridir.

İmam Ahmed, Ebu'd-Derda (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "... Hakikaten alimler peygamberlerin varisleridir. Peygamberler dinar ve dirhem olarak miras bırakmazlar; onlar ancak ilmi miras bırakırlar. Kim o ilmi alırsa, bol nasip almış olur."

2.İlim (Bilgi)

İlim, bilgiyi bulunduğu sağlam kaynaktan elde etmektir. Biz Müslümanlar topluluğuna göre, Kur'an-ı Kerim ve tertemiz Nebevi sünnetten daha sağlam kaynak yoktur ve bundan dolayı da ilim ve marifetin kaynağı bu ikisidir. İlim ve marifetin diğer tüm kaynakları Kitap ve Sünnetten sonra gelir. Ancak bu kaynakların Kitap ve Sünnet ile çelişmemeleri şarttır. Bu kaynaklardan Kitap ve Sünnete muvafık olan alınır veya onun vasıtasıyla elde edilir; ama bu ikisine muhalif olan bırakılır, terk edilir ve reddedilir. Bu anlayış, Kitap ve sünneti yüceltmek, İslam'ın ahkamına, ahlakına ve adabına bağlı Müslüman şahsiyete saygı duymak anlamı taşır.

Kitabımıza ve peygamberimizin sünnetine muhalif olan bir şeyi reddetmek, bu dine müntesip bazı samimi kişilerin zannettikleri gibi muğlak değildir.

Bilimsel manasıyla ilim, gözle görünür hakikatle ilgili genel külli kaidelerin, prensiplerin ve tekamül etmiş bilgilerin toplamıdır. İlim gözlem ve deneye dayanır; kişisel eğilimlere veya şahsi görüşlere dayanmaz. İlim, bu anlamıyla nazarı itibara alınmıştır. Çünkü eğitimci, ancak işaret ettiğimiz tarzda ilimden bir miktar elde etmiş ve o ilmini İslami faaliyet anlamındaki alan tecrübesi ve gözlemleri sırasında İslami hareket ve davet sürecinde elde etmiş ise eğitim görevini yerine getirebilir.

Hadisi şeriflerde geçen ilim, aynı zamanda her Müslümanın, bulunma ihtimali olabilecek her yerden alması gerekli olan hikmet demektir. Zira ilim en çok Müslümana yaraşır.

-İbnu Mace, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu nakletmektedir: "Hikmet, müminin yitiğidir. Dolayısıyla mümin onu nerede bulursa alır. Zira hikmet mümine daha çok yaraşır."

-Darimi, Abdullah ibnu Mesud (r.a.)'ın şöyle dediğini nakletmektedir: "Hikmet neşredilen ve rahmet umulan meclis ne güzel meclistir."

Resulullah (s.a.s.) ilim meclisini, ibadet meclisinden üstün tutmuştur.

-Darimi, Abdullah ibnu Amr (r.a.)'dan şunu nakletmiştir: Resu-lullah (s.a.s.) kendi mescidindeki bir meclise uğradı da şöyle buyurdu: "Her ikisi de hayır üzeredir. Ama biri diğerinden daha üstündür. Şunlar, Allah'a dua ediyor ve O'na yöneliyorlar. Allah da dilerse onlara verir, dilerse vermez. Ama şu diğerleri, fıkıh ve ilim öğreniyorlar ve bilmeyene de öğretiyorlar. Bundan dolayı diğerlerinden daha üstündürler. Ancak ben muallim (öğretmen) olarak seçilip gönderildim." Bu sözü söyledikten sonra onların arasına oturdu."

Bu ilimde, ihlas ve yalnızca Allah'ın rızasını kazanma kastının bulunması gerekir. Eğer bunlar olmazsa o kişinin akıbeti azap ve cezadır.

3.Öğretim (Talim)

Öğretim ise eğitimden daha umumidir. Öğretim öğretmenlik bilen ve öğrenen her kişiye vaciptir. Allah Teala şu ayeti ile öğrenmeyi vacip kılmıştır:

"Vaktiyle Allah, kendilerine kitap verilenlerden "onu insanlara açıklayacaksınız ve gizlemeyeceksiniz" diye söz almıştı. Onlar bu sözü arkalarına attılar ve karşılığında az bir değeri satın aldılar. Satın aldıkları ne kadar da kötü bir şeydir!" (Ali İmran, 3/187)

Müslümanlar kendilerine kitap verilenlerdendir. Hatta tahriften uzak, eksiksiz ve en mükemmel kitap onlara verilmiştir. Önceki ehli kitabın Allah'ın kendilerine olan emir ve nehiylerinden inhiraf etmelerinden sonra, Kitab'a varis olmaları için Allah'ın seçtiği kimselerdir Müslümanlar. Allah Tebareke ve Teala bunu şu mübarek sözünde belirtmiştir: "Sana Kitap'tan kendinden öncekileri doğrulayıcı olarak vahyettiğimiz gerçeğin kendisidir. Şüphesiz Allah kullarından haberdardır, (onları) görmektedir. Sonra Kitab'ı kullarımızdan seçtiklerimize miras kıldık. Onlardan kimi nefsine haksızlık eder, kimi orta yoldadır, kimi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçer. İşte büyük lütuf budur." (Fatır, 35/31 -32)

Resullerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.)'e Allah'ın vahyet-tiği kitap Kur'an-ı Kerim haktır, onda hiçbir şüphe yoktur. Temel prensiplerde Allah'ın gönderdiği kitapların ittifakından dolayı kendinden önce gelen kitapları tasdik edicidir. Sonra Allah Teala sonuncu kitabı olan Kur'an-ı Kerim'i kullarından seçtiklerine mirasçı yaptı. Bu kişiler, şüphesiz ki Hz. Muhammed (s.a.s.)'e ve onun getirdiğine iman etmiş olanlardır.

Allah Teala, kitap verdiklerinden kitabı açıklamaları hususunda söz almıştı. Kitabı açıklamalarının manası şudur: Onlar kitabı kendileri dışındaki insanlara öğretirler. Öğretme işi, yani öğretim Hz. Peygamber'in vazifelerinden biridir ve nübüvvetin muktezasından-dır. Tebliğ ve talim (öğretim) birbirine yakın şeylerdir. Madem ki talim Hz. Peygamber'in işidir, bu durumda o, ilim sahibi Müslümanların da bir görevidir.

-İmam Müslim, Hz. Aişe (r.anha)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöy-le buyurduğunu rivayet etmiştir: ".... Allah beni sıkıntı ve zahmet verici veya bunu arzu edici olarak göndermedi. Ancak Allah beni bir muallim ve bir kolaylaştırıcı olarak gönderdi."

-Darimi, İbnu Mesud (r.a.)'dan Resulullah'ın kendisine şöyle buyurduğunu nakletmiştir: "İlim öğreniniz ve öğrendiğinizi insanlara öğretiniz. Farzları öğrenip, onları insanlara öğretiniz. Kur'an'ı öğreniniz ve onu insanlara öğretiniz. Ben (ruhu) kabzolunacak bir kişiyim; ilim de yeryüzünden çekilip alınacak ve fitneler ortaya çıkacak, hatta iki kişi bir farz hakkında ihtilafa düşecek de aralarında hüküm verecek bir kimseyi bulamayacaklar."

-Darimi, Zeyd ibnu Sabit (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Bizden bir sözü duyup onu ezberledikten sonra kendisinden daha iyi ezberleyene ulaştıran kişinin Allah yüzünü ak etsin. Nice bilgi sahipleri vardır ki, bir bilgiyi kendilerinden daha anlayışlı kimseye ulaştırırlar. Bir Müslümanın kalbinin bağlandığı üç şey vardır ki o sayede cennete girer." Ben: "Onlar nedir?" dedim. Resulullah: "Ameldeki ihlas; yöneticilere yapılan nasihat ve cemaata bağlılık. Çünkü cemaatin duası arkalarından onları da korur" buyurdu.

-Darimi, Ebu'd-Derda (r.a.)'dan şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.s.) bize hutbe irad etti ve şöyle buyurdu: "Bizden bir söz duyup onu duyduğu gibi başkasına ileten kişinin Allah yüzünü nurlandırsın. Bir söz kendisine iletilen nice kimse vardır ki, onu ilk duyandan daha kavrayışlı olur. Üç şey vardır ki bunlarda Müslüman kişinin kalbine hile düşüncesi girmez: Allah için olan ameldeki ihlasta, her Müslümana öğüt verilmesinde ve cemaata bağlılıkta... Çünkü cemaatin duası arkalarından onları da korur."

İslam'da eğitim ve öğretimin durumu işte böyledir. Şeriat, gücü yeten herkese, eğitim ve öğretimi vacip kılmıştır. Herkese ilim tahsil edip sonra da onu Allah rızası ve Allah'a yakınlaşmak maksadıyla insanlar arasında yaymasını emretmiştir. Hatta fakihlerimizin ortak görüşü şudur: Bir alimin veya müftünün öğrettiği ilimden ya da verdiği fetvadan ücret alması caiz olmaz, ancak bu ücret, yaptığı görevden dolayı kendisine Müslümanların beytu'l-malından tahsis edilmiş ise bu caiz olur.

Öğretimden ücret alma konusunda Müslümanlara hatırlatmak için şunu söylüyorum: Onlar, İslam'ın bu görüşüyle Batılı bazı bilginlerin yaptıkları arasında bir karşılaştırma yapsınlar. Çünkü batılı bilginlere bir soru sorulduğunda veya kendilerinden bir rapor istendiğinde, ücretleri belirlenmedikçe, cevap vermezler, rapor da hazırlamazlar. Zira onlar üniversite hocalarıdır ve kendilerinin rütbeleri ve ücretleri vardır. İşte İslam medeniyetiyle Batı medeniyeti arasındaki kesin fark budur, bunu düşünüp araştırmak gerekir.

Bize göre eğitimin bir metodu, belli bir zamanı vardır; her birine uygun aşamaları ve öğreticiler vardır. Bu öğreticiler ücretli de olabilir, ücretsiz de.

Bize göre eğitim ve öğretimin her aşamasının kendine özgü özellikleri, hedefleri, yöntemleri, öğretmen ve öğrencilerin de nitelikleri vardır. Bunlar davet fıkhı kitaplarında geniş bir şekilde anlatılmaktadır. (19)

Burada şuna dikkat çekmemiz gerekir ki, eğitim, davet, aksiyon ve tanzim için bir hedef olsa da, bu son hedef değildir, bilakis aşamalı bir hedeftir. Hatta büyük gayenin gerçekleşmesi için bir yol sayılır. O büyük gaye de yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmaya muktedir insanlar yetiştirmektir.

Yine terbiye konusunda başka bir hususa da dikkat çekmek istiyoruz. O da terbiyenin (eğitimin) asla duraksamayan ve sürekli devam eden bir olgu olduğudur. Ancak eğitim kendi yöntemleriyle nesilleri eğitir ve onları içinde bulundukları aşamalı hedefleri gerçekleştirmeye götürür. Sonra da onları ve diğerlerini Allah'ın dinini yeryüzünde muktedir kılmaya varıncaya kadar nihayetsiz bir eğitsel çalışmaya sevk eder.

Mademki beşer hayatı devam etmekte ve analar çocuk doğurmayı sürdürmektedir; öyleyse İslami eğitim, yeryüzünde insanlar yaşadıkça var olmaya devam edecektir.

Mademki İslami eğitim, İslami metot ve araçlara göre, şahsiyetli, olgun bir Müslüman insan tipini amaçlıyor, o halde, eğitim nasıl duraksar ve nasıl verilmekten vazgeçilir?

Müslümanların, Allah'ın dinini yeryüzünde hakim kılma faaliyetinde pay sahibi olmaları için bu Müslüman insan tipini oluşturmaya gerçekten devamlı muhtaçtırlar.

Eğitimin çeşitli aşamaları olduğunu ve birçok yönteminin bulunduğunu; eğitim sırasında, Allah'ın rızasının ve O'nun hoşnutluğunun aranması gerektiğini, ayrıca ihlasın şart olduğunu beyan etmemize ve bunu vurgulamaya gerek yok. Nitekim İmam el-Benna ihlasla ilgili olarak veciz ve hikmet dolu bir açıklama yapmıştı.

Eğitim ve öğretimde ihlas bulunmazsa, nefis ve dünyevi çıkar araya girer; insanlar kendilerine alim denilmesi için ilim tahsil ederler ve öğretmenler de kendilerine bilgi küpü denilsin diye öğretirler.

Eğer böyle denilirse ecir yok olur, amel boşa gider. İhlasın kaybolmasından ve Allah'ın rızası dışındaki ilim tahsilinden Allah'a sığınırız.

D.Hareket, Düzenleme ve Eğitim Açısından Bütün İşlerde Cemaat Çalışması

Hasan el-Benna'nın ihlas ile yapılmasını istediği çalışma detaylarının cemaatin programlarında yer aldığını beyan etmiştik. Onlar da, hareket, düzenleme ve eğitimdir.

Bu detayların her birinde cemaatin büyük çabaları vardır ki onların ihya, tecdid ve ıslah meselesinde etkisi derindir. Bu etki yalnızca, Mısır'a özgü değil, bilakis Arap ve İslam alemine taşmış, hatta birçok Batı ülkesinde de kendini hissettirmiştir. Cemaatin çalışmalarını izleyen düşman gözlemciler, tıpkı İslami harekete yakın olan dostların tanıklık ettiği gibi tanıklık ediyorlar. Aslında bu dostlar cemaata mensup değiller ve ıslah ve tecdid konusunda kendilerine bir yöntem de seçmemişler.

Dostlardan önce düşmanların tanıklığını açıklamam, cemaati savunma noktasından değil, bilakis bir vakıayı gözler önüne sermek içindir. Ayrıca asırlardan beri kafalarında ve gönüllerinde köklenmiş siyonist veya haçlı temayüllerine uyarak, düşmanlıklarını hatta İslam'a karşı kinlerini gizleyen insanların kalemleriyle İslami hareket ve cemaat hakkında yazdıklarını inceleyip araştırmak içindir.

Allah Teala'nın hidayet nasip edip akıllarını başlarına devşirdiği Müslümanları ve Arapları bunlara ekleyebiliriz. Çünkü bu kişiler solculuktan, laiklikten ve sosyalizmden dönüp İslam'ın berraklığıyla ve hakikatle buluştular. Kendi yolunda yürüyen bu güçlü yayılma hareketi, yeniden İslam'a yönelmeyi ve bu yönelme sebebiyle iftihar etmeyi getirdiği gibi aynı zamanda İslam için çalışanların saflarına katılmalarından dolayı bir çok insanı zayi olmaktan ve aşağılık psikolojisinden kurtardı.

İslam için çalışma konusunda cemaatin çabalarıyla ilgili söylediklerimizin doğruluğuna dair bazı örnekler vereceğiz:

1.Hareket Alanındaki Örnekler:

Bu alanda cemaatin insanların arasına karışmakta, onları sevmekte, onlar tarafından sevilmekte, onlara hizmet etmekte, onları hayra sevk edip şerden sakındırmakta, İslam'a uymalarını ve onun şeriatına riayet etmelerini sağlamakta hissedilir gayretleri bulunmaktadır. Yine bu hususta cemaatin öncelikle İslam ülkelerinde, ondan sonra da diğer dünya ülkelerinde Müslüman teşkilatlarla birlikte yürüttüğü birçok faaliyetleri vardır.

Bugün dünya ülkelerinin bir çoğunu gezip dolaşan insanlar, cemaatin ıslah, tecdid ve ihya konusundaki metot ve düşüncesinin etkin olduğuna şahit olabilirler.

Cemaatin hareket sahasındaki faaliyetleri şunlardır:

-Cemaatin harekette kendine özgü bir karakteri vardır. İnsanların dikkatlerini yönlendirmesi ve onları yararlı şeylere sevk etmesi sebebiyle hoş ve zevkli bir karaktere sahiptir. Bundaki fazilet yalnızca eylemcilere ait değildir. Sadece temelde, yukarıda sözünü ettiğimiz hareketin tüm ilkelerinin Kur'an-ı Kerim'den, Sünneti Nebeviyyeden ve sahabe-i kiramın uygulamalarından kaynaklanmış olmasındandır. Sahabe-i kiramın uygulamaları, kitap ve sünnette yer alan ilkelerin hassas bir şekilde tatbikinden ibarettir.

Bu karakter, İslam ülkelerinin bir çoğundaki İslami hareketin genel özelliği haline gelmiştir. Bu yapı, yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmayı kendine hedef edinen "İslami Uyanış"ta, tecdid ve ıslah faaliyetinde hisseleri bulunan çok sayıdaki Müslüman gençte etki ve ürünlerini neredeyse gösterecektir. İslami uyanış öyle bir harekettir ki onu ancak gaflet içinde bulunanlar veya sapıklıkta ve demagojide ısrarcı olanlar inkar edebilirler.

-Bu uyanış veya tecdid ve ıslah hareketi, ancak hakikatte cemaatin İslami hareket alanında yaptığı çalışmaların etkilerinden ibarettir. Bu öyle bir ıslah hareketidir ki onun ateşini söndürmek için düşmanca çabaların ve birçok gayretlerin varlığına rağmen onu durdurmaya hiç kimsenin gücü yetmez.

Bu uyanış, ıslah, tecdid ve ihya etme hususundaki arzu günümüz Müslüman şahsiyetinin özel niteliklerinden olmuştur. Bu özel nitelikten kendi dinini ve İslami karakterle hayatı şekillendiren bu dinin metodunu terk etmeye yatkın kişiden başkası vazgeçmez.

Şurada burada bazı fertlerden veya bazı cemaatlerden zuhur eden aşırılıklar önemsenmemelidir. Çünkü ıslah, tecdid ve İslami uyanış hareketinin devamlılığında ısrar etmek sürekli olmalıdır ve duraksamaya mahal verilmemelidir.

Bu uyanış, kendi hareketliliği içinde, bir nehrin sularının coşarak akmasına benzer. Çünkü o azgın nehri, hiçbir set, hiçbir tümsek ve hiçbir engel durduramaz. Bu set ve engeller her ne kadar aşılamaz görünse de, bu akan nehir onların üzerinden aşar geçer.

Bu çok yönlü akımın önünde duran insanlar ne kadar da zavallılar! Çünkü onlar, çok süratli bir şekilde, dünya ve ahiretlerini yitirmiş olarak, bu akışın önünde sürüklenip giderler. İslami uyanış diye nitelendirilen bu akım, kendi yolunda, her gün hayatın bir sahnesinde varlığını göstererek yürüyüp gitmektedir. Sonunda bu uyanış, Doğu ve Batı dünyasındaki büyük güçleri rahatsız etme noktasına gelecektir. Zaten Doğu gücü rezil ve rüsvaydık içerisinde çöktü.

-Bir çok İslam ülkesinde ve Arap ülkelerinin çoğunda meydana gelmiş bir olayı daha çok düşünme isteği sebebiyle İslami uyanış, tecdid ve ıslah hareketinin bekası üzerine delil sunma ihtiyacı içinde değiliz.

İslami uyanışın şeklini açıklamak için bazı soruları sormamız gerekir:

-İslami akımın karşısında duranlara, bu duruşları ne fayda sağlar?

-İslami uyanışa karşı duruş, bizzat uyanışın kendisine ve temsil ettiği tecdid ve ıslah hareketine ne kadar zarar verebilir?

Bu iki soru üzerine bilinen cevaplar hakkında fikir üretmek, bildiğimiz bazı kesin hakikatleri, pekiştiriyor. Onlardan bir kısmına aşağıda işaret ediyoruz:

* Bu uyanış akımına karşı koyanların gayretleri boşa çıktı ve kendi halklarının paralarını boş yere harcayıp tükettiler. Çünkü onlar savaştıkları İslami akımın hakikatini görmediler ki, Müslümanın kendi dini ve şeriatıyla gurur duymasının, onun yerine ne Doğuya ne de Batıya razı olmasının eşyanın tabiatından olduğuna kani olsunlar. Özellikle Müslümanların, İslam'a ve Müslümanlara karşı düşmanca tavır takınan ve Müslümanların din ve yöntemleriyle ilgisi olan her şeye tuzak kuran bir yabancı işgalin oluşturduğu ülke şartlarını düşündüğü vakit, düşmanlarının kendi şahsiyetini değiştirme ve çirkinleştirme çabalarından, İslami yöntem yerine dinine uygun düşmeyen yöntemleri dayatmalarından kurtulmak için kendi dinlerine ve yöntemlerine sığınmaları gayet tabii olur.

Bu şartlarda İslami akıma karşı duranların, İslami akımın işini bitirme şöyle dursun, onu birazcık durdurmaya bile muvaffak olmaları ne kadar zordur!

* Bu akımın karşısında duranlar kaygı ve sıkıntıya maruz kaldılar ve akıma meydan okumayı sürdürmekle birlikte terör düzenine döndüler. Metot ve görüşte kendilerine muhalif olanlara sertlik ve engelleme yöntemlerini kullandılar. Bazı fertler veya cemaatler, ülke tesislerine ve iktisadi kaynaklara el konulmasına karşı koymaya cesaret edemediler. Bu da samimi ruhların rahatsız edilmesine yol açtı -halbuki bu durum İslam'ın asla caiz görmediği bir şeydir- ama bu bir reaksiyon durumudur.

Onlar ve bunlar azıcık akıllarını kullansalardı durum daha başka olur ve işler yoluna girerdi. Ayrıca halkın maruz kaldığı güvensizlik, sıkıntı ve endişe ortadan kalkardı.

Yönetim düzenine herhangi bir zarar olmadığına göre, düzen, İslami ıslah hareketinin, İslami bakış açısına göre toplumun salahını gerçekleştirecek program ve projelerle kendini ifade etmesine izin vermelidir. Çünkü bu, içinde yaşadığı ülkede vatandaşın en basit haklarından biridir.

Fakat bu düzenler, bu hakkı vermek istemedikleri gibi günden güne artan baskının varlığını bile kabul etmezler.

Bu düzenler bu tutumlarıyla egemenliği tekellerinde tutarlar ve egemenliğin program ve proje sahiplerinin ellerine geçmesine asla izin vermezler. Böyle bir çabayı yasaklarlar ve onu, yönetimi değiştirmeye sebep olan gayri meşru bir iş olarak değerlendirirler. Halbuki böyle bir şey yoktur ve olmayacaktır da. Çünkü bu düzenler toplumu ıslah etme düşüncesini de tekellerine almışlardır. Onlar, kendilerinden başkasının düşünme yeteneğine sahip olmadığını ve egemenliğin kendi tekellerinde olduğunu iddia ederler. Yine onlar, çok partili bir düzenin ve demokrasinin varlığını iddia etmelerine rağmen, yönetimin el değiştirme çabasının bir suç olduğuna inanırlar.

* Tecdid ve ıslah hareketinin karşısındaki bu inatçı tutum, ona bir zarar veremedi, ancak ona en geniş sahayı ve sıkıntılı yerlerden uzak ferah bir çalışma alanını bahşetti. Bu sayede hareket, dar bir iklime hapsolunduktan sonra dünyanın birçok ülkesine taşındı.

* İslami akımın karşısında durma işi, Müslüman gençliğin ilim ve marifete hatta birçok alanda ilmi üstünlüğe yönelmesine sebep oldu. Bunun neticesinde İslami akıma karşı direnen ülkelerde, bu gençlik kendine bir yer edinip var olduğunu gösterdi. Onlar şiddete asla baş vurmayıp ilmi kullandılar. İslami hareketin düşmanlarının Müslüman gençliğe sundukları kazanışların en büyüğü bu olmuştur. Taberani'nin el-Evsat'ında Amr ibnu Nu'man ibni Mukrin'den, İmam Ahmed'in de Ebu Hureyre'den (r.anhum) rivayet ettiği hadiste Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurmuştur: "Muhakkak Allah Teala bu dini facir bir adamla destekler." Nesai de Enes (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Muhakkak Allah Teala bu dini, hiçbir nasibi olmayan kavimlerle destekler."

Bundan dolayıdır ki, İslami hareketin karşısında duranlar, İslami hareketin parlamentolara veya yönetim mevkilerine gelmelerini önlemek için seçimlere hile karıştırıyorlar ve çeşitli tuzaklar kuruyorlar; kanunlarını da öyle hazırlıyorlar ki Müslüman bir üye oralara serbestçe giremesin. Birçok Arap ve İslam ülkesinde seçmen iradesinin hiçbir anlamı ve neticesi yoktur. Durum böyle olunca İslami hareket, program ve çalışmasını ifade edecek, ülkesi ve ülke halkının yararına olan isteklerini, pak duygularını ve sorumluluklarını gerçekleştirebileceği diğer kanallara yöneldi. Meslek sendikaları, üniversitelerde öğretim kurulu üye dernekleri gibi... İslami hareket, buralarda, bizzat ülke ve ülke evlatları için en iyiye doğru değişiklikler oluşturdu. İslami akım bu sendika ve derneklerde şunları yapmayı başardı:

-Bu yerleri fırsatçılardan ve iki yüzlülerden temizledi.

-Daha önce benzeri görülmemiş bir güvenilirlik içinde, bankaların, kaynakların ve tesislerin bütçelerini kontrol altına aldı.

-Sendika üyelerinin yararına olan birçok projeyi yürürlüğe koydu. Bazı örnekler şunlardır:

* Tedavi projesi

* Sosyal güvenlik projesi

* Borçlanma sandığı projesi

* Tatil, turizm vb. gibi dinlenme projesi

* Uluslararası toplantılara katılma ve konferanslar düzenleme suretiyle hizmet içi eğitim faaliyetleri projesi

* Fertler ve ülke düzeyinde felaketlerle mücadele çalışmalarına katılma projesi

* Tüm dünyadaki hak ve özgürlük mücadelelerine yardımda bulunma projesi

* Geçim düzeyini bulunduğu durumdan daha yukarıya yükseltme projesi

* Sendikal faaliyetleri geliştirme projesi

Bu ihlas ve şahsi menfaatlerden, nefsi arzulardan arınma, İslami hareket için, her türlü seçim mücadelesinde birçok kazanç sağlayacak büyük bir potansiyel oluşturdu. Üstelik İslami hareketi engelleyeceğini zannettikleri zalim kanunlar koymalarına rağmen. Yine İslami hareket, birçok sendika ve öğretim kurulu üye derneklerinde başarı sağladı.

* İslami hareketin öğretim kurulu üye derneklerine hakim olma meselesi, düşünmeye ve ibret almaya değer bir konudur. Çünkü bu dernekler, zalim yönetim düzeninin himayesinde, hıyanetlerine gerekçe bulmak ve yaptıkları iki yüzlülüğü gizlemek için kurulmuşlardı. Bunlar yapacaklarını bazen baskı ve zorbalık altında, bazen de şahsi menfaat sağlayarak yapıyorlardı.

Fakat bu yönetimlerin tüm çalışmaları boşa çıktı. İslami hareket önce varlık göstermeyi, akabinde de sahip olduğu büyük potansiyel sebebiyle bu derneklere hakim olmayı başardı. Çünkü üniversiteyle ilgili yüce görevlerinde, işlerinde ve vatanlarına karşı besledikleri duygularda samimiydiler.

İslami hareket, bu derneklerin gidişatını düzeltmeyi para ve faaliyetlerini üyelerin yararına kullanmayı başarabildi.

İslami hareketin en bariz vasfı, üstlendiği tüm işlerde Allah için ihlaslı olmaktır. Bu şahsi menfaatlerinin ve nefislerinin esiri olan kimselerde bulunmayan bir vasıftır. Tevfik ve başarı bu ihlastan dolayı gelmiştir.

Bu durumda İslami harekete karşı çıkmak, çıkanlara ne gibi faydalar sağladı?

Böyle bir engelleme, İslami hareket mensuplarına nasıl bir zarar verdi?

Islah ve tecdid hareketine, İslami akıma karşı çıkanlar akıllarını kullanıp, kendi şahsi çıkarları için değil de kamunun yararı için çalışsalardı olmaz mıydı? Bu sayede onlar kışırı gitmiş ve insanlara faydalı kısmı kalmış bir öze dönerlerdi. O öz, İslam'ın metodu ve hayatla ilgili düzenidir.

2.Düzenleme Alanındaki Örnekler:

Cemaatin bu alanda üstün başarıları vardır. Cemaatin yaptığı her çalışmada, çalışma ister basit ister detaylı şekilde görünsün tabi olduğu bir düzenleme bulunmaktadır. Çünkü cemaat düzenlemeden yoksun olan bir çalışmanın başarısızlıkla sonuçlanacağına inanmaktadır.

Daha önce düzenlemenin İslami metottaki derinliğine işaret etmiştik. Biz burada, cemaatin bu prensibi alıp pratik olarak uyguladığını vurguluyoruz. Cemaatin aşağıda belirtilen alanlarda sağlam düzenlemeleri vardır:

-Davetin neşrinde

-İşçiler kısmında

-Çiftçiler kısmında

-Aile bölümünde

-Öğrenciler bölümünde

-İslam dünyasıyla ilişkiler kısmında

-Beden eğitimi kısmında

-Meslek kısmında

-Müslüman bacılar kısmında

-Her şubedeki tanzim şu hususları ele alır:

* İdarenin tanzimi

* Aile, büro ve benzeri şeylerde eğitsel faaliyet düzenlemesi...

* Kültürel faaliyetlerle ilgili düzenleme... Konferans vs...

* İzcilik faaliyetleriyle ilgili düzenleme; "gezi kolu" gibi.

* Sosyal hizmetler ve hayır işleriyle ilgili düzenleme.

* Sportif faaliyetlerle ilgili düzenleme.

* Milli ve siyasi faaliyetlerle ilgili düzenleme.

-Cemaatin her bölge için bir düzenlemesi vardır ki her bölge, birçok şubeyi kapsamı içine alan cihad merkezlerinden oluşmaktadır.

-Kurucu heyetin tabi olacağı düzenleme.

-İrşad bürosunun, genel mürşidin ve cemaattaki her çalışma biriminin tabi olacağı düzenleme.

Cemaat, bununla tüm İslami çalışma birimleri ve bu birimlerde çalışanlar için ana yapının temellerini sağlam attı.

Bu düzenlemelerden herhangi birine bir bakış, bu hayati işte ayağın sağlam basıldığını gösterecektir. Cemaat fertlerinin düzenleme, yönetim ve planlama alanında profesörler düzeyinde olmalarına şaşmamak gerekir.

3.Eğitim Alanındaki Örnekler:

Bu alan, cemaattaki çalışma alanlarının en önemlilerindendir. Çünkü davet alanından seçilmiş sağlam unsurların tümü onda son bulur.

Bundan dolayı, cemaatin eğitim alanında kaidelerini sağlam attığı düzenleme, sistemlerin en sağlamı ve en hassasıdır.

Cemaatin eğitim alanında aşağıdaki şekilde hassas ve sağlam düzenlemesi vardır:

-Aile düzenlemesi. Şubedeki eğitim biriminin en küçüğü ve en önemlisidir.

-Yöneticiler için hassas düzenleme.

-Taburlar için hassas düzenleme. Taburlar bütün gece boyunca, sabah namazına kadar ibadet için toplanan insanların oluşturduğu gruplardır.

-Kamplar, karargahlar ve toplantı yerleri için yapılan düzenleme. Buralarda sayı bakımından daha çok, süre bakımından daha uzun eğitsel toplantılar yapılır, çünkü bu toplantılar bazen günlerce sürer.

-Bu düzenlemeler, cemaat tarihinde İslami eğitim nazariyelerini tatbikat alanına çıkaran pratik vasıtalar olmuştur. Onları düzene koyma ve izleme takip edince, bu eğitim birimlerine ait pratik uygulama, en güzel şekilde ve hedefleri gerçekleştirmeye daha muktedir bir tarzda kendini gösterir. Çünkü gençlerin cemaatle irtibatlarının artmasına sebep olan odur. Nitekim o, insanların cemaate yönelmelerine sebep olmuştur. Bu yöneliş gençlerin bilmesine rağ-men cemaat içinde, zulüm yönetimlerinden kendilerine yönelik olarak karşılaşacakları işkence ve baskılara dikkat çeker.

-Cemaatin bir düzenlemesi de kendi idaresindeki okullara aittir. Bu okullarda sabah çocuklar, akşam da eğitim fırsatını yitirmiş büyükler eğitim görmektedir.

Burada, aileden tutun da şubeye hatta taburlara kadar bu eğitim birimlerinde çalışanların ahlaklarına etki eden cemaatin eğitim felsefesini ve yöntemlerini kaydetmem gerekir. Gözlemleyebildiğim kadarıyla bazıları şunlardır:

-İnsanlarla ilişkide veya insanların birbiriyle ilişkilerinde İslam ahlakına uymak. Şöyle ki Batılılaşma hareketi toplumumuzda fesat ve çözülmeyi yayması, içki ve uyuşturucuya çekmesi, çocuklarımıza korku ve ürkekliğin hakim olması, hatta namusun çiğnenip ülke işgal edilirken hiçbir şeye aldırmadan yaşamaya devam edilmesi gibi sebepler yüzünden Müslümanların ruhlarından iffet, şecaat, adalet, sıdk ve emanetin silinip gitmesine az kalmışken İslam ahlakına sarılmak önem kazanıyor.

-Karşı tarafı dinlerken geniş ufuklu ve esnek olmak, ikna etmeye çalışmak, onunla en güzel şekilde tartışmak ve onu güzel öğüt ve hikmetle Hakk'a davet etmek. Bu da ailede şuranın gerçek bir şekilde denenmesiyle oluşabilir.

Müslüman Kardeşler 1948 yılında tutuklanarak Tur dağına sürgün edilmişlerdi. Aynı zamanda bazı komünistler de tutuklanıp Tur dağına sürgüne gönderilmişlerdi. Komünistlerle Müslüman Kardeşler arasında itikad, düşünce ve yöntemde bir hayli farklılık olmasına rağmen, bütün bunlar bazı komünistlerle İhvan arasında diyalogun kurulmasına engel olmadı. Yine 1952'deki askeri ihtilalden önce Mısır'daki bazı parti başkanlarıyla cemaatin ileri gelenlerinden bazıları arasında diyalog olmuştu.

-Tanzim, hareket ve davet alanlarında davet edilen kişilerle kurulan ilişkilerde rıfk ve müsamaha hakim olmalıdır. Şöyle ki İslam ahlak ve adabından kaynaklanan bu müsamaha, Müslüman kardeşe davet ettiği kişiye herhangi bir baskı yapmadan şefkat ve sevgiyle yaklaşıp, onun İslam'ın hidayetiyle doğru yolu bulması veya İslam'ın ahlak ve adabına sarılmasını geciktirmesi hususunda müsamahakar davranmasına izin verir. Ayrıca ahlak ve gidişat bakımından İslam'a sıkı sıkıya bağlı ama cemaatle bir ilişkisinin bulunmasından korkan kişiye de aynı derecede müsamahakar olmak gerekir.

Geciktiren veya itiraz eden ya da korkan bu kişiyle kurulan ilişkide yumuşak bir dostluk ve nazik bir tebessüm görürsün.

Cemaat içindeki sert ve asık suratlı bir adama ancak, henüz cemaatin faziletli eğitimcilerle desteklediği İslami terbiye halkalarında erimemiş olanlar içinde rastlanabilir. Fakat öyle biri süratlice İslam'ın müsamahasına ve insanlara olan merhametine başvurur.

-Bir sıkıntı anında güzelce sabretmek ve Allah'ın rızasını ummak. Cemaat önce İngilizlerin işkencelerine sonra da Mısır'daki yönetim mekanizmasının sıkıştırmalarına maruz kaldı. Hükümetler İngiliz politikasını ve o politikanın aldığı kararları uyguluyordu. Daha sonra da Rus, Yahudi, Amerikan ve onların siyasetlerini uygulayıp yönetimlerini sürdüren İslam ve Arap dünyasındaki yönetim mekanizmalarının baskılarına uğradı. Durum öyle bir noktaya vardı ki 1965 yılında Mısır devlet başkanı, komünistlere yaklaşarak, onların planlarına hizmet ederek, korkarak ve Mısır'daki işçileri kışkırtarak onu makamından edeceklerinden endişelenerek, Moskova'da bulunduğu bir sırada İhvan'a darbe vurulup mensuplarının tutuklandığını açıkladı. Halbuki bu kişi başarısız bir siyasetçiydi.

Bir de Nahhas Paşa vardı ki Hasan el-Benna'ya, İhvan-ı Müsli-min'in seçimlere katılmakta ısrar etmesi halinde, İngilizlerin, kendisinin parlamento üyeliğine karşı çıkacakları ve onu cezalandıracakları tehdidinde bulunduklarını itiraf etmişti.

Ama 1952'deki askeri darbe hükümeti Nahhas Paşa kadar cesaret gösteremedi. Mısır'daki İslami hareketlere darbe indirilmesi kararını savunuyordu.

Acaba karar gerçekten başkanın kararı mıydı? Sonra bu karar o Moskova'da iken açıklanmıştı.

Bütün bu işler konusunda cemaatin gayretleri hareket, tanzim ve terbiye yönündendi. Ben dönüyor ve şunu vurguluyorum ki, bütün bu çalışmalarda ihlas ve Allah'ın rızası yoksa, başarı şansı da yoktur. Arap ve İslam aleminde İslami uyanışın yayılma başarısı ancak bu sayede olmuştur. Islah, tecdid ve ihya faaliyeti Müslümanların genel karakteri haline gelmiştir. Bu da Allah'ın bir farzıdır ki, onu kullarından dilediği kişiye verir. Akıbet muttakiler içindir.

Cihadda İhlas

İmam el-Benna (Allah rahmet eylesin) ihlasla ilgili veciz sözlerinde şu maksadını vurguluyor: "İhlas, Müslüman kardeşin cihadında Allah'ın rızasını kastetmesidir."

Bunun manası şudur: Müslüman kardeş cihadında Allah'ın rızası dışında bir şeyi veya bir kimseyi kastediyorsa onun bu ameli boşa çıkar ve Allah'ın cezalandırmasını hak eder.

Cemaatte cihadın tüm aşamalarının hedefi vardır: Eğitim hedefi, yani davetin söz ve fiille yapılması hedefi veya davetin, hareketin, düzenlemenin ve eğitimin hedefi.

Davette faaliyet gösterenlerden yetişenler harekete yönelirler, harekette de başarı gösterip seçilenler eğitime yönelirler, onda da başarıp yükselenler, Allah'ın kelimesinin yücelmesi için Allah yolunda cihada yönelirler.

Cemaat, İslam'ı, daveti, hareketi, tanzimi ve terbiyeyi kendi anlayış ve kavrayış hükmüne göre, cihadı İslami faaliyetin doruğu olarak görür. Mücahidi de İslami terbiye görmüş kişilerin zirvesi olarak görür. Bu anlayış cemaatin kendine ait bir görüşü değil Resulullah'ın şu sözünün tasdikinin ifadesidir: Tirmizi, Muaz (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "... Sana bütün işlerin başını, direğini ve zirvesini bildireyim mi? Her işin başı İslam'dır, Müslüman olan kurtulmuştur, direği namaz ve zirvesi de cihaddır..."

Cemaatte cihadın konumu işte budur. Bundan dolayıdır ki cemaat kendi için fertleri arınmışın arınmışından, onun da arınmışından seçiyor. Yine bundan dolayıdır ki İmam el-Benna'nın risalelerinin en kapsamlısı ve en dikkatlisi, mücahit kardeşleri yönlendirdiği ve onlar için on dört beyat rüknünü tespit ettiği risaledir.

Risalenin başında onun şu sözü yer almaktadır: "Bu risalem İhvan-ı Müslimin'den mücahit kardeşleredir... Bunların dışında kalanlara gelince, onlar için de dersler, konferanslar, kitaplar, makaleler ve açıklamalar bulunmaktadır. Herkesin yöneldiği bir yönü vardır. O halde siz de hayır işlerine koşun. Allah'ın vadettiklerinin hepsi güzeldir."

Cihad hakkındaki araştırmayı üç bölüme ayıracağız.

-Nefisle cihad

-Şeytanla cihad

-Düşmanla cihad

Bu konuda İbnu'l-Kayyim el-Cevziyye'nin şu taksimatına uyuyoruz: "Cihadın dört mertebesi vardır: Nefisle cihad, şeytanla cihad, kafir ve münafıklarla cihad (kafir ve münafıklar düşman grubuna dahildirler)." (20) Sonra cihadda cemaat çalışmalarından ve ihlastan söz edeceğiz. Allah'tan yardım diliyoruz.

1.Nefisle Cihad

Başlangıçta cihadın tüm çeşitlerinin yani nefisle, şeytanla ve düşmanla cihadın, mücahidin din ve dünyasına fayda sağlamasından ibaret olduğunu vurgulamamız gerekir. Çünkü cihad Allah için bir ibadettir. Hatta o, ibadetlerin zirvesidir.

Cihadın, zahiri ve batıni diğer ibadetlere göre daha kapsamlı bir ibadet olmasından dolayı, bütün ibadetler arasında biricik olduğunu açıklamak isteriz.

Selef alimlerimizin de beyan ettiği gibi bunun anlamı şudur:

-O, Allah'ın muhabbetini kapsar. Allah'ın muhabbetinden dolayı cihad yapılır. Çünkü Allah sevdiği kişiye cihadı emretmiştir.

-O, Allah için ihlası kapsar. Çünkü mücahit cihadında, Allah'ın rızasına yönelmekten başka bir şeye bakmaz.

-O, Allah'a tevekkülü kapsar. Mücahid kesin olarak inanır ki kendine yardım edecek zat yalnızca Allah'tır. Mücahide düşen şey sadece "düşmana karşı gücünüzün yettiği kadar kuvvet hazırlayınız" emri gereğince sebeplere yapışmaktır, sonra gerisini Allah'a bırakır.

-Sabrı da kapsar. Çünkü cihad meşakkatli ve yorucu bir iştir, saldırıp geri gelme şeklinde bir mücadeledir. Ayrıca ölüm ve yaralanmaya da maruz kalınabilen bir iştir. Bütün bunlar sabrı gerektirir, sabır da ibadetlerin en faziletlilerindendir.

-Zühdü de kapsar. Çünkü mücahid dünya hayatının güzelliklerinden yararlanmak için malını ve gücünü yönlendirmeye kadirdir; ama o bunların tümüne uzak durmuş, Allah katındakini insanların yanındakine tercih etmiştir.

-Cihad, mal, can, gayret ve takat ile fedakarlık yapmayı içermektedir. Allah yolunda yapılan her fedakarlık Allah için taattır ve O'nun katında övgüye mazhardır.

-Cihad, hamd ve tesbih etme, tekbir getirip dua etme ve nusret dileme bakımından zikrullahı da kapsar.

Allah için sevmek O'nun için ihlaslı olmak, O'na tevekkül etmek, sabredip, dünya nimetlerine karşı mesafeli durmak, mal ve canı feda etmek, Allah Teala'yı anmak şeklindeki tüm bu ibadetler, karşılığını Allah'ın en güzel şekilde vereceği taatlardır ve cihad bunların hepsini içine almaktadır.

* Allah yolunda cihad eden ister fert, ister cemaat isterse ümmet olsun hepsi eşittir ve Allah'ın rahmetine kavuşacaklardır. Eğer Allah yolunda şehid düşerlerse tüm günahları affa uğrar, eğer düşmanını yener zafere ulaşırlarsa Allah'ın nusret ve desteğine mazhar olurlar.

* Nefisle cihadın kendine ait bir eğitimi vardır. Allah'ın emrine göre istikamet üzere bulunmayı adet haline getirme vardır. İnsanın içinde bulunan nefsiyle savaşması şaşılacak bir durum değildir. Çünkü bu nefis insana kötülüğü emretmekte, sükunet ve rahatı nefsin arzularına kapılmayı güzel göstermektedir. Bütün bunlarla mücadele etmek, yani bunlara karşı koymak Allah'a ibadettir.

Şehvetlerden kurtulmak için nefisle mücadele etmek yine nefsin yararına olan bir şeydir. Ancak bu mücadele Allah'ın helal kıldığı hudutlar içinde ve şeriatın çerçevesi dahilinde olmalıdır.

Nefsin Allah'a imanla dopdolu olması, bu imana salih amelle anlam kazandırması ve Allah'tan korkması nefisle cihadın vasıflarındandır. Bu sayede nefis Allah'ın haramlarına düşmekten korkar. Allah'tan sakınıp çekinen mümin nefis, şeytanla cihad etmeye sonra da düşmanla cihad etmeye güç yetirecek kuvvetli nefistir. Düşmanla cihad etmek cihad mertebelerinin en üstünüdür. Çünkü imanı zayıf olup, heva ve şehvetler sebebiyle nefsine mağlup olmuş bir kişi düşmanla nasıl cihad edebilir?

Gerçekten nefis kötülüğü emretmektedir. Yani kötülüğü arzulayandır. Halbuki Müslümandan, nefsini heva ve heveslerden menetmesi, isyan ve haramlardan alıkoyması istenmektedir. Allah Tebareke ve Teala şöyle buyurmuştur: "Cennet (onun için) barınma yeridir." (Naziat, 79/40-41)

Kurtubi bu ayetin tefsirinde şunları kaydediyor: "Sehl ibnu Tüsteri: Nefsin arzularını terk etmek, Allah Teala'nın "Kim de Rabbinin makamından korkar ve nefsini kötü arzularından alı-koyarsa..." ayetine göre cennetin anahtarı olmaktadır" demiştir. İmam Ahmed, Şeddad ibnu Evs (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Dirayetli kişi nefsine hakim olan ve ölümden sonrası için çalışan kişidir. Aciz kişi de nefsini kendi hevasına bırakıp da Allah'tan dilekte bulunan kişidir." Diğer bir rivayette de: "Aciz yerine ahmak" kelimesi kullanılmıştır. Bir başka rivayette de "Allah'tan bazı hayal kabilinden temennilerde bulunur" şeklindedir. Bir diğer rivayette de "temenniler" yerine "mağfiret" kelimesi kullanılmıştır.

Nefsi, masiyet ve kötü arzulardan çevirmek kolay bir iş değildir. Zira bunlar için nefisle cihad etmek ve onunla boğuşmak gerekir. Çünkü nefis kötü arzu ve leziz şeylerden hoşlandığı, bu hoşlanma işinin nefsi, Allah'tan uzaklaştırarak alçaltacağı ve zafiyetini artıracağı kabul edilmiş bir gerçektir. Nefsin bu tutumu belki de Allah'ın cezalandırmasını gerektirebilir. Çünkü Allah Teala bu arzu ve leziz şeyler için bir takım sınırlar, kurallar ve şartlar koymuş ve onlara uyulmasını gerekli görmüştür. Bu kurallar ve şartlar dahilinde arzu ve isteklerin yerine getirilmesi hem nefsin yararına hem de sağlığına uygun olur. Eğer nefis sahibi bu şartların dışına çıkarsa Allah'ın emrine muhalefetten dolayı ve nefse de zarar verdiği için Allah'ın cezalandırmasını hak eder.

Nefsin kötü arzu ve isteklerine karşı çıkmanın bir kurtuluş olduğu üzerinde selef alimlerimiz görüş birliğine varmışlardır. Onların meşhur sözlerinden biri de: "Nimetin değeri yitirildikten sonra anlaşılır" sözüdür.

Şakik ibnu İbrahim el-Belhi (21) talebesi Ebu Hatim el-Asamm'a (22) şu tavsiyede bulunur: "Halkı arzularının peşine takılmış ve nefislerinin isteklerine doğru koşarken görürsen Allah Teala'nın şu sözünü düşünürsün: "Kim de Rabbinin makamından [Yani Rabbinin huzurunda durdurulup hesaba çekilmekten] korkar ve nefsini kötü arzularından alıkoyarsa, Cennet (onun için) barınma yeridir." (Naziat, 79/40-41) ve Kur'an'ın hak ve doğruyu söylediğine kesin inanırsın. Bunun akabinde de nefsinin hilafına teşebbüste bulunur, onunla canla başla mücadeleye girişirsin ve onun kötü arzularını yerine getirmezsin. Sonunda da nefsin Allah'ın emirlerini yerine getirmek suretiyle huzura kavuşur ve boyun eğer." (23)

Yahya ibnu Muaz er-Razi (24) de şöyle demiştir: "İnsanın düşmanı üçtür: Dünyası, şeytanı ve kendi nefsi. Zühd ile dünyaya, muhalefet etmekle şeytana, arzularını terk etmek suretiyle nefsine karşı uyanık ol."

İbnu'l-Kayyim nefisle cihadın mertebelerinin açıklamasında şunları söylemektedir:

Nefisle cihadın dört mertebesi vardır:

Birincisi: Kendinden başka dünya ve ahiret mutluluğunu temin edecek ve kurtuluşu sağlayacak bir din olmayan "hak dini" ve hidayeti öğrenmek suretiyle nefisle mücadele etmek. Hak dinin bilgisi ne zaman yitirilirse, kişi her iki dünyada da suçlu olur.

İkincisi: İlimden sonra amel üzere nefisle mücadele etmek. Amelsiz yalın ilmin bir zararı yoksa da faydası da yoktur.

Üçüncüsü: Bilmeyene dini öğretmek ve onu davet etmekle nefisle mücadele etmek. Aksi taktirde Allah'ın indirdiği hidayet ve beyyineleri açıklamayıp gizleyenlerin ilimleri bir fayda sağlamaz ve onları Allah'ın azabından kurtaramaz.

Dördüncüsü: Allah'a davet uğrundaki sıkıntılara ve halktan gelen eziyetlere sabretmek ve bütün bunlara Allah'ın rızası için katlanmak suretiyle nefisle mücadele etmek.

Kişi bu dört mertebeyi tamamlayınca rabbanilerden olur. Çünkü selef alimleri bir alimin hakkı tanıyıp, onunla amel edip, onu başkalarına öğretmedikçe rabbani sıfatıyla nitelendirilemeyeceği üzerinde ittifak etmişlerdir. Kim ilim öğrenir, onunla amel eder ve onu başkalarına öğretirse o kişi göklerin melekutunda "yüce" olarak çağrılır." (25)

Seleflerimiz: "Allah için ubudiyet üç türlüdür: Birincisi: Şeriatın emrine uymak, ikincisi: Kaza ve kadere, Allah'ın taksimatına razı olmak, üçüncüsü: Allah'ın rızasını isterken nefsinin rızasını terk etmektir" demişlerdir.

Nefisle cihad, vacip olanları yerine getirirken, caiz olmayanları terk ederken, nefsin kötü arzularından vazgeçip Allah'a kulluğa teşvik ederken Allah için ihlaslı olmayı gerektirir.

İbnu'l-Kayyim'in de dediği gibi, Allah'a kulluk, ancak ilimle, amelle, Allah'a davetle, Müslümanlardan bilgisi olmayan kimselere ilim öğretmekle, Allah yolunda davet ederken karşılaşılan sıkıntılara sabretmekle ve bundaki ecrin Allah katından verileceğine inanmakla olur. Zira bu meşakkatlere katlanmak, kulun Rabbi katındaki kıymetini yükselten derecelerden biridir.

2.Şeytanla Cihad

Şeytanla cihad etmek, cihadın mertebelerinden biridir. Nitekim İslam alimleri bu konuda ittifak halindedirler. Çünkü Allah Teala'nın haber verdiği gibi şeytan insan için apaçık bir düşmandır. Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Şüphesiz şeytan sizin düşmanınızdır; siz de onu düşman tanıyın. O kendi grubunu alevli ateşin halkından olmaya çağırır." (Fatır, 35/6)

Yine Allah Teala: "Şüphesiz şeytan insan için apaçık bir düşmandır." (Yusuf, 12/5) buyurmaktadır. Mademki şeytan insan için düşmandır, o halde, onunla mücadele etmek ve ona karşı koymak, insanın kendini şeytanın şerrinden, tuzağından, dürtmelerinden ve saptırmasından koruması için yapması gereken işlerin en önemlisidir.

-Şeytanın bu düşmanlığından dolayı Allah Teala, bizi onun adımlarına tabi olmaktan men etmiştir. Bu konuda şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Şeytanın adımlarına uymayın. Kim şeytanın adımlarına uyarsa (bilsin ki) şüphesiz o hayasızlığı ve kötülüğü emreder." (Nur, 24/21)

-Ulemanın da tefsir ettiği gibi "şeytanın adımları" kendi yolunda yürümeleri için insanları sevk ve teşvik ettiği yollarıdır. Bu yolların tümü kesinlikle şerdir.

-Yine "şeytanın adımları", şeytanın insanlara verdiği vesveselerdir ki şeytan bu sayede batılı, şerri ve Allah'ın öfke duyduğu her şeyi güzel gösterir.

-Veya İbnu Abbas (r.a.)'ın da dediği gibi "şeytanın adımları" onun amelidir. Şeytanın ameli ise Allah'ın yasakladığı her şey, şer ve saptırmadır.

-Bazı tevil alimleri: "Şeytanın adımları, masiyetlerden her biridir" demişlerdir.

-Ayeti kerimeden anlaşılıyor ki, şeytanın edepsizliği ve kötülüğü emretmesi, takip etmemiz yasaklanan adımlarıdır.

-Ayette geçen "fahşa" kelimesi, çirkin olan her söz ve fiil anlamındadır.

-"Münker" kavramı ise şeriatın reddettiği ve halktan ahlaklı kimselerin hoş görmediği şeydir.

Ayeti kerimenin maksatlarından itibar edilen mana şudur: Şeytanın adımlarını takip eden kimsenin işi, şeytanı düşman kabul edip ona karşı çıkarak Allah'ın yasaklarıyla son bulmaz. Zira o kişi fuhşiyat ve münkeri işleme bedbahtlığına düşebilir, çünkü şeytan bu ikisini yapmayı emreder.

Şeytanla mücadele birçok şekilde olur. Onlardan bazılarını aşağıda zikrediyoruz:

-Allah Teala'yı zikretmek. Çünkü zikrullah şeytanı kötülenmiş, yardımsız bırakılmış ve yenilgiye uğramış olarak geri çevirir.

Nesai, Enes (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kişi evinden çıktığı vakit "Allah'ın adıyla. Allah'a tevekkül ettim. Bütün güç ve kuvvet ancak Allah iledir..." derse ona: "Bu sana yeter, artık sana hidayet verildi, ihtiyaçların giderildi ve korundun" denilir. Bunun üzerine şeytan ondan uzaklaşır da diğer bir şeytan berikine: "Sen nasıl ettin ki adam hidayete erdirildi, ihtiyaçları giderildi ve korundu?" der."

-Şeytanla mücadele istiğfar ile olur. Çünkü istiğfar, insanlardan şeytanın hilesini, şerrini ve eziyetini uzaklaştırır.

İmam Ahmed, Ebu Said (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şeytan: "Ey Rabbim! Senin izzetin hakkı için, kullarının ruhları cesetlerinde baki kaldığı sürece, ben onları saptırmaya devam edeceğim" dedi. Bunun üzerine Yüce Rabb: "İzzet ve celalim hakkı için, onlar bana istiğfar ettikleri sürece ben de onları bağışlamaya devam edeceğim" buyurdu."

-Şeytanla mücadele insanın her söz ve fiilinde İslam ahkamına, ahlakına, değerlerine, Allah'ın helal ve haram kıldıklarına baş vurmak suretiyle olur. Kişi şeriata muvafık olanı işler, muhalif olanı işlemez ve kesinlikle inanır ki o şeytanın vesvesesidir. Zira şeytan insanın sözüne, suskunluğuna, işlediğine ve terk ettiğine yani bütün hallerine burnunu sokar. Şeytanın, insana olan bu müdahalesini masum Peygamber (s.a.s.) haber vermiştir.

Buhari, Hz. Peygamber'in hanımı Safiyye (r. anha)'dan Resu-lullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şüphesiz ki şeytan, insanın kanının aktığı yerden akar."

-Şeytanla mücadele, ona karşı koymakla, muhalefet etmekle, onu düşman kabul etmekle, düşmanın düşmanına davrandığı gibi davranmakla olur.

Nesai, Abdullah ibnu Mesud (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöy-le buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kalpte iki dokunma vardır: Biri meleğin dokunmasıdır ki, hayrı vadetmek ve hakkı tasdik etmektir. Bunu her kim öğrenirse bilsin ki, o Allah'tandır ve O'na hamdetsin. Öbür dokunma şeytandandır ki o da, kötülükle korkutma, hakkı yalanlama ve hayırdan uzaklaştırma şeklinde olur. Her kim bunu öğrenirse, hemen kovulmuş şeytandan Allah'a sığınsın" buyurdu ve sonra da şu ayeti kerimeyi okudu: "Şeytan sizi fakirlikle korkutmakta ve size arsızlığı emretmektedir. Allah ise size kendi katından bağışlama ve lütuf vadetmektedir. Allah lütfu geniş olandır, bilendir." (Bakara, 2/268)

Şeytan insanoğlunun her türlü yolunun başına oturur ve ona şer ile batılı, Allah Teala'nın kızdığı şeyleri hoş gösterir. Bu ise onun sürekli bir huyudur.

Nesai, Sebre ibnu Ebi Fakih (26) (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şeytan Ademoğlunun her yerde önüne çıkar. İslam yolunda da karşısına çıkar ve ona: "Sen nasıl Müslüman olursun, eski dinini yani atalarının dinini nasıl bırakırsın?" der. Fakat o kişi şeytanı dinlemez ve Müslüman olur. Sonra hicret ederken yine yolunu keser ve: "Kendi memleketini terk edip nasıl hicret edersin? Hicret eden kişi dizgin vurulmuş at gibidir" der. Yine o kişi onu dinlemez ve hicret eder. Sonra da mümin savaşa giderken yine yolunu keser ve: "Savaş seni hem yorar hem de malını kaybettirir. Savaş meydanında savaşırken canını kaybedersin, karın başkalarına nikahlanır ve malın da taksim edilir" der. Mümin yine onu dinlemez ve cihada çıkar. Bunun akabinde Resulullah (s.a.s.) şöyle buyurdu: "Kim böyle yapar ve ölürse, onu cennete sokmak vadi icabı Allah'a vacip olur."

Şeytan insanın kalbine girip onu nasıl ifsat eder? Ona Allah'ın haram kıldığını yaptırmak ve emrettiklerini de yaptırmamak suretiyle Yüce yaratıcısını ona karşı nasıl öfkelendirebilir?

Bunun için şeytanın girebileceği bir çok kapı bulunmaktadır. Biz onlardan bazılarını aşağıda zikrediyoruz:

-Şeytan insana öfke kapısından girer. Sonra onu cesaretlendirir ve ona öldürücü darbeyi böyle vurur. Zira, denildiği gibi öfke aklı çeler ve insanı helak eder.

-Şeytan insana nefsin kötü arzuları kapısından da girer ve ona nefsinin isteklerini hoş gösterir. Bu sayede de onu haramları işlemeye sevk ve teşvik eder.

-Şeytan hased (çekememezlik) kapısından da girer. Her nimet sahibine karşı, kişinin kalbini kinle doldurur ve bunun üzerine o kişi, başkalarının nimetinin yok olmasını temenni eder durur.

-Cimrilik kapısından da girebilir. Vermemeyi ve cimri davranmayı kişiye güzel gösterir ve onu hayır işlerini ve güzel şeyleri yapmamaya teşvik eder.

-Şeytan aşırı istek kapısından da girer. Kişinin kalbini nefsinin çektiği şeylere bağımlı kılar. Kişi de arzu ve isteklerini tatmin eder gördüğü her şeyden çok olmasını ister.

-Acelecilik kapısından da girer. Acelecilik durumları araştırmayı terk etmektir. Tirmizi, Sehl ibnu Sa'd (r.a.)'dan Resulullah (s.a. s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Acelecilik şeytandandır. Tedbirlilik ise Allah'tandır."

-Şeytan mala teşvik etme kapısından da girer. Helal mi haram mı diye kaynağına bakmadan mal elde etmeye teşvik eder.

-Fakirlikle korkutma kapısından da girer. Şeytan her türlü noksanlıkla kişiyi aldatır. Kişi ile her türlü faziletin arasına girip engel olur. Bunu da şöyle bir gerekçe öne sürerek yapar: "Eğer bunu yaparsan malın boş yere harcanmış olur ve sen her türlü fakr u zaruret içinde yaşamaya mecbur kalırsın."

-Kin ve düşmanlık kapısından da girer. Kişinin içini şer ve düşmanlık duygusuyla doldurur da insanların şerre batmalarını gözetler.

-Şeytan, müminlere karşı kötü düşünce besleme (su-i zan) kapısından da girebilir. Bu geniş bir kapıdır. Kim su-i zanna kapılırsa yaygın bir şerre kapılmış olur.

Bunların dışında daha birçok kapı bulunmaktadır. (27)

Sonuç itibariyle nefis ve şeytanla mücadele etmenin esası Allah için ihlaslı olmaktır. İmam el-Benna'nın (Allah ona rahmet etsin): "... Müslüman kardeş cihadında Allah'ın rızasını kastetmelidir" sözü, bununla açığa kavuşmuş oluyor.

3.Düşmanla Cihad

Düşman, münafık, kafir ve müşriklerden İslam'ın düşmanı olan kimsedir. Allah'ın dinine karşı çıkan herkes de düşman sayılır. Bu düşmanla cihad etmek, onunla vuruşmak, harbetmek, savaşa hazırlanmak ve hazır olmak, düşmanla karşı karşıya gelerek vuruşmak ve düşmanı öldürmek anlamına gelmektedir.

Düşmanı Allah'a davet ettikten sonra tüm müşriklerle savaşmayı Allah Teala Müslümanların üzerine farz kılmıştır. Cihad bazı alimlere göre farzı ayn, meşhur görüşe göre de farzı kifayedir.

Bu konuda alimlerin bazı açıklamaları şöyledir:

-Cihad farzı ayn olduğu haller vardır. Bu da ya kalp ile olur ki, kalple cihad (Allah'ın dinine ters olanları) reddetmekle olur. Bu ise her Müslümana farz kılınmıştır. Ya dil veya mal ile olur, ya da el ile olur. Bir Müslümanın bu üç tür cihaddan hangisine gücü yetiyorsa onu yapması gerekir.

-Alimler şöyle demişlerdir: "Müslümanlardan bazıları cihada çıkarsa, kişinin bizzat kendinin cihada gitmesi farzı kifaye olur. Katılanlar tehlikeyi ortadan kaldırmayı başarırsa diğerlerinin üzerinden farz kalkar. Eğer hiç kimse cihad görevini yerine getirmezse tüm Müslümanlar günahkar olur."

-Yine alimler mal ile cihadın vacip olduğunu söylemişlerdir. Çünkü Kur'an-ı Kerim mal ve can ile cihadı birlikte zikretmiştir. Ayeti kerime şöyledir: "Gerek hafif ve gerekse ağır olarak savaşa çıkın ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz bu sizin için daha hayırlıdır." (Tevbe, 9/41) Bir diğer ayet de şöyledir: "Şüphesiz Allah kendi yolunda kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever." (Saff, 61/4)

Sünneti Nebeviyyede de cihad hakkında bir çok hadisi şerif bu-lunmaktadır ki bazılarını burada veriyoruz:

-İmam Ahmed, Ubade ibnu Samit (r.a.)'dan Resulullah (s.a. s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah yolunda cihad ediniz. Çünkü Allah yolundaki cihad, cennet kapılarından bir kapıdır. Allah onunla kişiyi gam ve tasadan kurtarır."

Cihad hakkındaki hadisi şerifler pek çoktur. Allah izin verirse, onların hepsini, beyatın rükünlerinden biri olan cihad rüknünü açıklarken zikredeceğiz.

Savaş ve vuruşma olarak Allah yolunda cihad etmenin hedefi hakkında birazcık fikir yürüttüğümüz zaman şunu söyleyebiliriz: "Bu, yeryüzünde Allah'a imanın bekası için hırsla çalışmaktır."

Bundan dolayı cihad, gücü yeten herkese farz olur. Çünkü Allah'a imanın ve müminlerin bekası, insanlığın yaşaması için gerçek ve umumi bir maslahattır.

Allah Teala, insanların büyük bir kısmının cihad yükünden ve yükümlülüğünden hoşlanmadıklarını bilmekle birlikte savaşmayı Müslümanlara farz kılmıştır. Halbuki cihad hakkında birazcık düşünülünce onun insanların hayrına olduğu anlaşılır.

Allah Teala şöyle buyuruyor: "Savaş, hoşunuza gitmemekle birlikte üzerinize farz kılındı. Bir şeyden hoşlanmadığınız halde o sizin iyiliğinize olabilir. Bir şeyi de sevdiğiniz halde o sizin için kötü olabilir. Allah bilir, siz bilemezsiniz." (Bakara, 2/216)

-Şirk ve küfür ehli, imana ve iman ehline savaş açmaktan asla geri durmazlar. Bunun için imanla şirk arasındaki çatışma devam eder. Bundan dolayı, Allah'ın adının yücelmesi için ehli şirk ve küfre karşı cihad etmek Müslümanların üzerine farzdır. Yani Allah'ın adının yücelmesinden maksat imanın ve müminlerin zaferi, insan hayatının garanti altına alınması, küfür ve şirkten korunmasıdır. Küfür ve şirk ehlinin adet edindiği zulüm ve düşmanlıktan insanları kurtarmaktır. Çünkü küfür ve şirk ehlini bu zulüm ve düşmanlıktan ne din, ne iman ve ne de Allah'ın yapılmasını ve yapılmamasını emrettiği konularda kendisine itaat engelleyebilir. İşte bunu sağlayan cihaddır.

Aynı şekilde ehli kitaptan yahudi ve hıristiyanlar, haçlılar ve siyonistler de İslam'a ve Müslümanlara savaş açmaktan geri durmazlar. Müslümanların kendileriyle savaşmasını geçerli kılan iki hataya düşmelerinden dolayı onlarla savaşmak ve mücadele etmek gerekir. Bu iki hataları şunlardır:

-Onlar Allah'ın ve Resulü'nün haram kıldığını haram saymazlar.

-Onlar hak dini, kendilerine din edinmezler.

Bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor: "Kendilerine kitap verilmiş olanlardan Allah'a ve ahiret gününe iman etmeyen, Allah'ın ve Peygamber'inin haram kıldığını haram tanımayan ve hak dini din edinmeyenlere karşı, küçük düşürülmüş bir halde kendi elleriyle cizye verinceye kadar savaşın." (Tevbe, 9/29)

Allah'a ve iman gününe iman etmeyenler maddeci dinsizler veya müşriklerdir. Onlar iman ve müminler için kötülük etmeyi içlerinde gizlerler, planlar hazırlayıp onlarla kavga etmek isterler. Eğer güçleri yeterse müminleri dinlerinden döndürmeye kadar bu savaştan ve bu plandan vazgeçmezler. Onlar tabiatları icabı bir mümine asla acımazlar, durmadan dine ve müminlere karşı incitici söz ve davranışlarda bulunurlar.

Yeryüzünde, Allah'a imanın bekası için bu kişilerle savaşmak vaciptir.

Kitap ehli hak din olan İslam'ı inkar edip, onu ve onun içeriğini kendilerine din edinmediler. Onlar geçmişte ve şimdi Müslümanlarla savaştılar ve bu savaşa hala devam etmektedirler. (28) Bunun en yakın delili, Bosna-Hersek'te tüm haçlı ittifakının ve onun ardından yahudilerin Müslümanlara yaptıklarıdır. Bunlar Müslümanları yok etmek için Sırpları araç olarak kullanmaktadırlar ve bunun için de hiçbir geçerli maksatları yoktur.

İslam geldiğinden beri Müslümanlar ehli kitabın düşmanlıklarına maruz kaldılar. Kitap ehli olanlar şu yirminci asrın doksanlı yıllarının başında fikren ve sistem olarak çöken komünistlerle ve yahudilerle anlaşmalar yaparak tüm imkanlarını ve kendilerini bunun için vakfettiler.

Allah yolunda cihad etmek, O'na ibadettir. Allah onun mükafatını en iyi şekilde verir. Cihadın dünyadaki mükafatı gam ve tasadan kurtulmak, ahiretteki mükafatı ise cennettir ki Allah onu, Tevrat, İncil ve Kur'an'da vadetmiştir. Nitekim Kur'an'da şöyle buyu-rulmaktadır: "...Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterebilen kim vardır?" (Tevbe, 9/111)

Zafere ulaşmanın tüm gereklerini yerine getirmeleri hariç Müslümanların Allah yolunda giriştikleri her savaşta zafere ulaşmaları şart değildir. Zafere ulaşmanın gerekleri ise şunlardır:

-İman

-Ameli salih

-Az önce beyan ettiğimiz üzere Resulullah'a itaat

-Bu zafer müminlere parasız ve bir lütuf olarak gelmez, çünkü cihadla birlikte sabretmek, mal ve can ile fedakarlıkta bulunmak gerekir.

-Allah'ın Müslümanlara zafere erinceye veya iki iyilikten birine kavuşuncaya kadar kendi saflarında savaşmak üzere melekler indirmesi şart değildir.

-Müslümanların cihad ederken, savaşta öldürülmekten, şehit edilmekten veya esir olmaktan kurtulmaları da şart değildir.

-Bunlardan bazısı zaruri değildir; ama Allah'ın müminleri imtihan etmesi ve onları denemesi, sabredenleri bilmesi ve şahitler edinmesi için bunlar zaruri değildir.

* Müslümanların herhangi bir savaşta uğradıkları yenilgi yalnızca Müslümanların saflarını ayıplardan ve noksanlıklardan temizleyen bir imtihan ve denemedir; kusurlardan ve kusur işlemekten uzaklaşmadır, korkaklığı, cimriliği, pısırıklığı ve cihaddan geri kalmayı çirkin göstermektir.

* Müminlerin kalplerine hakim olması gereken kesin inanç şu olmalıdır: Kişi Allah Teala'ya imanın sonunda zafere ereceğine, O'nun kendi yolunda cihad eden müminler için ya zafer ya da şehit olmak ve cennete girmek gibi iki güzellikten birini yazdığına inanmalıdır.

* Bugün Müslümanların düşmanları, sınıf sınıf ve çeşit çeşittir. Onlardan bazılarına, aşağıda, işaret etmek istiyoruz:

1.Siyonizm:

Siyonizm her ne kadar aralarında ayırım yapsalar da yahudiliğin ta kendisidir. O işgalci ve saldırgan, her türlü hak ve dokunulmazlığı hiçe sayan bir yapıdadır. O, İslam'a ve Müslümanlara karşı, her ne kadar siyasi yönleri ve meşrepleri farklı olsa da dünya devletlerini kışkırtmaktadır. Aralarında bir çatışma olmasına rağmen temsilciliğini Sovyetler Birliği'nin yaptığı komünizm ile Batı'yı Müslümanların üzerine kışkırtmasını örnek olarak verebiliriz.

2.Haçlı Ruhu:

İşin gerçeği, her ne kadar taklitçi bir haçlı ruhu olsa da bugün artık bu isimle anılmamaktadır. İslam'a ve Müslümanlara yönelik en şedit düşman türü odur. Bunu İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Batılı bir çok devlet başkanı net bir şekilde açıklamışlardır. ABD, İslam hareketini ve Müslümanları, sürekli izliyor, dolaylı ve dolaysız darbelerle önünü kesmeye çalışıyor, hatta bazen de bazı Müslüman hükümetler eliyle onu engelliyor.

3.Masonluk:

Gizliliği kapsayan bütün manalarıyla birlikte o bir ekoldür ve yahudi kuruluşudur. Hedefi, İslam dünyasını, İslam'dan, onun yöntem ve düzeninden daha çok uzaklaştırmak amacıyla İslam topluluklarında kültür, eğitim, ekonomi ve siyaseti yönlendirmek için maharetli davranışlar sunma ve tavsiyelerde bulunma yöntemiyle, İslam ülkelerinin devlet başkanlarını denetim altında tutmaktır.

4.Din Karşıtı Laisizm:

Laisizm siyasi ve fikri bir ekoldür. Ancak bazıları bunu din aleyhtarlığına dönüştürüp, insanları dinden nefret ettirerek ve dine olan güvenlerini yıkarak, dini ve dinin değerlerini, ahlakını ve ahkamını insan hayatından uzaklaştırma çabası sarf ediyorlar. Batı'da laisizm kilisenin, dinden hiçbir şey taşımadığı halde din adına yaptıklarına karşı çıkarak, dini yıkmaya, dinin söylemlerini yalanlamaya, dinin değer ve adabını yok etmeye çalıştı. Amacı, akılları çelişkiye düşüren, kalpleri ifsat eden, imanı kökünden söküp atan beşeri kanunları dinin yerine koymaktı. Bu laisizm, bazı İslam ülkelerinin anayasalarında "Devletin resmi dini İslam'dır" diye açıklamalarına rağmen başvurdukları bir sistem olmuştur.

5.Yeni Dünya Düzeni:

Batı devletleriyle Amerika'nın yaptıkları ittifakın ürünü olarak ortaya çıkan bir düzendir. Amacı Irak ordusunu çökertmek, halkını ezmek ve Körfez ülkelerinin bir çoğunda askeri üsler kurmaktı. Bu düzen, Irak zalimi, düzenbaz ve ahmak Saddam Hüseyin'in yüzünden ABD'nin düzenlediği "Çöl Fırtınası" savaşının ardından ortaya çıktı. Bu yeni düzenin başını Amerika ile birlikte Batılı devletler ve onların yandaşları çekmektedir. Bu düzenin asıl hedefi, İslami uyanışı önlemek, çeşitli İslam ülkelerindeki özellikle de Arap ülkelerindeki İslami hareketlere darbe vurmaktır. (29)

Sonuç olarak şunu vurgulayalım ki, cihadın hiçbir türünün ihlassız olması mümkün değildir. Eğer ihlas olmazsa, vebali, ihlassız olarak cihad edenlerin üzerine olur.

Cihadda Cemaat Çalışması

Müslüman Kardeşler'in cihad konusundaki faaliyetleri pek çoktur ve bu çalışmalar, cihadı ve İslami ibadetler arasındaki yerini doğru kavramaya dayanmaktadır.

Biz bu hususta aşağıdaki şekilde bazı noktalara işaret edebiliriz:

* Cİhad, farzı ayn veya farzı kifaye olmak üzere Allah'ın emrettiği bir ibadettir. Bundan dolayı, cemaatin Allah'ın kelimesinin yücelmesi için, O'nun yolunda müntesiplerini cihad etmek üzere eğitmesi gerekirdi. Bu da, cemaatin cihad anlayışıyla ilgili şer'i bir esastır.

* Cemaat, cihad için ilmi, ameli ve bedeni olarak hazırlık yapmıştır. Cemaat, tanıtma dönemini aştıktan sonra oluşum dönemini aşanlardan en iyilerini seçip, uygulama dönemine girmek için seçilen kardeşlere ait "Özel Nizam Programı" adıyla tanımlanan programa göre onları yetiştirmeye başlar. Bunun amacı onların Allah yolunda savaşan mücahitler olmalarını sağlamaktır.

Bu program yoğun şekilde, siyasi, içtimai, dini, nazari, askeri, sportif ve pratik derslerle doludur.

Seçilen bu insanların on beyat rüknünü tamamlamaları gözetilmektedir. On beyat rüknü şunlardır: Anlayış, ihlas ve samimiyet, amel, cihad, fedakarlık, itaat, sebat, tecerrüt, kardeşlik ve güven.

Cemaatin bu mücahitleri hazırlamadaki hedefi iç ve dıştaki İslam düşmanlarına karşı koymaktı. Dahilde İngilizlere karşı, dışarıda da yahudi ve tüm İslam düşmanlarına karşı koymaktı. Cemaat düşmanlarıyla onların dostlarından veya bizzat cemaat mensuplarından bazıları ne derlerse desinler, Cemaat tüzüğünde de belirtildiği üzere bu düzeni kurma hedefini asla değiştirmeyecektir. O hedef de içte ve dıştaki İslam düşmanlarının karşısına dikilmektir.

* Cemaat, bu teşkilatlanmalara İkinci Dünya Savaşı sırasında, Mısır'ı işgal eden İngilizlerin zulmünün artması üzerine, kuruluşundan on beş yıl sonra 1943 yılında başladı. Filistin'de İngiliz yöneticilerin desteğiyle siyonist çetelerin vahşice faaliyetleri artmıştı. İngilizler Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra Filistin'i fiilen yönetmeye başlamışlardı. İngiliz mareşali savaşı kazanmış olarak Filistin'e girince, İslam'a ve Müslümanlara kin kusan o meşhur "Haçlı savaşları şimdi sona ermiştir" sözünü söylemişti. Yani Filistin'i işgal ettikten sonra bitmiştir. İşte cemaatin teşkilatlanması bunların üzerine oldu.

* Bu sistemde fertleri hazırlamak, genellikle iki yıllık bir süreyi kapsıyordu. İslam düşmanlarına karşı askeri savaşlara katılmak maksadıyla mücahidin hazır hale gelmesi için bu iki yılın tamamlanması gerekiyordu. Bu cihad faaliyeti, askeri ordu şeklinde değil de gerilla savaşı şeklindeydi.

* Özel nizam fertlerinden oluşan birlikler, 1948 yılında, yahudilere karşı Filistin savaşına katıldılar. Orada güzel bir sınav verdiler. Bu başarı, dini doğru bir şekilde kavramanın neticesiydi. Bundan dolayı onların Allah yolunda şehid olma konusundaki aşırı istekleri, yahudilere karşı birçok zafer kazanmalarına sebep oldu. Bu zaferler yahudileri ve İngilizleri çok şaşırttı. O zamanlar Mısır'a hakim olan İngiltere'yi, cemaate Mısır'da öldürücü darbeyi indirme kararına götürdü. Bu olay 1948 yılında olmuştu.

Bu taburların yahudilerle yaptığı mücadele, bu savaşa katılan herkes tarafından takdir ve hayranlıkla karşılandı. Cemaate mensup bu mücahitler büyük gayret ve fedakarlıklar gösterdiler. Filistin'e giden Arap ordularının birçoğunun gerçekleştiremediği başarıyı, yahudilere karşı onlar gerçekleştirdiler. Cemaatin İslam'ın ve Müslümanların düşmanlarına karşı gerçekleştirdiği faaliyetlerin başta geleni buydu.

* Cemaat bu mücahitlerle 1951 yılında Süveyş Kanalı'nda İngilizlere karşı bir diğer gönüllüler savaşına katıldı. 1882 yılından beri Mısır'ı işgal etmiş olan İngilizler, ölümden korkmaksızın kendi birliklerine, silah depolarına ve askeri karargahlarına saldırıda bulunan gönüllülerle karşılaşmamışlardı. Karşılaştıkları gönüllüler Müslüman Kardeşler'in mücahitleriydi.

* Allah yolunda şehid olma özlemini çeken mücahitlere ihtiyaç duyulan her yerde, bu mücahitlere birçok kişinin katıldığı gibi 1948 yılında çıkan zalim karar, siyonizmin işgaline kadar onların Filistin'de kurtuluş savaşına katılmalarını engelleyemedi. Bu mücahitler, yahudilere karşı, yıllar boyunca varlık gösterdiler. Sonunda Filistin'e komşu Arap ülkelerinin hükümetleri, mücahitlerle Filistin'e komşu olmayan ülkeler arasına engel koydular.

* Cemaat ve mücahitleri, Afganistan'ı komünist işgalinden kurtarmak için Müslümanların yanında yer aldı ve onlara gerekli yardım ve desteği sağladı. Afganlar bunu çok iyi bilirler. Cemaat, bu katılma işini propaganda malzemesine dönüştürmedi. Çünkü cemaat, Allah için ihlasından dolayı onu Müslümanlara bir destek olarak sundu. Cemaatin şöhret ve desinlerde gözü yoktur.

* Cemaat, dünya düzeyinde İslam'ın taraf olduğu her savaşta her türlü fedakarlık yapmaya hala hazırdır ve buna gücü vardır. Bu konuda hiç kimseden bir övgü beklemez ve onun ecrinin yalnızca Allah katından olduğuna inanır. İmam el-Benna'nın ihlastan bahsederken dediği gibi her faaliyetinde Allah'ın rızasını ve O'nun vereceği güzel sevabı öne çıkarır.

* Cemaatin yukarıda zikrettiğimiz üç çeşidiyle birlikte yürüttüğü cihad için birçok faaliyet alanı bulunmaktadır. Birkaç örnek verebiliriz:

-Cemaatin nefisle cihad etme alanında güçlü İslami eğitim programları vardır ki Müslüman insana nefsiyle cihad etme, kötü arzularından nefsini alıkoyma, şeytanla ve şeytanın şer ve batıl olan vesveseleriyle savaşma imkanı sağlar. Bu eğitim, cemaatin eğitim alanındaki programlarında bilinen yöntemlere dayanır. Bütün bu hedef ve yöntemler Kur'an ve sünnetten alınmıştır.

-Cemaatin, Müslümanı eğitmek için gelişmiş birçok İslami eğitim yöntemleri bulunmaktadır. (30) Kısa cümlelerle onları aşağıda özetliyoruz.

-Ketibe (Tabur): Ruh ve ahlak eğitimi içindir.

-Rıhle (yolculuk): Sabır ve tahammülü alışkanlık haline getirmek, beden ve tavırları eğitmek içindir.

-Nedve (panel, kongre): Bir konu etrafındaki değişik bakış açılarına saygı göstermeyi adet edinmek ve aklı eğitmek içindir.

-Devre (oturum): Derinlemesine düşünme ve araştırma yapma alışkanlığı kazandırmak için aynı konu etrafında kültürel olarak bilgilendirmek suretiyle aklı terbiye etmek içindir.

-Mu'temer (konferans): Tüm dünya düzeyinde Müslümanların problemleriyle ilgili İslami duyarlığı geliştirmek içindir.

-Muhayyem (kamp): Şeriat ahkamına, ahlaka ve adaba göre yaşamak ve disiplini sağlamak içindir.

-Usre (aile): Bütün bu ihtiyaçları gideren ailenin çeşitli faaliyetleri de eğitim alanıyla alakalıdır.

* Bütün katılıklarına rağmen cemaate indirilen darbeler, onu hedeflerinden saptırmadı ki o bu hedeflerin zirvesi olarak cihadı kabul etmiştir. Cemaat Arap - İslam dünyasının birçok ülkesini kapsamak hatta Amerika ve Avrupa ülkelerine ulaşmak ve etkin olmak için, çalışmalarını ve eğitim alanındaki metodunu oralara taşımıştır.

Cemaat kendi imkanlarıyla hedeflerini gerçekleştirebilmiştir. Bu çalışmalarından ötürü böbürlenmediği gibi sonuna vardığı iddiasında da değildir. Ancak o kendini gayret gösteren, isabet ettiği gibi hata da eden, Allah'ın rızasının nerede olduğunu araştıran ve bütün bunların ecrinin Allah katında olduğuna inanan olarak görür.

* Cemaatin, İslam dünyasının herhangi bir ülkesindeki herhangi bir İslami probleme duyarlı olması, eğer fırsat varsa bir tek söz etmeksizin hemen maddi ve manevi yardım elini uzatma teşebbüsünde bulunması onun cihad anlayışındandır. Çünkü cemaat, insanların katında olanın peşinde değil, o ancak Allah rızasının peşindedir.

Bu çalışmaların tümü, Allah'ın rızası, O'nun hoşnutluğu ve güzel mükafatı için yapılmıştır. Yani ihlaslı olarak yerine getirilmiştir ki onun mükafatını en güzel şekilde Allah Tebareke ve Teala verir. Allah onlara yeter, Allah'a karşı hiç kimseyi tezkiye etmiyorum. Allah'tan kendim için ve sözünde, amelinde ve cihadında ihlas sahibi her Müslüman için mükafatın en güzelini vermesini diliyorum.

Tüm İslami Çalışmalarda İhlasın Hedefi

Tüm bölüm ve alanlarda İslam için çalışmak ister genel davet, ferdi davet veya özel halka alanlarında sözle olsun, ister hareket, düzenleme ve eğitim alanlarında fiili olsun, isterse de yukarıda belirttiğimiz gibi küçük veya büyük bir kuruluşta çalışarak olsun hepsi eşittir.

Daha önce de vurguladığımız gibi ihlasla yapılan her amelin hedefinin veya bu dünyada ihlasın hedefinin ne olduğunu soruşturmamız gerekir.

İmam el-Benna bu soruya veciz sözlerle cevap vermişti. Biz burada Allah'ın izniyle o sözlerin manasını şerh ve tahlil etmeye gayret ediyoruz.

İmam el-Benna ihlasın hedefini üç kelimeyle özetlemiştir ki onlar da şunlardır:

-Allah'ın rızasını kastetmek

-O'nun hoşnutluğunu aramak

-Güzel mükafatını beklemek

Bu üç maddenin her biri için, boyutlarını aydınlatacağımız, maksadını açıklayacağımız, amelin Allah katında kabul edilişiyle ilişkisini beyan edeceğimiz sözler bulunmaktadır. Biz bunu, İslam ahlakına, adabına ve makbul amelin şartlarına göre yapacağız. Buna göre biz deriz ki:

-İhlasla yapılan amel, Allah Teala'nın emrettiği amellerdense, O'nun katında kabul edilir. Bu alanda, Allah'ın emrini ve amelde ihlas bulunmasının gerekliliğini açıklayan kapsamlı Kur'an ayetleri bulunmaktadır. Onlardan biri şu ayeti kerimedir: "De ki: "Rabbim adaleti emretti. Her secde yerinde yüzlerinizi (O'na) doğrultun ve dini yalnız kendisine has kılarak O'na dua edin." (Araf, 7/29)

-Ayette geçen "kıst" kelimesi, adalet anlamındadır. Adalet ise, Allah hakkında, kulların hakkında ve nefis hakkında olur. Bundan dolayı Allah Teala şunların hepsinde adaletli davranmayı emretmiştir:

-Allah'ın hakkında adaleti gözetmek: Bu da Allah'ın emrettiğini yerine getirmek, yasakladığından kaçınmak ve Allah katındakini insanların yanındakine tercih etmek suretiyle olur.

-İnsanların hakları konusunda adaleti gözetmek: O da insanlara karşı insaflı olmak ve intikam almaya gücü yettiği halde intikamdan vazgeçmektir.

-Nefse adaletli davranmak: O da nefsi, kötü arzu ve istekleri terk etmeye zorlamak, Allah'ın şeriatına muhalif olan istekleri konusunda onunla savaşmaktır.

-"Her secde yerinde yüzlerinizi (O'na) doğrultun" ayetinin anlamı, "başkasına ibadet etmeye sapmadan, O'na kulluk etmeye yönelerek, her secde vaktinde veya her secde yerinde, Allah'a ibadeti kastediniz" anlamıdır. Yani Allah'a ibadet etmeye devam ediniz... Allah'a ibadet etmeye devam etmek, O'nu hatırlamak, O'nun emrini ve nehyini hatırlamak, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.)'in dili üzere O'nun katından gelenlere sarılmak anlamına gelir.

-Allah'a ibadet etmek yalnızca farzları yerine getirmekten daha geniştir. Allah'a ibadet, O'nun rızasını kazanmak için insanın yaptığı her salih ameli içerir.

-"Dini yalnız kendisine has kılarak O'na dua edin" ayetinde, "dini Allah'a has kılmak" ile kastedilen ibadeti O'na tahsis etmektir. Çünkü din, ibadet anlamına da gelmektedir. Yani ibadetlerinizi, yalnızca O'nun rızasını gözeterek O'na yapın.

* Kaydettiğimiz bu kapsamlı ayetin dışında, ihlasın gerekliliğine delalet eden ayeti kerimeler pek çoktur. Bazılarını aşağıda veriyoruz:

Allah Teala şöyle buyuruyor: "De ki: "Siz Allah hakkında bizimle tartışmaya mı giriyorsunuz? Oysa O, bizim de Rabbimiz, sizin de Rabbinizdir. Bizim yaptığımız işler bize, sizin yaptığınız işler sizedir. Biz O'na gönülden bağlıyız." (Bakara, 2/139)

Yine Allah Teala şöyle buyuruyor: "Şüphesiz biz sana Kitab'ı hak olarak indirdik. O halde dini yalnız O'na halis kılarak Allah'a ibadet et." (Zümer, 39/2)

Yine şanı yüce Allah şöyle buyuruyor: "De ki: "Ben dini yalnız O'na halis kılarak Allah'a ibadet etmekle emrolundum." (Zümer, 39/11)

Bir başka ayette de şöyle buyurmaktadır: "Oysa onlar dini yalnız O'na halis kılan hanifler olarak Allah'a kulluk etmek, namazı kılmak ve zekatı vermekten başka bir şeyle emrolunmamışlardı. İşte dosdoğru din de budur." (Beyyine, 98/5)

Bu ayeti kerimede geçen "muhlisler" kelimesinin anlamı, "Allah'a hiçbir şeyi ortak koşmayan muvahhitler"dir.

Bu kitabın başında, ihlasın tanımında şunu söylemiştik: İhlas, ameli şirk ve noksanlıklardan arındırmaktır.

Biz şimdi, İmam el-Benna'nın ihlasın hedeflerini açıkladığı, boyutlarını çizdiği ve maksatlarını beyan ettiği üç cümlenin şerhine dönüyoruz. Muvaffak kılması için de Allah'tan yardım diliyoruz.

1.Allah'ın Rızasını Kastetmek

"Vechullah= Allah'ın yüzü" kelimesi ile Allah Teala'nın zatı kastedilir. Nitekim şu ayeti kerimelerde o şekilde gelmiştir: "Siz zaten ancak Allah'ın vechini (hoşnutluğunu) kazanmak amacıyla harcarsınız." (Bakara, 2/272)

"Onlar Rabblerinin vechi (rızası)ni dileyerek..." (Ra'd, 13/22)

"Yalnız yücelik ve ikram sahibi Rabbinin yüzü (zatı) kalacaktır." (Rahman, 55/27)

"Allah'la beraber başka bir ilaha tapma. O'ndan başka ilah yoktur O'nun yüzünden (zatından) başka her şey yok olacaktır. Hüküm O'nundur ve O'na döndürülürsünüz." (Kasas, 28/88)

Bu ayeti kerimelerde yer alan "vech" kelimesini alimler "Allah'ın zatı" olarak tevil etmişlerdir. Buna göre "Allah'ın vechi", O'nun zatı demektir. (31)

Sözde, amelde veya cihadda Allah'ın vechini kastetmenin anlamı; her türlü söz ve fiilde, her türlü suskunluk ve terk etmede, Allah yolundaki yorgunluk veya meşakkat için sabır ve tahammül etmede Allah Teala'ya yönelmektir.

Allah'ın vechini kastetmek, daha sonra zikredeceğimiz bazı Kur'an ayetlerinde varid olduğu gibi O'nun vechini (rızasını) aramaktır.

-Az önce ibadetle ihlas arasındaki irtibatı izah etmiştik. Burada da sabır ile ibadet arasındaki irtibatı izah edeceğiz. Çünkü ibadet bir takım külfetler taşıdığı için onlara sabretmeyi gerektirir. Nice ibadetler vardır ki bazı asileri, sabredenlere düşmanlık etmeye teşvik eder. Burada onların Rablerinin rızasını umarak sabretmeleri gerekir. Buna göre sabrın ibadetle olan irtibatı ortaya çıkar. Bunun sonucunda da sabrın ihlasla olan ilişkisi ortaya çıkar.

-Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Şimdi, Rabbinden sana indirilenin hak olduğunu bilen kişi kör gibi olur mu? Ancak akıl sahipleri öğüt alır." (Ra'd, 13/19)

-(O akıl sahipleri) ki onlar Allah'ın ahdini yerine getirirler

-Verdikleri sözü bozmazlar

-Onlar, Allah'ın gözetilmesini emrettiği şeyleri gözetirler

-Rablerinden korkarlar

-Kötü hesaptan da korkarlar

-Yine onlar Rabblerinin rızasını isteyerek sabrederler

-Namazı dosdoğru kılarlar

-Kendilerine verdiğimiz rızıklardan gizli ve açık olarak (Allah yolunda) harcarlar

-Kötülüğü iyilikle savarlar

-"İşte bu (dünya) yurdun(un) sonu onlar içindir.(Bu yurt) kendilerinin ve atalarından, eşlerinden ve nesillerinden salih olanların girecekleri Adn cennetleridir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler" (Ra'd, 13/22-23)

Ayette sıralanan bu vasıflar, akıllarını güzel kullanan akıl sahiplerinin sıfatlarıdır. Bu sıfatlar onları hakka yöneltmiş, onlar da bu sayede, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed (s.a.s.)'e indirilenin hak ve hakikatin ta kendisi olduğunu anlamışlar ve bu vasıflar onların sıfatları olmuştur.

-Allah'ın rızasını umarak sabretme sıfatı bu sıfatlardan biridir. Sabır, hak üzere olmak, batıldan ve kötü arzulardan uzak durmakla olur. Hak üzerinde bulunarak sabretmekte, tahammül, direnme ve İslam düşmanlarından gelen eziyetlere katlanma vardır. Batıl ve kötü arzulardan uzak durarak sabretmede de nefsin kendisiyle ve onun istekleriyle savaşmak vardır, nefsi haram olan zevk ve lezzetlerden mahrum bırakma vardır, işte bu sabır, ancak Allah'ın rızasını umarak olur.

-İnsanın malına, canına ve çocuklarına isabet eden problemlere sabretme sıfatı bu sabır sebebiyle Allah'ın rızasını arayarak ihlaslı olmasına delalet etmektedir.

Can ve mala gelen musibetlere, emirleri yerine getirirken ve Allah'a davet ederken doğan meşakkatlere sabretmek, bu sıfatların en önemlilerindendir. En başta geleni ise, ihlasla yapılandır. Ayeti kerimede sabır sıfatından sonra gelen sıfatlar şunlardır: Namazı dosdoğru kılmak, Allah yolunda gizli veya açık olarak harcama yapmak, kötülüğü iyilikle savmak yani insanlara güzel ahlakla muamele etmek. Şöyle ki onlar adaleti gözetirler, zulme ve intikam almaya başvurmazlar. Eğer bir topluluk onlara karşı suç işlerse, bağışlarlar; eğer hastalanırlarsa, hastalarını ziyaret ederler. Merkezini, Allah'ın rızasını umarak sabretmenin oluşturduğu bu sıfatların sahipleri için Allah katında cennet vardır. Bu cennete kendileri, iman edip salih amel işleyen babaları, eşleri ve çocukları girecektir. Onlar cennette güler yüz ve ikram bulacaklardır. Çünkü melekler onlara ayeti kerimede geçtiği üzere şöyle diyerek selam verecekler: "(Bu yurt) kendilerinin ve atalarından, eşlerinden ve nesillerinden salih olanların girecekleri Adn cennetleridir. Melekler de her kapıdan yanlarına girerler: "Sabretmenize karşılık size selam olsun. (Dünya) yurdunun sonu ne güzeldir!" (derler)" (Ra'd, 13/23-24)

İslam için çalışma sırasındaki meşakkatlere sabretmede Allah'ın rızasını aramanın manası ve Allah katındaki mükafatı budur.

-Allah'ın akrabayı ziyaret edip gözetmede ve sosyal güvenlik konularındaki emrini yerine getirmede O'nun rızasını aramak, mutlak hayrın kendisidir ki, insan için dünya ve ahirette en çok faydayı sağlar. Allah Teala bu konuda şöyle buyurmuştur: "Yakına, yoksula ve yolda kalmışa hakkını ver. Bu Allah'ın rızasını isteyenler için daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir." (Rum, 30/38)

-Bu demektir ki Allah için mal harcamak, imanın sıhhat ve selametine en kuvvetli delildir. Çünkü mal nefsin sevdiklerindendir, Allah'ın emrine içtenlikle boyun eğmektir. Bu harcamanın Allah katındaki mükafatı, bundan dolayı ahirette kurtuluş ve necat olmaktadır.

-Yukarıda zikrettiğimiz ayeti kerime Allah'ın emrettiği konularda mal harcamaktan söz ediyor. Ayeti kerimede harcama konuları belirtilmiştir. Onlar şunlardır:

a."Akrabaya hakkını vermek." Buradaki akrabadan maksat, kan bağı bulunan akrabalardır. İyilik etmek, onlarla ilişkiyi sürdürmek ve muhtaç durumda iseler geçimlerini sağlamak, onların bizim üzerimizdeki haklarıdır. Hatta Mücahid: "Akrabası muhtaç durumda olan kişiden sadaka kabul edilmez" demiştir.

Bazı müfessirler, akrabaya infak etmenin, vacip konulardan olmayıp mendub konulardan biri olduğu görüşündedirler. Mendub olarak yapılan bir şey, Allah'a yaklaşma türlerinin en güzelidir.

b.Miskin=Yoksul: Dolaşıp dilenen kimse demektir.

c.İbnu's-Sebil=Yolda kalmış: İbnu Abbas (r. a.)'ın dediği gibi o, misafir, ziyaretçi demektir.

Kim, sözüyle, ameliyle ve cihadıyla Allah'ın rızasını kastederse, onun için Rabbinin katında güzel mükafat vardır ve Allah'ın hoşnutluğu ona yeter. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Sırf yüce Rabbinin rızasını kazanmak için (verir)." (Leyl, 92/20)

Allah'ın rızasını kastetmenin manası işte budur.

2.Allah'ın Rızasını Aramak

İhlasın hedeflerinden birincisi Allah'ın rızasını kastetmekti. Bu hedeflerin ikincisi de Allah'ın rızasını istemek ve aramaktır. Allah'ın rızasını aramak baş arzudur, iman ancak onunla sahih olur. Hatta onsuz iman olmaz. Buna göre, Allah'ın kulundan, kulun da Rabbinden razı olması ne anlama gelir?

Allah'ın kulundan razı olması, kulunu emrini yerine getirmiş ve yasakladığı şeyden kaçınmış olarak görmesidir.

Kulun da Rabbinden razı olması, Allah'ın kaza ve kaderi olarak başına gelenlerden nefret etmeyip hoş karşılamasıdır.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "...Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah'tan razı olmuşlardır. İşte büyük kurtuluş budur." (Maide, 5/119)

Müslümanın yaptığı veya yapmayıp terk ettiği her işi, söylediği her sözü, hatta suskunluğu Allah'ın rızasını elde etmeye yönelik olmalıdır.

Allah Teala şöyle buyurmaktadır: "İnsanlardan öyleleri de vardır ki, canlarını Allah'ın rızasını kazanma yolunda feda ederler. Allah kullarına karşı şefkatlidir." (Bakara, 2/207)

Tefsir alimleri şöyle demişlerdir: Bu ayeti kerime Suheyb ibnu Sinan ibnu Malik er-Rumi hakkında nazil olmuştur. Suheyb, Bedir'de bulunmuş, ilk Müslümanlardandır. Suheyb, Medine'de Resulullah'ın yanına hicret etmek maksadıyla yola koyuldu. Kureyş'ten bir grup ardına düştü. Bunun üzerine Suheyb bineğinden aşağı indi. Ok torbasındaki oklarını çıkardı ve yayını eline aldı. Sonra da onlara: "Benim en iyi ok atanınız olduğumu biliyorsunuz. Vallahi, torbamda bulunan oklarımın hepsini atıncaya kadar bana ulaşamazsınız. Sonra bileğimin gücü yettiği kadar kılıcımla vururum. Bundan sonra da dilediğinizi yapın" dedi. Onlar da: "Sen bizim yanımıza çok yoksul olarak gelmiştin; senin yanımızdan zengin olarak gitmene asla izin vermeyiz. Ama Mekke'deki malını bize göster de seni salıverelim" diye müşrikler onunla anlaştılar. O da öyle yaptı. Suheyb, Resulullah (s.a.s.)'in yanına gelince: "İnsanlardan öyleleri vardır ki, Allah'ın rızasını almak için kendini satar..." ayeti kerimesi nazil oldu. Bunun üzerine Resulullah: "Satıştan Ebu Yahya kazançlı çıktı" buyurdu ve ona bu ayeti okudu.

Bazı müfessirler, bu ayetin iyiliği emredip kötülükten sakındıranlar hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Bu yoruma göre bu kişiler: Ömer, Ali ve İbnu Abbas (Allah hepsinden razı olsun)'tır.

Bu ayetin savaşta saldırıda bulunanlar hakkında indiği de söylenmiştir.

Yine denilmiştir ki: Ayet umum ifade eder. Allah yolunda savaşan herkesi veya Allah için şehid olmak isteyen herkesi ya da münkeri değiştirmek isteyen herkesi kapsamına alır. Bütün bunlarda Müslüman, Allah'ın rızasını elde etmeyi hedef edinir.

Şanı yüce olan Allah şöyle buyurur: "Mallarını, Allah'ın rızasını kazanma arzusuyla ve gönüllerindeki inancı kökleştirmek için harcayanların örneği ise bir tepe üstünde bulunan ve üzerine sert bir yağmur yağdığında iki kat ürün veren bahçeye benzer. Yağmur yağmasa bile hafif bir çisinti düşer. Allah işlediklerinizi görmektedir." (Bakara, 2/265)

-Tevil alimleri şöyle demişlerdir: Bu ayet zekatlarını şeriata göre ve şeriat yönünde vermiş olanlar hakkındadır. Onlar zekatlarını, Allah'ın rızasını talep ederek ve infakın Allah için ibadet ve taat olduğuna kesinlikle inanarak verirler.

-Allah'ın rızasını umarak infakta bulunan bu kişilerin bağışları, bereketlenerek tekrar kendilerine döner. Onların misali tıpkı yüksek yere kurulmuş bol yağmurla veya az bir su ile sulanan bahçeye benzer. İkinci durumda bile diğer arazilerin verdiğinden biraz daha az verir. Ama yine de verir.

İmam Müslim Ebu Hureyre'den Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Helal bir kazançtan bir tek hurma sadaka veren kimsenin, bu sadakasını Allah muhakkak sağ eliyle almıştır. Müteakiben sizden birinin tayını veya dişi deve yavrusunu terbiye edip büyütüşü gibi bu bir tek hurmayı ta dağ kadar veya daha büyük oluncaya dek büyütür."

Allah Teala'nın rızasını istemek, ihlasın ta kendisidir. Allah'ın rızasını istemek, şeriatın arzusudur ki İslam, sözle, işle, cihadla, susmakla, günahı terk etmekle ve cihad etmeye gücü yetmeyen kişinin cihada niyet etmesiyle, onu her mümin kula zaruri kılmıştır.

-Allah Teala'nın mahlukatı hakkında düşünerek ve onlara ibretle bakarak sessiz durmak da bir ibadettir. Zaten sessizlik, Resulul-lah'ın sıfatlarından biridir.

İmam Ahmed, Semmak (r.a.)'dan şunu nakletmiştir: Cabir ibnu Semure (r.a.)'a: "Sen Resulullah'la birlikte bir mecliste bulundun mu?" dedim. O da: "Evet" dedi ve ilave etti: "Resulullah'ın gülmesi az, suskunluğu uzun sürerdi. Onun ashabı, Resulullah'ın yanında şiir okuyup bazı işlerinden söz eder ve gülerlerdi. Resulullah ise bazen tebessüm ederdi."

-Darimi, Abdullah ibnu Amr ibni'l-As (r.a.)'dan Resulullah (s. a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Susan kişi, kurtuluşa erer."

-Ebu Ya'la, Enes (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Sana, güzel ahlak ve uzun süreli suskunluk gerekir. Nefsim kudret elinde olan Allah'a andolsun ki yaratıklar bu iki vasfın benzeriyle güzelleşemedi."

Bunun anlamı şudur: Müslüman her durumda Allah'ın rızasını arayıp isteyen kişidir. Biz, Allah rızasını sözde, amelde ve cihadda ihlasın bir meyvesi olarak değerlendirebiliriz.

İmam el-Benna ihlastan bahseden sözünde, davet, hareket, düzenleme, eğitim veya İslami çalışma alanlarının tümünde faaliyet gösteren her kardeşten bu gayretinin ardında Allah'ın rızasını aramasını istedi.

Allah Teala'nın rızasını aramak, kişiye dünya ve ahirette sayısız faydalar sağlar. Onlardan bazılarını açıklıyoruz:

-Allah'a yakın olmak ve O'nun merhametini elde etmek veya her ikisine birden nail olmak

-Allah'a tevekkül etmek ve sebeplere sarılmak

-İşlerini kolaylaştırmak ve Allah'ın kendine yardımını temin etmek

-Allah'ın rızasıyla kurtulmak. Bu ise gayelerin gayesidir

Böylece ihlasın hedefi, Allah'ın rızasını aramak olur. Çok geçmeden de bunun karşılığı, Allah'ın izniyle cennet olur.

3.Allah Teala'nın Güzel Mükafatı

İhlasın üçüncü hedefi de budur. Amel işlemesi hatta Allah rızası için halis amel işlemesi gereken her Müslümanın umudu, Allah'ın güzel mükafatıdır.

Allah'ın güzel mükafatını elde etmek için birtakım mükellefiyetler ve şartlar vardır ki onların başında:

-İman

-İstikamet

-Takva

-İhlas, gelmektedir.

Bu şartlar, kolay, basit hatta kolay elde edilir şeyler değildir. Ancak hazırlık, yükümlülük ve kabiliyeti gerektirir. Kur'an-ı Kerim bundan bahsetmiş ve imanla takvanın Allah'ın mükafatına götüreceğini kesin olarak beyan buyurmuştur: "Eğer onlar iman edip sakınsalardı Allah tarafından verilecek olan karşılık kendileri için daha hayırlı olurdu. Keşke bilselerdi." (Bakara, 2/103)

Bu hususta Allah'ın güzel mükafatı (sevabı)nı elde etmek için bazı şartlar daha vardır ki onlar şu ayeti kerimede zikredilmiştir: "Nice peygamberle birlikte kendilerini Rabbin yoluna adamış insanlar çarpıştılar. Onlar Allah yolunda başlarına gelenden dolayı gevşemediler, zayıflığa düşmediler ve boyun eğmediler. Allah sabredenleri sever. Onların sözleri ancak: "Ey Rabbi-miz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı sağlam tut ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et!" demek olmuştur. Allah da onlara hem dünya karşılığını hem de ahiret karşılığının güzel olanını verdi. Allah iyilik edenleri sever." (Ali İmran, 3/146-148)

Bu ayeti kerimelere bakıp onlar hakkında iyice düşünülünce, bizim için açık bir şekilde şu ortaya çıkar: Allah yolunda, savaşta düşmanlara karşı elde edilen zafer diye adlandırılan dünya mükafatıyla ahiretin güzel mükafatı, mümin mücahitlerden isteklilerine bazı sıfatları gerekli kılar. Biz onları biraz sonra açıklayacağız. Mücahit olmayanlar bizi ne ilgilendirir?

Allah Teala'nın mükafatını elde etmek için mücahitlerden istenen bu sıfatlar, yukarıdaki ayeti kerimelerde ifade edildiği gibi şunlardır:

-Düşmanların çıkaracağı güçlükler ne kadar çok, düşmanla müminler arasında savaşın seyri ne olursa olsun zaafa uğramamalılar ve korkmamalılar.

-Düşmandan asla çekinmemeli ve şartlar ne olursa olsun, savaşmaya güçleri yettiği sürece savaştan geri durmamalılar.

-Mücahitler cihad sırasında kendilerine hastalık veya bitkinlik isabet etse de boyun eğmemeli ve gevşeklik göstermemelidirler. Çünkü izzet Allah'a, Resulü'ne ve müminlere aittir.

-Güçleri yettiğince sabretmeliler; çünkü Allah Teala sabredenleri sever.

-Savaş sırasında zor meşakkatlara maruz kalsalar da onların sözleri sadece: "Ey Rabbimiz, günahlarımızı bağışla" şeklinde olmalıdır. Yani işlememiz mümkün olan günahları bağışla. Aksi halde, günahlar onlarla düşmana karşı elde edilecek zafer arasına girip engel olur. Çünkü biz Müslüman topluluğunca, ordunun günahlarının, ona düşmandan daha çok korku verdiği bilinmektedir.

-Onların dualarındaki sözleri de şu olmalıdır: "Ey Rabbimiz! Günahlarımızı ve işimizdeki aşırılıklarımızı bağışla, ayaklarımızı sağlam tut ve kafirler topluluğuna karşı bize yardım et!"

Bu ve Kur'an ve sünnette varid olan diğer dualar birer ibadettir ki, kul onunla Rabbine yaklaşır ve onun sebebiyle de düşmana karşı muzaffer olma liyakatını kazanır.

Günahlar, masiyetlerdir. Her fiil ve meyil bir sonuçtur.

Taşkınlık (israf), şeriatın çizdiği sınırları aşmak veya büyük günahları işlemektir.

Ayakların sabit kılınması, cihadın zorluklarına karşı sabretmek ve firar etmemek veya firarı düşünmemektir.

Düşmana karşı zafer kazanmak, yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmaktır.

Mücahitlerden bu nitelikleri taşıyan kimseler, dünya ve ahirette Allah'ın mükafatı(sevabı)nı hak edenlerdir. Mücahidin dünyadaki mükafatı düşmanı yenmek yani zafer, ahiretteki sevabı da cennettir. Allah Teala bunu, Allah'ın kelimesinin yükselmesi için kendi yolunda cihad eden kişilere taahhüt etmiştir. Bu hususta ayet ve hadisler bulunmaktadır ki Allah izin verirse onları beyan edeceği. Biz, beyat rükünlerinden dördüncüsü olan "cihad"dan bahsediyoruz. Ancak, burada bazı hadisi şerifleri zikretmekle yetineceğiz:

-Darimi, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah kendi yolunda cihada çıkan kimseye kefil olmuştur. O (cihada) ancak benim yolumda cihad etmek, benim kelimelerimi tasdik etmek için çıkmıştır. Şu halde o, kendisini cennete koymamı yahut alabildiği kadar ecir veya ganimet alarak içinden çıktığı evine döndürmemi benim üzerime garantilemiştir."

-Darimi, Muaz ibnu Cebel (r.a.)'dan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Savaş iki türlüdür. Bir kimse Allah'ın rızasını kazanmak ister, kumandana itaat eder, en kıymetli malını bu uğurda harcar, arkadaşına yardımcı olur, fesat ve kötülükten kaçınırsa onun uykusuna da, uyanıklığına da ecir (mükafat) verilir."

Bir kimse de riya ve gösteriş için savaşır, kumandana isyan eder ve yeryüzünde fesat çıkarırsa, o kişi de asgari ücreti bile elde edemez."

Allah katındaki en güzel mükafatın Allah yolunda cihad etmek olduğu üzerinde uzunca düşünmemiz gerekir.

Allah'ın mükafatını kazanmanın yollarından biri de üç alanda Allah'a davette bulunmaktır: İslam için hareket, tanzim (organizasyon) ve terbiye (eğitim) alanlarında çalışmak.

Müslüman kardeşin bu "Müslüman kardeş" adına layık olabilmesi için gücü yettiği kadar davet, hareket ve eğitim alanlarında gayretli olması lazımdır. Bu çalışmaların tümünde, ihlaslı olmalı, Allah'ın rızasını kastetmeli ve O'nun mükafatını kazanmak için rızasını aramalıdır.

İhvan-ı Müslimin cemaatinin İslam ve Arap dünyasında hatta bulunduğu diğer ülkelerde de faaliyetleri böyle olmuştur ve böyle olmaya devam edecektir. Cemaat, kendi yolunda devam etmektedir, ne bir tembellik ne de bir fetret göstermiştir. Kendine yönelen direnmeler ve şurada burada karşılaşılan engellemeler, onu yolundan alıkoyamaz.

Bu ısrarındaki sebep, çalışmayı sadece Allah için yaptığından ve çalışmalarında riya ve gösteriş amacı gütmediğindendir. Hatta onlar, Allah yolunda cihad ederken, öldürülürler ve şehid düşerler. Bütün bunlarda onlar, Allah'ın rızasını amaç edinirler.

Filistin'de, Süveyş Kanalı'nda ve Afganistan'da yaptıkları faaliyetlerle savaş meydanları onların şahitleridir. Halbuki Allah Teala kullarından cihad edenleri de sabredenleri de bilir. Allah Teala bu konuda şöyle buyurmaktadır: "Allah elbette doğruları da bilecek ve elbette yalancıları da bilecektir (ortaya çıkaracaktır)." (Ankebut, 29/3) "Allah elbette iman edenleri de bilir ve elbette münafıkları da bilir." (Ankebut, 29/11)

İhlas Alanında Dikkat Edilecek Tehlikeler

İhlas -daha önce tanımladığımız gibi- Kur'an'da, sünnette ve İslam mirasında yer alan bir kavramdır. İhlasa karışıp onu bozan bazı afetler ve dikkat edilmesi gereken tehlikeler vardır. İhlasa bazı şeyler karışırsa şirk sayılır. Çünkü bu durumda amel hem Allah için hem de şerik için yapılmış olur. Bu ortak, ister doğru bir şey olsun, isterse riya ve gösteriş olsun eşdeğerdir. Bu durumda Allah o ameli kabul etmez; çünkü Allah'ın hiçbir ortağa ihtiyacı yoktur. Kim amelinde başka birini Allah'a ortak yaparsa, bu amel o ortağa bırakılır.

İmam el-Benna ihlası bozan bu tehlikelere dikkat çekmiş ve onları şu üç maddede özetlemiştir:

-Amelde menfaat gözetmek

-Amelde görünüş, makam ve unvana bakmak

-Yine amelde önde (lider) ve geride (yönetilen) olmaya bakmak

Bu üç şey veya bir kısmı amelde bulunursa, ondaki ihlas gider, amel fasit olur ve boşa gider. Çünkü amel bu üç şey için veya sadece birisi için olmuş olur. Bu durum da Allah'a ortak koşma olur. Bundan dolayı da Allah Teala bu ameli kendine koşulan ortağa terk eder.

Şimdi biz İmam el-Benna (Allah rahmet etsin)'nın şu sözlerini açıklamaya çalışacağız. O şöyle diyordu: "... Müslüman kardeş, sözünde, amelinde ve cihadında hiçbir dünyalık, menfaat, makam, mükafat, şöhret, ileride olma (liderlik) veya geride bulunmaya (yönetilen) bakmaksızın Allah'ın rızasını aramalı ve O'nun mükafatını beklemelidir."

Bu kapsamlı cümle ihlası tümüyle kapsamaktadır. İhlas, ameli sapmaktan koruyan ve sevabının boşa gitmesini önleyen bir çit gibidir.

Bununla birlikte sanki İmam el-Benna ihlasın derinliklerine dalmış, bu derinlikler hakkında bilgi veriyor ve oralarda neler olduğunu bildiriyor gibidir. Sonra da bu derinliklerden, bizim için, davet ve tüm İslami çalışmalar için gerekli olan ihlası, her türlü şaibeden, şirkten ve kötü amaçlarlardan uzak, saf ve temiz olarak koruyan şeyleri çıkarıyor.

İhlas konusundaki bu tehlikelerden bazılarına bir göz atalım.

1.Amelde Menfaat Gözetmek

Aslolan, amelin sırf Allah rızası için olmasıdır. Bu amelin dini veya dünyevi olması fark etmez. Fakat birçok insan geçimlerini sağlamak ve dünyalık elde etmek için çalışır ve bu çalışmalarının arkasında da maddi menfaat özlemini taşır. O menfaati de hayatın ağır yüküne ve külfetlerine karşı kullanır. Bu da ihlasa her hangi bir zarar getirmez. Ama bunda da yine ihlas şarttır. Bu maddi menfaatin bereketli, güzel ve helal olması için o işin güzel ve sağlam bir şekilde yapılması gerekir.

Ama bu iş, dini, yani ahiret için veya Allah Teala'nın emrini yerine getirmek ya da nehyinden kaçınmak için olursa, diğer bir ifadeyle bu iş Allah'ın kelimesinin yücelmesi için davet alanlarından olursa, burada aslolan maddi bir menfaatin gözetilmemesidir. Çünkü maddi çıkar, ameli ifsat eder ve onu Allah'tan başkası için yapılmış kılar.

Bazı İslami çalışmaların detaylarında, özellikle genel davet alanlarında bazen maddi çıkarlar bulunabilir. Şöyle ki bazı davetçiler, yaptıkları davete karşı ücret alırlar. Çünkü davet onların işidir. Bu konuda onları hükümet görevlendirir. Ya da Müslümanlara, namazlarında imamlık yapacak ve onlara dini görevlerini açıklayacak bir imama ihtiyaç duyan bir İslami merkez onu bu işle görevlendirir. İşte bu ve benzeri durumlarda, ücret almanın bir günahı ve zararı yoktur. Ancak günah davetçinin, davet işini bir menfaat bekleyerek veya talep ederek yapmasındadır. Çünkü bu davetçinin, Allah'ın emrine göre, Allah'ın kendine öğrettiklerini, ecrini Allah'tan bekleyerek ve O'nun rızasını ve güzel mükafatını umarak, insanlara öğretmesi gerekir. Eğer o kişi bu amelinde, dünya menfaatini kendine amaç edinirse, o bu işinde, Allah'a bir başkasını ortak etmiştir. Bundan dolayı da ameli boşa gider. Çünkü o ihlas tehlikelerinin içine düşmüştür.

Cemaatin Allah'a davet tarihinde, bir davetçinin insanlardan bir ücret veya bir menfaat sağlamak için Allah'a davette bulunduğunu, ne biz duyduk ne de bir başkası duymuştur. Ancak bizim bildiğimiz ve başkalarının bildiği bir şey vardır ki o da cemaat içindeki davetçilerin davet uğruna kendi mallarını harcadıklarıdır. Özellikle de davetçi zengin olursa, davet edilen kişilere infakta bulunduğu dahi olur. Bunlara örnek vermeye kalksak ne kalem durur ne vakit yeter ve ne de bu sayfalar...

Cemaat içinde dinleyicilerden ücret alan bir davetçiyi bilmiyoruz. Ama cemaat onun yol ve ikamet masraflarını üzerine almış ise, bu cemaatin organizasyonla ilgili çalışmalarından olur.

Akide ve prensip sahibi davetçi ile menfaat ve çıkar sahibi arasındaki fark işte budur. Çünkü akide sahibi, vaktinden, gayretinden ve makamından bir kısmının davetin ve davet edilenlerin kendi üzerindeki bir hakları olduğuna inanarak Allah'a davet eder. Bundan ötürü de razılıkla, mutlulukla ve ücretini Allah'tan bekleyerek bu görevi yerine getirir.

Başkalarına gelince, onlar ücretin Allah katından olduğunu bilmez, ama hesabın insanların katında olduğunu bilirler. Ancak onlar, dünyadaki ücretini menfaat ve maddiyat olarak talep ederler. Bu iki davetçi grup arasında müthiş bir fark var! Allah katındakini bırakıp insanların yanındakiyle meşgul olmak ne büyük gaflet!

Eğitim, düzenleme ve hareket alanlarındaki çalışmanın durumu işte böyle! Çünkü çalışanlardan bazılarının nefisleri yaptıkları işten dolayı maddi menfaat beklerler. Davet alanında çalışanlar, kendilerini İslami çalışmaya adamadıkları sürece, bir müesseseden, bir cemaatten veya İslami bir kuruldan ücretlerini alırlar. Ancak böyle bir çalışmaya karşılık ücret almaları caiz olmaz.

İslam için çalışan kişi, fedakarlık etmek durumundadır. Çünkü fedakarlık etmeksizin İslami çalışma olmaz. Bu da İslam'da yerleşmiş bir prensiptir ve cemaatin terbiyesinde ve çalışma yapısında kabul görmüş gerçeklerden biridir.

Cemaat içinde faaliyet gösterenler, İslami çalışma alanındaki fedakarlıklarıyla birçok örnekler vermişlerdir. Şöyle ki bu örnekleri kaydetmek için geniş sayfalar bulamayız. Fakat böyle bir şey yazılmış olsa, davet, hareket, tanzim, eğitim ve cihad alanlarında pratik bir delil olur. Ne var ki bu tür fedakarlıklarda bulunan bu insanlar, kendileriyle ilgili bir şeyin yazılmasını veya işaret edilmesini kabul etmiyorlar. Çünkü onlar yaptıklarını Allah rızası için yaptılar. Bu fedakar insanlardan hayatta kalanların ve amelleriyle Rablerine kavuşanların durumları budur. Ama onlar sözlerinde, işlerinde ve cihadlarında ihlas sahibiydiler. Onları tanıyan bazı kimselerin, onların yaptığı işleri ve hayat hikayelerini yazıya geçirmelerinde, Allah'tan onları başarılı kılmasını diliyor ve umut ediyorum.

Burada zikretmeyi atladığım bir konu var ki o da, bazı kardeşlerin, üç fidanlığı aşmayan zirai bir yer parçası hariç olmak üzere hiçbir şeye malik olmamaları durumuydu. Ama onlar İslami çalışmaya destek olmak için onun da yarısını sattılar. Bu durumu bilenlerden birinin ondan söz etmesini reddettiler ve Rablerinin rahmetini umarak O'na göçtüler.

Ben, bunların en önemlisi olan canı kurban etmeyi niçin burada zikretmiyorum? Çünkü canı kurban etmek, fedakarlıkların Allah katında en pahalısı, en yükseği ve en güzelidir.

Cemaat fertlerinden bir çoğu, Filistin'de, Süveyş Kanalı'nda, Afganistan'da ve diğer yerlerde cihad meydanlarında, canlarını feda etmede birbirleriyle yarıştılar. Onlar, Allah yolunda öldürülen şehitlerden olmayı tercih ettiler. Ama halk onları ölüler olarak zannediyor, halbuki onlar Rabbleri katında rızıklanan dirilerdir.

Ben kimseyi Allah'a karşı temize çıkaramam. Çünkü onları hesaba çekecek olan Allah'tır, ama ben onları öyle zannediyorum. Bir çoğunu tanımama rağmen ben, cemaatten hiç kimsenin, İslam için çalışırken maddi çıkarı göz önüne aldığını bilmiyorum. Benim bilgimin sınırları bu kadar. Ama Allah en iyi bilendir.

Sağlıklı görüşleri kaybolup, kalplerini menfaat düşüncesi kaplamış olan bazı kişilerden bir kısım şeyler zuhur etmiş ve onlar da İslam için çalışmalarının ardında maddi çıkar elde etme düşüncesini gizlemeye çalışmış iseler, bilinsin ki bunların sayısı çok azdır ve bunlar nadirattandır. Ben, Müslüman Kardeşler'in hatalardan beri olduklarını savunmuyorum, ama onlar cemaat içinde nadirdir veya metottan uzaklaşmış kişilerdir. Alimlerden eskiler (Allah hepsine rahmet eylesin) "Nadir için hüküm konulmaz ve her kaidenin bir istisnası vardır" demişlerdir.

Burada, ihlas konusunda kapsamlı bir hadisi şerifi hatırlatayım. Onu İmam Buhari, Ömer ibnu'l-Hattab (r.a.)'dan rivayet etmiştir: "Ben Resulullah'ın şöyle buyurduğunu işittim: "Ameller (in kıymeti) ancak amellere göredir. Herkesin niyet ettiği ne ise eline geçecek olan da ancak odur. Artık her kimin hicreti Allah'a ve Resulü'ne yönelmiş ise onun hicreti Allah'a ve Resulünedir. Her kim de nail olacağı bir dünya veya evleneceği bir kadından dolayı hicret etmişse onun hicreti de (Allah'ın ve Resulünün rızasına değil) hicretine sebep olan şeyedir." Bu hadisi, hadis alimlerinin tümü rivayet etmiştir.

Yine şunu da belirtmeliyim ki, Allah yolunda söz söyleyen, iş yapan ve cihad eden herkesin, hak ve hidayet düşmanları tarafından engelleneceğini, eziyetlere ve işkencelere uğratılacağını beklemesi gerekir. Çünkü bu Allah'ın değişmez kanunlarından biridir. Bu kişilerin, onları gönül hoşluğuyla kabullenmesi gerekir. Bunların ardındakileri Allah Teala bilir ve ihlaslı kullarını en iyi mükafatla mükafatlandırır. Onların hata ve günahlarını bağışlar.

Allah Teala'nın bu ihsanlarına, hiçbir maddi menfaat denk olamaz ve hiçbir şey onlarla kıyaslanamaz. Kim bunun aksini düşünüyorsa, o gafillerdendir.

İmam Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müslümana ağrı, yorgunluk, hastalık, keder, hatta kendisini bunaltan bir iç sıkıntısına varıncaya kadar herhangi fena bir şey isabet etmez ki bu onun günahlarından bir kısmının keffaret olmasın."

İmam Buhari, Ebu Hureyre (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resulullah'ın hastalığında, vücudu hummanın hararetinden şiddetle sarsıldığı sırada huzuruna girdim. Sonra ona elimle dokundum da: "Ya Resulullah! Siz, hummanın hararetinden çok ızdırap çekiyorsunuz" dedim. Resulullah (s.a.s.): "Evet, ben sizden iki kişinin ızdırapla yere çarpılması kadar şiddetli bir ızdıraba maruz bulunuyorum" dedi. Ben: "Bu hummanın sizin için iki kat ecri vardır" dedim. O da: "Evet" diyerek beni tasdik ettikten sonra şöyle buyurdu: "Kendine hastalık veya daha başka herhangi bir eziyet isabet edip buna hamdeden hiçbir Müslüman yoktur ki Allah, o isabet edenler sebebiyle onun kötülüklerini bağışlamasın. Ağacın kendi yapraklarını döktüğü gibi günahlarını döker olmasın." Bu hadisi Müslim ve Sünen sahipleri rivayet etmiştir.

Zikrettiğimiz bu durum, hiçbir maddi menfaat beklemeksizin İslami faaliyetlerdeki İslami tutum ve ahlakın kendisidir. İhvan-ı Müslimin cemaati bu ahlak ve adabı diriltmek için çalışıyor ve bunun için Allah'tan başkasının bilemeyeceği sıkıntılara katlanıyor. Bununla beraber burada maddi veya dünyevi bir çıkarın güdülmüş olması düşünülebilir mi?

2.Amelde Şöhret, Makam ve Görüntüyü Gözetmek

Amelin yalnızca Allah için yapılması, ihlaslı kişinin amelinin gerisinde dünyevi bir menfaat; giyimde, evde ve binekte bir gösteriş elde etme gayesini gütmemesi gerekir. Aksi taktirde ihlasa fesat karışır. Bu da, İslami faaliyet alanlarında çalışanların üzerinde ittifak ettikleri bir husustur.

Görüntüye önem vermemenin anlamı, Allah davetçilerinin ve cihad, eğitim, tanzim ve hareket alanlarında faaliyet gösterenlerin görüntüyü önemsemeyen, ev ve binek vasıtaları edinmeyen kişiler olması demek değildir.

Nitekim zühd (dünyayı umursamama) ile tezehhüdü (dünyayı umursadığı halde umursamaz görünmeyi) birbirine karıştırıp, zahid tavrı takınan bazı kişiler böyle zannediyorlar. Halbuki bu şeriat açısından da akıl açısından da makul olmadığı gibi matlub da değildir.

Gerçekten matlub ve makbul olan şey İslam için çalışanların, aşırılığa kaçmaksızın güzel bir görünüm içinde olmalarıdır. Şöyle ki görünüşe önem vermek cevhere ve asla önem vermekten daha mühim olamaz.

Müslümanlar güzel elbiselerin, güzel bineklerin, insanlara karşı büyüklük ve üstünlük taslama olmadığını şeriatın ahkam, ahlak ve adabından bilirler. Çünkü Allah Teala güzeldir güzelliği sever, temizdir temizi sever.

İmam Müslim, Abdullah ibnu Mes'ud (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kalbinde zerre kadar kibir bulunan kimse cennete girmez." Orada bulunanlardan biri: "İnsan elbisesinin ve ayakkabılarının güzel olmasını sever" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.s.): "Şüphesiz Allah cemil(güzel)dir, güzelliği sever. Kibir ise hakkı red ve inkar etmek, insanları hor görmektir" buyurdu.

İmam Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Muhakkak Allah, sizin ne cisimlerinize ne de suretlerinize bakar; ama O sizin kalplerinize bakar."

Müslüman biri, İslam için çalışmasından dolayı yukarıda belirttiğimiz görüntüleri elde etmeyi beklerse, ameli, ihlastan yoksun olur ve onun ecri de sadece elde ettiği giyecek ve barınak olur. O da ne kadar değersizdir ne kadar azdır! Sahibi de ne kadar haktan ve hakikatten uzaktır!

Makam ve mevki konusuna gelince; onlar da görünüşten geri kalmıyor. İslam için çalışmasının ardında makam ve mevki elde etme hırsına kapılan kişinin de ameli ihlastan yoksun olur.

Ameldeki ihlasın, çalışanın, amelinin ardından makam ve mevki elde etmesini engellemesi gerekir. Aksi taktirde bu kişi makam ve mevkiyi Allah'a ortak etmiş olur. Bundan ötürü de ameli boşa gider ve Allah o ameli koştuğu ortağa terk eder, yani onu kabul etmez.

Bir insan, ameli meşru değilse, amelindeki maksadı gizleyebileceğini zannetmemelidir. Onu insanlardan gizlemeyi başarsa da gayri meşru olduğunu bildiği halde kendi nefsinden nasıl gizleyebilir? Onu Allah Teala'dan nasıl gizleyebilir? Halbuki hiçbir sır sahibi, Allah'tan bir şeyi gizleyemez. Yüce Allah bu konuda şöyle buyuruyor: "De ki: "Göğüslerinizde olanı gizleseniz de, açığa vursanız da, Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah her şeye güç yetirendir." (Ali İmran, 3/29)

Buhari, Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.)'nin şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resulullah'a biri cesurluk, diğeri hamiyet ve bir diğeri de riya için çarpışan kişilerin hükmü hakkında: "Bunların hangisi Allah yolundadır?" diye soruldu. O da: "Kim yalnızca Allah'ın sözünün yücelmesi için çarpışırsa, işte o Allah yolundadır" diye buyurdu.

Davet, hareket, tanzim, eğitim ve cihad alanlarında faaliyet gösterenlerin, hakiki makamın Allah'a itaat etmesinden dolayı kendisine verilen makam olduğuna inanması gerekir. Eskiler makama "şeref, onur, güç" derlerdi. Onlar "taat gücü, onuru" derlerdi. Bunun mukabiline de "masiyet zilleti" derlerdi. Yani Allah'a itaat eden, bu itaat sayesinde makam sahibi onurlu biri olur. Allah'a isyan eden kişi de bu masiyet sebebiyle zelil olur.

Müslümanın gayret göstermesi ve sözlerinin, amellerinin ve cihadının hedefi kılması gereken gerçek makam, iyilik yapma makamıdır, her an ölümü beklemektir. Müslüman sabah ve akşam olunca, kalkıp oturunca ölümü bekler ve ölüm sonrası için hazırlık yapar. Müslümanın ölüm sonrası için yaptığı hazırlığın en değerlisi Allah Teala'ya itaat ve ibadettir.

İslami alanlarda çalışan Müslümanın, hatta genel olarak her Müslümanın, din ve dünyasına faydalı olacak kadarı ve Allah'ın meşru kıldığı hudutlar içinde olanı hariç, kendini dünyalıklarla meşgul etmemesi gerekir. Şuna da kesinlikle inanmalıdır ki şu dünya hayatını yaşadığı sürece hadiseler onu kuşatmıştır ve bu hadiseler bazen insanla çalışması arasına girip engel olurlar. Bundan dolayı ölüm gelip çatmadan önce hayır işlemeye koşmak vacip olmuştur. Makam isteyen kişi bu hadiselerle birlikte ne yapabilir? Eğer o bu hakikatleri anlamazsa ömrünün tümü zayi olur, ayrıca amelini zayi eder, hatta ihlastan yoksun olduğu için kendi amelini boşa çıkarır.

İmam Tirmizi, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Amellerle yedi şeyde acele edin. Hiç şüphe yok ki bekletildiğiniz şey; ya (kulluk vazifelerini) unutturan yoksulluk ya azdıran zenginlik ya (bedeni güçleri) bozan hastalık ya bunaklık getiren yaşlılık ya ansızın gelen ölüm ve deccal -ki gelmesi beklenen bir beladır- ya da hıyanettir. Kıyamet ise daha ağır ve daha acıdır."

İhvan-ı Müslimin cemaatinin kendi saflarında İslami faaliyetinin ardında makam isteğini uygun gören kişiyi tanımadığını vurgulamam fazladan bir sözdür. Çünkü cemaat kendi bünyesine katılan kişilerin eğitimini, ilk yıllardan beri İslam prensiplerine, ahlakına ve adabına göre yapıyor. Bu konularda, Allah için yaptığı bir çalışmanın ardında mevki ve makam arzusu güden bir Müslümana müsamaha ile bakacak hiç kimse yoktur.

Hadisi şeriflerin tespit ettiği İslami hakikatlerden biri de Allah Teala'nın gizli ve muttaki kullarını sevdiğidir. O kullar hazır oldukları zaman tanınmazlar, gözden uzak olduklarında da kaybolmazlar. Allah, kendinin ilan edilmesini, temize çıkarılmasını veya belli sıfatlarla methedilmesini isteyen kişiyi nasıl sever?

İmam Müslim, Sa'd ibnu Ebi Vakkas (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Şüphesiz Allah gizli, muttaki ve gönül zengini kulu sever."

İmam Ebu Davud, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Kim Allah'ın rızasını kazanmak amacıyla öğrenilen bir ilmi, herhangi bir dünya varlığı elde etmek amacıyla öğrenirse, kıyamet gününde cennetin kokusunu alamaz."

Riya, nifak gibi ameli boşa çıkarır. O Allah Teala'nın azapla korkuttuğu vasıflardan biridir ki sahibinden imanı nefyeder. Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Yurtlarından çalım satarak, insanlara gösteriş yaparak çıkan ve Allah'ın yolundan alıkoyan kimseler gibi olmayın. Allah onların yaptıklarını çepeçevre kuşatmıştır." (Enfal, 8/47)

Davet, hareket, düzenleme, eğitim ve cihad alanlarındaki her çalışmanın arkasında makam arzusu güdülürse, o amel Allah için olmaz. Bundan dolayı da boşa gider ve sahibi azaba müstahak olur.

İmam Müslim Abdullah ibnu Abbas (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Her kim işitilsin diye bir iş yaparsa, Allah onun rüsvaylığını işittirir. Her kim gösteriş için bir iş işler, riyakarlık yaparsa, Allah da (kıyamet gününde) onun rüsvaylık ve kıymetsizliğini herkese gösterir."

Allah için amel işleyip, bunun ardından da saygınlık unvanı bekleyen kişinin durumu böyledir. Çünkü daha önce de dediğimiz gibi aslolan, amelde gözetilmesi gereken Allah'tır ve O'nun katındaki mükafattır.

Kim, unvan ve şöhret elde etmek için amel işlerse, ahirette Allah katında O'nun bir nasibi olmaz. Bu da, tüm müminlerin bildiği İslam'ın kesin hükümlerinden biridir.

İhvan-ı Müslimin cemaati hakkında bilinen ve övünçle bahsedilen hususlardan biri de, cemaatin kendi sistemi, idaresi ve sorumluluk düzeylerinde asla unvan kullanmamış olmasıdır. Cemaat bunu asla tasvip etmedi ve onu iman zayıflığı ve İslam ahlakından uzaklaşmanın alameti saydı.

-Cemaat -halkın örfünde olduğu gibi-liderini ve başkanını "lider" ve "başkan" olarak isimlendirmedi; ancak "mürşid" olarak isimlendirdi. Mürşid de yolu tanımada yol gösteren demektir.

-Cemaat kendi içinde sorumluluk düzeylerinin herhangi birinde bulunan kişiye "başkan" denilmesini kabul etmez. Büro başkanı, mıntıka reisi, şube başkanı, kısım başkanı ve kurul başkanı denilmez. Ancak en fazla reis yerine "temsilci" veya "sorumlu" kelimesi kullanılır. Cemaat içinde bunu söyleyen veya yazan yahut tabela olarak asanlar varsa, bu söyleyenin veya yazanın yahut asanın gafletinden kaynaklanmaktadır. Çünkü bu hakkı tecavüzdür. Unvanların arkasından oluşan şeye, İslam ahlakı izin vermez.

Cemaat fertlerinin birbirini çağırmada veya küçüklerin büyüklere hitaplarında kullandıkları kelimelerin en sevimlisi şüphesiz ki "kardeş" kelimesidir. Çünkü müminler kardeştir.

3.Önde veya Arkada Bulunmayı Gözetmek

İslam için çalışan kimsenin Allah'tan başkasını gözetmesi gereksiz olur; o amel ve cehdinde Allah'ın rızasını kasteder. O'nun rızasını ve güzel mükafatını bekler. Eğer bunun dışında bir maksat taşıyorsa, kesinlikle o, önce kendine sonra da bizzat ameline ve birlikte amel işlediklerine zarar verir.

Cemaat içinde İslami çalışma alanlarında, çeşitli türleriyle birlikte Allah'a davet yer almaktadır. Bütün ayrıntılarıyla hareket, diğer boyutlarıyla tanzim, çeşitli aşamalarıyla eğitim ve tüm alanlarda cihad bulunmaktadır. Hiç kimsenin bütün bu alanlardaki çalışmalarında, cemaat saflarında diğer kardeşlerine karşı önde veya geride bulunma maksadını taşıması caiz olmaz. Eğer böyle bir maksadı taşırsa, Allah'ın rızasının dışında bir maksat taşımış olur, dolayısıyla -Allah korusun-çalışması boşa gider.

Aslolan, Müslüman kardeşin tüm çalışmalarını Allah için yapmasıdır. Eğer çalışmasını güzel ve mükemmel yaparsa ve bu çalışması saflarda öne geçmesine ve kendini göstermesine sebep olursa, bu onun peşin mükafatı olur. Buna hamdetmesi ve güzel yaptığı bu faydalı çalışmayı artırması gerekir.

"Peşin mükafat" sözü, bu gibi ameller konusunda Hz. Peygamber'in dili üzere gelmiş nebevi bir sözdür.

İmam Müslim, Ebu Zerr (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: Resulullah (s.a.s.)'e: "Bir kimse hayır türünden bir iş yapar, insanlar da bu işten dolayı onu methederler, böyle methedilen bir kimse hakkında ne buyurursunuz?" diye soruldu. O da: "Bu, müminin peşin mükafatıdır" buyurdu.

Aslında, mümin Allah'ı razı etmek için amel işler. Ancak bu amelin sahibinden insanlar razı olur ve onu başlarına geçirirlerse, işte bu peşin mükafat sayılan hayırlı bir iştir. Ama onun peşin değil de ertelenen ecri ise Allah katındadır. Allah katında olan, iman edip Rablerine tevekkül eden müminler için daha hayırlı ve aynı zamanda ebedidir. Ama nefsi, insanların beğenmesi ve onu başlarına geçirmesi için amel işlemesini isterse, bu kişi amelde ihlası yitirmiş bir kişi olur.

Cemaatte yönetici veya sorumlu olan kişi, kardeşlerinin, onda ihlas, yeterlilik, güzel ahlak ve dindarlık gördükleri için işi yürütsün diye seçtikleri insandır. Eğer onlar, bu sıfatların aksine göre onu seçmiş olurlarsa, hem kaybetmiş olurlar hem de perişan olurlar.

Darimi, Temim ed-Dari (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Hz. Ömer zamanında insanlar bina yapma konusunda birbirleriyle yarışa girdiler. Bunun üzerine Hz. Ömer: "Ey Arap topluluğu! Yere, yere dikkat edin! Cemaatsiz İslam olmaz, emirlik olmadan da cemaat olmaz. İtaat olmadan da emirlik olmaz. Bir kimseyi kavmi, fıkha göre başına getirirse, hem o kişi hem de o kavim yaşar. Bir kimseyi, kavmi fıkhın dışında başa getirirse, hem o kişi, hem de o kavim helak olur" dedi."

Ahlak eğitiminde en büyük mesele işte budur: Amel işleyenin, insanların gönlünde amelin neticeleri ne olursa olsun, nefsini kötü arzu ve maksatlardan arındırması ve ameliyle yalnızca Allah'a yönelmesi. Bundan sonra da ilerleme amelde veya saflarda olur, ya da olmaz.

İşte geri kalma ise şudur: Çalışan kişi, ciddiyetle ve aktif olarak hatta ihlas ile çalışmaz ve bu sayede de işin zorluklarından ve külfetlerinden kurtulur.

Hiç şüphe yok ki bu, kötü huylardandır. Çünkü mümin yaptığı işi iyi yapar ve bu konu hakkında murakabe edildiğini düşünür. Çünkü Allah Teala onu murakabe eder ve ona her şeyi en güzel şekilde yapmayı emretmiştir.

İslam için çalışan bazı kişiler tarafından tevazu ve feragat ile çalışmayı terk etme birbirine karıştırılmıştır. Delilleri de şudur: Çalışma, seviyesinin ve cemaat içindeki konumunun üzerindeyse bu adamın hesabı Allah'adır. Çünkü bu çalışmanın güç yetirilebilen veya yetirilemeyen türden olduğunu yalnızca Allah bilir. Bundan dolayı hesaba çekecek de odur.

Burada şuna dikkat çekmek istiyorum ki, bazı çalışanlara bir iş teklif edildiği zaman eğer o işte bir meşakkat veya bir çaba göstermenin gerektiğini görürse, "Allah hiç kimseye kaldırabileceğinin üstünde bir yük yüklemez." (Bakara, 2/286) ayetini de okuyarak hemen o işten vazgeçer. Halbuki bu ayeti kerimeden anlaşılması gereken şudur: Ayette geçen bu "kaldırabileceğinin üstünde" ifadesini, Allah kesin ilmi (ilmu'l-yakin) ile biliyor. Mükellef olan şahıs da, bazen kesine benzer bir tarzda biliyor. Bundan dolayı, mükellef kılınan herhangi bir işte vüs'ati gizlememek gerekir. Eğer kişi yapmaya güç yetirebileceği bir işte özür beyan ederse, o kişi toplumu engelleyen ve işi mahveden günahkarlardan oluverir.

Bu özür beyan eden kişi saflarda arkada kalmayı istiyor ki önde bulunanlara isabet edecek olan şey kendisine isabet etmesin. Haddizatında böyle düşünmek, işten kaytarmak, geri kaçmak ve bencilliktir ki İslami alanda faaliyet gösteren hiç kimseye yakışmaz. Çünkü aslolan ecrini Allah'tan bekleyerek işe koşmak ve o konuda rekabet etmektir. Aksi taktirde yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmak nasıl mümkün olur?

Allah'ın dinini hakim kılmak için çalışan ve gayret sarf etme niyetinde olan kişi sonunda işten kaçıyorsa o insan hata etmiştir. Zira onun işten geri kalmasına nasıl izin verilir? Halbuki Allah Teala şöyle buyuruyor: "...hayır işleyin. Umulur ki kurtuluşa erersiniz." (Bakara, 2/77) "Herkesin yöneldiği bir yön vardır. Hayırlarda yarışın." (Bakara, 2/148) "Hayır adına her ne harcarsanız Allah onu bilir." (Bakara, 2/273)

Bu konuda Sünneti Nebeviyye'de birçok hadisi şerif bulunmaktadır ki biz onlardan bazılarını aşağıda veriyoruz:

İmam Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "(Ey müminler) karanlık gecenin safhaları gibi olan korkunç fitnelerden önce iyi işlerde birbirinizle sürat yarışına girin. O fitneler sırasında insan, mümin olarak sabaha erer, kafir olarak akşama girer. Yahut mümin olarak akşama ulaşır da kafir olarak sabahlar, dinini dünyadan bir meta mukabilinde satar."

İmam Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müminlerin her birinde (ayrı ayrı) hayır olmakla beraber, Allah'a göre kuvvetli mümin zayıf müminden daha hayırlı ve daha sevimlidir. Sonra (gerçek) menfaat verecek şeyler üzerinde hırs ile çalış. Allah'tan yardım iste; acze düşme. Eğer sana bir şey, bir musibet gelip çatarsa: "Keşke ben şöyle yapsaydım, bu böyle olurdu" deme. Ama "Allah böyle taktir etmiş, O dilediğini yaptı" de. Zira bu "keşke" kelimesi şeytanın faaliyetini açar (onun vesvesesine meydan verir.)"

Şöyle bir soru sormalıyız: İslam için çalışanlardan biri, niçin bulunması gereken yerden geri duruyor?

Bu soruya cevap vermek için diyoruz ki:

-Bunun sebebi, sükuneti ve rahatı tercih etmek ise, bu çalışmaktan kaçmaktır ki, gücü yeten kimseye caiz olmaz.

-Eğer işten kaçma, dünyaya yönelme sebebiyle olursa bu da kabul edilir değildir. Çünkü dünyaya yönelmek ahiretten yüz çevirmeyi gerektirmez. Bu konuda Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Size verilen herhangi bir şey dünya hayatının bir geçimliğidir. Allah katında olan ise iman eden ve Rablerine güvenenler için daha hayırlı ve daha kalıcıdır." (Şura, 42/36)

Resulullah (s.a.s.), Tirmizi'nin Ubeyd ibnu Muhaysin el-Ensari el-Hatmi (r.a.)'dan rivayet ettiği hadisinde şöyle buyuruyor: "Sizden her kim, ailesi emniyette ve vücudu afiyette olarak sabaha çıkarsa ve yanında günlük yiyeceği de bulunursa, sanki bütün dünya onun mülküne verilmiş gibidir (onun elinde toplanmıştır)."

İmam Müslim, Abdullah ibnu Amr ibni'l-As (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Müslüman olan, ihtiyacına tıpa tıp denk gelecek bir rızık verilen ve Allah'ın ihsan ettiği şeylerle kanaatkar kıldığı kimsedir."

-İşten geri durma, İslam düşmanlarından bir zararın veya zulmün kendine, çocuğuna veya malına isabet edebileceği endişesi sebebiyle oluyorsa, bu da caiz olmaz. Çünkü Allah Teala şöyle buyurmuştur: "De ki: " Allah'ın bizim için yazdığından başkası başımıza gelmez. O bizim dostumuzdur. Mü'minler yalnız Allah'a güvensinler." (Tevbe, 9/51)

İmam Tirmizi, İbnu Abbas (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Ey delikanlı! Sana birkaç kelime öğreteceğim: Allah'ı(n emirlerini ve yasaklarını) gözet ki Allah da seni gözetsin. Allah'ı gözet ki O'nu karşında bulasın. İsteyeceğin zaman Allah'tan iste ve yardım talep edeceğin vakit, Allah'tan yardım talep et. Bilmiş ol ki, bütün ümmet, herhangi bir hususta sana fayda vermek için bir araya gelmiş olsa; ancak Allah'ın senin için taktir ettiği hususta sana yararlı olabilir. Aynı şekilde, sana herhangi bir hususta zarar vermek için bir araya gelmiş olsalar, ancak Allah'ın senin aleyhinde taktir ettiği bir hususta sana zarar verebilirler. Kalemler kalkmış ve sayfalar (mürekkepler) kurumuştur."

Buhari ve Müslim, Abdullah ibnu Mesud (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Sizden biriniz (yaradılışının başlangıcından) itibaren kırk gün anasının karnında nutfe olarak toplanır. Sonra o madde, o kadar zaman içinde katı bir kan pıhtısı halini alır. Sonra yine o kadar zaman içinde bir çiğnem ete dönüşür. Sonra (dördüncü tekamül döneminde) bir melek gönderilir de bu melek ona ruh üfler ve melek dört kelime ile yani rızkını, ecelini, amelini, şaki mi yoksa said mi olduğunu yazmakla emrolunur. Kendinden başka hak ilah olmayan Allah'a yemin ederim ki sizden biriniz cennet ehlinin ameliyle amel etmekte devam eder, nihayet cennet ile kendisi arasında bir ziradan fazla mesafe kalmaz. Bu sırada (meleğin ana karnında yazdığı) yazı o kişinin önüne geçer. Bu sefer o kimse cehennem ehlinin ameli ile amel etmeye başlar. Ve yine sizden biriniz cehennem ehlinin ameliyle amel eder, nihayet kendisiyle cehennem arasında ancak bir zira mesafe kalır. Bu sırada yazı önüne geçer. Bu defa da o kimse cennet ehlinin ameliyle amel eder ve cennete girer."

İslam için çalışma hususunda önde veya geride olma anlayışı böyledir. Şöyle ki ne bu, ne de öteki ihlassız olabilir. Amel, yalnızca Allah'ın rızası kastedilerek ve onun güzel mükafatı ile rızası beklenerek işlenir.

Akide ve Fikir Eri Kavramı

Hasan el-Benna'nın ihlas rüknüyle ilgili sözlerine göre akide ve fikir erini tanıtabiliriz. Kişi, herhangi bir çıkar, makam, unvan, gösteriş, liderlik gibi şeyleri gözetmeden yalnızca Allah rızasını kastedip, O'nun güzel mükafatını ve hoşnutluğunu gözetmeyi görev bilirse, işte bu kişi akide ve fikir eridir.

Bu tanım her ne kadar tam olmasa da onu, kısa bir göz atmakla açıklayacağız ve tahlil edeceğiz. Önce şu kavramlara bakalım:

-"Er" kavramı

-"Fikir eri" kavramı

-"Akide eri" kavramı

Er:

Destek verip yardım eden, güçlü asker demektir. Bu kelimenin Arapçası olan "Cündi"nin çoğulu "Cünud"dur. O da ordu anlamına gelir.

İki türlü ordu vardır: Allah'ın ordusu, İblis'in ordusu.

Allah'ın ordusu: Onlar hak ve adalet üzeredirler, zayıfın yardımcısı, zalimlerin de düşmanıdırlar. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır: "Ve hiç şüphesiz üstün gelecek olanlar da bizim askerlerimizdir." (Saffat, 37/173) "Sonra Allah, Peygamber'ine ve mü'minlere güven duygusu (sekinet) verdi, sizin görmediğiniz askerler indirdi" (Tevbe, 9/26) "Rabbinin askerlerini O'ndan başkası bilmez." (Muddessir, 74/31)

İblis veya insan ve cinden oluşan şer ordusu: Allah Teala şöyle buyuruyor: "Artık onlar da azgınlar da tepetakla oraya atılırlar. İblis'in bütün askerleri de." (Şuara, 26/94 -95) "İsrailoğullarını denizden geçirdik. Firavun ve askerleri de taşkınlık ve düşmanlıkla onların peşlerine düştüler." (Yunus, 10/90) "Doğrusu Firavun, Haman ve askerleri yanılgı içindeydiler." (Kasas, 28/8)

Fikir Eri:

İlke sahibi ve ilkesini savunan, onun uğrunda kendini veya malını feda edebilen insan demektir. Böyle biri ilkesiyle herhangi başka bir gayeyi birleştirmez. Çünkü kendi ilkeleri başka ilke ve düşüncelerden soyutlanmıştır.

İnsanların hayatlarında ilkeler çoktur. Bunların tümü iki büyük kısma ayrılır: Doğru ve gerçek ilkeler, doğru ve gerçek olmayan ilkeler.

a.Doğru ve gerçek ilkeler: Her türlü yanlıştan, sapmadan ve bozukluktan arınmış ilkelerdir ki, bunlar şeriatın getirdiği ve aklın kabul ettiği gerçeklerdir. Onlar, genel olarak sahibinin ve insanların hayrına olan şeylerdir. İslam bir ilke getirmiştir ki Müslümanlar ona uymayı, yayılmasına ve desteklenmesine çalışmayı zaruri görmüşlerdir. O da şeriatın koyduğu tarza göre Allah'a ibadet (kulluk) etmektir. Bu ibadete salih amel ve hayır işleme denir.

b.Doğru ve makul olmayan ilkeler: Bunlar batıldır. Böyle bir ilke şerri, bozgunculuğu ve başkasına zarar vermeyi içerir. Bu ilkeyi, insan kendi nefsinden ortaya çıkarır. Bu ilkeye insanı, kötü arzu ve istekleri yöneltir. İslam, bu ilkelerle savaşır ve o ilkelerle çalışmayı veya birinin o ilkelerle muamele etmesine rıza göstermeyi yasaklar. Hatta İslam o ilkeleri reddetmeyi ve onlara kalp veya dil ya da el ile karşı koymayı vacip kılmıştır. İslami anlayışta bu, münker'den nehyetmek şeklinde anlaşılmış ve yerleşmiştir.

Bu ilkenin veya bu düşüncenin eri, hakka yardım eden, ona destek olan ve bu husustaki ecrini Allah katından bekleyen erdir.

Allah Teala düşünce erine hakka sımsıkı sarılmasını, onu savunmasını ve onun için malını ve canını feda etmesini şöyle buyurarak emretmiştir: "Allah, Allah yolunda çarpışıp öldüren ve öldürülen mü'minlerden, karşılığı cennet olmak üzere, mallarını ve canlarını satın almıştır. Bu O'nun üzerine, Tevrat, İncil ve Kur'an'da vadedilmiş olan bir haktır. Allah'tan daha çok ahdine vefa gösterebilen kim vardır? Şu halde yapmış olduğunuz bu alışverişinizden dolayı sevinin. İşte büyük kurtuluş budur." (Tevbe, 9/111)

İlke ve düşünce eri, fedakarlıkları ne dereceye varırsa varsın hak için savaştan asla geri durmayan erdir. Allah Teala bu hususta şöyle buyurmuştur: "Mü'minlerden özürsüz olarak yerlerinde oturanlarla Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad edenler bir değildirler. Allah mallarıyla ve canlarıyla cihad edenleri oturanlara derece olarak üstün kılmıştır. Bununla birlikte Allah hepsine güzellik vadetmiştir. Ancak Allah cihad edenleri büyük bir ecirle oturanlara üstün kılmıştır." (Nisa, 4/95)

İlke ve fikir eri, düşüncesi ve ilkesi uğrunda herhangi bir şeyle fedakarlık etme kabiliyetini taşıyan kişidir. Fikir ve ilke erleri olan sahabe-i kiram hazretleri mallarıyla ve yakınlarıyla yurtlarından hicret ettiler. İlkeleriyle yanlarına hicret ettikleri ve sıdk ile, ihlas ile yanlarında ikamet ettikleri kardeşleri de ilkeleri için sabrettiler. Onların zikri Kur'an-ı Kerim'de geçmiş ve Kur'an'ın ebediliğiyle ebedileşmişlerdir. Allah Teala onlar hakkında şöyle buyurmaktadır: "İman edenler, hicret edenler ve Allah yolunda cihad edenler ile (hicret eden mü'minleri) barındırıp onlara yardım edenler işte bunlar gerçek mü'minlerdir. Onlara mağfiret ve bolca rızık vardır. Daha sonra iman eden, hicret eden ve sizinle birlikte cihad edenler de sizdendirler. Allah'ın kitabına göre, akrabalar (mirasta) birbirlerine daha yakındırlar. Allah her şeyi bilmektedir." (Enfal, 8/74 -75)

Akide Eri:

-Akide erine gelince, gücü yettiği kadar ilkesi için fedakarlık etmede ilke ve fikir erine benzer. Fakat bu fedakarlıkla birlikte o, itikad ve görüş sahibidir, görüşüyle başkalarını ikna eder ve davet eder. İnancı uğrunda dövüşür ve düşmanlarına karşı onu, ilim yoluyla, bazen delille, bazen de güç ve silahla savunur.

Akide eri, inanç ve ilkesini destekleyenleri, yardım edenleri toplama tekniğini iyi kullanmakla farklılık arz eder. O, destekçileri ile yardımcılarını, davetle hak kelimesi üzerinde; hareketle hakka sarılmada; düzenlemeyle iş ihtiyacına göre onları ve güçlerini tasnif etmede; faaliyet ve anlayış alanlarında yükselmeleri için eğitim ile; Allah'ın kelimesinin yükselmesi için de cihad ile onları bir araya getirir.

-Akide eri bu çalışması sırasında erken davranır ve kendi saflarında gizlenmiş münafıkları, menfaat ve çıkar peşinde koşanları bulup çıkarır.

-Akide eri, ilke ve düşünce eri gibi müspet değerlerin koruyucusu, düşmanların kurduğu her türlü tuzağı bozmak veya engellemek için uyanık, başında bulunduğu safı öncelikle, aldatma, sapıklık, nifak, riya ve menfaatperestlerden temizleyen, kendini ve başkalarını bu olumsuzluklara karşı uyanık tutan güvenilir kişidir.

Çıkar Eri:

Çıkar eri, amelinde ihlası yitirmiş erdir. O, sözünü, amelini ve cihadını Allah için yapmayı hedef edinmez; Allah'ın rızasını ve güzel mükafatını gözetmez. Onun bütün düşüncesi, dünyevi bir çıkar ve kısa süreli bir menfaat elde etmektir. Bu dünyevi çıkarların maddi ve manevi olması eşittir. Böyle bir kişi istediğini elde edince, karlı çıktığını zanneder. Halbuki o her şeyde zarar etmiş, ancak kısa ömürlü bir meta, önemsiz bir çıkar elde etmiştir.

Çıkar erlerinin Allah katındaki karşılıklarını izah etmek ve onları ortaya çıkarmak için haklarında varid olan ayeti kerimeleri ve hadisi nebevileri aktaracağız.

Allah Teala şöyle buyurmuştur: "Ey iman edenler! Size ne oldu ki "Allah yolunda savaşa çıkın" denildiği zaman yere çakılıp kaldınız. Ahiretin yerine dünya hayatına mı razı oldunuz? Oysa dünya hayatının geçimliği ahirete göre çok azdır. Eğer savaşa çıkmazsanız (Allah) size acıklı bir şekilde azab eder ve sizin yerinize başka bir topluluk getirir; siz de O'na bir zarar veremezsiniz. Allah her şeye güç yetirendir." (Tevbe, 9/38 -39)

Çıkar erlerinin en açık vasıfları şunlardır:

-Cihad ve çalışmada geri durma, kaçma

-Dünya hayatını, ahiret hayatına tercih etme

Müminlere düşen, bunlardan kaçınmak ve tetikte olmaktır. Çünkü onun cezası acıklı azaptır.

Onlar hakkında Yüce Allah şöyle buyurur: "Eğer yakında bulunan bir dünyalık ve kolay bir yolculuk olsaydı mutlaka sana uyarlardı. Ama güçlükle aşılabilecek mesafe onlara uzak geldi. "Eğer gücümüz yetseydi sizinle birlikte çıkardık" diye Allah'a yemin edecekler. Onlar kendi kendilerini helake sürüklüyorlar. Allah onların yalancı olduklarını bilmektedir." (Tevbe, 9/42)

Mazeret beyan eden bu kişiler, dünya menfaati olarak kendilerine sunulan yakın bir dünya malı; yani elde edilmesi kolay olan yakın bir ganimet gibi ve yine orta bir yolculuk; yani kolay ve bilinen yollardaki yolculuk gibi dünyevi menfaatlere rağbet ederler. Ama bilgide meşakkat bulunmasına gelince, onlar ricat ederler. İşte münafıkların sıfatları bunlardır:

-Yine bu konuda Allah Teala şöyle buyuruyor: "Allah'a iman edin ve Peygamberiyle birlikte cihad edin" diye bir sure indirildiğinde, onlardan varlık sahibi olanlar senden izin istediler ve: "Bizi bırak, oturanlarla birlikte olalım" dediler. Geride kalanlarla birlikte olmaya razı oldular ve kalplerine mühür vuruldu. Onlar artık anlamazlar." (Tevbe, 9/86 -87)

Bunlar güç ve kuvvet sahibi kimselerdir, ama onlar ahirete karşılık dünyayı tercih ettiler.

Şu ayeti kerimeler de onlar ve benzerleri hakkındadır: "Sizin içinizde pek ağır davranan var. Sizin başınıza bir musibet geldiğinde "Allah bana lütfetti de onlarla birlikte bulunmadım" der. Size Allah tarafından bir lütuf eriştiğinde de sanki sizinle onun arasında bir sevgi bağı yokmuş gibi: "Keşke ben de onlarla birlikte olsaydım da büyük bir kazanç sağlasaydım" der." (Nisa, 4/72 -73)

Bu pek yavaş davrananlar, dünyevi menfaatleri, uhrevi menfaatlere tercih ediyorlar. Sadık müminlerin başına bir bela veya sıkıntı gelince, onlar kar ettikleri ve kendi canlarını tehlikelerden kurtardıkları cihetle nimet içinde olduklarını düşünüyorlar; çünkü onlar bu beladan kurtulmuş oluyorlar. Ama Müslümanlar ganimet elde edince, "keşke biz de onlarla beraber olsaydık" diye temennide bulunuyorlar.

Allah Teala'nın şu sözü onlar ve benzerleri hakkında inmiştir: "Allah içinizden (savaştan) alıkoyanları ve kardeşlerine: "Bize gelin" diyenleri bilmektedir. Çok azı dışında onlar savaşa da gelmezler. (Geldiklerinde de) size karşı çok cimridirler. Bir korku (hali) geldiğinde üzerine ölüm baygınlığı çökmüş kimse gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince de hayra (mala, ganimetlere) karşı oldukça düşkünlük göstererek keskin dilleriyle sizi incitirler. İşte bunlar iman etmemişlerdir; Allah da onların amellerini boşa çıkarmıştır. Bu, Allah için kolaydır." (Ahzab, 59/18-19)

Allah Teala bu kişileri "savaştan alıkoyanlar" diye isimlendirmektedir. Bunlar aslında, bilinen münafıklardır. Onlar, kendilerince fedakarlık etmeden yanlarında bulunan dünyevi menfaatleri araştırıyorlar. Bu vasıflarla onlar, hakikatte mümin sayılmazlar. Ancak onlar Müslümanlardan zannedilen münafıklardır.

Çıkar için asker olan bu insanlar hakkında Nebevi Sünnet'te yer alan nassların da bazılarını aşağıda veriyoruz:

İmam Buhari, Ebu Musa el-Eş'ari (r.a.)'dan şunu naklediyor: Resulullah (s.a.s.)'e, cesurluk, hamiyyet ve riya için çarpışan kişilerin hükmü soruldu ve: "Bunların hangisi Allah yolundadır?" denildi. O da: "Kim, yalnızca Allah'ın sözünün yücelmesi için çarpışırsa, işte o Allah yolundadır" buyurdu.

Ebu Davud, Ebu Hureyre (r.a.)'dan şöyle rivayet etmiştir: "Bir adam: "Ya Resulullah! Dünya malı gözeterek Allah yolunda cihad etmek isteyen kişi hakkında ne buyurursunuz?" diye sordu. Resu-lullah (s.a.s.) de: "Ona ecir yoktur" buyurdu. Adam soruyu üç kere tekrarladı. Ama Resulullah hepsinde de: "Ona ecir yoktur" buyurdu."

İmam Müslim, Ebu Hureyre (r.a.)'ın şöyle dediğini rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.s.)'i şöyle buyururken işittim: "Kıyamet gününde aleyhlerinde ilk önce hüküm verilecek insanlar şunlardır:

a.Şehid olmuş bir kişi. O huzura getirilir de Allah ona olan nimetlerini anlatır. O da mazhar olduğu bütün nimetleri tanır. Kendine: "Bu nimetlere karşı sen ne amel işledin?" diye sorar. O kul: "Senin yolunda cihad ettim, sonunda şehid edildim" der. Allah: "Sen yalan söyledin! Bilakis sen atılgandır desinler diye savaştın.  Hakkında da öyle denildi" buyurur. Sonra emir verilir de bu kimse yüzü üzerinde sürüklenir, nihayetinde cehenneme atılır.

b.Sonra muhakemesi görülecek bir diğer insan da ilim öğrenmiş, öğrendiğini başkasına öğretmiş ve Kur'an okumuş olan kimsedir. O da getirilir. Allah ona da kendine olan nimetlerini anlatır. O da nimetleri tanıyıp itiraf eder. Allah ona da: "Bunca nimetlere karşı sen ne amel işledin?" diye sorar. O kul: "İlim öğrendim ve başkalarına da öğrettim ve senin rızan için Kur'an okudum" der. Allah: "Sen yalan söyledin! Bilakis sen alim denilmesi için ilim öğrendin. Yine hakkında: "Çok okuyan biridir" denilmesi için Kur'an okudun. Hakkında da öyle denildi" der. Sonra emir verilir de o kul yüzü üzerinde sürüklenir, nihayetinde cehenneme atılır.

c.Sonra muhakemesi görülecek kimse, Allah'ın kendine nimetleri bolca verdiği ve her çeşit maldan ihsan ettiği kimsedir. Bu da getirilir ve Allah ona da nimetlerini hatırlatır. O da bu nimetleri hatırlayıp itiraf eder. Allah ona da: "Bu nimetlere karşı sen ne amel işledin?" diye sorar. O kul: "Hakkında infak edilmesini istediğin hiçbir yol bırakmadım. Bütün bu yollarda senin rızan için infak eyledim" der. Allah: "Yalan söyledin! Bilakis sen bu infak ve harcamaları, o cömert bir adamdır, denilmesi için yaptın. Hakkında da öyle denilmiştir" buyurur. Sonra emir verilir de bu kimse de yüzü üzerinde sürüklenir, nihayetinde cehenneme atılır."

İmam Müslim, Abdullah ibnu Amr (r.a.)'dan Hz. Peygamber (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Gazaya giden bir bölük veya müfreze fertleri ganimet alır ve (zarar görmeyip) selamette kalırlarsa, ecirlerinin üçte ikisini muhakkak dünyada almış olurlar. Ganimet almayan ve yaralanıp zarar gören bir ordu birliği, yahut bir müfreze de muhakkak ecrini tam alacaktır."

Çıkar peşinde koşanlar hakkında varid olan nasslar bunlardır. Biz, Allah'tan, onların düştükleri bu durumdan bizi korumasını diliyoruz. Zira O, istediği şeye güç yetirir.

"Allah Gayemizdir O En Büyüktür, Hamd O'na Mahsustur"

Birinci düstur: "Allah gayemizdir." Bu, sözlerini, amellerini ve cihadını Allah'a tahsis eden ihlaslı kişilerin düsturudur. İhvan-ı Müslimin bu düsturu, Müslümanların zayıf dönemlerinde uzun senelerden sonra yeniden diriltti. Bu düstur, tahlil edilince, bir çok şeyi ifade eder. Bazılarını aşağıda zikrediyoruz:

-Her türlü amelde kastedilen sadece Allah'tır.

-Allah'ın huzurunda buluşulacaktır ve dönülecek yer O'nun huzurudur. Her amelin hesabını O soracaktır.

-Allah hakk ve mübin(apaçık)dir, asla gizli değildir ve hiçbir şey O'ndan gizli kalmaz.

-Allah, her türlü sözün, amelin ve cihadın ötesindedir.

-Sözün, amelin ve cihadın gayesi Allah'tan başka bir şey olamaz; olması da caiz olmaz.

-Mal, makam, mevki ve unvan gaye değildir.

-Dünyevi menfaat ve maksat mü'minin gayesi olamaz.

-İlim ve maddi güç mümin için bir gaye değildir.

-İçindekilerle birlikte dünya ve insanlar mümin için gaye değildir. Olması da yakışmaz.

Ancak bu vesilelerin tümü en büyük gaye olan Allah içindir.

"Allah Gayemizdir" düsturunu başının üstünde tutan kişinin, ihlaslı kişilerden olması için bu düsturun neye delalet ettiğini idrak etmesi gerekir.

Gayesi Allah olan kişi, bu dünyada O'na itaat eder, O'ndan razı olur. Bundan dolayı da ahirette Allah ondan razı olur, onu mükafatlandırır ve cennetine sokar.

Peygamberin varisleri olan Allah davetçileri, insanlara hayrı öğretirler. Biz Müslümanlara göre sahibini, genişliği yerler ve göklerin kadar olup muttakiler için hazırlanmış olan cennete götüren hayırdan daha yüce, daha şerefli ve mükemmel başka bir şey yoktur. Allah için yapılmayan bir hayır da hayır olamaz. Çünkü yegane gaye Allah Teala'dır.

Önemli işler yapan, düşmanları tarafından da engellenen Allah davetçilerinin başını çektiği davet kervanı, Allah'a koşma, O'na itaat etme ve O'na karşı gelmekten korkma kervanıdır. Bu davetin büyük gayesi tek olan ve ortağı bulunmayan Allah'tır. Konu ile ilgili olarak ayette şöyle buyurulmaktadır: "O halde Allah'a kaçın. Ben sizin için O'ndan (yana) apaçık bir uyarıcıyım. Allah'la beraber başka bir ilah uydurmayın. Ben sizin için O'ndan (yana) apaçık bir uyarıcıyım." (Zariyat, 51/50 -51)

Tüm insanlar ya bir şeye rağbet ederler veya ondan korkarlar, yahut ondan çekinir veya ondan umutlanırlar. Yine insanlar ya bir fayda sağlama hali içinde olurlar veya bir zararı önleme durumunda olurlar. Bu hallerin tümünde gayenin sadece Allah olması gerekir.

Allah davetçileri, Allah yolunda, hak yolda doğru yolu gösteren mürşidlerdir. Hak yolunun her iki tarafında da onlarca sapık yol ve saptırıcı kıvrımlı yollar bulunmaktadır. Bu yolların her birinin başında insan ve cin şeytanlarından biri oturmuş, şer yoluna davet ediyor ve o yolu süslü gösteriyor.

Allah davetçileri, Allah'ın yolu olan sıratı müstakimin kılavuzluğunu yapan kişilerdi. Allah Teala şöyle buyuruyor: "İşte benim dosdoğru olan yolum budur, ona uyun. Değişik yollara uymayın, sonra bu yollar sizi O'nun yolundan ayırır. Olur ki sakınırsınız diye (Allah) size böyle emretti." (Enam, 6/153)

Allah davetçileri, Allah'a giden yolda İslam ümmetinin umududur. Davalarında, hareketlerinde, eğitimlerinde ve cihadlarında Allah Teala'dan başka gaye tanımazlar. Bundan dolayı Allah onların yegane gayesi olmuştur. Davetçilerden her birinin sloganının "Allah Gayemizdir" olması gerekir.

Allah'a davetin aşamaları pek fazladır ve yükü pek çoktur. İslami hareketin adımları çeşitlidir, düzenlidir, birleşiktir ve karmaşıktır. Düzenleme fıkhının, dibi derin, mesafesi uzundur. Eğitim alanları, geniş ve çok kere de yakıcıdır. Bütün bu ayrıntılar içinde Allah'ın himayesinde olan kişi hariç, hiç kimse tökezlemekten emin olamaz. Bu kavga alanında Allah'ın koruduğu kimse, her adımda "Allah gayemizdir" düsturunu yükselten kişidir.

Allah'a davet aşamalarının zirvesi yeryüzünde Allah'ın dinini hakim kılmaktır. Ancak bu aşamaya davet kervanı muzaffer ve muvaffak olarak ulaşınca bu olur. Bazı insanlar, Allah'ın dinini hakim kılmanın ve bir İslami yönetim kurmanın asıl gaye olduğunu zannederler. Bu mecaz içeren bir düşüncedir. Çünkü Allah'ın dinini hakim kılma bir aşamadır ki, onu bu hakimiyeti bulunduğu yerde koruma aşaması izler. Hakimiyeti korumanın gerçek gayesi Allah'tır. Hakimiyetin devamı, Allah'ı gaye edinir. Hakimiyeti korumayı devam ettirme, ancak "Allah gayemizdir" düsturuna göre amel etmekle mümkün olur.

Diğer düstur, "Allah en büyüktür, hamd O'na mahsustur" cümlesidir.

Bu cümle sözlerini, amellerini ve cihadlarını Allah'a tahsis eden (ihlaslı) kişilerin düsturudur. Bu veciz cümle, bu sayfalara sığmayacak kadar işaretler ve manalar taşıyor. Fakat biz onlardan Allah'ın müyesser kıldığı ve açtığı kadarını zikredeceğiz.

"Allah en büyüktür" sözünün delaleti pek çoktur. Bazıları şunlardır:

-Allah yarattıklarının hepsinden daha büyüktür

-Allah, bizi kendinden uzaklaştıranların hepsinden daha büyüktür

-Allah, sevdiklerimizin ve nefret ettiklerimizin hepsinden daha büyüktür

-Allah, korktuğumuz eşya ve kişilerin tümünden daha büyüktür

-Allah, büyük olan ve büyük olduğunu iddia eden herkesten daha büyüktür

-Allah, umutlarımızdan ve elemlerimizden daha büyüktür

-Allah, İslam'a ve Müslümanlara meydan okuyanların hepsinden daha büyüktür

-Allah, İslami çalışmaya yönelen her türlü engellemeden daha büyüktür

-Allah, Müslümanların tüm güçlerinden daha büyüktür, hatta onların güçleri, ayırım yapmaksızın, bir kişinin kalbinin üzerinde birleşseler de yine O daha büyüktür

-Allah, davetçilerin maruz kaldığı zorluk ve meşakkatlerin tümünden daha büyüktür

-Allah, genel olarak tüm Müslümanların özel olarak Allah davetçilerinin uğradığı yenilgi veya çözülmelerin tümünden daha büyüktür

-Allah, durum ne olursa olsun davetçilerin çalışmaları sırasında gösterdikleri tüm sabırdan daha büyüktür

-Allah en büyüktür, Allah en büyüktür, Allah en büyüktür

"Hamd Allah'a mahsustur" cümlesinin delalet ettiği şeyler de, aynı şekilde pek çoktur. Bazılarını aşağıda veriyoruz:

Bu düstur ihlaslı kişilerin düsturudur.

Hamd övgü demektir. "Hamd Allah'a mahsustur" demek, Allah'a layık olan tüm faziletlerle övgü O'na aittir. Hamd kavramı, medh (övgü) kelimesinden daha özel, şükür kelimesinden daha umumidir. Çünkü medh, insanda ya uzunluk, kuvvetlilik gibi fıtri sıfat şeklinde veya cömertlik, ilim gibi kazanılmış bir sıfat şeklinde olur.

Şükür ancak bir nimetin mukabilinde söylenir. Buna göre her şükür bir medihdir.

Hamd, fıtri olmaksızın kazanılmış sıfatlar hakkında da olur. Bu anlayışa göre, her şükür bir hamd olur, ama her hamd şükür olmaz.

Allah'a hamdetmek suretiyle övgüde bulunmak, şeriatın bir isteğidir.

İbnu Mace, İbnu Malik (r.a.)'tan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Allah herhangi bir kula bir nimet verip, kul da "elhamdülillah" derse kulun verdiği (yani ödediği hamd) aldığı (nimetten) daha efdal olur."

Tirmizi (32), Nevadiru'l-Usul'de Enes (r.a.)'tan Resulullah (s.a.s.)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: "Tüm pılı pırtısıyla dünya, ümmetimden bir adamın elinde olsa ve o kişi de: "Elhamdülillah=Hamd Allah'a mahsustur" deseydi "Elhamdülillah" cümlesi ondan daha üstün olurdu."

Şakik ibnu İbrahim "Elhamdülillah"ın tefsirinde üç vecih bulunduğunu söylemiştir:

Birinci vecih: Allah sana bir şey verince, sana vereni tanımandır.

İkinci vecih: Sana verdiğinden razı olmandır.

Üçüncü vecih: Allah'ın verdiği güç sende bulunduğu sürece O'na isyan etmemendir. İşte hamdin şartları bunlardır.

Sevinçli ve kederli zamanlarda da hamd Allah'a mahsustur. Biz, bizim için hayırlı olanın şunda mı yoksa bunda mı olduğunu bilmiyoruz.

Müslümanın yaptığı herhangi bir ameldeki başarı ve muvaffakiyette de hamd Allah içindir.

İnsanın bazen çalışmalarında uğradığı bazı başarısızlıkta da yine hamd Allah'adır. Bu başarısızlık bazen imtihan ve sınama için olur. Bazen de sadece Allah'ın bildiği bir hikmetten dolayı olur.

İslam ve akıl nimetinden ayrıca sayamayacağımız kadar açık ve gizli nimetlerden dolayı hamd Allah'a mahsustur.

Allah davetçileri dillerinden düşürmedikleri "ve lillahi'l-hamd" cümlesiyle, yapmakta oldukları her işte Allah'ın yardımını ve rızasını talep ederler.

İhvan-ı Müslimin Cemaati'ni ve kendilerini Allah'a davete adamış "akide ve fikir erleri"ni, "Allahu ekber ve lillahi'l-hamd" düsturundan hiç kimse vazgeçiremez. Zira onlar Allah yolunda karşılaştıkları her zorluğa sabredip mükafatını Allah katından beklerler.

Allah en büyüktür ve hamdin her türlüsü Allah'a mahsustur.

Sonuç

Allah Teala'nın İmam el-Benna'nın ihlas konusundaki sözlerinin tahlil ve şerhinde yardım ve muvaffakiyetinden dolayı kendisine hamdolsun.

Bu tahlil ve şerh sırasında yapılan kusurlardan dolayı Allah'tan af ve mağfiret diliyorum. Çünkü kemal sıfatları yalnızca O'na mahsustur. Ben en güzel şekilde şerh ve tahlil ettiğimi iddia edemem; ama bunu yapmaya çalıştım. Eğer güzel olduysa bu Kerim olan Allah'ın inayetiyledir, eğer kusur veya acziyet varsa Yüce Allah'tan bağışlanmamı diliyorum. O'ndan başka ilah yoktur, Hayy ve Kayyum olan ancak O'dur ve O'na tevbe ediyorum.

Ali Abdulhalim Mahmud

1414 Ramazan'ın sonu

12 Mart 1994

Kahire

Dipnotlar

1. İbnu'l-Kayyim el-Cevziyye, Medaricu's-Salikin beyne Menazili "İyyake na'budu ve iyyake nestain", 1/95 -97, Daru'l-Kutubi'l-İlmiyye, Beyrut, 1403/1983

2.Ben "Metot Risalesi"nden geniş bir şekilde "İhvan-ı Müslimin'de Terbiye Metodu" adlı kitabımda bahsetmiştim. Bu kitabın üçüncü bölümünde -inşallah- ona işaret edeceğim.

3.Biz bu rüknü "İslam Usulünün Anlaşılması" adlı kitabımızda şerh ettik.

4."İhlas Rüknü"nü de elinizdeki bu kitapta şerh ettik.

5.Bu rüknü de "Amel Rüknü veya Fert ve Toplum İçin İslami Islah Metodu" adıyla şerh ettik.

6.Allah izin verirse bu on rüknü "İmam Hasan el-Benna'da Tecdid ve Islah Anlayışı" adıyla bir dizi olarak şerh etmeye karar verdik. Onlardan üçünü sonuçlandırdık. Geri kalanlarını da Allah izin verip yardım ederse bitirmek üzereyiz.

7.İmam Nevevi, Riyazu's-Salihin, 6, Ticariyye Matbaası, Mısır, 1357/1939

8.Bu konuda geniş bilgi için yazarın "Fıkhu'l-Uhuvve fi'l-İslam", Kahire, 1993 adlı eserine bakınız.

9.Nehai: Asıl adı İbrahim ibnu Yezid ibni Kays ibni'l-Esved Ebu Umran en-Nehai'dir. Müminlerin annesi Hz. Aişe (r. anha)'yı görmüş ve Enes ibnu Malik'e yetişmiş tabiinin büyüklerindendir. Hadis hafızı idi; rivayetlerinde sıdk sahibi salih bir kişiydi. Haccac ibnu Yusuf es-Sakafi'den saklanarak yaşarken öldü. es-Salah es-Safdi onun hakkında şunları söyler: "Irak fakihi ve imamıydı. Kendine has mezhebi olan bir müçtehit idi. Ölüm haberi eş-Şa'bi'ye ulaşınca: "Vallahi arkasında bir benzerini bırakmadı" dedi. Kufe halkı Said ibnu Cübeyr'den fetva istedikleri vakit o: "Yanımızda İbrahim en-Nehai varken benden mi fetva istiyorsunuz?" derdi.

10.Kurtubi, 8/6559, Kahire, tarihsiz

11.Ferdi davet ve aşamaları konusunda daha fazla bilgi için yazarın "Fıkhu'd-Daveti'l-Ferdiyye" adlı kitabına bakınız., Daru'l-Vefa neşri, Mısır, 1412/1992

12.Bu konuda aynı yazarın şu kitabına bakınız: Fıkhu'd-Da've ila'llah- Merahilu'd-Da've, Daru'l-Vefa neşri, Mısır, 1410/1990

13.Bu şu kitabımıza bkz.: Menhecu't-Terbiye İnde'l-İhvani'l-Müslimin. Mısır, 1991

14.Daha geniş bilgi için aynı esere bkz.

15.Daha geniş bilgi için yazarın "Fıkhu'l-Uhuvve fi'l-İslam" adlı eserine bakınız. Yazar bu çalışmasında otuz kadar hadisi derlemiştir.

16.Bu sıfatlarla ilgili olarak daha fazla bilgi için bkz. Ebu'ş-Şeyh el-İsfahani, Ahlaku'n-Nebi, Mektebetu'n-Nahdati'l-Mısriyye, Kahire, 1972

17.Bkz. Vesailu't-Terbiye İnde'l-İhvani'l-Müslimin, Daru'l-Vefa neşri, Mısır, 1992

18.Bu türlerden biz tafsilatıyla "el-Medhal ile't-Terbiyeti'l-İslamiyye" adlı kitabımızda bahsettik. Allah izin verirse yakında baskıya vereceğiz

19.Bkz. Fıkhu'd-Da've ila'llah

20.İmam İbnu'l-Kayyim, Zadu'l-Mead fi Hedyi Hayri'l-İbad, 3/9, Beyrut, 1979

21.Şakik ibnu İbrahim ibnu Ali el-Ezdi el-Belhi, zahidlerin büyüklerinden ve Horasan meşayihinin meşhurlarındandır. Maveraunnehir kasabalarından olan Kevlan savaşında şehid düştü. Tasavvufu İbrahim ibnu Edhem'den aldı. O da güvenilir biridir. Şakik 194'te vefat etti.

22.Hatem ibnu Unvan Ebu Abdirrahman el-Asamm, zahitlerin büyüklerindendir. Fıkıh ve hadis ilmi tahsil etti. Ahmed ibnu Hanbel ile buluştu. Hatem mücahit bir zattı. Bu ümmetin Lokman'ı diye adlandırılıyordu. Yukarıda adı geçen Şakik'in talebesiydi, 237'de vefat etti.

23.İmam Gazali, Eyyuhe'l-veled, Kahire, 1984

24.Yahya ibnu Muaz ibni Cafer er-Razi Ebu Zekeriyya, vaiz ve zahit bir insandı. Döneminde bir benzeri yoktu. Kendisi Rey halkındandı ama Belh de yaşadı ve Nişabur'da H. 258'de vefat etti. "Dünya başından sonuna dek bir saat gamma denk düşmez" sözü ona aittir.

25.İbnu'l-Kayyim, Zadu'l-Mead, 3/10

26.Sebre ibnu'l-Fakih veya İbnu'l-Fakiheti'l-Mahzumi - el-Esedi olduğu da söylenir-Bir sahabidir. Sonradan Kufe'ye yerleşti. Kendisinden Ammar ibnu Huzeyme ve Salim ibnu Ebi'l-Ca'd rivayette bulunmuşlardır.

27.Şeytanın müdahaleleri, hile ve tuzakları hakkında daha fazla bilgi için bkz. Ebu'l-Ferec ibnu'l-Cevzi, Telbisu İblis. Yazar bu kitabını 13 bab üzere yazmıştır. Her babda şeytanın tuzak ve hileleri anlatılmaktadır.

28.Haçlı Batılıların Bosna-Hersek'te ısrarla Müslümanları yok etmek üzere takındıkları şu adi tutum bu asrın trajedisidir. Çünkü BM güçleri Müslümanları savunmayı bıraktılar ve Sırpların bu güçleri ellerine geçirmelerine razı oldular. Yeni Dünya Düzeni'nin sahibi Amerika, Körfez savaşında da aynı şeyi yapmıştı. İngiltere de Avrupa Müslümanlarının Bosna'da kendilerini savunmak amacıyla silah almalarını engellemek için onlara silah satışını sakıncalı buldu. Bunun üzerine Sırplar yaptıkları anlaşmaları bozdular ve buna engel de olunmadı.

29.Her Müslümanın sekiz yılı aşkın bir süre devam etmiş olan Irak - İran arasındaki savaş, Lübnan'daki iç savaş ve Irak'ın Kuveyt'e saldırısı üzerinde derin derin düşünmesi gerekir. Burada her grubu silah ve uzmanlarla donatan, düşmanları körükleyen yabancı eller olmadan bunlardan hiç birinin meydana gelmesi mümkün olur mu?

Yine bugün Afganistan, Cezayir, Tunus, Fas, Libya ve Mısır'da Müslümanların birbirine düşmanca davranmaları üzerinde düşünmek gerekir. Bunların tahrikçi, teşvikçi habis bir el olmadan meydana gelmesi mümkün mü? Bu habis el bazen borç para veriyor veya İslamcıları terörist olarak ilan edip kredileri kesiyor. Ben kesin olarak söylüyorum ki İslam, bir Müslümanın kanını helal kılmadığı gibi insanları gelişi güzel öldürmeye de izin vermez.

30.Bkz. Vesailu't-Terbiye İnde'l-İhvani'l-Müslimin

31.Biz Türkçe tercemelerde genellikle "vech" kelimesini "rıza" olarak terceme ederiz. Çev.

32.Bu zat Hakimu't-Tirmizi'dir. El-Cami'u's-Sahih sahibi hadisçi Tirmizi değildir.