Ahmet Haşim çocukluğunun tek sevgi kaynağı olan annesini yitirdiğinde sekiz yaşındaydı. Babası ona karşı ilgisiz miydi, sertliği, hoşgörüsüzlüğü sevgisizliğinden mi geliyordu, bilmiyoruz. Çağın eğitim anlayışı baba-oğul ilişkilerinin katı olması, arada hep bir uzaklık bırakılması gerektiği yolundaydı. Annesinin ölümünden sonra babasına sokulamayışının nedeni bu olabilir. Anlaşılan, evlerinde ona sevgi gösterecek başka bir kadın da yoktu. Böylece Haşim çok küçük yaşta öksüzlüğü, yalnızlığı tattı. Babası mutasarrıflık, yani kaymakamlık göreviyle oradan oraya yer değiştirdiğinden, çocuklarını sürekli aynı okulda okutamıyordu. Türkçe öğrenmelerini bile sağlayamıyordu. Fırsatını bulunca onları İstanbul'a getirdi. Türkçe konuşulan bir ortama soktu. Başka yere atanacağını görünce de Haşim'i Galatasaray'a yatılı verdi. Öğrenciler ona "Arap Haşim" derler, şivesiyle alay ederlerdi. Çevresinde her şey, dil, ilişkiler, töreler çocukluğunda gördüğünden başka türlüydü. Bu durum onda bir içine kapanmaya, yalnızlık duygusunun hüznüne alışmaya, geçmişe özlemle bakmaya yol açtı. Güzel günleri annesinin yanında geçirdiği çocukluğundaydı. Arkadaş bulmakta, çevresine uymakta karşılaştığı güçlükler yüzünden, oyunlara, sporlara da katılamıyordu. Fransızca öğrenme çabasına bağlanabilecek kitap okumamerakı, sonunda onu güncel Fransız şiiriyle karşı karşıya getirince, bu renkli dünyaya kendini kaptırması, edebiyata eğilim duymaya yönelmesi, tek başına yapabileceği bir işi, bir oyalanma yolunu seçmesi doğaldı. Öğretmeni Ahmet Hikmet'in, bir süre sonra, onu "Şair" diye çağırmaya başlaması, edebiyat meraklısı arkadaşları arasında bu yönüyle öne çıkması, yalnızlık çeken, Araplığı ikide bir yüzüne vurulup küçümsenen Haşim için çok önemli bir tutamaktı. Giderek edebiyat tek kaygısı oldu, ama dışa dönük değil, içe dönük bir edebiyat, dış dünya ile ancak görünümler, renkler, ışıklar, seslerle ilişki kuran, onları da soyutlayarak, gerçek ilişkilerinden soyarak kullanan bir edebiyat. İçe kapalı, yalnız, alıngan, acılı Haşim'i, toplum sorunlarından uzak bir sanat anlayışına iten, sadece Fransız sembolistlerinin etkisi değildi, onu "Şair" diye yücelten Ahmet Hikmet'ten gelen etkiler de bu yöndeydi. Şöyle diyordu öğretmeni: "Düşüncenin biçimden önce hazırlandığı duygusunu veren eserlerde şiir mucizesinin var olmasına imkân yoktur. Ahenk ve uyağın rastlantılarından doğmayan düşünceler sanata mal edilemez." Haşim okulu bitirdikten sonra, arkadaşları gibi yüksek mevkilere geçemedi. Yarışma sınavlarıyla girilen küçük memurluklar, ek görevlerle geçindi. İşsiz kaldığı oldu. Şu sözler onun bu konudaki duygularını açıkça ortaya vuruyor: "Ben bir amele gibi her gün yevmiyemi kazanmaya muhtacım." "Kırkını geçmiş bir adamın beyaz saçlarıyla, mektepten henüz çıkmış bir genç gibi hayatını tanzim edememiş bir vaziyette kalışından daha hazin bir şey tasavvur edemiyorum. Bütün nesiller, yanımdan kahkahalar ve şarkılarla geçip gidiyor ve ben dünyanın nimetlerine hâlâ bir dilenci gözleriyle kenardan bakıp durmaktayım." Dilinden düşürmediği bir dize: "Komadı gitti bu devlet bizi âdem yerine!" Haşim çok onurluydu, ama geçim sıkıntıları yüzünden ona buna boyun eğmek, iş bulmasına aracılık etmelerini dilemek zorunda kalmıştı. Bu durum onu çok sıkmış, kıskançlıklara, kötümserliğe, hırçınlığa, alaycılığa, yergiciliğe itmişti. Ayrıca, çalıştığı işleri de beğenmez, hep daha iyi işler özlerdi. Örnekse, Fecr-i Atî toplantılarına katılmayışını bir arkadaşı şöyle açıklamıştı: "Sanırım, buraya en çok İzzet Melih'le karşılaşmak istemediği için gelmiyor." İzzet Melih, Haşim'in okul arkadaşıydı. Reji'nin müdürlerindendi. Haşim ise, Reji'de küçük bir memurluğa bir yarışma sınavını kazanarak, Galatasaray Sultanisi müdürü Abdurrahman Şerefin salık vermesi, Halit Ziya'nın aracılık etmesiyle girebilmişti. Üstelik Haşim, İzzet Melih'ten daha iyi bir sanatçı olduğunu, daha okul sıralarındayken çevresine kabul ettirmişti. Sanatçı yeteneklerine toplumun saygı göstermesini, kendisini el üstünde tutmasını bekler, bu yüzden de verilen işleri küçümser, yolunu bulup yükselen arkadaşlarını kıskanır, kötülerdi. Haşim'deki aşağılık duygusu yalnızca iş yaşamında özlediği yerlere ulaşamamaktan değil, belki daha çok kendini yüzüne bakılmayacak kadar çirkin bulmasındandı. Arkadaşlarının söyediğine göre fazla çirkin bir adam sayılmazdı, ama kendisine bunu kabul ettirmek olanaksızdı. Şöyle sözler ederdi: "Dün gece gözüme bir lahza uyku girmedi. Önce şu alnımın çıkıklığını düzeltsem acaba nasıl olurum? dedim. Sonra, baktım ki, burnum da küçülmeye, biçime girmeye muhtaçtır. Haydi onu da yaptım farzedelim. Ya gözlerimin rengini nasıl değiştirebilirim? Ağzımla yanağım arasındaki yara izini nasıl silebilirim? Ya şu, ya bu derken en sonunda bu kafayı dibinden kesip atmaktan başka çare olmadığını anladım!" Bu sözleri, çirkinlikten yakınma değil de, çok güzel olmamaktan yakınma diye almak, belki daha doğrudur. Haşim aslında her şeyin en iyisini isteyen, yetinmeyen bir kimseydi. Çok iyi bir işte çalışan, toplum içinde çok saygı gören, çok güzel bir insan olmayı özlüyordu.Cinsel tutkuları güçlüydü, ama kendisini hiçbir kadının beğenmeyeceğine inanırdı. Hep birilerine âşık olur, evlenmek isterse de, kadınlara bir türlü yanaşamazdı. Evlilikte aldatılacağını düşünür, özellikle bundan çok korkardı. Nişanlanmak için aracılar koyar, çevresindeki saygıdeğer kimseleri görücü gönderir, nişanlanır, sonra çok sudan bir nedenle nişanı bozuverirdi. İçindeki korkuları, kaygıları bir türlü bastıramazdı. İç dünyası öylesine umutsuz düşüncelerin etkisi altındaydı ki genellikle çirkin kadınlara âşık olurdu. Haşim'in yaşadığı çevrede özlediği şeyleri elde edememesi, gönlünce bir evlilik bile yapamaması kişiliğini büyük oranda etkilemiş, ama onu mistik düşüncelere, öbür dünya kaygılarına sürüklememişti. Çocukluğunun güzel günlerine duyduğu özlem, "geçmiş özlemi" diye nitelenebilirse de, o daha çok, olmayan bir ülkenin, bir düş ülkesinin özlemini çeker, bunu şiirlerine de yansıtırdı. Haşim ölçüsü kendisi olan kişilerdendi. Kendini seveni sever, sevmeyeni sevmezdi. Övülmek ister, eleştirilmekten hiç hoşlanmazdı. Yaptığı işleri beğenir, yerini düşürdü mü bol bol övünürdü. Çevresinden hem ilgi, yardım bekler, hem de altta kalmak, borçlu kalmak istemezdi. Yanında bir başkası övülecek olsa hemen kıskanır, huysuzlanırdı. Bütün bunlar Haşim'in bencil, tepeden tırnağa kendine yönelik bir kişiliği olduğunu gösteriyor. Böyle bir insanın toplum sorunlarına ilgi duyması, memleketinin kurtuluş kavgasında yer almak için sonu belirsiz eylemlere sapması beklenemez. Nitekim Haşim pek çok aydın Anadolu'ya geçerken, ya da Anadolu'ya yardım etmenin yollarını ararken, İstanbul'da kalmış, Türk halkının kurtuluş savaşına katkıda bulunmak üzere tek satır bile yazmamıştır. Abdülhamid döneminde, İttihat ve Terakki döneminde ağır baskılar vardı, ama bir Tevfik Fikret gene de onlara karşı çıkan şiirlerini yazabilmişti. Haşim de yazabilirdi. Ne var ki sanat anlayışı o yönde gelişmedi. Buna, herhalde, çağa ağırlığını koyan Türkçülük akımının da büyük etkisi olmuştur. "Sen ne karışıyorsun, Arap!" denmesindiye, Haşim kendi ülkesinde bir yabancı gibi yaşadı. Nitekim Çanakkale Savaşı üzerine şiir yazmaları için şairler savaş alanlarına götürülüp gezdirilirlerken, Çanakkale Savaşı'na katılmış olan Haşim'i kimse hatırlamamıştı. Onun gibi alıngan bir insan için ne büyük bir yıkım! O gün hatırlanabilseydi, belki Haşim'in sanatında da değişik gelişmeler görülebilirdi. Üstünde yaşadığı toprağı benimseyemedi, bir konuk gibi kenarda kaldı, olayları hep uzaktan izledi. Yalnız şunu da belirtmek gerekir: Haşim yaşadığı koşullar, kişiliğinin olumsuz yönleri yüzünden, çağındaki açılıma katılamadı, iyinin, doğrunun, ilerinin savunmasını yapamadı, ama hiçbir zaman bunların karşısında da yer almadı. Sanat anlayışına sığınıp köşesine çekildi.