Filistin polisi

Arafat İsrail'in Avcısı mı?

Geçtiğimiz Ekim ve Kasım aylarında İsrail işgal devletinin Filistin halkına yönelik saldırılarını şiddetlendirmesi üzerine, Filistin'deki direniş grupları da işgalcileri derinden sarsan istişhadi eylemler gerçekleştirmişlerdi. Özellikle HAMAS'ın Batı Yaka bölgesi sorumlusu Mahmud Ebu Henud'un arabasına havadan 10 roket fırlatılması suretiyle şehit edilmesinin intikamı için 24 saatlik süre içinde gerçekleştirilen 6 büyük eylem işgal devletini ciddi şekilde endişeye sokmuş ve bu tür eylemlerin devamının doğuracağı güven kaybının İsrail'in geleceği açısından ciddi tehlikelere yol açacağı düşüncelerinin öne çıkmasına sebep olmuştu. Bu gerçeği gören İsrail işgal devleti Filistin'deki direniş gruplarının daha da üzerine gitmesi halinde kendisine yönelen tehlikenin artacağını hesap etti ve bu kez özerk yönetimi daha etkin bir şekilde devreye sokmak istedi. Çünkü ileride de izah edeceğimiz üzere, Filistin'deki İslami gruplar Filistinliler arasında herhangi bir iç çatışmaya sebep olacak ortamın oluşmasını engellemek amacıyla özerk yönetimin şiddet politikasına aynı uslupla cevap vermekten kaçınmaktadırlar. İsrail işgal devleti ve ona her yönden sahip çıkan ABD yönetimi ise HAMAS'ın bu konudaki hassasiyetinin özerk yönetimin işini kolaylaştıracağını dolayısıyla HAMAS'la uğraşma işini Arafat yönetimine devretmenin kendi açılarından daha mantıklı olacağını hesap etti. Bu yüzden özelde HAMAS'a genelde tüm direniş gruplarına karşı son derece etkin bir mücadele vermesi ve İsrail'i bu yönden rahatlatması için özerk yönetime yüklenmeye başladılar.

İşgal devletine karşı gerçekleştirilen eylemlerde özerk yönetimin hiçbir rolünün olmamasına rağmen siyonist işgal devleti Mahmud Ebu Henud'un intikamı için gerçekleştirilen eylemlerden sonra ağırlıklı olarak bu yönetime ait polis merkezlerini bombaladı. "Beyrut kasabı" unvanıyla tanınan Ariel Şaron yaptığı tüm açıklamalarda gelişmelerden Arafat'ı sorumlu tuttu ve onu hedef gösterdi. ABD yönetimi de özel temsilcisini bölgeye göndererek olaylara doğrudan müdahale etti. Bu müdahalenin amacı ise bir yandan özerk yönetime yüklenme konusunda İsrail işgal devletine destek vermek, bir yandan da özerk yönetimin İslami direnişi kırmak için yürüteceği faaliyetlerde ona yön vermekti.

Ne yazık ki imzaladığı anlaşmalar vasıtasıyla boynuna ip geçirilmesine izin veren, sonra da bu ipin ucunu İsrail işgal devletiyle onun hamisi durumundaki ABD'ye teslim eden Arafat ise, işgalci saldırganlara kafa tutma cesareti gösteremediğinden onlardan gelen talimatlara boyun eğmekten, onların emirlerini yerine getirmekten başka bir çıkış yolu bulamadı. Bu yüzden de kendi halkının haklı ve meşru direnişini kırmak için değişik baskı metotlarına başvurmaya başladı. Arafat'ın görünüşte kendi kontrolüne verilen Beytlaham şehrine girmesine bile izin vermeyen İsrail işgal devletinin önünde tam anlamıyla bir zillete razı olmuş durumdaki Arafat yönetimi, Filistin halkının haklı ve meşru direnişini kırma kavgasında adeta işgalci saldırganlarla yarışır bir hale geldi. Biz de bu vesileyle onun polis gücü, İsrail işgal devletiyle geçmişte imzalamış olduğu güvenlik işbirliği anlaşmaları ve son gelişmeler hakkında bazı ayrıntılı bilgiler içeren bu dosyayı hazırlamayı uygun gördük.

Filistin Polisi Ne İş Yapıyor?

FKÖ lideri Yasir Arafat, 1987'de HAMAS'ın öncülüğünde başlatılan intifadada işgalcilere taş atan çocuklar için "küçük generallerim" demişti. Onun "küçük generallerim" dediği çocuklar bugün HAMAS'ın askeri kanadı durumundaki İzzettin Kassam birliklerinin saflarında mücadelelerini sürdürüyorlar. Ama bu kez karşılarında sadece işgalci askerleri değil aynı zamanda Arafat'ın "büyük generaller"ini yani özerk yönetim polislerini buluyorlar.

Geçmişte FKÖ saflarında bağımsızlık duygularıyla yetiştirilenler bugün İsrail polisiyle ve istihbaratıyla işbirliği içinde kendi halklarının bağımsızlık mücadelelerini ortadan kaldırmaya, onların kalplerindeki hürriyet ateşini söndürmeye çalışıyorlar.

İşgal devletiyle özerk yönetim arasında, Filistin direnişini kırma amacına yönelik işbirliği 2 Nisan 1995 Pazar günü Gazze'nin Şeyh Rıdvan mahallesinde meydana gelen patlamayla ortaya çıkmıştı.

İşin gerçeğinde Filistin polis teşkilatı Filistin halkına karşı kurdurulmuş olan bir polis teşkilatıdır. Bu teşkilata verilen görev İsrail askerlerinin üstesinden gelemedikleri intifadanın üstesinden gelmek, bu kutlu mücadele ateşini söndürmektir. Bu teşkilata eğer özerk yönetim bölgelerinde güvenliği sağlama görevi verilmiş olsaydı buralardaki yahudi yerleşim merkezlerinin güvenlikleri de ondan sorulurdu. Ama İsrail, yahudi yerleşim merkezlerini Arafat'ın polislerinin sorumluluğuna vermedi. Arafat'a: "Bu yerlerin güvenliğinden yine benim askerlerim sorumlu tutulacak. Senin polislerin sadece Filistinlilerin bağımsızlık mücadelelerini yok etmekle görevli olacaklar" dedi.

Özerk yönetimin işbaşına geldiği tarihten buyana uluslararası güçlerin, bu yönetimin polis teşkilatına birinci derecede önem vermeleri boşuna değildir. Japonya'ya varıncaya kadar birçok ülke yaptığı dış yardımların sadece polis teşkilatında kullanılmasını şart koştu. Bazı ülkeler bu teşkilata teçhizat ve araç gereç yardımı yapma vaadinde bulundular. Ama halkının % 98'i fakirlik düzeyinin altında bir gelirle geçinmek zorunda olan Gazze'deki sivil ekonominin düzeltilmesi, insanlarının hayat seviyelerinin iyileştirilmesi için kimse herhangi bir vaadde bulunmadı. Bu da bugün modern ve uygar dünya olarak tanıtılan dünya için nelerin öncelikli olduğunu ortaya koyuyor.

Özerk yönetim polislerinin Filistin halkının bağımsızlık mücadelesini kırmak için yaptığı zulüm ve haksızlık uygulamaları siyonist İsrail askerlerinin yaptıklarını aratmıyor. Özerk yönetimin işbaşına gelmesiyle birlikte ona bağlı polisler de derhal siyâsi amaçlı tutuklamaları başlattılar. Siyonist İsrail askerlerinin yaptığı gibi zaman zaman gece yarısından sonra evlere baskınlar düzenlediler. Örneğin 1995 yılı Mart ayının sonlarına doğru bir gece yarısı, HAMAS'ın Gazze'deki kurucularından ve ileri gelenlerinden olan 58 yaşındaki Muhammed Hasan Şem'a'nın evine baskın düzenleyerek ondan iki hafta önce Cuma namazında okuduğu bir hutbeden dolayı kendisini tutukladılar. Bazen sokağın ortasında insanların üzerine ateş ettiler. Gazze'de HAMAS mensubu Ekrem Selâme adlı bir genç polislerin sokağın ortasında hiçbir sebep yokken üzerine ateş etmeleri sonucu orta derecede yaralandı. 18 Kasım 1994'te yine Gazze'de polislerin, cuma namazından çıkan insanların üzerine ateş açmaları sonucu gerçekleştirdikleri katliam hatıralardan silinmiş değil.

Bunlara kısaca işaret ettikten sonra başta polis teşkilatının katliamları, cinayetleri, tutuklamaları ve işkenceleri olmak üzere Arafat'ın liderliğindeki sözde özerk yönetimin zulüm uygulamalarından bazı örnekler verelim.

Gazze Katliamı

18 Kasım 1994 tarihi özerk yönetim polisinin Gazze'de, Cuma namazı sonrasında Filistin camisinden çıkanların üzerine ateş etmek suretiyle bir katliam gerçekleştirdiği tarihtir. 18 Kasım 1994 Cuma günü HAMAS, Gazze'de, daha önce benzerlerini birçok kez düzenlediği bir protesto yürüyüşü düzenleyecekti. Amaç siyonist rejimin Filistinlilere karşı uygulamalarını ve özerk yönetimin haksız yere yüzlerce Filistinliyi tutuklamasını protesto etmekti. Programa göre Cuma namazı Gazze şehrindeki Filistin camisinde kılınacak, namazın ardından da yürüyüş başlayacaktı. Ancak bu kez hareket noktası olarak seçilen caminin etrafında kalabalık bir polis grubu oluşturuldu. Üstelik daha önce normal emniyet kıyafetleriyle gelen polisler bu sefer, otomatik silahlarını alarak tam teçhizatlı bir şekilde gelmişlerdi. Cemaat cuma namazının ikinci rek'atını kılarken polisler yürüyüş için hazırlanan araçların üzerindeki megafonları sökmeye başladılar. Namazdan sonra cemaat polislere karşı çıktı ve megafonları sökmemelerini istediler. Polisler aldırış etmeyince cemaat kızarak onları taşlamaya başladı. Onlar da hiç tereddüt etmeden namazdan çıkan insanları otomatik silahlarla taramaya başladılar ve çoğunluğu HAMAS mensubu 13 kişi hayatını kaybetti, 200 kişi de yaralandı.

HAMAS'ın resmi sözcüsü İbrahim Goşe bu olaylarla ilgili açıklamasında: "Arafat'ın bu katliamı gerçekleştirmekteki amacı Batılı ülkelerden yardım koparabilmek için, Filistin'de kurdurulan özerk yönetimin kendisine verilen görevi hakkıyla yerine getirdiğine bu ülkeleri ikna etmekti" dedi.

Gazze katliamının arkasında parmağı olduğu bilinen siyonist işgalcilerin amaçları Filistinlileri birbirine kırdırmaktı. Ancak HAMAS bunu bildiğinden polisin her yönden haksız olmasına rağmen özerk yönetimle görüşmeyi ve uzlaşma yoluna gitmeyi tercih etti. Bu amaçla bazı kişilerin arabuluculuklarıyla, HAMAS'ın ileri gelenlerinden Dr. Mahmud Zehhâr ile özerk yönetimin lideri Yasir Arafat arasında gerçekleştirilen ilk resmi görüşmelerde olayların araştırılması için sekiz kişilik bir heyet oluşturulması kararlaştırıldı. Heyette bulunacak kişilerin üçü HAMAS'ı, üçü de özerk yönetimi temsil edecek, ayrıca iki kişi de taraflar arasında uzlaştırmacı görevinde bulunacaktı.

Siyonist İsrail yönetimi Arafat'ın polisleri tarafından gerçekleştirilen Kanlı Cuma katliamını Filistinlileri birbirine düşürmek için değerlendirmek istedi. Bu yüzden söz konusu katliamdan sonra Arafat yönetimiyle HAMAS ileri gelenleri arasında bir uzlaşma sağlanmasından ve katliamın sebep olduğu olumsuz durumun ortadan kaldırılması amacıyla yürütülen arabuluculuk çalışmalarından rahatsız oldu. Bu yüzden arabuluculuk çalışmalarının 23 Kasım 1994 tarihinde başarıyla sonuçlanmasının ve taraflar arasında bir uzlaşma sağlanmasının hemen ardından HAMAS'ın Gazze'deki ileri gelenlerinden bazılarının evlerine silahlı saldırılar düzenlendi. İşgal devleti özerk yönetime de araştırma komisyonunu devre dışı bırakması için baskı yaptı. Sonuçta istediğini elde etti. Ama HAMAS'ın gösterdiği hassasiyet sebebiyle herhangi bir fiili çatışma olmadı.

Gazze'nin Şeyh Rıdvan Mahallesindeki Bir Patlamanın Arka Planı

2 Nisan 1995 Pazar günü Gazze'nin Şeyh Rıdvan mahallesinde üç katlı bir binaya yerleştirilen bombanın patlaması sonucu altı Filistinli şehid oldu, bir Filistinli de yaralandı. Şehid edilenlerden biri HAMAS'ın askeri kanadı durumundaki İzzettin Kassam Birlikleri'nin Gazze'deki etkili komutanlarından olan Kemâl Kehil'di. Kemâl Kehil gerek İsrail güvenlik güçlerinin ve gerekse Filistin özerk yönetimi polislerinin uzun zamandan beridir aradığı bir kişiydi. Hatta İsrail istihbaratının listesinde Gazze'de arananların başında geliyordu. Bu yüzden Filistin özerk yönetimi istihbaratıyla İsrail istihbaratı uzun süredir onun peşindeydi. Özerk yönetime bağlı polisler de yaptıkları bütün baskınlarda onu soruyor, adresini tespit etmeye çalışıyorlardı. İşte bu hararetli aramaların herkes tarafından hissedilmeye başlandığı bir sırada, Gazze'nin Şeyh Rıdvan mahallesinde Kemâl Kehil'in girip çıktığı üç katlı binada büyük bir patlama meydana geldi ve binanın üst iki katı tamamen yerle bir oldu. Olayda Kemâl Kehil'le birlikte altı kişi şehid olurken Nidâl Debâbiş adlı yine İzzettin Kassam birliklerine mensup bir genç de yaralı olarak kurtuldu.

Filistin özerk yönetimi polis müdürü Gazi el-Cubâli suikastteki sorumluluğu üzerinden atabilmek ve halkı yanıltmak amacıyla olayın meydana gelmesinden birkaç dakika sonra patlamanın İzzettin Kassam Birlikleri tarafından bomba imalatı için kullanılan bir binada ve kazayla meydana geldiğini ileri sürdü. Polis müdürü Gazi el-Cubâli'nin, olayın meydana gelmesinden sadece birkaç dakika sonra, hiçbir araştırma yapmadan böyle açıklama yapması gerçekten ilginçti. Ancak gelişmeler ve ortaya çıkan deliller el-Cubâli'nin söz konusu iddiasında ne kadar tutarsız davrandığını ve mesnetsiz attığını ortaya çıkardı. Her şeyden önce İzzettin Kassam Birlikleri'nin meskun yerlerde bomba imal ettikleri veya bulundurdukları o zamana kadar görülmüş bir şey değildi. Üstelik patlama olayında şehid edilen Kemâl Kehil'in uzun süreden beridir aranıyor olması arka planda bir özerk yönetim - İsrail istihbaratı işbirliğinin olduğunu gösteriyordu.

Özerk yönetim polisleri, İsrail istihbarat elemanlarıyla işbirliği içinde gerçekleştirdikleri suikast hakkında uydurdukları yalanların ortaya çıkmaması için olaydan yaralı olarak kurtulan Nidâl Debâbiş'i derhal tedavi için kaldırıldığı hastanede gözetim altına aldılar. Debâbiş'in sadece yüzünde yara ve karnında hafif yanık vardı. Yani yarası ağır değildi. Bununla birlikte polisler gözetim altına aldıktan bir süre sonra onun öldüğünü ileri sürdüler. Fakat halk bunun bir senaryo olabileceğini polislerin olayın tek görgü şâhidi Debâbiş'i gizlice öldürme amacı taşıdıklarından gösterilecek tepkiyi ölçmek için böyle bir haber uydurmuş olabileceklerini bildiğinden olayın üzerine gitti. Bu durum karşısında polisler Debâbiş'in ölmediğini gözetim altında olduğunu açıklamak zorunda kaldılar. Ancak ailesiyle ve sivil halkla görüşmesine dolayısıyla olayı doğru bir şekilde halka anlatmasına engel oldular. Fakat civar evlerde oturan görgü şahitleri patlamanın kesinlikle bir kazadan kaynaklanmadığını ifade ettiler. Civar evlerde oturanların anlattıklarına göre patlamadan bir süre önce Kemâl Kehil eve girdi. Sonra elinde bir paket bulunan yabancı biri geldi ve evin önünde duran çocukla bir süre konuştu. Sonra elindeki paketi çocuğa verdi ve çocuk içeri girdi. Az sonra da o binada büyük bir patlama meydana geldi.

Görgü şahitleri olayı böyle anlatırken, aradan fazla zaman geçmeden siyonist gazeteler de patlama olayının İsrail iç istihbarat teşkilatı ŞABAK'ın bir operasyonu olduğunu açığa vurdular. Bu, özerk yönetim polisinin ve istihbaratının da işe bulaştığını ortaya koyuyordu. Çünkü özerk yönetimin sorumluluk alanına giren bir bölgede ŞABAK elemanlarının böyle bir operasyonu özerk yönetimin adamlarından habersiz bir şekilde gerçekleştirmeleri zordu. Siyonist gazeteler patlamada ölen Filistinliler arasında yer alan Kemâl Kehil'in uzun süreden beridir arandığına dikkat çekerek onun böyle bir operasyonla ortadan kaldırılmasının İsrail iç istihbarat teşkilatı ŞABAK'ın bir ay kadar önce göreve getirilmiş olan yeni genel müdürünün bir başarısı olduğuna işaret ettiler. İsrail gazeteleri söz konusu operasyonda öldürülen Filistinlilerin çok sayıda yahudi yerleşimcinin ve İsrail askerinin öldürülmesi olayının sorumlusu olduğunu da ileri sürdüler. Tanınmış siyonist gazetelerinden Dafar olayla ilgili yorumunda, Kemâl Kehil'den önce Imad Akal ve Yâsir Nemruti'nin de benzer bir operasyonla ortadan kaldırıldığını hatırlatarak onun arkasından daha başkalarının gelebileceğine dikkat çekti.

Olaydan sonra İzzettin Kassam Birlikleri adına Gazze'de dağıtılan bildiride de şu ifadelere yer verildi: "Bu hain saldırı İsrail uşağı durumundaki Arafat yönetimiyle işgalci siyonist hâkimiyetin ortak bir eylemidir ve başta İzzettin Kassam Birlikleri olmak üzere işgale karşı mücadele halindeki tüm grupları tasfiye etmeyi amaçlayan planın bir parçasıdır. Bu çirkin suikast özerk yönetim güvenlik güçlerinin halkımız adına mücadele eden mücahitler üzerindeki baskılarını artırdığı, onların kahramanca gerçekleştirdiği istişhadi eylemleri etkisiz hâle getirmek için özel çaba harcadığı, Arafat'ın mücahitler aleyhindeki açıklamalarının, onlara yönelik hapse atma tehditlerinin arttığı bir dönemde gerçekleştirilmiştir. Bilindiği üzere binalara patlayıcı maddeler atmak, bombalar yerleştirmek İzzettin Kassam Birlikleri'nin başvurduğu bir metot değildir. Dolayısıyla aranan mücahitler beraberlerinde herhangi bir patlayıcı madde olmaksızın o binaya sığınmışlardı. Bu itibarla özerk yönetimin, suçu üzerinden atmak amacıyla ileri sürmüş olduğu, binada bulunanların yanlarındaki patlayıcı maddelerin patlamış olabileceği yolundaki iddialar tamamen saçma ve tutarsızdır. Bu çirkin suikast Arafat yönetimine bağlı istihbarat elemanlarının ve güvenlik güçlerinin son dönemlerde sürdürdükleri yoğun istihbarat faaliyetlerinden sonra gerçekleştirilmiştir. Özellikle olayda şehid edilen Kemâl Kehil üzerindeki soruşturmanın son zamanlarda iyice yoğunlaştırıldığını, hakkında tekrar tekrar soru sorulmasından artık herkes anlamaya başlamıştı."

Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) Basın Bürosu tarafından yayınlanan bir bildiride de Gazze'nin Şeyh Rıdvan mahallesinde bir binada tahrip gücü yüksek bomba patlatılması sonucu meydana gelen olaydan siyonist İsrail rejimiyle Yasir Arafat liderliğindeki özerk yönetimin birlikte sorumlu tutulması gerektiğine dikkat çekildi. HAMAS'ın açıklamasında şu ifadelere yer verildi: "Özerk yönetim, utanç verici ve küçük düşürücü uğursuz anlaşmaları imzalayarak Gazze ve Eriha'ya girdiği günden beri siyonist düşmanın kendisi için belirlemiş olduğu görevi yerine getirmenin gayreti içerisindedir. Dolayısıyla bu yönetim terörist Rabin'i memnun edebilmek için halkımıza karşı büyük cürümler işlemekte, onun kahraman mücahitlerine karşı her türlü baskı uygulamasını lâyık görmektedir. Arafat yönetimi HAMAS'la uğraşmak amacıyla gizli bir plan hazırladı. Bu plan o aşağılık yönetimin HAMAS'ın askeri kanadı durumundaki İzzettin Kassam Birlikleri'ni tanımak ve eylemlerini sınırlamak amacıyla üstlenmiş olduğu utanç verici görevin mahiyetini de ortaya koyuyordu. Bu yönetim, İzzettin Kassam Birlikleri'ni zayıflatmak, tasfiye etmek ve etrafını sarmak amacıyla tam bir gizlilik içinde uygulamaya koymak istediği uzmanca hazırlanmış bir plan ortaya koymuştu."

Sürekli "Demir Yumruk" Yönetimi

Sözde "barış" anlaşmalarının imzalanmasından sonra ilk olarak, Arafat'ın kontrolüne verilen yerler Gazze bölgesiyle Batı Yaka'daki Eriha şehriydi. İşgal devleti aslında buraları Arafat'a verirken onun kendisine devredilen görevi yerine getirme konusunda ne kadar başarılı olduğunu görmek istiyordu. Bu yüzden de Arafat söz konusu bölgelerde yerel yönetimi kontrolüne alır almaz Filistinlileri demir yumruk altına alma çabası içine girdi. Sonraki dönemlerde de İsrail işgal devletinin tutumuna paralel bir şekilde Filistinliler üzerindeki baskı ve zulüm uygulamalarını devam ettirdi. Biz bu yönetimin izlediği tutum hakkında fikir vermesi için bu yönetimin 1999 yılı içindeki insan hakları ihlalleri hakkında hazırlanan bir raporun özetini sunmak istiyoruz.

Filistin Vatandaş Hakları Bağımsız Heyeti adlı insan hakları kuruluşunun 1999 raporunda, öncelikle özerk yönetimin kontrolündeki bölgelerde 1999 yılı içinde önceki yıllara nispetle herhangi bir düzelme olmadığı ve yapılan tespitlere göre 1999 yılı içinde özerk yönetim tarafından toplam 332 insan hakkı ihlalinin gerçekleştirildiği dile getiriliyordu. Buna işaret edilmesi söz konusu yönetimin önceki yıllarda da benzer uygulamalar sergilediğini ortaya koyması açısından önemlidir. Heyetin genel başkanı Dr. Ali el-Cirbavi, Batı Yaka'nın Ramallah kentinde düzenlediği basın toplantısında, özerk yönetimin kontrolündeki bölgede bazı alanlarda gerileme olduğuna dikkat çekti. Gerileme yürütme, yasama ve yargı alanlarının tümünü kapsıyordu.

Adı geçen heyetin hazırladığı rapora göre özerk yönetimin insan hakları ihlalleri özetle şunlar:

-156 işkence olayı. (Bu, sadece işkence gördükleri konusunda şikayette bulunanların sayısı. Maruz kaldıkları tehditler sebebiyle işkence gördüklerini açıklamaktan ve herhangi bir şikayette bulunmaktan çekinenler bunun dışında.)

-Dört ayrı idam kararı verilmesi. Bunlardan biri infaz edildi.

-150 kişinin siyasi sebeplerle veya güvenlik gerekçesiyle tutuklanması.

-8 gazetecinin görüşlerini açıklamalarından dolayı mahkum edilmeleri.

-3 kişinin özerk yönetime ait polis merkezlerinde ve sorgulama yerlerinde hayatlarını kaybetmesi. Buralardaki ölüm olayları büyük ölçüde işkenceden kaynaklanmaktadır.

-Güvenlik güçlerinin silahı hatalı kullanmaları veya dikkatsiz davranmaları sebebiyle 7 kişinin öldürülmesi. (Güvenlik güçlerinin attığı kurşunların sebep olduğu ölüm olaylarında genellikle hata veya dikkatsizlik gerekçesine sığınılmaktadır. Ancak bu olaylarda kasıt olması da ihtimal dışında değildir.)

-Bir kişinin görüşünü açıklaması sebebiyle seyahatten men edilmesi.

Raporda ayrıca güvenlik güçlerinin, yasaların kendilerine tanıdığı yetkileri aştıklarına ve bu yüzden insanlara kötü muamelelerde bulunduklarına, haksızlıklara sebep olduklarına dikkat çekildi. Raporda ayrıca güvenlik güçlerinin sadece yetkilerini aşmakla kalmadıkları aynı zamanda yasalara göre suç sayılan fiilleri de işledikleri dile getirildi.

Özerk yönetim despotizminin dikkat çeken uygulamaları arasında basın yayın organlarına yönelik baskılar da yer alıyordu. Rapora göre 1999 içinde çok sayıda gazeteci görevlerini yerine getirmeleri esnasında özerk yönetimin güvenlik güçleri tarafından gözetim altına alındı. Gazetecilerin gözetim altında tutulmalarının süresi bir saatten birkaç haftaya kadar değişiyordu. (Basına ve basın mensuplarına yönelik baskılardan ileride daha ayrıntılı olarak söz edeceğiz.)

Rapora göre 1999 içinde özerk yönetimin gerçekleştirdiği insan hakları ihlallerinin birinci sırasında insanların sırf düşüncelerini açıklamalarından dolayı tutuklanmaları ve haklarında soruşturma açılması yer aldı. Bu şekilde gözetim altına alınanların başta gelenleri ise İslami çizgideki bir siyasi parti olan İslami Ulusal Kurtuluş (Halas) Partisi'nin genel başkanıyla Siyasi Büro üyeleriydi. Bu kişiler özerk yönetime bağlı Devlet Güvenlik Mahkemesi'ni eleştiren bir bildiri yayınlamalarından dolayı gözetim altına alınmış ve birkaç saat süren bir soruşturmadan geçirilmişlerdi. Bu olayda, söz konusu partiye yakınlığıyla bilinen er-Risale gazetesinin yazı işleri müdürü de gözaltına alınmış ve beş gün süreyle polis merkezinde tutulmuştu. Bu kişiye aynı zamanda söz konusu bildiriyi yayınlaması durumunda gazetesinin kapatılacağı tehdidinde bulunulmuştu.

Özerk yönetimin 1999 içinde gerçekleştirdiği ve düşünceye baskı niteliği taşıyan türdeki insan hakları ihlallerinden dikkat çeken bir uygulama da "Aydınlar Bildirisi" diye ün kazanan bir bildiriye imza atanların zindana atılması olayıydı. Filistin'in tanınmış birçok yazarının ve akademisyeninin imzasını taşıyan bu bildiride özerk yönetimin uygulamaları tenkit edilmiş ve özerk yönetim güvenlik güçleri bildiriye imza atanları teker teker tutuklayarak günlerce soruşturmadan geçirmişti. (Bu hadiseden ileride daha ayrıntılı olarak söz edeceğiz.)

Filistin Vatandaş Hakları Bağımsız Heyeti'nin hazırladığı yıllık rapora göre özerk yönetimin insan hakları ihlalleri sadece şahıslara münhasır değildi. Kurumlar üzerinde de yoğun bir baskı vardı ve bu baskı insan hakları ihlallerini beraberinde getiriyordu. Rapora göre, özerk yönetimin yasalarına göre resmi izine gerek olmadan sivil toplum kuruluşlarının oluşturulmasına ve sivil kültürel etkinliklerin düzenlenmesine imkan olmasına rağmen özerk yönetim güvenlik güçleri buna fırsat vermiyorlardı. Özellikle muhalif siyasi oluşumlar ve siyasi partiler karşısında oldukça katı bir tutum içine giriyorlardı. Bu tür kuruluşların herhangi bir umumi toplantı, konferans vs. düzenlemeleri durumunda 48 saat önceden emniyete bilgi vermeleri şart koşuluyordu.

Daha önce de belirttiğimiz üzere bu raporun özetini sadece özerk yönetimin izlediği tutum hakkında bir fikir vermesi için sunduk. İşin gerçeğinde özerk yönetimin tutumunda 1999 öncesi yıllarda da sonraki yıllarda herhangi bir değişiklik olmamış, demir yumruk politikası sürekli devam etmiştir.

Barış (!) Görüşmeleri Şiddetin Temposunu Artırıyor

İlginçtir ki özerk yönetimin Filistin halkına uyguladığı baskı ve şiddet her zaman sözde barış görüşmelerine paralel olarak artmıştır. Bu durum ise "Ortadoğu'da barış (!)" başlığı altında lanse edilen şeyin gerçekte ne olduğunu gözler önüne sermesi açısından dikkat çekicidir. İşte bir örnek:

Temmuz 1998'in sonlarına doğru, İsrail işgal rejimiyle özerk yönetim arasında sözde "barış (!)" görüşmelerinin hareketlendirilmesine paralel olarak özerk yönetimin Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS)'a yönelik baskı uygulamaları ve saldırıları da artış gösterdi.

Bunda İsrail işgal rejiminin taleplerinin önemli rolü vardı elbette. Çünkü basına yansıyan haberlere göre sözde "barış (!)" görüşmelerinin başladığı sırada özerk yönetimin ikinci adamı olarak bilinen Mahmud Abbas (Ebu Mazin) Kudüs 'te İsrail Savunma bakanı İzak Mordehay'la bir araya gelmiş ve Mordehay, İsrail hükümetinin bazı şikayetlerini kendisine iletmişti. Mordehay'ın ilettiği şikayetlerden biri de HAMAS'a yönelik baskı uygulamalarının İsrail tarafından yetersiz bulunmasıydı. Söz konusu görüşmeden sonra basına yansıyan haberlere göre Mordehay özerk yönetimin İslami oluşumlar üzerinde belli bir baskı uyguladığını kabul etmiş ancak İsrail'in bu konudaki tüm isteklerini yerine getirme konusunda gereken gayreti göstermediğinden şikayetçi olmuş ve birçok yahudinin ölümüne yol açan çeşitli eylemlere karışmış seksen kişinin İsrail tarafından istenmesine rağmen hala teslim edilmediğini söylemişti. Bunun yanı sıra İslami hareketin alt yapısının tahrip edilebilmesi için de çalışmaların artırılmasını istemişti.

Ebu Mazin-Mordehay görüşmesinden sonra Filistin özerk yönetimine bağlı "Koruyucu Güvenlik" biriminin İslami Hareket mensuplarına yönelik saldırılarını artırmasında Mordehay'ın taleplerinin ve sözde "barış" görüşmelerine canlılık kazandırma gerekçesinin önemli rolü vardı. Yani özerk yönetimin kendi halkının evlatlarına karşı baskı ve zulme başvurması "barış (!)" görüşmelerini hareketlendirmenin bir ön şartı olarak görülmüştü.

Özerk yönetim HAMAS'a yönelik saldırı kampanyasını önce sözlü saldırılarla başlattı. Koruyucu Güvenlik biriminin Gazze sorumlusu Muhammed Dahlan: "HAMAS kendini bir muhalefet olarak değil özerk yönetime bir alternatif olarak görüyor ve bu yüzden özerk yönetimin oturmasını engelliyor" şeklinde açıklamada bulunarak HAMAS'a yönelik fiili saldırılar için zemin oluşturma amacı içinde olduklarını açığa vurdu. Muhammed Dahlan, HAMAS'ın manevi lideri Şeyh Ahmed Yasin'in o sıralarda gerçekleştirdiği ve Mısır, Sudan, Suudi Arabistan, İran, Yemen, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri, Katar gibi birçok İslam ülkesini kapsayan ziyaretini de aynı bakış açısıyla tenkit ederek sözlü saldırıda bulundu. İsrail istihbaratıyla sıkı bir münasebet içinde olduğu bilinen Muhammed Dahlan, HAMAS'ı özerk yönetimin faaliyetlerinin önünde bir engel teşkil etmekle suçladı.

Aynı günlerde benzer sözlü saldırıları, o sıralarda özerk yönetimin Koruyucu Güvenlik biriminin Batı Yaka sorumlusu olan Cibril er-Recub yaptı. Cibril er-Recub, Batı Yaka'daki İslami anlayış sahiplerine şiddetli baskı uygulamalarıyla ve İsrail istihbaratının bazı ileri gelenleriyle zaman zaman özel görüşmeler yapmasıyla tanınıyordu. er-Recub bu tutumunun bir mükafatı olarak daha sonra Koruyucu Güvenlik adlı saldırı biriminin başına getirilmiştir.

HAMAS ise Muhammed Dahlan ve Cibril er-Recub'un sözlü saldırılarına cevap amacıyla yaptığı resmi açıklamada şu ifadelere yer verdi:

"Özerk yönetimin Koruyucu Güvenlik biriminin iki üst düzey yetkilisinin ağzından, HAMAS, onun idaresi ve içinde bulunduğumuz zor ve hassas dönemde halkımızın haklarının geri alınması konusundaki rolü hakkında birtakım sorumsuzca sözler sarf edilmiştir. Bu açıklamalar halkımızın ve hareketimizin saflarında tahriklere ve geniş çaplı huzursuzluklara yol açmaktan başka bir amaç taşımamaktadır. Dahlan ve er-Recub diye anılan kişilerin hareketimiz ve Şeyh Ahmed Yasin'in gezileri hakkındaki suçlamalarını ve ifadelerini bu insanların katı düşüncelerine, mutaassıplıklarına ve grupçuluklarına yeni bir delil olarak görüyoruz. Özerk yönetimden bu anlayışın, yönetimin bütün organları içinde yayılmasına fırsat vermeden bu anlayış sahiplerini kuşatmaya almasını ve tasfiye etmesini bekliyoruz. HAMAS'ın özerk yönetimi ele geçirme ve onun rolünü üstlenme gibi bir arzusu yoktur. Düşman karşısında daha fazla taviz vermesinin sağlanması için özerk yönetime baskı yapılması yönünde hiçbir zaman bir girişimi olmamıştır. Bilakis yediden yetmişe herkes bilir ki HAMAS düşman karşısında daha dirençli ve kararlı tavır takınılmasını savunmaktadır ve bu konudaki tutumunu hiçbir zaman değiştirmemiştir."

Kesintisiz Polis Terörü

Özerk yönetim polisinin estirdiği terörden bütün ayrıntılarıyla söz etmemiz imkansız. Fakat bu polis terörünün kesintisiz bir şekilde devam ettiğini ama temposunda İsrail işgal devletinin baskılarına, bölgesel şartlara ve İsrail işgal devletini himaye eden uluslararası güçlerin taleplerine göre değişiklikler olduğuna işaret etmekte yarar var. Şu kadarını ifade edelim ki polis Filistin halkına, bu halkı temsil eden siyasi oluşumlara ve direniş güçlerine karşı sürekli pervasızca hareket etmiştir. İşte birkaç örnek:

Milletvekillerine Polis Dayağı

Özerk yönetim parlamentosunun bazı üyelerinin Ağustos 1998'de Eriha hapishanesinden kaçtığı iddia edilen Imad Ivadullah'ın ailesine ait evin polisler tarafından ablukaya alınmasını protesto için onun evinin önünde toplanmaları üzerine Arafat'ın polislerinin coplu ve tekmeli saldırısına uğradılar. Saldırıda olayı takip etmeye çalışan gazeteciler de Arafat'ın polislerinin coplarından ve tekmelerinden paylarını aldılar. Bu olayın yaşanmasından bir süre sonra da Imad Ivadullah'ın evinin etrafındaki polis ablukası kaldırıldı.

Özerk yönetim parlamentosunun bazı üyeleri Imad Ivadullah'ın ailesine ait evin polis ablukasına alınmasının haksız bir uygulama olduğunu bildirerek bu uygulamayı protesto etmek amacıyla ve polis ablukasının en kısa zamanda kaldırılması isteğiyle evin önünde toplanmışlardı. Bu sırada, Arafat yönetiminin Batı Yaka bölgesindeki polis şefi Cibril er-Recub'un gönderdiği güvenlik güçlerinin vahşice saldırısına maruz kaldılar. Saldırıda Kudüs bölgesi milletvekillerinden Hatem Abdülkadir yaralanarak hastaneye kaldırıldı.

Saldırıya maruz kalan milletvekilleri Cibril er-Recub'un en kısa zamanda görevden alınmasını aksi takdirde kendilerinin parlamento üyeliğinden istifa edeceklerini bildirdiler. Saldırıya maruz kalan parlamento üyelerinin dışında da birçokları Cibril er-Recub'un görevden alınmasını istediler. Ne var ki özerk yönetim Cibril er-Recub'u görevden almak yerine mükafatlandırmayı tercih etti ve Koruyucu Güvenlik biriminin başına geçirdi.

Mescidi Aksa'nın Hatibine Tutuklama

Daha önce de ifade ettiğimiz üzere "barış" görüşmeleri veya anlaşmaları her zaman özerk yönetimin uyguladığı şiddet ve baskının artmasına sebep olmuştur. 1998'de Vaşington'da Wye Plantation Anlaşması'nın imzalanmasının ardından da, daha anlaşmanın mürekkebi kurumadan Filistin topraklarında, Mescidi Aksa'nın hatiplerinden ve Filistin Alimler Birliği'nin başkanı Hamid el-Beytavi, özerk yönetimin polisleri tarafından tutuklandı.

Özerk yönetim polislerinin, liderleri Arafat'ın Vaşington'da altına imza koyduğu anlaşmanın gereğini yerine getirmede gayretkeş olacaklarını göstermek için daha ilk günden böyle çirkin bir saldırı düzenlemeleri ve Filistin'in ileri gelen alimlerinden olan Hamid el-Beytavi'yi tutuklamaları şiddetli tepkilere yol açtı. Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) konuyla ilgili olarak yaptığı açıklamada özerk yönetimin Vaşington'da imzaladığı anlaşmaya harfiyen bağlı kalacağını gösterebilmek için bu tutuklamaları geçekleştirdiğine dikkat çekerek şunları dile getirdi:

"Özerk yönetim adeti üzere, siyonist düşmanla imzalamış olduğu anlaşmalara bağlılığını çok hızlı bir şekilde gösterebilmek için uğursuz Wye Plantation Anlaşması gereğince; Mescidi Aksa'nın hatibi, Filistin Alimler Birliği'nin başkanı ve 1992'de işgal devletinin Mercu'z-Zuhr'a sürgün ettiklerinin arasında yer alan üstad Hamid el-Beytavi'yi tutuklamıştır. Çünkü özerk yönetim söz konusu anlaşmayla, işgali güçlendirmeyi, düşmanın güvenliğini korumayı, çatışmayı bizzat Filistinlilerin arasına taşımayı ve işgalcilere gasp ettikleri şeyler üzerinde meşruiyet kazandırmayı üzerine almıştır."

Dr. Mahmud Zehhar'ın Tutuklanması

Siyonist işgal devletinin bir tampon gücü olarak çalışmayı üzerine alan sözde özerk yönetim Filistin'de İslami harekete ve bağımsızlık yanlısı örgütlere yönelik baskı uygulamaları ve tutuklamalarında birinci derecede lider kadroyu karşısına aldı. Bu doğrultuda sık sık baskıya maruz bıraktığı HAMAS'ın Gazze'deki ileri gelenlerinden Dr. Mahmud Zehhar'ı İsrail işgal devletinin direktiflerini yerine getirmek için çok basit bir gerekçeyle tutuklattı. Dr. Zehhar'ın tutuklanmasının gerekçesi ise özerk yönetim tarafından aranan ve kendisinden ileride söz edeceğimiz Raid el-Attar adlı bir HAMAS mensubunu iki gün süreyle koruma altına alması ve tedavi etmesiydi.

HAMAS, Dr. Zehhar'ın tutuklanmasıyla ilgili bildirisinde şu ifadelere yer verdi: "Tutuklular sorununun sonuçlandırılmasını ve özerk yönetimin Filistin insanına yönelik insan hakları ihlalleriyle ilgili kara sayfanın kapatılmasını amaçlayan bütün kitlesel protestolara, tepkilere ve samimi çağrılara rağmen özerk yönetim halkın sesine kulak tıkayarak, halkın haklarını, çıkarlarını ve çağrılarını hiçe sayarak burnunun istikametine gitmektedir. Bundan dolayıdır ki güneşin her doğuşuyla birlikte yeni bir tutuklama işlemi gerçekleştirilmektedir. HAMAS'ın Gazze'deki ileri gelenlerinden Dr. Mahmud Zehhar'ın tutuklanması da insan haklarına, onuruna, uluslararası ilkelere ve bu yöndeki anlaşmalara yönelik yeni bir ihlaldir. Bu aynı zamanda Filistin toplumunu kuşatmaya almak, onun iradesini ve onurunu elinden almak için atılmış yeni bir adımdır. Özerk yönetimin, Dr. Mahmud Zehhar'ın tutuklanması için gösterdiği gerekçe bizzat tutuklanışından daha çirkin bir gerekçedir. Çünkü, kendi muayenehanesine gelen bir yaralıyı tedavi etmekle sadece insani görevini yerine getirmiş, bir doktor olarak mesleğinin kendisi için zorunlu kıldığı fiili yapmıştır. Çünkü o, kimliğine, dinine, soyuna ve mensubiyetine bakmadan, kendisine gelen herkesi tedavi etmekle yükümlüdür. Kendisine tedavi için gelen birini ihbar etmek, rehin almak veya güvenlik organlarına teslim etmek Dr. Zehhar'ın görevi olmadığı gibi kanun da ondan böyle bir şey istemiyor. Kaldı ki ondan; sorumluluğu altındaki her yeri, inançlarından dolayı gözetim altına alınan kişilerle doldurmuş ve sadece zulmüyle, insanların onurlarını ve haklarını çiğnemekle tanınmış bir yönetime, hastasını teslim etmesi de asla beklenmemeli. Biz Dr. Zehhar'ın en kısa zamanda serbest bırakılmasını ve özerk yönetimin haddi aşan uygulamalarına artık bir nokta konmasını istiyoruz. Halkımızın tüm ileri gelenlerini ve ümmeti de, bu yönetimin Filistin insanının haklarını ihlal yönündeki uygulamalarının üzerine ciddiyet ve kararlılıkla gitmeye çağırıyoruz."

Özerk yönetim polisleri aynı günlerde Dr. Zehhar'ın yanı sıra, bir çatışmadan sonra ortalıktan kayboldukları iddia edilen üç HAMAS mensubunu aradıkları gerekçesiyle çok sayıda HAMAS yanlısını da tutuklayarak zindanlara doldurdular.

HAMAS bu gelişmeler üzerine yaptığı açıklamada, özerk yönetimin baskıcı tutumuna rağmen Filistinliler arası bir çatışmaya asla fırsat vermeyeceklerini, böyle bir şeyin sadece siyonist işgal rejimine yarayacağını dile getirdi. HAMAS'ın resmi sözcüsü İbrahim Goşe, İngiliz basın mensuplarının bir sorusu üzerine yaptığı açıklamada: "Siyonist işgale karşı direniş amacı üzere kurulmuş olan hareketimiz, Filistinlilerin kanlarının akıtılması sonucuna götürecek bir iç çatışmaya girmeye kesinlikle karşıdır" dedi.

İnsan Hakları Savunucularına da Baskı

Arafat zulmünden insan hakları savunucuları da nasiplerini alıyorlar. Örneğin insan hakları savunucularından ve bir insan hakları örgütünün yetkililerinden olan İyâd Serrâc, özerk yönetim polisleri tarafından gözetim altına alındı. İyâd Serrâc'ın işkenceye maruz kaldığı da haberlerde dile getirildi. Öte yandan Filistin Ulusal Dayanışması İçin Halk Komiteleri başkanı Azmi eş-Şuyuhi de özerk yönetim polisleri tarafından el-Halil'de tutuklandı. Polislerin onu işgal yönetiminin isteğiyle tutukladıkları bildirildi. Azmi eş-Şuyuhi, işgale karşı olan Filistinli grupları bir araya getirerek ortak hareket etmelerini sağlamak için çalışıyordu.

Necâh Üniversitesi'ne Baskın

Necâh Üniversitesi, Batı Yaka'nın Nablus kentinde bulunuyor. Burası Filistin halkına hizmet eden ve özerk yönetimin sorumluluğuna verilen bölgelerde yer alan altı üniversiteden biri. Burası yakın zamana kadar Arafat'ın el-Fetih hareketinin kalesi olarak biliniyordu. Ancak Arafat'ın sözde özerklik anlaşmalarına imza atarak Filistin davasını tarihe gömmeye kalkışması doğal olarak kendi tabanını da kaybetmesine yol açtı. Bundan dolayı Necâh Üniversitesi'ndeki öğrenci kitlesi de Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) saflarına doğru kaydı. Bunun sonucunda en son Öğrenci Meclisi seçimlerinde HAMAS adayları öğrencilerin yüzde ellisinin oylarını aldılar. Bu üniversitede 30 Mart 1996 tarihinde öğrenciler, işgal yönetiminin ve onunla aynı çizgideki sözde özerk yönetimin baskı ve şiddet politikalarına tepki için bir gösteri düzenlemek istediler. Gösteri kararı bütün öğrenci grupları tarafından ortaklaşa alınmıştı. Bu durum üniversitede Arafat'ın tabanını iyice kaybettiğini de gösteriyordu. Ancak Arafat bu durumu içine sindiremedi ve öğrenciler gösteri hazırlıklarını sürdürürken özerk yönetim polisleri üniversitenin Nablus'un Cebelu'n-Nar semtinde bulunan kampüsüne bir silahlı baskın düzenlediler. Polisler bir yandan öğrencilere ellerindeki silahlarıyla ateş açarken bir yandan da ellerine geçirdiklerini coplarla dövüyorlardı. Ayrıca toplanan kalabalığı dağıtmak amacıyla göz yaşartıcı bomba kullandılar. Polisler saldırılarında bayan öğrencileri de ihmal etmediler ve hatta hamile bir bayan öğrenci polis tarafından coplanması yüzünden düşük yaptı. Görgü tanıklarının anlattıklarına göre bayan öğrenci polise, kendisinin hamile olduğunu bildirerek vurmamasını istedi ancak polis buna rağmen bayan öğrenciye küfürler savurarak sırtından copla vurmaya devam etti ve düşük yapmasına sebep oldu. Polislerin saldırısında yüze yakın öğrenci yaralanırken, öğrencilerden ve öğretim görevlilerinden oluşan 65 kişi de tutuklandı. Özerk yönetimin bu saldırısı bütün Filistin halkının şiddetli tepkisine yol açtı.

Arafat, Jospin'in Protesto Edilmesine Bile Tahammül Edemedi

Fransa başbakanı Lionel Jospin'in, Şubat 2000'de Güney Lübnan'daki İsrail işgalinin sona erdirilmesi için silahlı mücadele veren ve Lübnan yönetimi tarafından da resmen tanınmış olan Hizbullah'ın siyonist işgale karşı sürdürdüğü mücadeleyi terör olarak nitelemesine Filistin'deki üniversite öğrencileri şiddetle tepki göstermişlerdi. Bu yüzden özellikle Batı Yaka'nın Ramallah kenti yakınında bulunan Beir Zeit Üniversitesi'nin öğrencileri Jospin'in bu bölgeyi ziyareti esnasında protesto gösterileri düzenlemiş ve hatta arabasını taşlamışlardı.

Arafat yönetimi Jospin'e karşı düzenledikleri protesto eylemlerinden dolayı Beir Zeit Üniversitesi öğrencilerine karşı bir tutuklama kampanyası başlattı. Bu arada üniversiteyi de geçici olarak eğitime kapattı. Özerk yönetimin Koruyucu Güvenlik adı verilen polis teşkilatına mensup güvenlik güçleri Beir Zeit Üniversitesi'nin giriş kapılarına barikatlar kurarak gelen öğrencileri gözetim altına aldılar. Ayrıca üniversitenin yakınından geçen araçları da durdurarak öğrenci kimliği taşıyan bazı kişileri gözetim altına aldılar.

Öte yandan İsrail işgal rejimi de Beir Zeit Üniversitesi'nin bulunduğu Serda köyünün yakınında bir başka barikat kurdu. Bu barikata yerleştirilen işgalci askerler de geçen araçları durdurarak yolcuların kimliklerini incelediler.

Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) bu gelişmeler üzerine özerk yönetimin tutumunu tenkit eden bir bildiri yayınladı. HAMAS tarafından yayınlanan bildiride, özerk yönetim güvenlik güçlerinin kitlesel bir protesto eylemi düzenleyen Beir Zeit Üniversitesi öğrencilerini tutuklamasının utanç verici bir tutum olduğu dile getirildi. Bildiride, Fransa başbakanı Jospin'in meşru ve kahramanca bir mücadeleyi terör olarak nitelediği, öğrencilerin ona karşı gerçekleştirdikleri gösterinin de kitlesel bir protesto eylemi olduğu dile getirildi ve: "Bu eylem, bu tür aşırılıklar içeren açıklamalara karşı Filistin'deki halkın, tüm Arap toplumlarının ve İslam ümmetinin vicdanından gelen sesin tabii yansımasıydı" denildi.

Hayır Kurumlarına Kapatma

Bilindiği üzere özerk yönetim son dönemde İsrail işgal devletinin talepleri doğrultusunda çok sayıda İslami kurumun kapısına kilit vurdu. Bu kapatmalar özerk yönetimin İslami hayır kurumlarını hedef alan ilk uygulamaları değildir. Daha önceki dönemlerde de benzer kapatmalar olmuştu. İşte bir örnek:

Özerk yönetim Eylül 1997'de Netanyahu'yu memnun etme amacıyla başlattığı operasyonlarda binlerce yetime ve ihtiyaç sahibine hizmet veren 16 hayır kurumunu kapattı.

Özerk yönetimin, o tarihte İsrail'in ve ABD'nin direktifleri doğrultusunda gerçekleştirdiği operasyon ve baskıların İslami hayır kurumlarına karşı o zamana kadar gerçekleştirilen en geniş çaplı operasyon olduğu bildirildi. İsrail işgal rejimi, bütün bu hayır kurumlarının HAMAS'ın kontrolünde olduğu iddiasıyla kapatılmasını istemiş ve sözde "barış" görüşmelerinin yeniden başlayabilmesi için bu direktiflerinin yerine getirilmesini şart koşmuştu.

O tarihte, özerk yönetim işgal rejimini memnun etmek amacıyla İslami Cemiyet'in Gazze'deki bütün bürolarını, ayrıca İslami Site, İslami Islah Cemiyeti, Müslüman Genç Kızlar Cemiyeti, Mukaddes Topraklar Cemiyeti gibi çeşitli İslami hayır kurumlarının ve sosyal organizasyonların bürolarını kapattı. Bunlardan özellikle İslami Cemiyet ile İslami Islah Cemiyeti (Cemiyetu's-Salah el-İslamiyye) binlerce yetime ve ihtiyaç içindeki aileye düzenli şekilde maddi yardım yapıyordu. Sadece Gazze bölgesinde, hiçbir yerden gelirleri olmayan dul ve yetimlerin sayısı on bini aşıyor. Bu insanlara özerk yönetim maddi yönden hiçbir destek sağlamazken İslami hayır kurumları düzenli şekilde yardım ediyor ve onların sıkıntılarını asgariye indirmeye çalışıyorlar. Ancak özerk yönetim siyonist işgal rejiminin direktifleri doğrultusunda bu kurumları kapatarak söz konusu dul ve yetimleri tam anlamıyla sahipsizliğe ve açlığa mahkum ediyor.

O zaman, İsrail işgal rejiminin uyguladığı ablukalar ve özerk yönetimin başarısız politikası yüzünden Filistin halkının ciddi ekonomik sıkıntılar içine sürüklendiği bir dönemde halka hizmet veren hayır kurumlarının kapatılması şiddetli tepkilere yol açmıştı. HAMAS'ın Gazze'deki ileri gelenlerinden Prof. Abdülaziz Rantisi kapatmalardan öncelikle HAMAS'ın değil Filistin halkının zarar gördüğüne dikkat çekerek: "Bu kurumlar kapatıldıktan sonra şehitlerin geride bıraktığı binlerce yetime ve onların ihtiyaç içindeki ailelerine kim sahip çıkacak? İşgal yönetimi bizim ekonomik kurumlarımızı yıktı. Üstelik bunu bizzat Filistinlilerin eliyle gerçekleştirdi" demişti.

Özerk yönetimin Filistin halkını sıkıntıya sokan bu uygulamaları İsrail işgal rejimini bayağı memnun etmişti. O zamanki İsrail Güvenlik bakanı Afigdor Kehlani özerk yönetimin bu uygulamalarının doğru atılmış bir adım olduğunu ileri sürmüş ve: "Özerk yönetimin attığı adımlar onun İsrail'in isteklerini yerine getirme konusunda açık bir ciddiyet gösterdiğini ortaya koymaktadır" ifadesini kullanmıştı.

Savcı Bile Özerk Yönetim Zulmüne Dayanamadı

Özerk yönetim genel savcısı Fayiz Ebu Rahme, Filistinlilerin haksız şekilde tutuklanmalarını ve hem aileleriyle hem de insan hakları kuruluşlarının temsilcileriyle görüştürülmelerinin engellenmesini protesto amacıyla Nisan 1998'in sonunda görevinden istifa etti. Yorumcular Fayiz Ebu Rahme'nin istifasının özerk yönetimin zulüm uygulamalarının artık dayanılmaz bir noktaya geldiğinin açık bir belgesi olduğuna dikkat çektiler.

Tutuklama Kampanyaları

Özerk yönetimin bazı tutuklamalarından daha önce söz ettik. Ancak tabii ki hepsi bu kadar değil. Özerk yönetim zaman zaman İsrail işgal devletinin ve ABD'nin istek ve direktifleri doğrultusunda adeta "tutuklama kampanyaları" niteliği taşıyan geniş çaplı tutuklamalar gerçekleştirmiştir. Bu kampanyalarda özerk yönetimin kontrolüne verilen bölgelerin hemen hemen tamamı belli ölçülerde nasiplenmiş, dolayısıyla bu bölgelerde yaşayan sivillerin tamamı herhangi bir şekilde etkilenmişlerdir. İşte bir örnek:

Ekim 1994, Arafat'ın sözde özerk yönetimi oluşturmasının başlangıç dönemidir. Çünkü özerk yönetimin oluşturulmasına dair ilk anlaşma Mayıs 1994'de Kahire'de imzalanmış ve Arafat'ın adamları bu anlaşmadan sonra Filistin topraklarına girmeye başlamışlardır. İlk geniş çaplı tutuklama kampanyalarını da ayaklarının tozlarıyla Ekim 1994'de gerçekleştirdiler.

O tarihte Yasir Arafat'ın emrindeki Filistin polisi Gazze bölgesinde ve Eriha'da Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) mensuplarına karşı geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlattı. Bu tutuklama kampanyasının ilk gününde (13 Ekim Perşembe günü) sadece Gazze bölgesinde 300 HAMAS mensubu tutuklandı. Arafat'ın polisleri Gazze'de HAMAS'ın ileri gelenlerinin de evlerine zorla girerek arama yaptılar. Bu aramada HAMAS'ın ileri gelenlerinden Dr. Mahmud Zehhâr ve Halid el-Hindi'nin evlerinin tabanlarında kazıma yapıldı. Polislerin zorla girdiği evlerin sahipleri yaptıkları açıklamada arama esnasında evlerine önemli miktarda zarar verildiğini ifade ettiler.

Özerk yönetim kaynaklarının verdiği bilgilere göre tutuklama kampanyası Filistin Yüksek Güvenlik Meclisi'nin 12 Ekim 1994 gecesi geç saatlerde yaptığı toplantıda aldığı karar gereğince başlatıldı. Meclis tutuklamaların HAMAS tarafından rehin tutulan İsrail askerinin bulunması amacıyla yapılmasını kararlaştırmıştı.

Söz konusu kampanyada Filistin Polisi Reuther Ajansı'nın Gazze bölgesinde görev yapan muhabirlerini ve diğer bazı gazetecileri de tutukladı. Tutuklanan gazetecilerin bazıları birkaç saat sonra serbest bırakıldı. Haberlerde bildirildiğine göre gazeteciler kaçırılan İsrail askerinin nerede olduğuna dair bir bildiklerinin olabileceği düşüncesiyle tutuklandılar.

Ürdün'deki Arap İnsan Hakları Örgütü Filistin'deki özerk yönetimin Gazze-Eriha anlaşmasına karşı çıkan örgütlerin mensuplarını tutuklamasını şiddetle kınadı. Örgüt adına yapılan açıklamada bu tutuklamaların düşünce özgürlüğünü kısıtlamaktan başka bir amaç taşımadığı ifade edildi. Örgüt Filistin'deki özerk yönetimi kendi politikasına muhalif tutumlarından dolayı tutukladığı herkesi derhal serbest bırakmaya ve bu gibiler üzerindeki baskıya son vermeye çağırdı.

HAMAS bu olaylar üzerine yaptığı açıklamada, serbest bırakılmasını istediği Filistinlilerin serbest bırakılmaması durumunda rehin alma eylemlerini ileride de sürdüreceğini bildirdi. HAMAS, açıklamasında, İsrail askerini Filistin özerk yönetimini zor durumda bırakmak için kaçırdıkları yolundaki suçlamaları reddetti ve: "Ama özerk yönetim bizim mücâhitlerimizi İsrail zindanlarında bırakmakla bizi zor durumda bırakmıştır. Artık onları zindandan kurtarmak bizim görevimizdir" dedi. Açıklamada Arafat'a yönelik olarak da şu ifadeye yer verildi: "Rabin'in sana karşı izlediği tutum İzzettin Kassam Birlikleri'nin hoşuna gitmemektedir. İnşallah yakında senin intikamını da alacağız. Sayın başkan senin görüşmeler yoluyla kendilerini zindandan kurtarmayı başaramadığın kimseleri güç kullanarak zindandan kurtarmaya kalkışmamızdan dolayı bize hak vermen gerekmez mi?"

HAMAS o tarihte, İsrail askerini İsrail zindanlarındaki tutukluların serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla rehin almıştı.

Bu tutuklama kampanyası, özerk yönetimin Filistinlilere yönelik tutuklama kampanyaları hakkında fikir vermesi için arz ettiğimiz bir örnektir. Sonraki dönemlerde bundan daha geniş çaplı tutuklama kampanyaları gerçekleştirilmiştir. İleride ayrıntılı olarak üzerinde duracağımız sonuncusu da işgal devletini derinden sarsan son intikam eylemlerinin ardından başlatıldı.

Özerk Yönetim Polisinin İşkenceleri

Filistin polis teşkilatında görevlendirilecek kişiler özerk yönetim bölgesine gelmeden önce Mısır'da bir özel eğitim gördüler. Mısır emniyet güçleri insafsızlıklarıyla ve işkence konusundaki maharetleriyle tanınırlar. Aynı zamanda Mısır emniyet teşkilatı Arap dünyasında işkence konusunda en ihtisaslı elemanlara sahiptir. Yani özerk yönetim polisleri, kendilerine verilecek görevi hakkıyla yerine getirebilmeleri için göreve başlamadan önce Mısır'da özel bir insafsızlık ve işkence eğitiminden geçirildiler.

HAMAS'ın 19 Nisan 1995 tarihli bildirisinde özerk yönetime bağlı güvenlik güçleri tarafından tutuklanan Filistinlilere İsrail'le barış anlaşmalarını destekleyeceklerine dair belge imzalamaları için işkence yapıldığına dikkat çekildi.

Filistin polisi Ekim 1994'te Gazze Merkez Hapishanesi'nde tutulan 50 HAMAS mensubunu serbest bıraktı. Bunlardan bazılarının yapılan kötü muameleden ve işkenceden dolayı rahatsızlanmaları ve acil tıbbi müdahaleye ihtiyaç duymaları sebebiyle serbest bırakıldıkları tespit edildi. Serbest bırakılan gençlerden Halid el-Katati, soruşturma esnasındaki muameleden dolayı solunum güçlüğü çekmeye başlamıştı. Tıbbi müdahale esnasında da konuşma kabiliyetini kaybetti. Adı geçen genç aynı zamanda kısmi felce uğradı.

Filistin polisinin 1994'te tutuklamış olduğu ve işkence yüzünden durumunun kötüleşmesi üzerine serbest bıraktığı Mâzin el-Bâyid adlı genç, polislerin tutukluluk esnasında kendisine işkence ettiklerini ve sözlü hakarette bulunduklarını ifade etti. 18 Kasım 1994 Cuma günü gerçekleştirilen ve daha önce sözünü ettiğimiz Gazze katliamının ardından tutuklanmış olan adı geçen genç kendisiyle beraber tutuklanan diğer gençlere de işkence edildiğini ifade etti.

Arafat zulmünün kurbanlarından, 25 yaşındaki Sa'd İbrahim de soruşturma esnasında uygulanan işkenceler yüzünden mide kanaması geçirmiş ve aldığı yaralar yüzünden kan kaybına maruz kalmış, bu yüzden hastaneye kaldırılmıştı. Sa'd İbrahim'in bir hafta kadar hastanede tutulduktan sonra vahşetin zirveye tırmandığı zindanlardan Cuneyd hapishanesine gönderildi.

Yine özerk yönetim zulmünün kurbanlarından olan Imad Savaliha ise maruz kaldığı işkence yüzünden iki hafta boyunca bilinç kaybına uğradı. Sağlık durumu iyice kötüleşen Savaliha'nın kan kaybettiği, tansiyonunun önemli oranda düştüğü ve uzun süre yoğun bakımda tutulduğu bildirildi. Savaliha'nın polislerin yürüttüğü soruşturma esnasında bu duruma geldiği herkes tarafından bilindiği ve sağlık durumunun kötüleşmesine maruz kaldığı işkencenin yol açtığı hakkındaki raporlarda ortaya konduğu halde özerk yönetim onun sağlık giderlerini üstlenmeyi kabul etmedi. Bunun üzerine İncil Hastanesi'nde yoğun bakıma alınan Savaliha'nın sağlık giderlerini Filistin Halk Partisi üstlendi.

16 Ocak 1995 Pazartesi günü tutuklanan Selmân Sâlim Celâyita adındaki 45 yaşında bir Filistinli, Eriha'da özerk yönetime bağlı polislerin yürüttüğü soruşturma esnasında hayatını kaybetti. Celâyita'nın polislerin uyguladığı işkence sonucunda öldüğü birçoklarının ortak tahminiydi. Filistinli Vatandaşların Haklarını Savunma Yüksek Konseyi bu olayın özerk yönetimin işbaşına gelmesinden sonra polis soruşturması esnasında meydana gelen ikinci ölüm olayı olduğuna dikkat çekerek adı geçen kişinin ölüm sebebinin ortaya çıkarılması için soruşturma açılmasını talep etti. Ancak özerk yönetim bu talebi kulak ardı etti.

Filistin'de faaliyet gösteren iki ayrı insan hakları kuruluşu, özerk yönetim polislerinin Gazze'nin Han Yunus bölgesinden olan Abed Hüseyin Ebu Gali adlı 55 yaşında bir Filistinlinin ölümüne yol açtıklarını bildirdi. Gazze'de faaliyet gösteren Filistin İnsan Hakları Merkezi ve idare yeri Kudüs'te olan Filistin İnsan Hakları Gözetleme Komitesi adlı kuruluşların ayrı ayrı yaptıkları açıklamalarda bildirildiğine göre Ebu Gali, Ürdün'e gidebilmek için bir izin belgesi çıkartmak amacıyla özerk yönetim idare bürosuna başvurarak, polis müdürü Gazi el-Cubali'yle görüşmek istedi. Siyonist işgal kuvvetlerinin kurşunlarıyla yaralanan bir oğlunun Ürdün'de tedavi görmesi sebebiyle onu ziyaret etmek istediğinden böyle bir izin belgesine ihtiyacı olduğunu da açıkladı. Onun bu isteği üzerine güvenlik sorumlusu Cezzar el-Gavl kendisiyle görüştü. Ancak daha sonra el-Gavl'ın adamları Ebu Gali'yi dövmeye başladılar. Burada şiddetli darbeler yiyen Ebu Gali, bir ambulansla Gazze'deki Şifa hastanesine kaldırıldı. Ama hastaneye getirildiğinde ambulansta ölmüş olduğu görüldü. Özerk yönetim polis müdürü Gazi el-Cubali olayla ilgili açıklamasında Ebu Gali'nin kalp krizi sonucu öldüğünü ileri sürdü. Fakat ölen şahsın oğlu Abdülfettah Ebu Gali, babasının cenazesini teçhiz ederken üzerinde gayet belirgin bir şekilde cop izleri gördüklerini, ayrıca ağzında ve burnunda kan toplandığına şahit olduklarını, dolayısıyla babasının kalp krizi sonucu öldüğü iddialarının inandırıcı olmadığını açıkladı. Öte yandan Filistin İnsan Hakları Merkezi de Ebu Gali'nin kalp krizi sonucu değil dövülerek öldürüldüğüne dair ellerinde yeterince belge ve bilgi olduğunu, şahitlerin ifadelerinin de bunu ispat ettiğini, üstelik olayda suçlu görülen kişinin sicilinin de temiz olmadığını, başkalarına da işkence ettiğine dair hakkında şikayetler bulunduğunu bildirdi.

Özerk yönetim polisleri tarafından bir başka işkence cinayeti ise Ocak 1998'de gerçekleştirilmiştir. Nasır el-Harub adlı 25 yaşında bir Filistinli genç özerk yönetimin güvenlik güçleri tarafından tutuklandıktan sonra soruşturma esnasında yapılan işkence ve kötü muamelelerden dolayı 3 Ocak 1998'de hayatını kaybetti. el-Halil'in Deir es-Samit beldesinden olan Nasır el-Harub, Batı Yaka'nın el-Halil şehri yakınındaki Devra beldesinde soruşturmaya alındığı sırada öldürüldü. Özerk yönetim polisi bu kişinin intihar ettiğini ileri sürdü. İlginçtir ki ondan bir yıl önce de Kudüs'te Mescidi Aksa'dan çıktığı sırada siyonist işgal güçleri tarafından tutuklanan Nidal Ebu Surur'un işkence altında hayatını kaybetmesi üzerine de işgalciler Ebu Surur'un intihar ederek öldüğünü ileri sürmüşlerdi. el-Halil Polis Müdürü Tarık Zeyd basın mensuplarına yaptığı açıklamada, Nasır el-Harub'un tutuklu bulundurulduğu Devra hapishanesindeki hücresinde ayakkabı bağıyla asılmış bir halde bulunduğunu ileri sürdü. Zeyd'in yardımcısı da, el-Harub'un hakkındaki iddialarla ilgili ifadeleri bir kağıda yazması üzere hücreye kapatıldıktan sonra ayakkabı bağıyla intihar ettiğini ileri sürdü. Ancak Filistin İnsan Hakları Örgütü bu açıklamaların inandırıcı olmadığını bildirerek el-Harub'un işkenceyle öldürüldüğünü bildirdi. Filistinli tutukluların sorunlarıyla ilgilenen Filistinli Esirler Kulübü de, el-Harub'un bir gün polis merkezinde tutulduğunu ve bu sırada aşırı derecede dövülmesi sebebiyle aşırı kulak kanamasına maruz kaldığını ve bu yüzden öldüğünü bildirdi. Filistinli Esirler Kulübü, özerk yönetim lideri Arafat'tan ve Adalet bakanı Ferih Ebu Medyen'den el-Harub'un ölümüne sebep olanlar hakkında soruşturma açmalarını ve bu kişileri mahkemeye sevk etmelerini istedi. Filistin İnsan Haklarını ve Çevreyi Koruma Birliği adlı teşkilat da Nasır el-Harub'un çok kısa bir süre içinde işkenceyle öldürüldüğüne dikkat çekerek hadisenin son derece üzücü olduğunu dile getirdi. Birlik, Nasır el-Harub'un ölümüyle özerk yönetimin zindanlarında öldürülenlerin sayısının 16'ya çıktığına, bunlardan 12'sinin soruşturma esnasında yapılan işkence yüzünden aldıkları yaralardan hayatlarını kaybettiklerine dikkat çekti.

Özerk yönetim polisinin işkencelerinin sebep olduğu bir başka ölüm olayı da Ağustos 1998'de gerçekleşti. Bu tarihte Velid Mahmud el-Kavasimi adlı 45 yaşındaki bir Filistinli Eriha'daki genel polis merkezinde sorgulandığı sırada maruz kaldığı işkence yüzünden hayatını kaybetti. Sekiz çocuk babası olan ve Batı Yaka'nın Beytlaham şehrinde bir sigorta bürosunu işleten Velid Mahmud el-Kavasimi, Arafat yönetiminin polisleri tarafından 25 Temmuz 1998 tarihinde el-Halil'de tutuklanmıştı. el-Kavasimi buradan Eriha polis merkezine götürüldü ve orada yaklaşık 15 gün süren sorgulamadan sonra 9 Ağustos 1998 Pazar sabahı ağırlaşarak hastaneye kaldırıldı. Ancak sağlık durumunun tehlikeli bir noktaya gelmiş olması sebebiyle Eriha hastanesinde tedavi edilemeyeceği anlaşıldı ve Nablus hastanesine nakledilmesi kararlaştırıldı. Fakat Nablus'a nakledilirken yolda can verdi. el-Kavasimi'nin cesedini görenler ceset ve özellikle de kafatası üzerinde şiddetli darp izleri gördüklerini ifade ettiler. Görgü şahitlerinin verdikleri bilgileri değerlendiren insan hakları kuruluşları yetkilileri de el-Kavasimi'nin kafasından aşırı derecede dövülmesi sebebiyle beyin kanamasından ölmüş olabileceğini dile getirdiler. Ailesi de Filistin İnsan Hakları Gözetleme Organizasyonu'na verdiği bilgide cesedin gasli esnasında, işkence izlerinin çok açık bir şekilde görüldüğünü dile getirdi. Eriha savcılığı olayın soruşturulması için bir heyet oluşturulmasını kararlaştırdı. Özerk Yönetim Soruşturma Büroları Genel Müdürü Emin el-Hindi de işkence olayına karıştıkları tahmin edilen polis ve komiserlerin savcılığa teslim edildiğini açıkladı.

Arafat'ın polislerinin yaptığı işkence sebebiyle hayatını kaybedenlerden biri de Halid Bahr'dır. Filistin'de faaliyet gösteren Mandela İnsan Hakları Örgütü ve Filistin İnsan Hakları Komitesi adlı iki ayrı insan hakları kuruluşu Halid Yunus Bahr adlı 36 yaşındaki Filistinlinin ölümünden özerk yönetime bağlı Koruyucu Güvenlik teşkilatının sorumlu olduğunu bildirdi. Batı Yaka'daki el-Halil vilayetinin Beyti Emr kazasından olan Halid Bahr, 25 Mayıs 2000 tarihinde tutuklanmış ve 6 Haziran 2000 tarihinde özerk yönetime bağlı ez-Zahiriye karakolunda tutuklu olduğu sırada hayatını kaybetmişti. Mandela İnsan Hakları Örgütü tarafından Halid Bahr'ın ölümüyle ilgili olarak hazırlanan raporda bu kişinin ölümünden tümüyle özerk yönetimin Koruyucu Güvenlik teşkilatının sorumlu olduğu, onun ölümüyle ilgili olarak özerk yönetim yetkilileri tarafından ortaya atılan iddiaların gerçekten uzak ve tamamen saptırma amaçlı olduğu dile getirildi. Rapora göre Halid Bahr'ın cesedinin kafa, yüz ve boyun kısımlarında ve vücudunun daha başka organlarında gayet belirgin şekilde işkence izleri vardı. Bu işkence izlerine kendi yakınları başta olmak üzere birçok kişi şahit oldu. Raporda Halid Bahr'ın akrabalarının verdiği bilgilere de ayrıntılı bir şekilde yer verildi. Örneğin mağdurun yakınlarından Fayiz Muhammed Bahr, kendisinin otopsi esnasında cesedin yanında bulunduğunu ve işkence izlerine bizzat şahit olduğunu aynı şeylere otopsi işleminin başında bulunan İbrahim Tuman, Yunus Naci, İsa Muhammed, İbrahim Bahr ve daha başkalarının da şahit olduklarını söyledi. Raporda Halid Bahr'ın tutuklanmasının da herhangi bir savcılık kararıyla değil herhangi bir yasal gerekçeye dayanılmadan gerçekleştirildiğine dikkat çekildi. Çünkü savcı Ahmed et-Tubasi, mağdurun babasına yaptığı açıklamada kendisinin Halid Bahr'ın tutuklanması için herhangi bir talepte bulunmadığını ve bu yönde herhangi bir imza vermediğini ifade etti. Mandela İnsan Hakları Kurumu, Halid Bahr'ın işkence altında öldürülmesi olayıyla ilgili olarak soruşturma açılması ve sorumlu kişilerin ortaya çıkarılarak cezalandırılması talebinde bulundu. Aynı olayla ilgili olarak Filistin İnsan Hakları Komitesi'nin raporunda da yaklaşık olarak aynı bilgilere yer verildi ve aynı noktalara parmak basıldı. Özerk yönetime bağlı Koruyucu Güvenlik teşkilatının Batı Yaka bölge sorumlusu Cibril er-Recub basın yayın organlarına yaptığı açıklamada Halid Bahr'ın kalp krizinden dolayı hayatını kaybettiğini iddia etmişti. Oysa yapılan araştırmalar bu iddianın inandırıcı olmadığını ortaya koyuyordu. Vahşice bir işkence cinayetine kurban giden Halid Bahr altı çocuk babasıydı. Bu cinayetin düşündürücü bir yanı da Bahr'ın Arafat'ın örgütü olarak bilinen el-Fetih örgütünün adamlarıyla sıkı bir münasebet içinde olduğunun bilinmesine rağmen böyle bir vahşete kurban gitmesiydi. Bu durum Arafat'ın siyonist işgal devletine yaranabilmek için kendi çocuklarını da yemekten çekinmediğini gösteriyordu.

Özerk yönetimin iş başına geldiği tarihten buyana bu yönetimin polis merkezlerinde ve zindanlarında onlarca kişi işkence ve kötü muamele yüzünden hayatını kaybetmiştir. İsimlerini zikrettiklerimiz sadece birkaç örnekten ibarettir.

Arafat Zulmünün Yargıdaki Çarkı: Devlet Güvenlik Mahkemeleri

İlginçtir ki Arafat'ın devleti yok ama Devlet Güvenlik Mahkemeleri var. Çünkü insanlar üzerindeki zulüm ve haksızlıklarına yargı kılıfını geçirebilmesi için bu mahkemelere ihtiyacı var.

Arafat, özerk yönetime bağlı bir Devlet Güvenlik Mahkemesi için ilk girişimlerini 1995 yılının Şubat ayının başlarında başlatmıştı. O sıralarda basına yansıyan bazı haberlerde Arafat'ın böyle bir mahkeme kurmaya karar verdiği ve bu amaçla bazı yerlere talimatlarını ilettiği bildiriliyordu. Arafat'ın bu kararı doğal olarak özerk yönetimin ne amaç için kurdurulduğunu bilenlerin tepkilerine yol açmıştı. İşgal altındaki Filistin topraklarında ve özerk yönetim bölgesinde insan hakları savunmasıyla ilgilenen Hak Örgütü, Arafat'ın böyle bir karar almasının hemen ardından bir açıklama yaparak bu kararı ve bu yönde verilen talimatları protesto etmişti. Hak Örgütü tarafından yapılan açıklamada böyle bir mahkemenin kurulması durumunda bölgedeki yargı organlarının özerk yönetimin kararlarını uygulamaktan başka bir şey yapamayacakları, bu durumda da kanun hâkimiyetinden söz etmenin mümkün olamayacağı ifade ediliyordu. Açıklamada böyle bir şeyin yargının bağımsızlığını da ortadan kaldıracağına dikkat çekiliyordu. Hak Örgütü açıklamasında Gazze'de Devlet Güvenlik Mahkemesi kurulması yönünde verilen talimatların derhal geri alınmasını ve bu yöndeki çalışmaların durdurulmasını istemişti.

Öte yandan Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS)'ın Gazze'deki temsilcileri de karara karşı çıkarak böyle bir mahkeme kurulmasındaki amacın zulüm ve baskı uygulamalarını daha sistematik hale getirmek ve biraz daha resmileştirmek olduğuna dikkat çekmişlerdi.

Ancak işgalci İsrail rejiminin direktiflerini ve emirlerini kendi halkının isteklerinin üstünde tutan Arafat bütün bu tepkilere kulak tıkayarak Filistin Yüksek Askeri Güvenlik Mahkemesi'ni yani DGM'ni kurdu. Arafat'ın DGM'si kuruluş şekliyle bir tür cunta mahkemesi niteliği taşıyordu. Bu niteliği taşıyan mahkemenin konumu ve görevleri de sivil mahkemelerinkinden farklı olacaktı tabii ki. Yapılan açıklamalara göre mahkeme en başta işgal kuvvetlerine karşı eylem düzenleyenleri yargılayacaktı. Çünkü Arafat'ın ve onun göreve getirdiği askeri yargıçların mantıklarına göre bu eylemleri düzenleyenler özerk yönetim bölgelerinin güvenliğini tehlikeye sokuyorlardı. Oysa işin gerçeğinde kurulan cunta mahkemesine böyle bir görev verilmesindeki amaç İsrail'in güvenliğini sağlama almaktı. İşgalci İsrail kuvvetlerine yönelik eylemler özerk yönetim bölgelerinin değil siyonist sultanın güvenliğini tehdit etmektedir. Bu eylemlerin önünün alınmasının istenmesindeki amaç ise siyonist işgalcilerin yataklarında rahat uyumalarını sağlamak, onları işgal ettikleri topraklar üzerinde güvene kavuşturmaktır.

Arafat'ın DGM diğer adıyla askeri cunta mahkemesi kurması Filistin halkının geniş çaplı tepkisine ve protestosuna yol açtı. Çünkü özerk yönetimin bazı ileri gelenleri bu mahkemenin görevinin işgalci İsrail yönetimine karşı mücadele edenleri, İsrail hedeflerine yönelik eylemler düzenleyenleri cezalandırmak olacağını itiraf ediyorlardı. Filistin'deki insan hakları kuruluşları da bu konuda Filistin halkının yanında yer alarak özerk yönetim tarafından DGM kurulmasını protesto ettiler. Aynı şekilde halk içinde örgütlenmiş olan gruplar da bu işe karşı çıkararak Arafat'ı bu yöndeki bütün girişimlerinden vazgeçmeye, atmış olduğu adımlardan geri dönmeye çağırdılar. HAMAS'ın Gazze'deki liderlerinden Dr. Mahmud Zehhar konuyla ilgili açıklamasında: "Özerk yönetimin cezalandırması gerekenler halka karşı suç işleyenler ve işgal yönetiminin ajanlığını yapanlardır, yoksa işgale karşı direnme sorumluluğunu üstlenmiş olanlar değil" diyerek, özerk yönetimi işgalcilerle işbirliği içinde olan ajanları korumakla, işgale karşı direnenleri ise cezalandırmakla suçladı. Öte yandan özerk yönetimin işbaşına gelmesinden sonraki birkaç aylık süre içerisinde birçok kez insan haklarını çiğnediğine, bunun uluslararası insan hakları kuruluşları tarafından hazırlanmış olan raporlarda da belgelendirildiğine dikkat çekilerek böyle bir yönetimin kuracağı Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin hukuk kurallarına göre işlemesinin mümkün olamayacağı dile getirildi.

Fakat özerk yönetim, bütün bu itirazlara rağmen İsrail ve ABD dayatmaları sebebiyle Devlet Güvenlik Mahkemesi konusunda ısrarından vazgeçmedi. Zaten siyâsi gözlemcilerin ortak tespitlerine göre Arafat böyle bir mahkeme kurmakla İsrail başbakanı Rabin'e vermiş olduğu sözlerden birini yerine getirmenin dışında bir şey yapmıyordu. Çünkü Arafat, Ocak 1995'te Tel Aviv yakınlarındaki Beyt Lid kasabasında gerçekleştirilen ve 21'i asker 22 siyonistin ölümüyle sonuçlanan eylemden sonra Rabin'le yaptığı görüşmede ona bir DGM kurma ve bu tür eylemlerin sorumlularını bu mahkemede yargılama sözü vermişti. Arafat özerk yönetimin başına getirilmesini Rabin'e borçlu olduğundan ona verdiği sözü yerine getirmeye de kendini mecbur hissediyordu.

Arafat'ın DGM'si kuruluşunu gerçekleştirdikten hemen sonra vakit kaybetmeden zulüm dağıtmaya başladı. İlk zulüm kararları için de ateşli günleri seçti. Gazze'nin Şeyh Rıdvan mahallesinde HAMAS'ın askeri kanadı olan İzzettin Kassam Birlikleri'nin Gazze'deki etkin komutanlarından Kemâl Kehil'in girip çıktığı üç katlı bir binaya bomba konulması sonucu meydana gelen ve altı kişinin ölümüne yol açan patlama olayının arkasından gerçekleştirilen istişhadi eylemleri izleyen günlerde bu ilk zulüm kararlarını açıkladı. Filistin Askeri Yüksek Güvenlik Mahkemesi 10 Nisan 1995 günü açıkladığı zulüm kararında Gazze'deki İslâmi Cihad Hareketi mensuplarından bir genci 15 yıl hapis cezasına çarptırdığını bildirdi. Ertesi gün de Ömer Şelah adlı bir genci müebbet hapis cezasına çarptırdığını açıkladı. 15 ve 16 Nisan tarihlerinde açıkladığı kararlarda da ikisi HAMAS biri İslâmi Cihad Hareketi mensubu üç kişiyi daha çeşitli hapis cezalarını çarptırdı. Tutuklanan daha pek çok kişi hakkındaki soruşturmalar da hararetli bir şekilde sürdürülüyordu.

Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) bu kararların açıklanması üzerine yayınladığı bildiride kendilerinin bu kararları ve bu kararları veren mahkemeyi tanımadıklarını hatırlatarak adı geçen mahkemenin arkasında duran özerk yönetimi zulüm çarkını en kısa zamanda durdurmaya, halkın tahammül sınırlarını aşmamaya çağırdı. HAMAS bildirisinde, özerk yönetimi siyonist işgalcilerin göğüslerine doğru çevrilmiş olan silahları toplamaya kalkışmaması ve Filistin topraklarının bağımsızlığı için sürdürülen cihadın önüne geçmekte ısrarlı davranmaması için de uyardı. HAMAS bildirisinde, adı geçen mahkemenin temel itibariyle meşru olmadığını dolayısıyla verdiği ve vereceği hiçbir kararın da meşru olamayacağını bildirerek mahkemenin başına getirilenleri yürüttükleri bütün soruşturmaları derhal durdurmaya çağırdı.

Bütün bu çağrılara rağmen Arafat'ın DGM'si zulüm çarkını döndürmeye sonraki dönemlerde de devam etti ve halen de devam ediyor. Biz de bu çarkın zulümlerinden birkaç örnek daha verelim:

Arafat'ın DGM'si 22 Nisan'da açıkladığı bir kararla Gazze İslâm Üniversitesi'nde öğrenci olan evli ve üç çocuk babası Hâlid İsâ Mutlak adlı HAMAS mensubu bir genci 4 yıl hapis cezasına çarptırdı. Yine aynı gün bir diğer HAMAS mensubu, Han Yunus İlimler ve Teknoloji Akademisi öğrencisi Muhammed es-Seyyid sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Arafat'ın DGM'si bu kararlarla gaza basmış oldu ve artık yeni zulüm kararları vermek için önünü açık görmeye başladı. Dolayısıyla sonraki günlerde de yeni hapis cezaları verme cüretini gösterebildi. Arafat yönetimi bu zulmü uygularken İslâmi hareketin, Filistin halkının birbirine düşmemesi için gösterdiği hassasiyeti de istismar ediyordu. Ancak bu tutumuyla oldukça tehlikeli bir yola girdiğinin farkında değildi. Çünkü İsrail yönetiminin verdiği talimatları uygulamaktan başka hiçbir şey yapmayan Arafat yönetiminin Filistin halkının nazarında artık İsrail rejiminden farklı bir yanı kalmamıştı.

Hz. Yusuf (a.s.)'ın mahkum edilişinde dayanılan mantık, günümüzün yargı mantığını izah etmesi açısından da oldukça önemli ibretler taşımaktadır. Bu itibarla önce, Hz. Yusuf (a.s.)'ın yargılanması olayından söz eden ayetlerin ışığında bu mantığı genel olarak irdelemek istiyorum. Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Kadın dedi ki: "İşte hakkında beni kınadığınız kişi budur. And olsun ben onun nefsine yaklaşmak istedim ancak o iffetlilik gösterip sakındı. Ama eğer kendisine emrettiğimi yapmazsa mutlaka zindana atılacak ve mutlaka küçük düşürülenlerden olacak." (Yusuf) dedi ki: "Rabb'im! Zindan benim için onların çağırdıkları şeyden daha sevimlidir. Eğer onların düzenlerini benden savmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum. Rabb'i onun duasını kabul etti ve onların düzenlerini ondan savdı. Şüphesiz O duyandır, bilendir. Sonra bazı delilleri görmelerinin ardından yine de onu bir süre zindana atmaları kendilerine uygun geldi." (Yusuf, 12/32-35) Bu ayetlerden anlaşıldığına göre özellikle hakimiyeti ellerinde tutanlar veya onların çevrelerinde belli bir konuma sahip olanlar zaman zaman kendi kötülüklerini örtmek için suçsuz insanları zindana attırmaktadırlar. Bunu çoğunlukla bir suçun varlığının kesinlik kazanması halinde kendilerinin suçlu görülmemesi için yapmaktadırlar. Hz. Yusuf (a.s.)'a iftirada bulunulması olayında da bir suçun varlığı kesinlik kazanmıştı ve bu suçu Aziz denilen kişinin karısının yaptığı hususunda kuvvetli deliller vardı. Ama suçu işleyen kişi üst düzey bir devlet yetkilisinin eşi olduğundan onun suçunun örtülmesi, onun suçunun örtülebilmesi için ise Hz. Yusuf (a.s.)'ın suçlu gösterilmesi gerekiyordu. Bu yüzden ayette de ifade edildiği üzere, suçun kadın tarafından işlendiğini ispat eden bazı delilleri görmelerine rağmen yine de Yusuf'u bir süre zindana atmayı uygun gördüler. Burada kastedilen delillerden daha önceki ayetlerde söz edilmiştir. (Bkz.26-29. ayetler)

Devleti olmayan Yasir Arafat'ın Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin Mart 1999'da Raid Subhi el-Attar adlı bir Filistinli genç hakkında verdiği idam kararı da mantık olarak tıpkı Hz. Yusuf (a.s.) hakkında verilen hapis cezası kararına benziyordu. Olay şuydu:

Şubat 1999 başlarında, Gazze'nin Rafah şehri yakınlarında özerk yönetim polislerinin bazı Filistinli gençlerin peşine düşmeleri üzerine gençlerle polisler arasında çatışma çıktı. Çatışmada yüzbaşı rütbesinde Rıfat Cevdet adında bir baş komiser (güvenlik subayı), Fedva Ebu Cervane adında bir kız çocuğu ve polisler tarafından takip edilen gençlerden Ala Celal el-Hıms adında biri hayatını kaybetti. Bu olaydan sonra adı geçen baş komiserin öldürülmesine polisler tarafından kovalanan gençlerin yol açtığı ileri sürüldü. Ancak yapılan tahkikler, bu kişinin gençler tarafından değil, bizzat kendi arkadaşlarının silahlarından çıkan mermilerin isabet etmesi sonucu hayatını kaybettiğini gösteriyordu. Ancak bunda bir kasıt mı olduğu yoksa mermilerin sekmesi sonucu söz konusu kişiye isabet mi ettiği konusunda kesin bir şey yoktu. Bu arada gençler de, Rıfat Cevdet'in ölümüne kendilerinin sebep olmadıklarını açıklayarak, adil bir yargılama olacağı taahhüdünde bulunulması halinde özerk yönetim polislerine teslim olacaklarını bildirdiler. Özerk yönetim yetkilileri adil bir yargılama olacağı taahhüdünde bulununca da gençler bu taahhüde inanarak teslim oldular. Ancak ne yazık ki, özerk yönetimin DGM'si bu taahhüdünü yerine getirmedi ve jet bir yargılamayla, olayda birinci derecede suçlu olduğunu iddia ettiği Raid el-Attar'ı kurşunlama suretiyle idama, iki arkadaşından da birini ömür boyu, diğerini 15 yıl hapis cezasına çarptırdı.

İşin ilginç tarafı ise, idam kararına gerekçe teşkil eden öldürme olayının mağduru komiser Rıfat Cevdet'in ailesinin de mahkeme kararının haksız bir karar olduğuna inanmasıydı. Rıfat Cevdet'in ailesi, mahkemenin asıl gerçekleri gizlemek amacıyla bu kararı verdiğini ve kendilerinin, mahkum edilen kişilerin suçsuzluğundan şüphe etmediklerini dile getirdi. Rıfat Cevdet'in ailesi konuyla ilgili bir de yazılı açıklama yaptı. Ailenin yazılı açıklamasında şu ifadelere yer verildi: "Artık iş iyice çığırından çıkmış durumdadır. Ortada adil bir yargılamanın olması zorunludur... Gerçeği gizlemekten başka bir amaç taşımayan ve adeta bir tiyatro sahnesine dönüşen çocuk oyunu tarzı bir basit yargılamayla bu olmaz. Biz, Rıfat Cevdet'in ailesi olarak, kırmızı bayrağımızı kaldırmış durumdayız ve bu davada Allah'ın şeriatı uygulanıncaya kadar da indirmeyeceğiz." Cevdet ailesinin olayla ilgili olarak verdiği bilgi ise şöyleydi: "Olayın cereyan ettiği gün özerk yönetimin koruyucu güvenlik birimine mensup polisler bazı Filistinli gençleri takip ederek onları tutuklamak istediler. Ancak bu gençler arabalarına binerek kaçmaya çalıştılar. Polislerde kalaşinkof silahlar, kaçan gençlerde ise sadece tabancalar vardı. Gençler kaçmaya kalkışınca polisler onların üzerine doğru ateş ettiler. O sırada bazı polislerin silahlarından çıkan mermiler sekerek Rıfat Cevdet'e isabet etti ve ölümüne yol açtı. Ancak özerk yönetim olayı örtbas edebilmek için, otopsi yapılmasına fırsat vermeden dört saat içinde Rıfat'ı defnetti. Fakat yakınları defn işine itiraz ederek cesedin kabirden çıkarılmasını istediler. Ceset çıkarıldıktan sonra yapılan otopside onun tabanca mermileriyle değil kalaşinkof mermileriyle öldüğü tespit edildi. Özerk yönetim kayıtlarına da zaten bu geçmişti ve yakın zamana kadar, onun kalaşinkof mermileriyle öldüğü bizzat özerk yönetim yetkililerinin ağzından dile getiriliyordu."

Arafat'ın DGM'sinin bu haksız idam kararı Rafah halkının şiddetli tepkisine yol açtı. Şehir halkından kalabalık bir grup 10 Mart 1999 tarihinde özerk yönetime karşı bir protesto gösterisi düzenledi. Arafat'ın polisleri göstericileri dağıtmak için silahlı müdahalede bulundular ve yapılan saldırıda göstericilerden iki genç hayatını kaybetti, pek çok kişi de yaralandı.

Özerk yönetim polisleri, olayları görüntüleyen basın mensuplarını da tutuklayarak çektikleri fotoğraf ve video filmlerini ellerinden aldılar. Sonra da fotoğraf makinelerini ve kameralarını geri verip serbest bıraktı ve derhal bölgeyi terk etmelerini istediler. Özerk yönetim, bu olayların dünya kamuoyuna yansımasından rahatsız olması sebebiyle basının gelişmeleri izlemesine ve kamuoyuna yansıtmasına fırsat vermedi.

Bazıları baş komiser Rıfat Cevdet'in öldürülmesi olayını özerk yönetimle HAMAS'ı fiili bir çatışmanın içine çekebilmek için değerlendirmeye çalıştı. Ancak, HAMAS, Cevdet'in öldürülmesinden hemen sonra yaptığı açıklamada kendisinin bu olaylarla hiçbir ilgisinin olmadığını ve Filistinliler arası bir çatışmaya yol açacak her hareketten uzak kalmayı yeğlediğini, böyle bir şeyin sadece siyonist işgal rejiminin işine yarayacağını dile getirmişti.

Bütün bu gelişmeler Arafat yönetimine bağlı olarak kurulan sözde yargı mekanizmasının da zulme ve haksızlıklara bir "yargı" kılıfı geçirmekten başka bir amaç taşımadığını, mantık itibariyle ise gelmiş geçmiş zulüm düzenlerinden bir farkının olmadığını gösteriyordu. Bu olaylar aslında zulüm rejimlerinin her alanda birbirlerine benzediklerini de gözler önüne seren gelişmeler oldu.

Arafat'ın Devlet Güvenlik Mahkemesi, Eriha'da bir İsrail otobüsüne saldırı düzenlenmesi ve Amerikan asıllı bir yahudinin öldürülmesi olayına katılmakla suçladığı Emced Reşid el-Hannavi adlı Filistinli genci on yıl ağır hapis cezasına mahkum etti. Mahkeme, el-Hannavi'yi 13 Eylül 1995'te, Halil eş-Şerif adlı HAMAS mensubu bir gençle birlikte sözü edilen eylemi gerçekleştirmekle suçladı. Ancak el-Hannavi mahkemede, kendinin bu eyleme katılmadığını ve HAMAS mensubu olmadığını bildirmişti. el-Hannavi, Halil eş-Şerif' arkadaşı olduğu için onun arabasına binerek bir yere gitmek istediğini, yolda onun söz konusu eylemi gerçekleştirdiğini fakat kendinin kesinlikle olaya bir dahlinin olmadığını ifade etmişti. Mahkeme ise onun eyleme fiilen katıldığına dair delil bulamadığı halde, bu konuda öngörülen en ağır cezayı verdi.

Bazı insan hakları kuruluşları mahkemenin araştırma yapmadan işi bir oldu bittiye getirip ceza verdiğini dile getirdiler. Batı Yaka genel askeri savcısı Muhammed el-Beştavi bu yöndeki tenkitlere verdiği cevapta, cezayı veren mahkemenin sivil değil askeri bir mahkeme olduğunu askeri mahkemenin ise işlerini hızlı yürüterek davayı en kısa sürede sonuca bağlamak zorunda olduğunu iddia etti.

el-Hannavi'nin avukatı Ammar Ke'abine ise sorgulamanın hukuki yollardan yapılmadığına dikkat çekerek verilen hükmün kesinlikle sağlam bir delile dayanmadığını ifade etti.

Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) da konuyla ilgili olarak yaptığı basın açıklamasında el-Hannavi'nin on yıl ağır hapis cezasına çarptırılmasının sırf İsrail'in taleplerinin yerine getirilmesi amacıyla verilmiş bir hüküm olduğunu bildirdi. Açıklamada, Filistin halkının haklarını gasp eden ve topraklarını zorla ellerinden alan gasıp işgalcilere karşı mücadele haklarının meşru bir hak olduğu dile getirilerek, gasıp işgalcilere karşı gerçekleştirilmiş kahramanca bir eyleme iştirak etmekten dolayı şerefli bir Filistin vatandaşını hapse mahkum etmenin prensip olarak reddedilmesi gereken bir iş olduğu bildirildi.

Özerk Yönetim Zindanları İsrail Zindanlarından Farksız

Özerk yönetim görünüşte, İsrail işgal devletiyle masaya oturduğunda onun zindanlarında bulunan Filistinli tutukluları kurtarmaya çalışıyor imajı veriyordu. Oysa öte tarafta kendinin açtığı zindanlara daha çok insan doldurmaya üstelik onlara zulümde işgalcilerden geri kalmamaya çalışıyor. Verilen bilgilere göre özerk yönetime bağlı zindanlarda tutulan ve çoğunluğu İslami hareket mensubu siyasi tutuklular ağır bir zulümle ve insanlık dışı uygulamalarla karşı karşıyalar. Biz de özerk yönetim zindanlarında sergilenen zulüm uygulamalarından bazı örnekler sumak istiyoruz:

Daha önce polis soruşturmaları esnasında uygulanan işkencelerden söz etmiştik. Ne yazık ki özerk yönetim zulmünde işkence zindanlarda da devam ediyor. Bu konuda bilinmesinde yarar gördüğümüz bazı hususları iletelim:

Özellikle HAMAS'a yakınlıklarından dolayı özerk yönetim zindanlarına doldurulan gençlere korkunç işkenceler yapılıyor. Arap dünyasındaki bazı basın organlarına da yansıyan haberlere göre Batı Yaka'daki el-Halil'in 15 km güneyinde bulunan ez-Zahiriyye zindanında tutuklu bulundurulan gençlerin aileleri çocuklarına yapılan işkence dolayısıyla onların hayatlarından endişe ettiklerini bildirdiler. Filistin özerk yönetiminin sorumluluğunda olan ez-Zahiriyye zindanında tutuklu bulundurulanlara uygulanan işkencelerden bazıları şöyle: Buradaki tutukluların dışarıya sızdırdıkları bilgilere göre tutukluların, zindanda "Filistin askısı" denilen askıyla arkadan kolları bağlanıyor, ayrıca gözleri de bağlanıyor; sonra gece yarısı ani bir şekilde üstlerine soğuk buz gibi su dökülüyor. Bu işkence gece boyunca birkaç kez tekrarlanıyor. Bazı geceler bu işkence yapılırken bazı geceler de yanlarında saatlerce, beyinlerini çatlatacak şekilde yüksek sesle ve aşırı derecede gürültülü müzik çalınıyor. Öte yandan bu hapishanedeki tutuklularla görüşen yakınları özerk yönetim görevlilerinin yaptığı işkencelerin siyonist işgalcilerin işkencelerinden daha katı ve insafsızca olduğunu dile getirdiler. Yakınlarının verdiği bilgilere göre de uygulanan işkence türlerinden bazıları şöyle: Bütün vücutları çırıl çıplak hale getirilerek 10 - 15 cm yüksekliğinde bir yere çıkarılıp elleri ve ayakları bağlı halde iki gün süreyle bekletme, sandalyelere bağlayarak uzun süre bekletme, kollarını tavana asarak dövme, sandalyelere bağlayarak bacaklarından dövme, kol ve bacak kemiklerini kırma vs. Tutuklulardan biri ailesiyle zindandan yaptığı görüşmede, işkence esnasında bacak kemiklerinin birkaç yerden kırıldığını ifade etti.

Özerk yönetimi zindanlarında işkenceye maruz kalanlardan biri HAMAS'ın Batı Yaka'daki askeri kanadının ileri gelenlerinden 39 yaşındaki Yusuf Sirkeci'ydi. Yusuf Sirkeci'nin hanımı eşinin zindanda maruz olduğu durumlarla ilgili olarak aldığı haberler yüzünden kriz geçirdi ve Nablus'taki bir hastanede bir gün yoğun bakımda tutuldu.

Eriha hapishanesindeki işkencelerden dolayı Ahmed Sakar, Hamza Cabir ve İsa Ebu'l-İzz adlı kişiler çeşitli bedensel rahatsızlıklara maruz kaldılar.

Özerk yönetim zindanlarında işkence yüzünden birçok kişi hayatını kaybetti. Özerk yönetimin güvenlik görevlileri bu ölüm olaylarını utanç verici olaylar olarak görmek yerine, tutukluları tehdit etmek için değerlendiriyorlar. Örneğin Cuneyd Hapishanesi'nde Koruyucu Güvenlik biriminde görev yapan Halil ez-Zu'aybi adlı bir komiser, Batı Yaka bölgesinin Cenin şehrinden olan bir tutukluyu, Fethavi Mahmud Cemil adlı bir Filistinlinin tutuklu olduğu sırada maruz kaldığı işkence yüzünden hayatını kaybettiği zindana göndermekle tehdit etti.

Özerk yönetim zindanlarındaki siyasi tutukluların aileleri tarafından yapılan bir ortak açıklamada şu bilgilere yer verildi: "Özerk yönetime bağlı olan Cuneyd Merkezi Hapishanesi'ndeki siyasi tutukluların durumlarının oldukça kötü olduğunu bilmenizi istiyoruz. Belki de bu insanların bugünlerde karşı karşıya oldukları şartlar, tutuklandıkları 4 Eylül 1997 tarihinden buyana karşı karşıya kaldıkları şartların en fenasıdır. 5 Temmuz 1999 tarihinde tutukluların yakınlarıyla zindan görevlileri arasında tartışma çıkması üzerine Güç - 17'ye ve Deniz Kuvvetleri'ne bağlı ekipler tutukluların ve onları ziyarete gelen yakınlarının üzerine ateş açtılar. Aradaki tartışmaya ise şu gelişme sebep oldu: Görevliler, tutukluları ziyaret etmek isteyen yakınlarını arama esnasında aşağılayıcı ve çirkin sözler sarf ettiler. Bunun yanı sıra tutuklular hakkında da aşağılayıcı ifadeler kullandı, onları ajanlıkla suçladılar. Bununla da yetinmeyerek bizzat Allah'a küfrettiler. Bu hareket tutuklu yakınlarından olan gençleri sözlü mukabeleye ve güvenlik güçleriyle yumruklaşmaya itti. Bunun üzerine güvenlik güçleri ellerindeki silahlarla sorumsuzca ateş etmeye başladılar... Bütün bu gelişmeleri bahane eden zindan yönetimi tutuklu yakınlarının tutukluları ziyaret etmelerini engelledi."

Özerk yönetim yetkilileri tutukluların durumlarını yakından görmek isteyen basın mensuplarına da müsaade etmediler. Bütün bu engellemelerin ve tutuklu yakınlarının ziyaretlerini engellemek için bir bahane ortaya çıkarmak amacıyla tahriklerde bulunulmasının amacı tutukluların içinde bulunduğu şartların bilinmesini önlemekten başka bir şey değildi.

Gazze'deki Yüksek Mahkeme 10 Temmuz 1998 Cumartesi günü, 18 Mart 1996'da gözetim altına alınan ve HAMAS'ın Gazze'deki ileri gelenlerinden olan Hamd Abdullah el-Kehlut'un serbest bırakılmasına karar verdi. Bunun üzerine özerk yönetim yetkilileri onu derhal Gazze Merkezi Hapishanesi'nden alarak serbest bırakılmasıyla ilgili işlemleri tamamlamak istedikleri iddiasıyla Koruyucu Güvenlik Birimi'nin merkezine götürdüler. Ancak bu kişi hiçbir yasal gerekçe gösterilmeden uzun süre Koruyucu Güvenlik Birimi'nde tutuldu.

Filistin Vatandaş Haklarını Savunma Bağımsız Komitesi'nin bir açıklamasında el-Kehlut'un, özerk yönetim tarafından HAMAS mensuplarına yönelik tutuklama kampanyasında 18 Mart 1996 tarihinde tutuklandığı ve hakkında hiçbir yasal suçlamada bulunulamadığı dile getirildi. Açıklamada ortada mahkeme kararının olmasına rağmen Kehlut'un serbest bırakılmamasının mahkemenin verdiği kararı hafife alma anlamına geldiğine, bunun da mahkeme kararlarına olan güveni tamamen ortadan kaldırdığına dikkat çekildi.

Zindanlarda bazı polislerin istemedikleri halde işkence yapmaya zorlandıkları belirlendi. Tutuklulardan biri bu konuya temas ederken, polislerden birinin işkence yaparken ağladığını, daha sonra da istifa ettiğini dile getirdi.

Özerk yönetimin sorumlu olduğu bölgelerde yayınlanan gazeteler, söz konusu işkencelerle ilgili haberleri yayınlamaktan çekiniyorlar. Bu konudaki haberler ancak şifahi yollarla veya Filistin'de çalışan yabancı muhabirler vasıtasıyla dış basına yansıtılabiliyor. Filistin'de yayınlanan gazetelerden birinin bir yetkilisi işkence haberlerini yayınladıkları takdirde gazetelerinin kapatılacağından endişe ettiklerini dile getirdi. Özerk yönetimin basına baskısından ileride daha ayrıntılı olarak söz edeceğiz.

Özerk yönetim zindanlarında tutulan tutukluların büyük bir çoğunluğunu "düşünce suçluları" oluşturuyor. Bu insanlar İsrail'le anlaşmaya ve işbirliğine karşı çıktıklarından dolayı buralara doldurulmuşlar. Filistin'deki insan hakları kuruluşlarından olan Kanun Cemiyeti, cemiyetlerine mensup avukatların siyasi tutukluları ziyaret etmesinin özerk yönetim yetkililerince engellendiğine dikkat çekti. Kanun Cemiyeti'nin açıklamasında zindan görevlilerinin siyasi tutukluların yakınlarının da ziyarette bulunmalarına engel oldukları, ayrıca tutuklularla dışarıdan telefonla irtibat kurulmasına da müsaade edilmediği dile getirildi. Siyasi tutuklulardan aylarca gözetim altında tutulmalarına rağmen hakim önüne çıkarılmayanlar oluyor. Konuyla ilgili açıklamalarda bu kişilerin haklı bir gerekçeye dayanılmadan zindana atılmaları sebebiyle hakim önüne çıkarılmadıklarına dikkat çekiliyor. Siyasi gerekçelerle tutuklananlar arasında akademisyenler de var. Bunların başında birkaç kez zindana girip çıkan, son olaylarda da tutuklanması talebiyle evi kuşatmaya alınan Prof. Dr. Abdülaziz Rantisi geliyor. HAMAS'ın Gazze'de sözcülüğünü yapan Prof. Rantisi, daha önce İsrail işgal devletinin gece yarısı evlerinden alıp Güney Lübnan'ın Mercu'z-Zuhr bölgesine sürgün ettiği 415 kişinin de sözcülüğünü yapmıştı.

Özerk yönetim zulmünden çocuk yaşta olanlar da nasiplerini alıyorlar. Örneğin Gazze'nin Cibaliya mülteci kampında ikamet eden 14 yaşındaki Yasir Alan el-Vahidi, özerk yönetime bağlı Koruyucu Güvenlik ekipleri tarafından hiçbir gerekçe gösterilmeden tutuklandı ve tam 53 gün gözetim altında tutuldu. Filistin İnsan Hakları Merkezi konuyla ilgili bir bildiri yayınlayarak adı geçen çocuğun tutuklanmasının ve bu kadar süre gözetim altında tutulmasının özerk yönetim kanunlarına da bütün uluslararası anlaşmalara da aykırı olduğunu dile getirdi. Ailesi de çocuklarının tutuklanmasının ve Koruyucu Güvenlik biriminde maruz kaldığı muamelenin kendisinde birtakım psikolojik rahatsızlıklara yol açtığına dikkat çekti ve bu olayın, özerk yönetime bağlı güvenlik organlarının birer terör örgütü gibi çalıştıklarına, yaptıklarının resmi terörden başka bir mahiyet taşımadığına delalet ettiğini dile getirdiler.

Arafat Diktatoryası Basına Göz Açtırmıyor

Arafat yönetimi bir yandan İsrail ve ABD direktifleri doğrultusunda baskı ve zulüm uygularken diğer yandan bu uygulamalarının kamuoyuna yansıtılmasını da engellemeye çalışıyor. Bu yüzden basına karşı da ağır bir baskı uyguluyor ve yaptığı haksız uygulamalar hakkında kamuoyunun bilgilendirilmesini amaçlayan çeşitli muamelelere başvuruyor. İşte birkaç örnek:

Filistin polisi 29 Kasım 1994 günü, Kudüs'te yayınlanan el-Kuds ve en-Nehâr gazetelerinin özerk yönetim bölgelerinde dağıtımını engelledi. Polis bu iki gazetenin dağıtımının hangi sebepten dolayı engellendiği konusunda herhangi bir açıklama yapmadı. Filistin polisi bundan iki gün önce de Kudüs'te yayınlanan dört gazeteyi, HAMAS'ın Gazze'de Imad Akal'ın şehadeti yıldönümünde düzenlediği etkinliklere katılanların sayısını abarttıkları gerekçesiyle bu bölgeye sokmamıştı. Filistin polis teşkilatı genel müdürü Gazi el-Cubâli'nin emriyle Gazze'ye sokulmayan Kudüs gazeteleri 29 Kasım 1994 tarihli sayılarında, polisin bu uygulamasını şiddetle tenkit etmişlerdi. el-Kuds gazetesi yazarlarından Mâhir el-Ilmi polisin söz konusu uygulamasıyla ilgili yorumunda: "Demokrasi eğer buysa böyle acı tat veren şeker biraz fazla geliyor. Yoksa bir sonraki keresinde Ebu Cehil karpuzunun suyunu mu içmek zorunda kalacağız?" demişti. el-Ilmi yorumunun bir yerinde de: "Filistin halkının birliğini korumaya çalışan gazetecinin mükâfatı bu mudur?" sorusunu sormuştu. Polis teşkilatı genel müdürü Gazi el-Cubâli Kudüs'te yayınlanan dört gazetenin Gazze'de dağıtılmasını engelleme kararı almasından sonra yaptığı açıklamasında gazetecileri İsrail ajanlığıyla suçlamıştı. el-Menâr gazetesinin yazı işleri müdürü İsmâil Acve de Gazi el-Cubâli'nin bu iddiasına verdiği cevapta: "Bu iddia son derece gülünç ve saçmadır. Uzun yıllardır işgal yönetimine karşı büyük bir çabayla mücadele veren gazeteciler neyin halkın yararına olduğunu daha iyi bilirler" demişti. Yorumlarda Filistin polisinin, Kudüs'te yayınlanan gazetelerden ikisinin 29 Kasım 1994 tarihli sayılarını Gazze bölgesine, kendisine yönelik tenkitler içeren yazılar yayınlamaları dolayısıyla sokmadığına dikkat çekildi.

Gazze bölgesinde yayınlanan el-Vatan gazetesi Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS)'a yakınlığıyla bilinen bir gazeteydi. Bu gazete Mayıs 1995 başlarında özerk yönetime bağlı hapishanelere doldurulan tutukluların içler acısı durumlarını ortaya koyan bir dosya yayınladı. Arafat, emrindeki cunta yönetiminin zindanlarına doldurulan insanların karşı karşıya olduğu bu vahşete dair bilgilerin kamuoyuna yansımasından rahatsız olmuştu. Çünkü o, diğer askeri cunta yönetimleri gibi zulmetmek ama bu zulmünü kamuoyundan gizlemek istiyordu. Dolayısıyla el-Vatan gazetesinin, onun, tutukladığı insanlara lâyık gördüğü insanlık dışı muameleleri açığa vurmasından ve kamuoyunun bilgisine sunmasından rahatsız olmuştu. Bu yüzden 13 Mayıs 1995 Cumartesi günü yani Kurban bayramının son günü özerk yönetime bağlı özel bir polis ekibi el-Vatan gazetesinin sorumlu yazı işleri müdürü Seyyid Ebu Musâmih'in evine silahlı baskın düzenledi ve kendisini herhangi bir gerekçe göstermeden tutukladılar. Ertesi sabah erken saatlerde de gazetenin idare merkezine silahlı bir baskın düzenleyerek yayın kadrosundan bazı kişileri tutukladılar. Seyyid Ebu Musâmih tutuklanışının üzerinden yirmi dört saat geçtikten sonra Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin yani askeri cunta mahkemesinin önüne çıkarıldı ve mahkeme ilk duruşmada onu: "Halkı tahrik etmekle ve toplum güvenliğini bozmakla" suçlayarak iki yıl hapis cezasına çarptırdı. Oysa Ebu Musâmih HAMAS'la özerk yönetim arasında diyalog sağlanması amacıyla oluşturulan komitenin bir üyesiydi ve taraflar arasında diyalog sağlanması, Filistinliler arasında herhangi bir kargaşa çıkmaması için yoğun faaliyet yürütmesiyle tanınıyordu. Zaten mahkeme kararının iki günden daha kısa bir süre içerisinde, iddiayla ilgili delillerin toplanmasına bile ihtiyaç duyulmadan apar topar çıkarılması Ebu Musâmih hakkındaki hükmün önceden verildiğini gösteriyordu. Doğrusu askeri cunta mahkemeleri bile bu kadar hızlı hüküm vermeyi başaramamakta, en azından inandırıcı olabilmek için birkaç duruşma gerçekleştirme, mahkeme savcısının iddiasıyla ilgili göstermelik de olsa bazı deliller toplama ihtiyacı duymaktadırlar. Ama Arafat'ın mahkemesinin diğer cunta mahkemelerinden farklı bir yanı vardı: Diğer cunta mahkemeleri en azından askeri cunta rejimlerinin yargı felsefesine göre hareket ederler. Arafat'ın mahkemesi ise sadece bağlı bulunduğu siyonist işgal yönetiminin kendisine dikte ettiği hükümleri okumakla görevlendirilmişti.

Özerk yönetim kendi sorumluluğuna giren bölgelerde çalışan basın yayın mensuplarına, HAMAS'ın askeri kanadının Yahya Ayyaş'tan sonraki istişhadi eylemler birimi başkanı Muhyiddin eş-Şerif'in öldürülmesi olayıyla ilgili olarak özerk yönetim yetkililerinin özellikle de bu yönetimin resmi sözcüsü durumundaki Tayyib Abdurrahim'in yaptığı açıklamaların dışında hiçbir şey yayınlamamaları yönünde talimat verdi. Çünkü Muhyiddin eş-Şerif'e yönelik suikast İsrail-özerk yönetim işbirliği ile gerçekleştirilmişti ve özerk yönetim buradaki suçunu gizlemek amacıyla bir senaryo uydurmuştu. Ama uydurduğu senaryodaki yalanlar mızrağın çuvala sığmadığı sözünde ifade edildiği gibi oldukça büyüktü. Bu konuda özerk yönetimin polis teşkilatı tarafından Gazze ve Batı Yaka bölgelerinde faaliyette bulunan bütün basın mensuplarına yazılı emir gönderildi.

Öte yandan söz konusu bölgelerde faaliyette bulunan basın mensupları çalışma bürolarının sürekli özerk yönetim mensupları tarafından murakabe altında tutulmasından ve görevlerini rahat bir şekilde yerine getirmelerine engel olunmasından şikayetçi oldular. Basın mensupları kendilerinin HAMAS'tan tutuklu olanların aileleriyle irtibat kurmalarına da kesinlikle engel olunduğunu özellikle, Muhyiddin eş-Şerif'in öldürülmesi olayının tek şahidi olduğu iddiasıyla gözetim altında tutulan Gassan el-Addasi'nin ailesiyle görüşmeye kalkışan bir basın mensubu hakkında derhal soruşturma açıldığını dile getirdiler. Hatta Arafat yönetiminin resmi sözcüsü Tayyib Abdurrahim'in başta el-Cezire televizyonunun muhabiri olmak üzere bazı basın mensuplarını olayın gerçek yönünü gündeme getirmelerinden dolayı tehdit ettiği bildirildi. el-Cezire muhabiri, Muhyiddin eş-Şerif'in öldürülmesi olayının tek şahidi olarak tanıtılan Gassan Addasi'nin zindandan bir arkadaşına yazdığı mektubu yayınlamıştı. Addasi bu mektubunda kendisinin kesinlikle öldürme olayına şahit olmadığını, özerk yönetim polislerinin kendisine işkence yaparak ve kız kardeşine tecavüz edecekleri tehdidinde bulunarak yalan ifade aldıklarını bildiriyordu. Özerk yönetimin sözcüsü Tayyib Abdurrahim sadece basın mensuplarını tehdit etmekle yetinmeyerek Filistin'deki muhalif grupları da tehdit etti. Abdurrahim, Filistin'deki muhalif gruplardan Muhyiddin eş-Şerif'in öldürülmesi olayıyla ilgili olarak özerk yönetimin açıklamalarına aykırı herhangi bir açıklama yapmamalarını istedi. Tayyib Abdurrahim'in ve onun şahsında özerk yönetimin bu tavrı sırf İsrail işgal rejiminin işine yarayacak yalan ve iftiraları halka zorla kabul ettirme ve doğruların gündeme getirilmesini silah gücüyle engelleme çabası olarak değerlendirildi. HAMAS Tayyib Abdurrahim'in açıklamasıyla ilgili bildirisinde, bu tür tehditlerin kendilerine engel olamayacağını ve doğruları kamuoyunun dikkatine sunmaktan hiçbir zaman çekinmeyeceklerini bildirdi. HAMAS özerk yönetimin tutumuyla ilgili açıklamasında bütün bu baskılara insanların ağızlarına kilit vurmak ve gerçekleri gizlemek amacıyla başvurulduğunu dile getirdi. HAMAS, özerk yönetimin yalanlarının ortaya çıkarılacağından korktuğu için insanların haber alma özgürlüklerini kısıtladığını ve doğruların kamuoyuna yansıtılmasına engel olduğunu bildirdi ve bütün basın yayın mensuplarını özerk yönetimin haksız baskı uygulamalarına aldırış etmeden gerçekleri ortaya çıkarabilmek için ellerinden gelen gayreti sarf etmeye çağırdı. Muhyiddin eş-Şerif'e yönelik suikastla ilgili olarak özerk yönetimin iddialarını reddetmesinden dolayı HAMAS'ın Gazze'deki sözcüsü Prof. Abdülaziz Rantisi de tutuklanıp zindana atıldı.

1991'de güya Irak'ın yanında yer alan Arafat, 1998'de ABD'nin Irak'a yönelik saldırıları sebebiyle ortaya çıkan Körfez krizinde Filistinlilerin Irak halkına destek amacı taşıyan her hareketlerine yasak koydu. Arafat yönetimi bu doğrultuda basın yayın organlarından Körfez kriziyle ilgili haberleri yorumsuz olarak vermelerini istedi. Özerk yönetimin İletişim bakanlığı kendi sorumluluğuna verilen bölgelerdeki özel radyo ve televizyonlara gönderdiği genelgede Körfez kriziyle ilgili olarak, ulusal çıkarlara zarar getirecek herhangi bir yorum ve açıklama yayınlamaktan kaçınmalarını istedi.

Temmuz 1998'de Gazze'de, Ahmed Yasin'in Wye Plantation Anlaşması'yla ilgili görüşlerini sormak için onun evine giden 11 gazeteci Arafat'ın polisleri tarafından tutuklandı. Tutuklanan gazeteciler arasında AP, Agence France Press, Fransız Kanal 2 televizyonu gibi yabancı yayın organlarının muhabirleri de vardı.

Merkezi Viyana'da olan Uluslararası Basın Enstitüsü özerk yönetimin basın yayın organlarına yönelik uygulamaları ve düşünce özgürlüğüne karşı izlediği baskı politikasıyla ilgili bilgiler içeren kapsamlı bir rapor hazırladı. Rapora göre tamamen başkan Arafat'ın diktası altında olan özerk yönetimde tümüyle demokrasiye aykırı uygulamalara başvurulmaktadır. Bu arada düşünce ve haber alma özgürlüğü de kısıtlandığından sık sık basın yayın organlarına yönelik baskıcı uygulamalara başvuruluyor. Bu doğrultuda çok sayıda gazeteci tutuklandı veya tehdit edildi. Birçok basın yayın organı kapatıldı. Bazı basın yayın organlarının sahipleri de ellerindeki yayın organlarının kapatılacağı yönünde tehditlere maruz kaldılar. Örneğin, yazarların idare ettiği bir televizyon kanalından yapılan bir canlı yayın esnasında özerk yönetim parlamentosunda yaşanan bozulmaların tenkit edilmesi ve bu doğrultuda bazı maddelerin sıralanması üzerine birçok yazar tutuklandı. Bu tutuklamalar, otuz kadar gazetecinin şiddetli tepkisine yol açmış ve bu gazeteciler özerk yönetim lideri Arafat'a bir ültimatom vermişlerdi. Yine basın özgürlüğünü savunan çeşitli kuruluşlar da bu olaya tepki göstermişlerdi. Viyana'daki Uluslararası Basın Enstitüsü'nün raporuna göre özerk yönetimin basın yayın organları üzerindeki baskı uygulamaları 1997'de yani iş başına gelmesinin üzerinden daha üç yıl geçmeden başladı. (Bizim tespitlerimize göre bundan çok daha önce, iş başına gelmesinden sadece birkaç ay sonra başlamıştır ki bunun örneklerini daha önce sunduk.)

23 Mart 1997 tarihinde, Birleşik Arap Emirlikleri'nden yayın yapan eş-Şarika adlı televizyon kanalının Filistin muhabiri Halid Umayire, özerk yönetimin güvenlik güçleri tarafından evinden alınıp götürüldü. Umayire, güvenlik güçlerini kendisine karşı yapılan muamelenin özerk yönetim lideri Arafat'ın da imzaladığı Basın Kanunu'na aykırı olduğuna ikna etmeye çalıştı. Çünkü söz konusu kanun basın mensuplarının meslekleriyle ilgili bir konudan dolayı emniyet güçleri tarafından sorgulanamayacaklarını vurguluyordu. Fakat emniyet görevlileri onun böyle konuşmasına gülerek alaycı bir üslupla: "Sen neden söz ediyorsun? Yoksa kendini Fransa'da veya İsviçre'de mi sanıyorsun?" şeklinde konuştular.

İşte bu olayla başlayan baskılar daha sonra artarak devam etti. Sonraki dönemlerde özerk yönetim sadece basın mensuplarını tutuklamak, soruşturmadan geçirmek ve tehdit etmekle yetinmeyerek çeşitli basın yayın organlarını kapatmaya da başladı. İlk olarak Şubat 1998'in ortalarında er-Ruat adlı özel televizyon kanalını kapattı. Bu kapatmanın gerekçesi de adı geçen kanalın, ABD'nin Irak'a saldırısını protesto amacıyla düzenlenen gösterileri ekrana taşımasıydı. Bu yayından sonra yüz kadar güvenlik görevlisi söz konusu kanala baskın düzenlemiş ve ardından kanal kapatılmıştı. Bu olaydan sonra özerk yönetimin Polis Müdürü Gazi el-Cubali bütün radyo ve televizyon kanallarını söz konusu gösterilerle veya daha başka "hassas" konularla ilgili haberleri yayınlamamaları uyarısında bulunmuş ve yayınlayanların resmi yayın izinlerinin iptal edileceğini açıklamıştı. Fiilen de o ay, Körfez kriziyle irtibatlı "hassas" haberleri yayınlamalarından dolayı yedi televizyon kanalı kapatıldı.

Ayrıca Şiferd kanalında çalışan yedi kişi televizyon kanallarının kapatılmasını protesto etmelerinden dolayı güvenlik güçleri tarafından tutuklandı.

Özerk yönetim aynı yılın Eylül ayında da İslami çizgideki haftalık er-Risale gazetesini kapattı.

Bu olayın üzerinden üç hafta geçtikten sonra da "Afak" adlı özel televizyon kanalını kapattı ve sahibi İsa Ebu'l-Izz'i tutukladı.

Özerk yönetim, Nisan 1998'de HAMAS'ın verdiği ve Adil Ivadullah'ın açıklamalarını içeren video görüntülerini basın yayın organlarına dağıtmasından dolayı Reuters Ajansı'nın Gazze bürosunu kapattı. Söz konusu video görüntülerinde Adil Ivadullah, HAMAS'ın askeri kanadının ileri gelenlerinden Muhyiddin eş-Şerif'in özerk yönetim - İsrail işbirliği sonucu öldürüldüğünü dile getiriyordu.

Uluslararası Basın Enstitüsü'nün raporuna göre özerk yönetim sürekli basın mensuplarının önüne bir kırmızı çizgi çekiyor ve haber verirken bu çizgiyi aşmamalarını şart koşuyor. Bu yolla basın yayın organlarının üzerinde bir sansür mekanizması işletmek yerine basın mensuplarının kendi kendilerini sansür etmelerini sağlamaya yani bir oto-sansür mekanizması oluşturmaya çalışıyor. Ancak bu kırmızı çizgiyi çizerken de haber alma özgürlüğünü son derece kısıtlıyor.

Özerk yönetimin basına yönelik baskılarının ve haber alma özgürlüğünü kısıtlayıcı uygulamalarının hepsi yukarıda sayılanlardan ibaret değil. Bunlar seçilen bazı önemli örnekler. Bu uygulamalarda dikkat çekici bir yan da özerk yönetimin bizzat kendisinin uygulamaya koyduğu göstermelik "Basın Kanunu"na tamamen muhalefet etmesi. Özerk yönetim söz konusu kanunu bir "vizyon" unsuru olarak kullanırken uygulamalarında onu hiçbir zaman bir ölçü ve dayanak olarak görmüyor.

Sadece Basına Değil Düşüncesini Açıklayan Herkese Baskı

Özerk yönetimin insanların düşüncelerini açıklamalarını ve kamuoyunun bilgilenmesini engellemeyi amaçlayan baskılarında hedef sadece medya organları değildi. Özerk yönetimin hoşuna gitmeyecek türdeki düşüncelerini kamuoyuna açıklama cesareti gösterenler de bu baskıdan paylarını almışlardır. İşte birkaç örnek:

Kasım 1999'da özerk yönetimin kontrolü altındaki bölgelerde çok sayıda siyasetçinin, akademisyenin ve parlamenterin: "Vatan Sizi Çağırıyor" başlıklı ve kamuoyunda "Aydınlar Bildirisi" olarak ün kazanan bir bildiri hazırlayarak halk arasında dağıtmaları üzerine Arafat yönetimi bu bildiriye imza atanlara karşı geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlattı. Tutuklananlar arasında Filistin topraklarındaki çeşitli oluşumların birçok ileri geleni de vardı. Bildiri özerk yönetimi bozulmayla, toplumda bozulmaya yol açmakla ve her bakımdan Filistin halkının aleyhine olan olumsuz gelişmelere sebep olmakla suçluyordu. Bu bildirinin dağıtılması üzerine özerk yönetim polisleri Filistin halkı arasında saygın yere sahip pek çok kişinin evine gece ve sabahın erken saatlerinde baskınlar düzenleyerek tutuklamalar gerçekleştirdi. Tutuklananlardan bazıları şunlardı: Nablus'taki Necah Üniversitesi'nin öğretim görevlilerinden Doç. Dr. Tevfik el-Kasım, Uzman Dr. Faik Ebu Safiyye, Uzman Dr. Abdurrahim Resmi Kettane, Filistin'in tanınmış ve saygın yazarlarından Dr. Adil İbrahim Kettane, Dr. Yasir Ebu Safiyye, Ahmed Katamış ve Dr. Adurrahim Kasım. Özerk yönetim Nablus'un eski belediye başkanı ve mücadeleci bir tutumuyla tanınan bu yüzden Filistin halkı tarafından sevilen Bessam eş-Şek'a'yı da aynı olay sebebiyle mecburi ikamete tabi tuttu. Polisler tutuklama operasyonları esnasında adı geçen kişilerin evlerinde veya işyerlerinde bulunan bilgisayarlarına, özel evraklarına ve kitaplarına da el koydular. Kanun Cemiyeti adlı insan hakları kuruluşunun yetkilileri tutuklamaları duyduktan sonra tutuklananların durumları hakkında bilgi almak için polis merkezlerine gittiklerini ancak yetkililerin kendilerine herhangi bir açıklama yapmak istemediklerini ifade ettiler. Tutuklananların aileleri, tutuklamaların çoğunun herhangi bir mahkeme kararı veya yargı kurumlarının tevkif emri olmaksızın gerçekleştirildiğini dile getirdiler. Sözü edilen bildiriye imza atanların arasında özerk yönetimin parlamentosunda üye olanlar da vardı. Bu kişilerin yasal dokunulmazlıkları olduğundan onlardan tutuklanan olmadı. Ancak özerk yönetim yetkilileri bu kişileri yasal dokunulmazlıklarının kaldırılmasıyla tehdit ettiler. Özerk yönetimin kendisine yönelen tepkiye katlanamayarak böyle sert bir tutum içine girmesi, kendisini tenkide kalkışanları hemen demir yumruğu kullanarak susturmaya çalışması şiddetli tepkilere yol açtı. Filistin İnsan Haklarını ve Çevreyi Koruma Cemiyeti özerk yönetimin tutumunu sert bir şekilde eleştirerek tutuklananların derhal serbest bırakılmalarını istedi. HAMAS adına açıklama yapan İsmail Ebu Şenneb de, bildiri yayınlayanları desteklediğini dile getirerek: "HAMAS, kitlelerin ve tüm Filistin halkının duygularını dile getirmek amacıyla 'Vatan Sizi Çağırıyor' başlıklı bildiriyi yayınlayanlarla aynı saftadır ve onlara yapılan her hareketi ifade özgürlüğüne yönelik bir baskı olarak değerlendirmektedir" dedi. Ebu Şenneb, söz konusu bildiriye imza atanların daha önce Arafat'ın başlattığı değişimi destekleyen kimseler olduklarına ancak Filistin'deki büyük çoğunluğun karşı karşıya oldukları durumları görünce bu şekilde tepkilerini dile getirme ihtiyacı duyduklarına dikkat çekti. Özerk yönetimin tutumuna HAMAS dışındaki akımlardan da şiddetli tepki geldi. Filistin Halk Kurtuluş Cephesi genel sekreteri Ebu Ali Mustafa özerk yönetim polisinin tutuklamalarını düşünce ve ifade özgürlüğüne vurulan ağır bir darbe olarak niteledi ve tutuklananların derhal serbest bırakılmalarını istedi. Bunun yanı sıra Batı Yaka'da üniversite öğrencileri de tutuklamaları protesto ettiler.

Filistin Alimler Birliği başkanı Hamid el-Beytavi, Ağustos 1999'da Belata mülteci kampında bulunan Ibadurrahman Camisi'nde verdiği bir konferansta Filistin'de o dönemde yoğun bir şekilde etkisini gösteren ifsat politikası üzerinde durmuş ve o sıralarda izlenen kasıtlı birtakım politikalar yüzünden Filistin sokaklarında ahlaki değerlere aykırı fiillerin yaygınlaşmaya başladığı üzerinde herkesin ittifak ettiğine dikkat çekmişti. el-Beytavi konferansında, Eriha'da açılan kumarhaneden sonra Ramallah'ta bir kumarhanenin açılmasına çalışıldığına dikkat çekerek böyle bir şeyin orada oturacakların alınlarında bir leke olacağını dile getirmiş ve bunun önüne geçilmesini istemişti. el-Beytavi aynı zamanda bir fuhuş mafyasının ortaya çıktığına dikkat çekerek bazı kişilerin gizlice gençler arasında fuhuşu yaymaya çalıştıklarına, bu mafyanın "İsrail" olarak gösterilen bölgede tuttukları bazı evlerde Rus kadınları çalıştırarak Filistinli gençleri oralara götürüp fuhuş yaptırmaya çalıştıklarına işaret etmişti. İşte bu konuşmadan sonra el-Beytavi'nin camilerde konuşma yapması ve hutbe okuması yasak edildi. Ancak özerk yönetimin bu yasağı şiddetli tepkiye yol açtı. Filistin'in tanınmış alimlerinden Nasuh er-Ramini, yasağın açıklanmasından sonra Nablus'un camilerinden birinde okuduğu hutbede Filistin Alimler Birliği başkanı değerli ilim adamı Hamid el-Beytavi'ye uygulanan yasağın kaldırılmasını istedi. er-Ramini bu yasağın zalimce bir yasak olduğunu dile getirerek: "Doğrusu Şeyh el-Beytavi gibi bir alime yasak uygulanırken biz onun karşısına geçip hutbe okumaktan utanıyoruz" dedi. Nasuh er-Ramini, el-Beytavi gibi alimlerin bu ümmetin kandilleri olduğuna dikkat çekerek onların konuşmalarına ve gerçekleri söylemelerine asla engel olunmaması gerektiğini ifade etti. Filistin halkının görüşlerine büyük değer verdiği Hamid el-Beytavi 1998'de de özerk yönetimle işgal devleti arasında imzalanan Wye Plantation Anlaşması'nı el-Cezire televizyonuna yaptığı bir konuşmada tenkit etmesinden dolayı gözetim altına alınmış ve yine camilerde hutbe okumasına yasak konmuştu.

Daha önce üzerinde durduğumuz, Muhyiddin eş-Şerif suikastıyla ilgili olarak özerk yönetimin iddialarını reddetmesinden dolayı zindana atılan Prof. Dr. Abdülaziz Rantisi'ye konuşmaması şartıyla serbest bırakılması teklif edildi. Özerk yönetimin resmi sözcüsü ve adından daha önce söz ettiğimiz Tayyib Abdurrahim'in Prof. Rantisi'ye 1 Mayıs 1998 Cuma akşamı hiçbir basın yayın organına son gelişmeler (yani Muhyiddin eş-Şerif'in İsrail-özerk yönetim işbirliğiyle öldürülmesi olayı ve ardından yaşanan gelişmeler) hakkında açıklama yapmamayı taahhüt etmesi halinde serbest bırakılabileceğini bildirdiği, ancak Rantisi'nin bunu kabul etmediği: "Serbest bırakıldığımda bildiğim bütün gerçekleri tüm basın yayın organlarına açıklayacağım" dediği bildirildi. Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) da konuyla ilgili basın açıklamasında özerk yönetimin Prof. Rantisi'ye böyle bir teklifte bulunmasının eş-Şerif'in şehid edilmesiyle ilgili iddialarının asılsızlığının bir delili olduğunu bildirdi.

HAMAS'ın Gazze'deki ileri gelenlerinden İsmail Ebu Şenneb, 6 Ağustos 1999 Cumartesi gecesi MBC televizyonunun kendisiyle canlı röportaj yapması üzerine sorgulanmak üzere evinden alındı ve sonra uzun bir süre gözetim altında tutuldu.

Bunca Zulmün Tek Amacı İsrail'e ve ABD'ye Yaranmak

Daha önce de değişik vesilelerle dile getirdiğimiz üzere Arafat yönetiminin zulüm uygulamalarının temposunda İsrail işgal devletindeki siyasi değişimlerin büyük rolü olmaktadır. Bu da bunca zulmün birinci ve öncelikli amacının İsrail işgal devletine yaranmak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zaten çoğu zaman tutuklamalar, İsrail ve ABD'nin telkinleriyle yapılmaktadır. Özellikle belli dönemlerde Arafat'ın adamlarıyla İsrail işgal devletinin adamları arasında özel güvenlik görüşmelerinin yapılmasının ardından özerk yönetimin zulüm ve şiddet uygulamalarında artış olması bu gerçeği belgelemektedir. Özerk yönetimin Koruyucu Güvenlik biriminin başkanı Cibril er-Recub'un son olaylardan sonra bir İsrail radyosuna yaptığı açıklama da bu gerçeğin bir itirafıydı. Bu açıklamadan inşallah ileride söz edeceğiz.

Örneğin siyonist işgal devletinin 1998'de imzalanan Wye Plantation anlaşmasının üç hafta içinde yürürlüğe konacağını açıklamasına paralel olarak özerk yönetim de işgal devletine yaranma tutuklamaları gerçekleştirmeye başladı. Bu doğrultuda ilk önce HAMAS'ın Gazze'deki ileri gelenlerinden Ahmed Nemir tutuklandı. Ahmed Nemir Hamdan 7 Ağustos 1998 Cumartesi gecesi Gazze'nin Han Yunus kentindeki evinden gece yarısı alınıp götürüldü. Ahmed Nemir'in evine, özerk yönetimin polis müdürü Gazi el-Cubali'nin başkanlık ettiği kalabalık bir polis grubu baskın düzenledi. Ancak Nemir'i evinde bulamayınca o dönünceye kadar evini kuşatma altında tuttular. Dönünce de herhangi bir sebep göstermeden alıp götürdüler. Bu hadise, özerk yönetimin iş başına gelmesinden sonra Ahmed Nemir Hamdan'ın yedinci tutuklanışıydı. On altı ay süreyle özerk yönetim zindanlarında tutuklu bulundurulduktan sonra, Temmuz 1998 sonlarına doğru annesinin vefatı üzerine serbest bırakılan Prof. Dr. Abdülaziz Rantisi'nin evine de aynı tarihte baskın düzenlendi. Onlar da Prof. Rantisi'yi bulamayınca evin civarında beklemeye başladılar ve onun evine dönmesiyle birlikte herhangi bir gerekçe göstermeden tutuklayıp götürdüler. Çok geçmeden Filistin Alimler Birliği başkanı ve Mescidi Aksa'nın hatibi, adından daha önce söz ettiğimiz Hamid el-Beytavi tutuklandı. İsrail işgal devletinin avcısı gibi hareket eden özerk yönetim polisleri bu olayın hemen ardından Nablus'taki en-Necah Üniversitesi'ne baskın düzenleyerek HAMAS mensubu öğrenci temsilcisi Murad Avde'yi tutukladılar. Ardından Ramallah'ta el-Fetih örgütünün bürosuna baskın düzenleyerek burayı mermi yağmuruna tuttular. Saldırıda büroda bulunanlardan Visam et-Tarifi adlı genç oracıkta hayatını kaybetti. Çok geçmeden Filistin İslami Cihad Hareketi'nin ileri gelenlerinden Nafiz Azzam da yaka paça götürülenler arasında yer aldı.

Bu gelişmeler "barış" diye yutturulan şeyin Filistin davası ve halkı için ne mana ifade ettiğini göstermesi açısından da dikkat çekiciydi. "Barış" diye yutturulan tüm anlaşmaların hep benzer şekilde baskı ve zulüm getirdiğini belgeleyen daha pek çok gelişmeden söz etmek mümkündür. Ancak biz burada tüm gelişmeleri sıralamak yerine fikir verici örnekler sunmayı tercih ediyoruz.

Zulümde Özerk Yönetim - İsrail İşbirliği

Özerk yönetimin Filistin halkına yönelik zulüm uygulamalarında İsrail işgal devletinin ve ABD'nin direktiflerinin birinci derecede rol oynadığına daha önce değişik vesilelerle işaret ettik. Fakat şunu da özellikle belirtelim ki iş sadece direktif verme ve almadan ibaret kalmamış fiili bir işbirliği de olmuştur. Gazze'nin Şeyh Rıdvan mahallesindeki patlamada ve HAMAS'ın askeri kanadının istişhadi eylemler biriminin Yahya Ayyaş'tan sonraki başkanı Muhyiddin eş-Şerif'in şehit edilmesinde bu işbirliğinin gayet bariz bir şekilde kendini gösterdiğini bundan önceki bölümlerde dile getirmiştik. Bu işbirliği konusunda sizleri aydınlatacak diğer bazı önemli bilgileri de burada sunmak istiyoruz.

İsrail Polisinden Özerk Yönetim Polisine Kurs

İsrail emniyet görevlileri Filistin özerk yönetiminin polis komiserlerine, gösterilerin ve toplu yürüyüşlerin dağıtılması konusunda bir kurs verdiler. Gazze bölgesinde görevli 25 komiser Şifâ Amr kasabasında İsrail emniyet teşkilatına ait bir okulda belirtilen konuda, 17 Mayıs 1995 tarihinde başlayan ve birkaç gün süren özel bir eğitim aldılar.

Güvenlik İşbirliği Anlaşması

1998'in başında İsrail işgal devletiyle özerk yönetim arasında bir güvenlik işbirliği anlaşması imzalandı. İsrail gazetelerinden Yediot Aharanoot'un yayınladığı habere göre Güvenlik İşbirliği Anlaşması'nın bazı maddelerinde özetle şöyle deniyordu:

-Terör ve şiddete karşı İsrail ve Filistin özerk yönetimi birlikte mücadele edecek ve bu mücadele kapsamlı bir şekilde ve sürekli yürütülecek.

-Herhangi bir terör olayı gerçekleştiğinde her iki taraf derhal ve seri şekilde müdahale edecek. Bir planın ortaya çıkarılması durumunda bunun uygulamaya geçirilmesini önlemek için derhal ve seri şekilde müdahale edilecek. Bu konuda taraflar tam bir işbirliği içinde hareket edecekler.

-Özerk yönetim kanundışı yollarla elde edilen silahları toplayacak.

-Özerk yönetim, sorumluluğu altındaki bölgelere kanunsuz yollardan silah sokulmasının önlenmesi için İsrail'le işbirliği içinde olacak.

-Özerk yönetim terör eylemlerine girişenlerin yakalanması için gereken gayreti gösterecek.

-Teröre ve teröristlere karşı savaşmak özerk yönetim için hayati öneme sahiptir. Özerk yönetim İsrail'e karşı gerçekleştirilen her türlü terör eylemine karşı olduğunu basın yayın organları önünde resmen açıklayacak.

-Özerk yönetim şüpheli terör gruplarına mal teminini önlemek için gereken her şeyi yapacak.

-Özerk yönetim herhangi bir terör eylemine girişenleri derhal tutuklayarak yargıya sevk edecek.

-Kriz dönemlerinde taraflar arasında ortak bir koordinasyon merkezi oluşturulacak.

-Bu anlaşmanın uygulanmasını denetlemek için bir komite oluşturulması konusunda ittifak edilmiştir.

Anlaşmanın imzalanması esnasında Amerikan İstihbarat Örgütü CIA'den de iki eleman bulundu. Amerika'nın aynı zamanda anlaşmanın uygulanması konusunda hakem rolü oynayacağı ve bu konuda herhangi bir ihtilaf çıkması durumunda Amerikan makamlarına başvurulacağı ve son kararı onların verecekleri bildirildi. Yediot Aharanoot'ta yayınlanan bir yorumda anlaşmanın özerk yönetim zindanlarında tutulan HAMAS ve İslami Cihad Hareketi mensuplarının serbest bırakılması konusundaki tartışmaya da son verdiğine dikkat çekildi. Gazetenin yorumuna göre özerk yönetimin bu kişileri serbest bırakmak istemesi durumunda İsrail buna itiraz edebilecek ve itirazını Amerikan makamlarına götürebilecekti.

Dikkat edilirse anlaşma maddeleri çoğunlukla özerk yönetimi bağlayıcı nitelikte. "Terör" denirken kastedilen ise genellikle İsrail işgal rejimine karşı gerçekleştirilen direniş eylemleriydi.

Filistinli grupların tümünün şiddetli tepkisine yol açan anlaşma İslami Direniş Hareketi (HAMAS) ile özerk yönetim arasındaki ilişkilerin daha da bozulmasına yol açtı. HAMAS konuyla ilgili açıklamasında: "Bu anlaşma Filistin halkına ve onun direnişine karşı açılan savaşın yeni bir cephesidir ve tamamen İsrail'in dikte ettirmiş olduğu bir anlaşmadır" denildi.

Bu anlaşma doğal olarak pratiğe de yansımıştır. Anlaşmanın içeriği gereği pratiğe yansıması da hep özerk yönetimi bağlayıcı ve Filistin direnişini zorlayıcı nitelikte olmuştur.

İşgalcilerden Kurtulana Özerk Yönetim Balyozu

2000 yılının Ağustos ayında Kuzey Asira köyünde sıkıştırıldıktan sonra işgal kuvvetlerine uzun süre direnen ve bu direniş esnasında işgalci askerlerden üçünü öldüren, ardından etrafındaki kuşatmayı yararak özerk yönetimin kontrolündeki Nablus şehrine geçmeyi başaran mücahit Mahmud Ebu Henud'a özerk yönetimin Nablus'taki Devlet Güvenlik Mahkemesi tarafından 12 yıl hapis cezası verildi. Bu konuda ilginç bir gelişme de özerk yönetim Adalet bakanının Ebu Henud'a cezanın kendi isteğiyle verildiği yalanını ortaya atması oldu. Özerk yönetimin Adalet bakanı Ferih Ebu Medyen konuyla ilgili açıklamasında: "Ebu Henud'a: "Önünde iki seçenek var: Ya kendi güvenliğini kendin sağlayacaksın, ya da yargılanacaksın" dedik. O da yargılanmayı tercih etti" dedi. Ancak HAMAS tarafından yapılan açıklamada bunun tamamen uydurma ve ahlak kurallarına da aykırı olduğu dile getirildi. HAMAS'ın açıklamasında mücahit Ebu Henud'un altı yıldan beridir hem işgal kuvvetleri hem de özerk yönetimin güvenlik güçleri tarafından aranmasına rağmen hapse girmeyi isteme gibi bir yola başvurmadığına, onurla ve tam bir kararlılıkla direnişini sürdürdüğüne dikkat çekildi. Mahmud Ebu Henud, 23 Kasım 2001 Cuma akşamı arabasına havadan on adet roket fırlatılması sonucu şehit edildi.

Ehud Barak: "Özerk Yönetimle Birlikte İslâmi Direnişi Ezebiliriz"

İsrail işgal devletinin eski İçişleri bakanı ve başbakanı Ehud Barak yaptığı bir açıklamada Filistin özerk yönetimiyle birlikte Filistin'deki İslâmi direnişin faaliyetlerine son verebileceklerini ileri sürdü. Barak, bu iki tarafın geçiş dönemindeki işbirliğinin en önemli unsurunun da İslâmi direnişin faaliyetlerinin önüne geçmek olduğunu söyledi. Bu açıklama işgal devletinin özerk yönetimle işbirliğini ne kadar önemsediğini göstermesi açısından dikkat çekicidir. Barak bu açıklamayı yaptığında İsrail işgal devletinde İçişleri bakanıydı.

İsrail'in Amacı Filistinlileri Birbirine Kırdırmak

Yahudiler tarih boyunca insanları birbirine düşürmeleriyle ün kazanmışlardır. Bu yüzden onların bu konuda yüzyıllar öncesinden gelen bir tecrübeleri vardır. Hicretten önce Medine'de oturan Evs ve Hazrec kabilelerini birbirine düşüren de onlardı. Onların birbirine düşman ettiği bu iki kabileyi Yüce İslâm dini kardeş kıldı ve aralarında dostluk ve sevgi bağlarını yeniden tesis etti.

Bugün İsrail'e hükmeden siyonist yahudiler insanları birbirine düşürme konusunda yüzyıllar boyunca kazandıkları tecrübelerini Filistin halkını birbirine düşürmek için kullanmak istiyorlar. Bu konuda ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorlar.

İsrail, Filistin özerk yönetimine bağlı polislerin 18 Kasım 1994 Cuma günü Gazze'de Cuma namazından çıkan insanların üzerine ateş etmeleri sonucu çıkan ve 13 Filistinlinin ölümüyle 200 Filistinlinin de yaralanmasıyla sonuçlanan olayları bu konuda iyi bir fırsat olarak değerlendirmek istedi. Ancak özellikle Filistin İslâmi Direniş Hareketi'nin gösterdiği istikrarlı ve dikkatli tavır siyonistlerin amaçlarına ulaşmalarını önledi.

Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) söz konusu olaylarda mağdur taraf olmasına rağmen, Filistinlileri birbirine düşürmeyi amaçlayan İsrail'e fırsat vermemek için uzlaşmayı ve olayların araştırılması için ortak heyet oluşturulmasını kabul etti. Fakat İsrail yönetimi bundan rahatsız oldu ve Gazze olaylarını araştırmak için oluşturulan heyete HAMAS mensuplarının alınmasına karşı çıktı. İsrail Askeri İstihbarat Dairesi başkanı Yuri Saghi konuyla ilgili açıklamasında özerk yönetimin Gazze olaylarını araştıracak komisyona üç HAMAS üyesini almakla HAMAS karşısında zafiyet gösterdiğini ileri sürdü. O bu iddiasıyla, aslında arzuladıkları kavganın çıkmamasından ve Gazze olaylarının büyütülmemesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmeye çalışıyordu.

İsrail'in Filistinlileri birbirine düşürmek için başvurduğu yollardan biri de yetiştirdiği bazı ajanları kullanmaktır. Ajanlar konusu Filistin'de uzun yıllardan beri sorun olmuş bir konudur. İnsanlar manevi değerlerden soyutlanınca birtakım maddi çıkarlar için kendi öz halklarına ve insanlarına ihanet etmeleri zor olmuyor. İşte İsrail de, Filistinliler arasında sürtüşme çıkarmak, onları birbirine düşürmek amacıyla bu manevi değerlerden soyutlanmış kimselerden yararlanıyor.

4 Mayıs 1994'te Kahire'de imzalanan anlaşmanın 20. maddesinin 4. fıkrasında İsrail hesabına çalışan ajanlar meselesi ele alınıyor ve şöyle deniyor: "Filistin tarafı daha önce İsrail yönetimiyle bağlantı içinde olan Filistinliler sorununu çözmeyi ve üzerinde anlaşma sağlanan bir çözüm ortaya konuncaya kadar onları yargı önüne çıkarmamayı ve kendilerini herhangi bir şekilde rahatsız etmemeyi taahhüt eder." Bu fıkra İsrail hesabına çalışanların bu alandaki çalışmalarını serbestçe yürütmelerine imkân sağlanmasını öngörüyordu.

Siyonistler bir yerde siyâsi nüfuz elde etmek istiyorlarsa orada birbirine rakip görünen taraflar arasında fitne çıkararak, sonra da güçlü görünen tarafın yanında yer alarak bu işi başarırlar. Tabii bu arada kendilerini de güçlü göstermek suretiyle, taraflardan birini kendileriyle işbirliği içine girmeye zorlarlar. Ayrıca iki taraf arasında çıkan kavgada kullanılacak araç ve gereçleri kendileri temin ediyorlarsa bu sayede her iki tarafın üstünde bir ekonomik hâkimiyet kurma imkânı da bulurlar. İşte günümüzde uluslararası siyonizmin siyâsi ve ekonomik alanda bu derece nüfuz elde edebilmiş olması onların bu maharetlerinden ileri geliyor.

Uluslararası siyonizm siyâsi ve ekonomik gücünü değerlendirerek basın yayın kuruluşlarının ileri gelenlerini de kendi hizmetinde kullanmayı becerebilmektedir. Uluslararası siyonizmin devletleşmiş şekli olan İsrail, askeri gücünü kullanarak intifadanın üstesinden gelemeyince fitnecilik konusundaki maharetini devreye soktu. Bu amaçla Filistin halkını temsil etmek üzere ortaya çıkan örgütlerden etkileyebileceğine inandığı tarafla masa başına oturarak "barış" yaftası altında, Filistin topraklarının çok küçük bir bölümünde eli kolu bağlı bir özerk yönetim oluşturdu. Sonra da bu yönetimi Filistin halkının direnişini bastırmak için devreye sokmaya başladı.

Son Dönemde Yaşananlar

Buraya kadar verdiğimiz bilgiler özerk yönetimin Filistin halkı üzerindeki baskı ve şiddet uygulamalarının yeni başlamadığını açık bir şekilde ortaya koymaktadır. Ancak İsrail işgal devletinin ve ABD'nin tutumuna yahut direktiflerine paralel olarak belli dönemlerde arttığını görürüz. Bu doğrultuda özellikle İsrail işgal devletini sıkıntıya sokan eylemlerin artması üzerine bilhassa geçtiğimiz Ramazan ayının sonlarından itibaren özerk yönetimin şiddet uygulamaları da artmıştır. Biz de özerk yönetimin son dönemdeki şiddet uygulamaları hakkında bazı ayrıntılı bilgiler vermekte yarar görüyoruz.

Uluslararası sömürgeciliğe hizmet eden medya organlarının yoğun çabaları neticesinde artık adeta insanların zihinlerine bir milat tarihi gibi kazılan 11 Eylül'den sonra dikkatlerin ABD ve daha sonra da onun hedefe yerleştirdiği Afganistan üzerinde yoğunlaşması sebebiyle Filistin meselesi bir süre bu olayların gölgesinde kaldı. Siyonist işgal devleti ise bu durumu bir fırsat olarak değerlendirmek ve Filistinlilere ağır darbeler vurmak istedi. Bu amaçla özellikle 11 Eylül olaylarının yoğun bir şekilde konuşulduğu günlerde Filistinlilere yönelik saldırılarını ve vahşi uygulamalarını iyice artırdı. Siyonist işgalin saldırılarındaki bu artış sonraki dönemlerde de devam etti. Beyrut kasabı Şaron'un amacı ise dünya kamuoyunun dikkatlerinin Amerika'da yaşanan olaylara ve ABD'nin Afganistan'a yönelik saldırısına çekildiği sırada Filistin direnişini kırmak ve Filistin halkının mücadelesine öncülük edenleri teker teker ortadan kaldırmaktı. Şaron işte bu amacına ulaşmak için pek çok saldırı gerçekleştirdi. Filistin halkı ise bu saldırılara rağmen direnişini yine aynı tempoda devam ettirdi.

Beyrut kasabı Filistin direnişini kırma amacına yönelik tasfiye operasyonlarından birinde HAMAS'ın askeri kanadının Batı Yaka bölgesi sorumlusu Mahmud Ebu Henud'u şehit etti. 23 Kasım Cuma gecesi gerçekleştirilen bu operasyonda Batı Yaka'nın Yasayd bölgesinde Ebu Henud'un arabasına havadan on roket fırlatılmıştı ve onunla birlikte iki arkadaşı da feci bir şekilde şehit edilmişlerdi. Öyle ki cesetlerin parçaları etrafa dağılmıştı ve hangi organın kime ait olduğu ancak hastane laboratuarındaki teşhisle belirlenebilmişti. İşte bu olay Filistin'deki kavganın biraz daha gerginleşmesine sebep oldu. Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) bu saldırının intikamının mutlaka alınacağını ve Şaron'a gereken cezanın verileceğini bildirdi. Daha sonra muhtelif zamanlarda işgal devletine karşı çeşitli eylemler gerçekleştirildi. Fakat işgal devletine en ağır darbeleri indiren eylemler 1 ve 2 Aralık tarihlerinde toplam 24 saatlik süre içerisinde gerçekleştirilen altı büyük eylem oldu. İsrail, intifadanın başladığı tarihten buyana bu sıklıkla ve bu kadar ağır darbeler vuran eylemlere maruz kalmamıştı. Altı eylemde işgal devleti çoğu asker olmak üzere 50'den fazla ferdini kaybetti. Yüzlerce ferdi de yaralandı.

Bu eylemlerin İsrail'e vurduğu en ağır darbe güven kaybıydı. Çünkü İsrail'i ölülerin ve yaralıların sayısı değil bu yüzden meydana gelen güven kaybı ve işgal altındaki Filistin topraklarına toplanan yahudi göçmen kitlenin tersine göçle bu toprakları terk etmesi korkutmaktadır. Tersine göç hadisesi İsrail işgal devleti açısından bir kan kaybı anlamına gelmektedir ve durdurulamaması durumunda İsrail'in kan kaybından ölümüne yol açacak bir sonuç doğurması mümkündür.

Bu olaylardan sonra siyonist işgal devleti, Filistin'deki İslami direnişle kendisinin karşı karşıya gelmesinin kendi açısından hayli ağır bir maliyetinin olduğunu ve önemli riskleri beraberinde getirdiğini bir kez daha gördü. Hatta bu yüzden bizzat Şaron'un ittifak hükümetindeki ortakları bile onun politikasını eleştirmeye başladılar. Bu sebeple işgal yönetimi Filistin'deki direnişle Arafat yönetiminin karşı karşıya gelmesi için onun boğazını sıkmaya başladı. Çünkü Arafat yönetiminin İslami hareketin üzerine gitmesi durumunda İslami hareketin ona fiili bir tepkiyle karşılık vermekten çekineceğini biliyordu. Zira İslami hareket o zamana kadar izlediği politikada Filistinliler arasında herhangi bir kavgaya yol açabilecek tavırlardan son derece kaçınmaya dikkat etmişti.

Arafat yönetimi ise, imzalamış olduğu anlaşmalarla kendini adeta bir cenderenin içine atmış, zilleti kendi iradesiyle tercih etmişti. O, mücadele ve direniş yolunu terk ederek siyonist işgalcilerle onların arkasında duran uluslararası emperyalizmden merhamet dilenmeye başlayınca bir bakıma boğazına ipin geçirilmesine, ayağına pranganın vurulmasına razı olmuştu. İşgal devletinin özerk yönetimin güvenlik merkezlerini, yayın merkezini ve daha başka önemli noktalarını hedef alan saldırılarına karşı yine aynı dille cevap verme imkanı yoktu. Bu yüzden, Filistin'deki direniş gruplarına özellikle de İslami harekete yönelmeye, onların elemanlarını tutuklamaya, halka hizmet veren sosyal kurumlarını kapatmaya başladı. Arafat'ın bu tutumuna HAMAS, kuvvet kullanarak karşılık vermekten kaçındı. Ama HAMAS'ın kurumları diye kapatılan sosyal kurumlar halka hizmet veren hastaneler, okullar, yardım kuruluşları, halkın teşkilatlanmasını sağlayan organizasyonlar, insan hakları kuruluşları, basın kuruluşları gibi hayati kuruluşlardı. İşte buna halktan tepki geldi. Fakat ne yazık ki Arafat'ın polisleri halktan gelen tepkiyi bastırabilmek için neredeyse siyonist işgal güçlerinin kullandığına denk bir şekilde kuvvet kullandılar. Bu sebeple çıkan çatışmalarda bizim bildiğimiz kadarıyla 8 kişi hayatını kaybetti. Bunlardan 6'sı Cibaliya mülteci kampında çıkan çatışmalarda ölenlerdi. Onlarca insan da yaralandı.

İşte bu gelişmeler karşısında özerk yönetimin tutumu sebebiyle Filistin'de gerçekten son derece hassas ve endişe verici bir durumun ortaya çıktığı görüldü. Bu durumu dikkate alan HAMAS, bu hassas ve Filistin halkının geleceği açısından endişe veren merhalenin atlatılması amacıyla 1948'de işgal edilmiş topraklarda istişhadi eylemleri ve havan toplu saldırıları askıya aldığını duyurdu. HAMAS'ın konuyla ilgili açıklamasında şu ifadelere yer verildi: "Halkımızın birliğinin korunması, onun hürriyet ve bağımsızlığına kavuşmak amacıyla sürdürdüğü cihadının gidişatının selameti için, siyonist düşmanın halkımızın iradesine engel koymak ve onu aşağılamak amacıyla baskıcı uygulamalarını ve politikalarını sürdürdüğünü bildiğimiz halde, düşmanın halkımızın birliğini bozma çabalarına fırsat verilmemesinden yana olan pek çok hikmet ehlinin görüşleri doğrultusunda ve halkımızın içinde bulunduğu hassas dönemdeki tarihi sorumluluğumuz gereği 1948'de işgal edilmiş topraklarda istişhadi eylemleri ve havan toplu saldırıları belli bir süreye kadar durdurduğumuzu ilan ediyoruz." HAMAS'ın Basın Merkezi tarafından yapılan açıklamada bu kararın geçici bir karar olduğu ve siyonist düşmanın terörist saldırganlığında taşkınlık etmesi durumunda kararın lağvedileceği dile getirildi. Açıklamada ayrıca bu kararın sadece 1948'de işgal edilmiş bölgeler için geçerli olduğu, diğer bölgeler için geçerli olmadığı da özellikle vurgulandı.

Özerk Yönetim Yine de Şiddete Devam Etti

HAMAS'ın söz konusu kararına rağmen özerk yönetim ABD ve İsrail'den gelen telkinler ve direktifler gereği baskı uygulamalarını ve tutuklamalarını sonraki dönemlerde de sürdürdü. Özerk yönetim polisleri gerçekleştirdikleri baskınlarda HAMAS, İslami Cihad, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi, el-Fetih gibi direniş gruplarına mensup yüzlerce kişiyi tutukladılar. Tutuklananların çoğunluğunu ise HAMAS ve İslami Cihad mensupları oluşturuyor. Bu iki hareketin lider kadrosundan da pek çok kişi tutuklandı. Lider kadrodan bazı kişiler hakkında tutuklama kararı çıkartıldı ancak evlerinde bulunamadıklarından tutuklama işlemi gerçekleştirilemedi. Bazıları da halkın şiddetli tepkisi sebebiyle evlerinden alınamadı.

HAMAS'ın Siyasi Birimi tarafından yapılan açıklamada özerk yönetimin bu tutuklama işlemleri tenkit edilerek, dün işgal güçlerinin yaptıklarının aynısını bugün özerk yönetim yetkililerinin yaptığı dile getirildi. Bunun yanı sıra Filistin'deki muhtelif sivil toplum kuruluşları tarafından yapılan açıklamalarda da özerk yönetimin sırf işgal devletini razı etmek amacıyla yürüttüğü toplu tutuklama işlemleri sert bir dille tenkit edildi. Ayrıca bazı bölgelerde de özerk yönetimin tutuklama kampanyasına karşı gösteriler düzenlendi. Örneğin Batı Yaka'daki Cibaliya mülteci kampında düzenlenen gösteride kalabalık bir topluluk HAMAS'ı destekleyici ve özerk yönetimin "koruyucu güvenlik" adı verilen polis teşkilatının genel müdürü Cibril er-Recub'u protesto edici kapsamlı bir gösteri düzenlendi. 3 Aralık 2001'de düzenlenen gösteriye en az on bin kişi katıldı.

Bu tutuklamalar üzerine Filistin Alimler Birliği başkanı ve Filistin halkının ileri gelen ilim adamlarından olan Şeyh Hamid el-Beytavi özerk yönetiminin tutumunun halkı tehlikeli bir gidişe doğru sürüklediğine dikkat çekti ve özerk yönetim yetkililerini baskıcı uygulamalarına son vermeye çağırdı. Hamid el-Beytavi, özerk yönetimin son dönemdeki uygulamalarından dolayı kendisinin ciddi şekilde endişe duyduğunu ve bu tutumun Filistin halkını bir iç kavgaya sürükleyebileceğini, siyonist işgal yönetiminin en büyük arzusunun da bu olduğunu dile getirdi. Hamid el-Beytavi, özerk yönetimin son zamanlarda hızlandırdığı tutuklamaların, Filistin halkına hizmet eden kurumları kapatma işlemlerinin Filistin halkına hiçbir yarar sağlamayacağını bilakis her bakımdan bu halkın aleyhine olduğunu ifade etti. el-Beytavi özerk yönetimi, Amerika'nın, Avrupa'nın ve siyonist işgalin emirlerine boyun eğmemeye çağırdı ve: "Çünkü onlar bizim lehimize olacak bir şeyi istemezler" dedi.

Cibril er-Recub'un İtirafları

Özerk yönetim polisinin son dönemde Filistin'deki direnişçilere yönelik saldırılarının ve cinayetlerinin baş sorumlusu Cibril er-Recub siyonist işgal devletinin radyosuna yaptığı bir açıklamada işlediği cinayetlerden dolayı övündü. Özerk yönetimin koruyucu güvenlik biriminin genel başkanı Cibril er-Recub, işgal devletinin radyosuna yaptığı açıklamada, HAMAS ve İslami Cihad'ın "taşkınlıklarını (!)" kendi teşkilatının önleyebileceğini iddia etti. Cibril er-Recub, işgal devletinin radyosuna yaptığı açıklamada ilginç bir gerçeği de dile getirdi. er-Recub, kendilerine ABD yetkilileri tarafından isimleri verilen tüm HAMAS ve İslami Cihad mensuplarının tutuklandığını söyledi. Bu açıklama özerk yönetim polisinin tamamen ABD ve İsrail istihbaratının emirlerine göre hareket ettiğini ve tutuklamaları da onlardan aldığı isim listelerine göre gerçekleştirdiğini açığa çıkarmış oldu. Ziya Paşa'nın dediği gibi: "Şecaat arz ederken merd-i kıpti sirkatin söyler"

Sonuç

Buraya kadar verdiğimiz bilgiler özerk yönetimin Filistin direnişi karşısında izlediği tutumun mahiyetini ortaya koymaya yetecek bilgilerdir. Biz burada muhtelif kategorilerdeki uygulamalarla ilgili örnekler sunmaya çalıştık. Yoksa baskı ve zulüm uygulamalarının tümünü sıralamış değiliz. Sonuçta karşımıza çıkan bir gerçek var: Ne amaçla olursa olsun baskı ve şiddet uygulamalarında dışarıdan gelen telkinlerin etkili olduğu. Bu da özerk yönetimin Filistin halkını temsil etmekten çok bu halkın direnişini dizginlemek için iş başına getirilmiş bir yönetim olduğu gerçeğini gözler önüne seriyor.

Özerk yönetim polislerinin saçtıkları dehşet ve estirdikleri terör neticesinde hayatını kaybeden Filistinli çocuklardan birinin cenazesi. Bu çocukların şehit edilmesiyle sadece işgalci siyonistlerin amaçlarına hizmet edilmiştir.

Bu karikatür "barış" diye yutturulan anlaşmaların gerçeğini gayet özlü bir şekilde ifade ediyor. Gerek özerk yönetimin ve gerekse diğer Arap yönetimlerinin İsrail işgal devletiyle anlaşmaya giden tüm yolları Filistin'in mazlum ve mağdur insanlarının üstünden geçmektedir. Bu anlaşmalara imza atanlar da o ezilen insanların üstlerine basarak anlaşmalara imza atmaktadırlar.

HAMAS'ın askeri kanadının önemli liderlerinden Mahmud Ebu Henud'un işgalci vahşilerin saldırısına maruz kalan ve üzerine on adet roket fırlatılan aracı. Beyrut kasabı Filistin direnişini kırma amacına yönelik tasfiye operasyonlarından birinde HAMAS'ın askeri kanadının Batı Yaka bölgesi sorumlusu Mahmud Ebu Henud'u şehit etti. 23 Kasım 2003 Cuma gecesi gerçekleştirilen bu operasyonda Batı Yaka'nın Yasayd bölgesinde Ebu Henud'un arabasına havadan on roket fırlatılmıştı ve onunla birlikte iki arkadaşı da feci bir şekilde şehit edilmişlerdi. Öyle ki cesetlerin parçaları etrafa dağılmıştı ve hangi organın kime ait olduğu ancak hastane laboratuvarındaki teşhisle belirlenebilmişti. İşte bu olay Filistin'deki kavganın biraz daha gerginleşmesine sebep oldu.

Uluslararası sömürgeciliğe hizmet eden medya organlarının yoğun çabaları neticesinde artık adeta insanların zihinlerine bir milat tarihi gibi kazılan 11 Eylül'den sonra dikkatlerin ABD ve daha sonra da onun hedefe yerleştirdiği Afganistan üzerinde yoğunlaşması sebebiyle Filistin meselesi bir süre bu olayların gölgesinde kaldı. Siyonist işgal devleti ise bu durumu bir fırsat olarak değerlendirmek ve Filistinlilere ağır darbeler vurmak istedi. Bu amaçla özellikle 11 Eylül olaylarının yoğun bir şekilde konuşulduğu günlerde Filistinlilere yönelik saldırılarını ve vahşi uygulamalarını iyice artırdı. Siyonist işgalin saldırılarındaki bu artış sonraki dönemlerde de devam etti. Beyrut kasabı Şaron'un amacı ise dünya kamuoyunun dikkatlerinin Amerika'da yaşanan olaylara ve ABD'nin Afganistan'a yönelik saldırısına çekildiği sırada Filistin direnişini kırmak ve Filistin halkının mücadelesine öncülük edenleri teker teker ortadan kaldırmaktı. Şaron işte bu amacına ulaşmak için pek çok saldırı gerçekleştirdi. Filistin halkı ise bu saldırılara rağmen direnişini yine aynı tempoda devam ettirdi.

Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) söz konusu olaylarda mağdur taraf olmasına rağmen, Filistinlileri birbirine düşürmeyi amaçlayan İsrail'e fırsat vermemek için uzlaşmayı ve olayların araştırılması için ortak heyet oluşturulmasını kabul etti. Fakat İsrail yönetimi bundan rahatsız oldu ve Gazze olaylarını araştırmak için oluşturulan heyete HAMAS mensuplarının alınmasına karşı çıktı. İsrail Askeri İstihbarat Dairesi başkanı Yuri Saghi konuyla ilgili açıklamasında özerk yönetimin Gazze olaylarını araştıracak komisyona üç HAMAS üyesini almakla HAMAS karşısında zafiyet gösterdiğini ileri sürdü. O bu iddiasıyla, aslında arzuladıkları kavganın çıkmamasından ve Gazze olaylarının büyütülmemesinden duyduğu rahatsızlığı dile getirmeye çalışıyordu.

Özerk yönetimle İsrail işgal devleti arasında imzalanan anlaşmalar Filistin halkına hep saldırı ve şiddet olarak yansıdı. İmzalanan anlaşmalar dünya kamuoyuna hep "barış" olarak lanse edildi. Oysa "barış" tarafı sadece kağıt üzerinde kalan ifadelerden ve dünya kamuoyuna lanse edilen bir kavramdan ibaretti. Filistin halkına yansıyan tarafı sadece saldırı ve şiddet oldu. Öte yandan bu anlaşmalar özerk yönetim açısından "başarı" olarak lanse edildi. Özerk yönetimin "başarı" addettiği şey ise Filistin halkına yönelik şiddet ve saldırıya ortak olmaktan, bu konuda işgalci siyonistlerden emir almayı kabullenmekten öte bir şey değildi.

1998'in başında İsrail işgal devletiyle özerk yönetim arasında bir güvenlik işbirliği anlaşması imzalandı. Anlaşmanın imzalanması esnasında Amerikan İstihbarat Örgütü CIA'den de iki eleman bulundu. Amerika'nın aynı zamanda anlaşmanın uygulanması konusunda hakem rolü oynayacağı ve bu konuda herhangi bir ihtilaf çıkması durumunda Amerikan makamlarına başvurulacağı ve son kararı onların verecekleri bildirildi. Yediot Aharanoot'ta yayınlanan bir yorumda anlaşmanın özerk yönetim zindanlarında tutulan HAMAS ve İslami Cihad Hareketi mensuplarının serbest bırakılması konusundaki tartışmaya da son verdiğine dikkat çekildi. Gazetenin yorumuna göre özerk yönetimin bu kişileri serbest bırakmak istemesi durumunda İsrail buna itiraz edebilecek ve itirazını Amerikan makamlarına götürebilecekti.

Özerk yönetim polisinin 22-12-2001 tarihinde Cibaliya mülteci kampını basarak dehşet saçması sebebiyle hayatlarını kaybeden altı Filistinli çocuktan biri. Ne yazık ki özerk yönetim polisinin saçtığı bu dehşet Filistinliler arasına fitne tohumlarının ekilmesine sebep olmuş ve böyle siyonist işgalcilerin amaçlarına hizmet etmiştir. Arafat yönetiminin zulüm uygulamalarının temposunda İsrail işgal devletindeki siyasi değişimlerin büyük rolü olmaktadır. Bu da bunca zulmün birinci ve öncelikli amacının İsrail işgal devletine yaranmak olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Zaten çoğu zaman tutuklamalar, İsrail ve ABD'nin telkinleriyle yapılmaktadır. Özellikle belli dönemlerde Arafat'ın adamlarıyla İsrail işgal devletinin adamları arasında özel güvenlik görüşmelerinin yapılmasının ardından özerk yönetimin zulüm ve şiddet uygulamalarında artış olması bu gerçeği belgelemektedir.

Arafat'ın polislerinin 22-12-2001'de sergilediği dehşet karşısında kendini savunmak için silahına başvurmak zorunda kalan bir Filistinli genç. Yahudiler tarih boyunca insanları birbirine düşürmeleriyle ün kazanmışlardır. Bu yüzden onların bu konuda yüzyıllar öncesinden gelen bir tecrübeleri vardır. Hicretten önce Medine'de oturan Evs ve Hazrec kabilelerini birbirine düşüren de onlardı. Onların birbirine düşman ettiği bu iki kabileyi Yüce İslâm dini kardeş kıldı ve aralarında dostluk ve sevgi bağlarını yeniden tesis etti. Bugün İsrail'e hükmeden siyonist yahudiler insanları birbirine düşürme konusunda yüzyıllar boyunca kazandıkları tecrübelerini Filistin halkını birbirine düşürmek için kullanmak istiyorlar. Bu konuda ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorlar.

Arafat'ın polisleri tarafından şehit edilen arkadaşlarının taziyesi için gelen çocuklar. Bu çocuklar bir yandan İsrail işgal devletinin sergilediği vahşet ve şiddet diğer taraftan Arafat yönetimi polislerinin sergilediği dehşet arasında kalmış olmanın sıkıntısını ve ızdırabını yaşıyorlar.

Özerk yönetim polislerinin 22-12-2001 tarihinde saçtıkları dehşette hayatını kaybeden Muhammed Ehl annesiyle birlikte. Bu annenin yüreği, çocuğunun kendi içlerinden çıkanların haince saldırıları neticesi hayatını kaybetmiş olması sebebiyle çok daha fazla yanmıştır.

Özerk yönetim polisi 22-12-2001 tarihinde Cibaliya mülteci kampını basarak dehşet saçmış ve genellikle çocuklardan oluşan altı kişinin şehit olmasına sebep olmuştu. Öldürülen bu altı çocuktan Muhammed Ehl. Bu çocuğun anne babaları çocukları belki İsrail işgal güçleri tarafından şehit edilmiş olsaydı o kadar çok acı çekmeyeceklerdi. Ne var ki çocuklarının kendi içlerinden çıkan ama siyonist saldırganlar tarafından kullanılan polis güçlerinin kurşunlarına hedef olarak hayatını kaybetmesi çok daha fazla zorlarına gitmiştir.

Verdiği tavizler Arafat'ı özerk yönetimin lideri yaptı ama aynı zamanda onu büyük bir acziyetin ve çıkmazın içine sürükledi. Arafat, imzalamış olduğu anlaşmalarla kendini adeta bir cenderenin içine atmış, zilleti bir bakıma kendi arzusuyla tercih etmişti. Mücadele ve direniş yolunu terk ederek siyonist işgalcilerle onların arkasında duran uluslararası emperyalizmden merhamet dilenmeye başlayınca bir bakıma boğazına ipin geçirilmesine, ayağına pranganın vurulmasına razı olmuştu. İşgal devletinin özerk yönetimin güvenlik merkezlerini, yayın merkezini ve daha başka önemli noktalarını hedef alan saldırılarına karşı yine aynı dille cevap verme imkanı yoktu. Bu yüzden, Filistin'deki direniş gruplarına özellikle de İslami harekete yönelmeye, onların elemanlarını tutuklamaya, halka hizmet veren sosyal kurumlarını kapatmaya başladı.

İşgalcilerin Filistin'in her tarafında kan akıttıkları ortamlarda da Arafat onlarla masaya oturmaktan çekinmedi. Aslında savaş ve barış konusunda en güzel ölçüleri yüce kitabımız Kur'an-ı Kerim koymuştur. Yüce Allah bu konuda şöyle buyurur: "Sizinle savaşanlara karşı Allah yolunda siz de savaşın, ancak haddi aşmayın. Şüphesiz Allah haddi aşanları sevmez. Onları bulduğunuz yerde öldürün ve kendilerini sizi çıkardıkları yerden çıkarın. Fitne öldürmekten daha kötüdür. Orada sizinle savaşmadıkları sürece onlarla Mescidi Haram etrafında savaşmayın. Eğer savaşırlarsa o zaman onları öldürün. Kafirlerin cezası işte böyledir. Eğer yaptıklarına son verirlerse, Allah bağışlayandır, rahmet edendir." (Bakara, 2/190-192) "Eğer onlar barışa yanaşırlarsa sen de yanaş ve Allah'a güven. Muhakkak O, duyandır, bilendir." (Enfal, 8/61) Bu ayetlerden ve daha başka ayeti kerimelerden anladığımıza göre, zulüm ve haksızlık edilmesi, İslam toprağının işgal edilmesi gibi durumlarda esas olan Allah yolunda savaştır.

Arafat, işgalcilerle doğrudan karşıya gelince onların gerçek yüzlerinin kamuoyuna yansıttıklarından çok farklı olduğunu gördü. Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS) yapılan anlaşmalara karşı çıkarken iki temel noktaya vurgu yapıyordu: Birincisi: Bu anlaşmalarla gayri meşru bir işgal ve gaspa meşruiyet kazandırıldığı, bunun karşılığında Filistin halkının en temel haklarından taviz verildiği. İkincisi: Bu anlaşmaların hiçbir garantisinin olmadığı, tamamen işgalcilerin insafına terk edildiği, işgalcilerin ise barış değil savaş dilinden anladıkları, kendilerini güçlü gördükleri zaman yeniden bu anlaşmaları ayaklar altına alarak kuvvet dilini konuşturacakları. Gerçekten yapılan anlaşmaların hiçbir güvencesi yoktu. Tümüyle düşmanın insafına terk edilmişti. Bu durum ise düşmanın insaf ve merhametine mahkum olma gibi tümüyle zillete götürecek bir sonucu doğuracaktı. Ne yazık ki gelişmeler de gerçeğin böyle olduğunu ortaya çıkardı. Üstelik aradan çok fazla zaman geçmeden.

Arafat, verdiği onca tavize rağmen işgalcileri yeterince razı edememiştir ve işgalciler her keresinde ondan yeni tavizler istemişlerdir. İşgal devletine karşı gerçekleştirilen eylemlerde özerk yönetimin hiçbir rolünün olmamasına rağmen siyonist işgal devleti Mahmud Ebu Henud'un intikamı için gerçekleştirilen eylemlerden sonra ağırlıklı olarak bu yönetime ait polis merkezlerini bombaladı. "Beyrut kasabı" unvanıyla tanınan Ariel Şaron yaptığı tüm açıklamalarda gelişmelerden Arafat'ı sorumlu tuttu ve onu hedef gösterdi. ABD yönetimi de özel temsilcisini bölgeye göndererek olaylara doğrudan müdahale etti. Bu müdahalenin amacı ise bir yandan özerk yönetime yüklenme konusunda İsrail işgal devletine destek vermek, bir yandan da özerk yönetimin İslami direnişi kırmak için yürüteceği faaliyetlerde ona yön vermekti.

İsrail işgal rejiminin uyguladığı ablukalar ve özerk yönetimin başarısız politikası yüzünden Filistin halkının ciddi ekonomik sıkıntılar içine sürüklendiği bir dönemde halka hizmet veren hayır kurumlarının kapatılması şiddetli tepkilere yol açmıştı. HAMAS'ın Gazze'deki ileri gelenlerinden Prof. Abdülaziz Rantisi kapatmalardan öncelikle HAMAS'ın değil Filistin halkının zarar gördüğüne dikkat çekerek: "Bu kurumlar kapatıldıktan sonra şehitlerin geride bıraktığı binlerce yetime ve onların ihtiyaç içindeki ailelerine kim sahip çıkacak? İşgal yönetimi bizim ekonomik kurumlarımızı yıktı. Üstelik bunu bizzat Filistinlilerin eliyle gerçekleştirdi" demişti. Ne yazık ki Arafat yönetiminin, kendi geçmişinden bile ibret almayarak sürekli siyonist işgalcilerin ve onun arkasında duran ABD emperyalizminin önünde diz çökmesi sebebiyle Filistin halkı her zaman mağdur edilmektedir.

İnançlarının kendilerine verdiği direnç ve kararlılıkla hareket edenler kendilerini özerk yönetimin zindanlarında buluyorlar. Gerekçe ise halkı toplu direnişe teşvik etmek ve toplum düzenini bozmaya kalkışmak. Yani insanları haksız şekilde zindanlara atmak için bütün her yerde kullanılan ve her yöne çekilmesi mümkün olan malum gerekçe. Bu politika yüzünden HAMAS'ın ve İslami Cihad Hareketi'nin birçok ileri geleni sözde özerk yönetimin zindanlarında tutuluyor.

Muhammed Dahlan, Gazze'de Koruyucu Güvenlik sorumlusu olduğu sırada en çok işkenceleriyle ün salmıştı. 25 Şubat 1996'da başlattığı tutuklama kampanyasının, İsrail'in 1967'de Gazze'yi işgal etmesinden buyana gerçekleştirilen en geniş çaplı tutuklama kampanyası olduğunu Dahlan bizzat kendisi ifade etmişti. Yani bunu kendisi için bir iftihar vesilesi sayıyordu. "Şecaat arz ederken merdi kıpti sirkatin söyler!" Bir yandan Filistinli direnişçilere bu zulümleri ve işkenceleri yapan Dahlan diğer yandan sık sık işgalcilerle gizli görüşmeler yapıyordu.

Muhammed Dahlan, İsrail işgal devletinin Genelkurmay başkanı Şaul Mofaz'la birlikte. Dahlan, İsrail işgal devletiyle gizli ilişkileriyle ve direkt bağlantılarıyla tanındı. İşgal devleti de bu yüzden ona daha fazla güveniyor ve öne çıkmasını istiyor. İşgal devletiyle gizli ilişkiler içindeki Dahlan aynı zamanda özerk yönetimin polis şiddetinin ve İslami harekete karşı verdiği coplu savaşın başını çekiyordu.

Mahmud Ebu Henud. Ebu Henud, Mercu'z-Zuhr sürgünleri arasında yer almıştı. İşgal devleti 1992 yılının sonunda Filistin'deki mücadele ve direnişin öncülerinden olan 415 kişiyi gece yarısı evlerinden alarak gözleri bağlı bir şekilde Güney Lübnan'ın Mercu'z-Zuhr bölgesine bıraktı. Bu kişiler orada bir yıl kadar kaldılar. Bu süre içinde yeniden vatanlarına dönmek için direndiler. Birtakım uluslararası güçler ve devletler onları dünyanın muhtelif yerlerine yerleştirmek için tekliflerde bulundu. Ama onlar yeniden kendi öz yurtlarına dönmek dışında hiçbir çözümü kabul etmediler.

Özerk yönetim polisinin, Amerika'nın Afganistan'a saldırısını protesto amacıyla 8 Ekim 2001 tarihinde, Gazze üniversiteleri öğrencilerinin ve Gazze'deki orta öğrenim öğrencilerinin birlikte düzenledikleri gösteriyi bastırmak için sergilediği vahşetten kaçan gençler. Ebu Henud değişik zamanlarda hem İsrail işgal devleti hem de Arafat'ın sözde özerk yönetimi tarafından zindana atıldı.

Mahmud Ebu Henud'un işgalci siyonistlerin kuklası özerk yönetim tarafından yargılandığı sırada çekilmiş bir fotoğrafı. Mahmud Ebu Henud, Filistin İslami Direniş Hareketi (HAMAS)'ın askeri kanadı durumundaki İzzettin Kassam Birlikleri'nin Batı Yaka bölgesi sorumlusuydu. O, Filistin halkının bağımsızlığı ve kutsal Filistin topraklarının işgalden kurtarılması için verilen mücadelede sürekli ön saflarda yer almaya çalıştı.

Arafat'ın sözde barış anlaşmaları Filistinliler açısından zulüm ve işkenceden başka bir şey getirmemiştir. Özerk yönetimin Filistin halkına uyguladığı baskı ve şiddet her zaman sözde barış görüşmelerine paralel olarak artmıştır. Bu durum ise "Ortadoğu'da barış (!)" başlığı altında lanse edilen şeyin gerçekte ne olduğunu gözler önüne sermesi açısından dikkat çekicidir.

Özerk yönetimin ABD şartlarını kabul etmesini protesto amacıyla 14 Haziran 2001 tarihinde gerçekleştirilen yürüyüşten bir başka görüntü.

Özerk yönetimin ABD şartlarını kabul etmesini protesto amacıyla 14 Haziran 2001 tarihinde gerçekleştirilen yürüyüşten bir görüntü. Özerk yönetimin bu şartları kabul etmesi İsrail işgal devletinin dayattığı şartları kabul etmesi anlamına geliyordu. Çünkü Amerika'nın özerk yönetimin önüne koyduğu şartlar İsrail işgal devletinin dayattığı şartlardan başka bir şey değildi. Özerk yönetimin bu şartları kabul etmesi ise kendi halkına karşı siyonist işgalcilerin maşası gibi kullanılmayı kabul etmesi anlamına geliyordu.

Özerk yönetimin ABD şartlarını kabul etmesini protesto amacıyla 14 Haziran 2001 tarihinde gerçekleştirilen yürüyüşten bir görüntü. Özerk yönetimin Filistin halkına yönelik zulüm uygulamalarında İsrail işgal devletinin ve ABD'nin direktifleri birinci derecede rol oynamıştır. Fakat şunu da özellikle belirtelim ki iş sadece direktif verme ve almadan ibaret kalmamış fiili bir işbirliği de olmuştur. Gazze'nin Şeyh Rıdvan mahallesindeki patlamada ve HAMAS'ın askeri kanadının istişhadi eylemler biriminin Yahya Ayyaş'tan sonraki başkanı Muhyiddin eş-Şerif'in şehit edilmesinde bu işbirliği gayet bariz bir şekilde kendini göstermiştir.

Evi Arafat'ın polisleri tarafından kuşatmaya alınarak tutuklanması istenen HAMAS'ın Gazze sözcüsü Prof. Abdülaziz Rantisi. Özerk yönetim polisleri bir keresinde İsrail işgal güçlerinin emirlerini yerine getirebilmek amacıyla, HAMAS'ın en önemli liderlerinden ve Gazze'deki resmi sözcüsü Prof. Dr. Abdülaziz Rantisi'nin evini kuşatmaya aldı ve kendisinin gelip polislere teslim olmasını istediler. Ancak kendisi o esnada evde olmadığından bu amaçlarını gerçekleştiremediler.

Özerk yönetim polisinin, Amerika'nın Afganistan'a saldırısını protesto amacıyla 8 Ekim 2001 tarihinde, Gazze üniversiteleri öğrencilerinin ve Gazze'deki orta öğrenim öğrencilerinin birlikte düzenledikleri gösteriyi bastırmak için sergilediği vahşet. Normalde bu gösterinin özerk yönetim polislerini rahatsız etmemesi ve Filistin halkının, Amerika'nın Afganistan'da sergilediği vahşete karşı tepkisini serbestçe ortaya koyabilmesi gerekiyordu. Ne var ki özerk yönetim Amerikan emperyalizmine yaranabilmek için bu tepkiye bile tahammül edemedi ve polis şiddetini böyle bir meşru tepki karşısında da ortaya koydu.

Özerk yönetim tarafından kapatılan İslami harekete ait bir özel eğitim kurumu. Özerk yönetimin sergilediği şiddet ve baskı İslami camianın gayretleriyle açılan özel eğitim kurumlarına da göz açtırmak istemiyor. Oysa Filistin'de çocukların ve gençlerin birçoğunun eğitim öğretim ihtiyaçları bu kurumlar tarafından karşılanmaktadır. Özerk yönetim kendisi bir alternatif sunamadığı halde İsrail işgal rejimine ve Amerikan emperyalizmine yaranabilmek için İslami hareketin eğitim kurumlarının faaliyetlerini de engelliyor.

Nablus'ta İslami Sendika'nın Arafat'ın polisleri tarafından kapatılmasından sonra kapısına 'özerk yönetimin emriyle kapatılmıştır' yazısının yazılması. Özerk yönetim işgal rejimini memnun etmek amacıyla İslami Cemiyet'in Gazze'deki bütün bürolarını, ayrıca İslami Site, İslami Islah Cemiyeti, Müslüman Genç Kızlar Cemiyeti, Mukaddes Topraklar Cemiyeti gibi çeşitli İslami hayır kurumlarının ve sosyal organizasyonların bürolarını kapattı. Bunlardan özellikle İslami Cemiyet ile İslami Islah Cemiyeti (Cemiyetu's-Salah el-İslamiyye) binlerce yetime ve ihtiyaç içindeki aileye düzenli şekilde maddi yardım yapıyordu.

Nablus'ta İslami Sendika'nın Arafat'ın polisleri tarafından kapatılması. Özerk yönetim Eylül 1997'de Netanyahu'yu memnun etme amacıyla başlattığı operasyonlarda binlerce yetime ve ihtiyaç sahibine hizmet veren 16 hayır kurumunu kapattı. Özerk yönetimin, o tarihte İsrail'in ve ABD'nin direktifleri doğrultusunda gerçekleştirdiği operasyon ve baskıların İslami hayır kurumlarına karşı o zamana kadar gerçekleştirilen en geniş çaplı operasyon olduğu bildirildi. İsrail işgal rejimi, bütün bu hayır kurumlarının HAMAS'ın kontrolünde olduğu iddiasıyla kapatılmasını istemiş ve sözde "barış" görüşmelerinin yeniden başlayabilmesi için bu direktiflerinin yerine getirilmesini şart koşmuştu.

Zindanlardaki Filistinlilerle dayanışma için düzenlenen bir etkinlik. Arafat'ın Devlet Güvenlik Mahkemesi, Eriha'da bir İsrail otobüsüne saldırı düzenlenmesi ve Amerikan asıllı bir yahudinin öldürülmesi olayına katılmakla suçladığı Emced Reşid el-Hannavi adlı Filistinli genci on yıl ağır hapis cezasına mahkum etti. Mahkeme, el-Hannavi'yi 13 Eylül 1995'te, Halil eş-Şerif adlı HAMAS mensubu bir gençle birlikte sözü edilen eylemi gerçekleştirmekle suçladı. Ancak el-Hannavi mahkemede, kendinin bu eyleme katılmadığını ve HAMAS mensubu olmadığını bildirmişti. el-Hannavi, Halil eş-Şerif' arkadaşı olduğu için onun arabasına binerek bir yere gitmek istediğini, yolda onun söz konusu eylemi gerçekleştirdiğini fakat kendinin kesinlikle olaya bir dahlinin olmadığını ifade etmişti. Mahkeme ise onun eyleme fiilen katıldığına dair delil bulamadığı halde, bu konuda öngörülen en ağır cezayı verdi.

Zindanlardaki Filistinlilerle dayanışma için düzenlenen bir etkinlik. Arafat'ın DGM'si 22 Nisan'da açıkladığı bir kararla Gazze İslâm Üniversitesi'nde öğrenci olan evli ve üç çocuk babası Hâlid İsâ Mutlak adlı HAMAS mensubu bir genci 4 yıl hapis cezasına çarptırdı. Yine aynı gün bir diğer HAMAS mensubu, Han Yunus İlimler ve Teknoloji Akademisi öğrencisi Muhammed es-Seyyid sekiz yıl hapis cezasına çarptırıldı. Arafat'ın DGM'si bu kararlarla gaza basmış oldu ve artık yeni zulüm kararları vermek için önünü açık görmeye başladı. Dolayısıyla sonraki günlerde de yeni hapis cezaları verme cüretini gösterebildi. Arafat yönetimi bu zulmü uygularken İslâmi hareketin, Filistin halkının birbirine düşmemesi için gösterdiği hassasiyeti de istismar ediyordu.

Zindanlardaki Filistinlilerle dayanışma için düzenlenen bir etkinlik. Arafat'ın DGM'si kuruluşunu gerçekleştirdikten hemen sonra vakit kaybetmeden zulüm dağıtmaya başladı. İlk zulüm kararları için de ateşli günleri seçti. Filistin Askeri Yüksek Güvenlik Mahkemesi (DGM) 10 Nisan 1995 günü açıkladığı zulüm kararında Gazze'deki İslâmi Cihad Hareketi mensuplarından bir genci 15 yıl hapis cezasına çarptırdığını bildirdi. Ertesi gün de Ömer Şelah adlı bir genci müebbet hapis cezasına çarptırdığını açıkladı. 15 ve 16 Nisan tarihlerinde açıkladığı kararlarda da ikisi HAMAS biri İslâmi Cihad Hareketi mensubu üç kişiyi daha çeşitli hapis cezalarına çarptırdı. Tutuklanan daha pek çok kişi hakkındaki soruşturmalar da hararetli bir şekilde sürdürülüyordu.

Gençler tarafından yakılan ve özerk yönetim polisine ait bir araç. Özerk yönetim polislerinin sergilediği şiddet gençlerin tahrik olmasına ve onların da zaman zaman karşı şiddete başvurmalarına sebep oluyor.

Özerk yönetimin işgalcilerin saldırılarıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği tutuklamalar. Arafat yönetimi Jospin'e karşı düzenledikleri protesto eylemlerinden dolayı Beir Zeit Üniversitesi öğrencilerine karşı bir tutuklama kampanyası başlattı. Bu arada üniversiteyi de geçici olarak eğitime kapattı. Özerk yönetimin Koruyucu Güvenlik adı verilen polis teşkilatına mensup güvenlik güçleri Beir Zeit Üniversitesi'nin giriş kapılarına barikatlar kurarak gelen öğrencileri gözetim altına aldılar. Ayrıca üniversitenin yakınından geçen araçları da durdurarak öğrenci kimliği taşıyan bazı kişileri gözetim altına aldılar.

Özerk yönetimin işgalcilerin saldırılarıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği tutuklamalar. Bir yandan işgal güçleri iğrenç saldırıları, yıkımları ve tahribatları sürdürürken diğer yandan özerk yönetimin polisleri işgalcilerin saldırılarıyla eş zamanlı olarak tutuklamalar gerçekleştiriyorlar.

Özerk yönetimin işgalcilerin saldırılarıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği tutuklamalar. Ürdün'deki Arap İnsan Hakları Örgütü Filistin'deki özerk yönetimin Gazze-Eriha anlaşmasına karşı çıkan örgütlerin mensuplarını tutuklamasını şiddetle kınadı. Örgüt adına yapılan açıklamada bu tutuklamaların düşünce özgürlüğünü kısıtlamaktan başka bir amaç taşımadığı ifade edildi. Örgüt Filistin'deki özerk yönetimi kendi politikasına muhalif tutumlarından dolayı tutukladığı herkesi derhal serbest bırakmaya ve bu gibiler üzerindeki baskıya son vermeye çağırdı.

Özerk yönetimin işgalcilerin saldırılarıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği tutuklamalar. Ekim 1994, Arafat'ın sözde özerk yönetimi oluşturmasının başlangıç dönemidir. Çünkü özerk yönetimin oluşturulmasına dair ilk anlaşma Mayıs 1994'de Kahire'de imzalanmış ve Arafat'ın adamları bu anlaşmadan sonra Filistin topraklarına girmeye başlamışlardır. İlk geniş çaplı tutuklama kampanyalarını da ayaklarının tozlarıyla Ekim 1994'de gerçekleştirdiler. O tarihte Yasir Arafat'ın emrindeki Filistin polisi Gazze bölgesinde ve Eriha'da Filistin İslâmi Direniş Hareketi (HAMAS) mensuplarına karşı geniş çaplı bir tutuklama kampanyası başlattı. Bu tutuklama kampanyasının ilk gününde (13 Ekim Perşembe günü) sadece Gazze bölgesinde 300 HAMAS mensubu tutuklandı. Arafat'ın polisleri Gazze'de HAMAS'ın ileri gelenlerinin de evlerine zorla girerek arama yaptılar. Bu aramada HAMAS'ın ileri gelenlerinden Dr. Mahmud Zehhâr ve Halid el-Hindi'nin evlerinin tabanlarında kazıma yapıldı. Polislerin zorla girdiği evlerin sahipleri yaptıkları açıklamada arama esnasında evlerine önemli miktarda zarar verildiğini ifade ettiler.

Özerk yönetimin işgalcilerin saldırılarıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği tutuklamalar. Özerk yönetim zaman zaman İsrail işgal devletinin ve ABD'nin istek ve direktifleri doğrultusunda adeta "tutuklama kampanyaları" niteliği taşıyan geniş çaplı tutuklamalar gerçekleştirmiştir. Bu kampanyalarda özerk yönetimin kontrolüne verilen bölgelerin hemen hemen tamamı belli ölçülerde nasiplenmiş, dolayısıyla bu bölgelerde yaşayan sivillerin tamamı herhangi bir şekilde etkilenmişlerdir.

Polis dehşetine direnen gençler. Gençler normalde polislerle karşı karşıya gelmemeyi tercih ediyorlar. Ancak polislerin iyice haddi aşmaları ve önlerine çıkanları dağıtmak için şiddette iyice ileri gitmeleri, birçok kişiyi yaralamaları, hatta bazı kişilerin ölümüne sebep olmaları, gençlerin de yer yer direnmelerine yol açıyor. Bu tür direnmelere rağmen yine de HAMAS fitnenin önüne geçebilmek için bu tür gelişmelerin yaşandığı her olayın ardından büyük gayret sarf ediyor, Filistinlilerin birbirlerinin kanlarını akıtmamaları için elinden geleni yapıyor.

Özerk yönetim polisinin, Amerika'nın Afganistan'a saldırısını protesto amacıyla 8 Ekim 2001 tarihinde, Gazze üniversiteleri öğrencilerinin ve Gazze'deki orta öğrenim öğrencilerinin birlikte düzenledikleri gösteriyi bastırmak için sergilediği vahşetten kaçan gençler. Bu kaçış da gençlerin Filistinliler arasında bir fitneye sebep olmama konusundaki duyarlılıklarından kaynaklanıyor. Ama ne yazık ki özerk yönetim polisleri bu duyarlılığı göstermiyor ve normalde kendilerini rahatsız etmemesi gerekirken Amerika'yı protesto için bir araya gelen gençleri dağıtmak için copla, silahla onları kovalıyorlar.

Özerk yönetim polisinin, Amerika'nın Afganistan'a saldırısını protesto amacıyla 8 Ekim 2001 tarihinde, Gazze üniversiteleri öğrencilerinin ve Gazze'deki orta öğrenim öğrencilerinin birlikte düzenledikleri gösteriyi bastırmak için sergilediği vahşette hayatını kaybeden Abdullah Muhammed el-İfrenci.

Polis dehşetinden kaçan gençler. Filistinli gençler ve direniş örgütleri İsrail işgal güçlerine karşı her türlü fedakarlığı göze alarak direnirken, Filistinliler arasında bir fitneye sebep olmamak için mümkün mertebe çatışmadan uzak durmayı tercih ediyorlar. HAMAS bu gelişmeler üzerine yaptığı açıklamada, özerk yönetimin baskıcı tutumuna rağmen Filistinliler arası bir çatışmaya asla fırsat vermeyeceklerini, böyle bir şeyin sadece siyonist işgal rejimine yarayacağını dile getirdi. HAMAS'ın resmi sözcüsü İbrahim Goşe, İngiliz basın mensuplarının bir sorusu üzerine yaptığı açıklamada: "Siyonist işgale karşı direniş amacı üzere kurulmuş olan hareketimiz, Filistinlilerin kanlarının akıtılması sonucuna götürecek bir iç çatışmaya girmeye kesinlikle karşıdır" dedi.

Özerk yönetimin işgalcilerin saldırılarıyla eş zamanlı olarak gerçekleştirdiği tutuklamalar. Özerk yönetimin işbaşına gelmesiyle birlikte ona bağlı polisler de derhal siyâsi amaçlı tutuklamaları başlattılar. Siyonist İsrail askerlerinin yaptığı gibi zaman zaman gece yarısından sonra evlere baskınlar düzenlediler. Örneğin 1995 yılı Mart ayının sonlarına doğru bir gece yarısı, HAMAS'ın Gazze'deki kurucularından ve ileri gelenlerinden olan 58 yaşındaki Muhammed Hasan Şem'a'nın evine baskın düzenleyerek ondan iki hafta önce Cuma namazında okuduğu bir hutbeden dolayı kendisini tutukladılar.

Yine İslami bir kurumun özerk yönetim polisleri tarafından kapatılması. Filistin Vatandaş Hakları Bağımsız Heyeti'nin hazırladığı yıllık rapora göre özerk yönetimin insan hakları ihlalleri sadece şahıslara münhasır değildi. Kurumlar üzerinde de yoğun bir baskı vardı ve bu baskı insan hakları ihlallerini beraberinde getiriyordu. Rapora göre, özerk yönetimin yasalarına göre resmi izine gerek olmadan sivil toplum kuruluşlarının oluşturulmasına ve sivil kültürel etkinliklerin düzenlenmesine imkan olmasına rağmen özerk yönetim güvenlik güçleri buna fırsat vermiyorlardı.

Arafat'ın polisleri tarafından yaralanan gençlerden biri. Arafat yönetiminin emrindeki güvenlik güçlerinin Filistin halkının işgale karşı verdiği özgürlük mücadelesinin kırılması için kullanılması, ne yazık ki Filistin halkına ve onun direniş güçlerine önemli kayıplar verdirdi. Filistinlilerin işgale karşı düzenlediği gösterilerin ve eylemlerin dağıtılması için en önce özerk yönetimin güvenlik organları devreye girdi. Bu da uluslararası emperyalizmin özerk yönetim güvenlik mekanizmasına bu derece önem vermesinin amacının ne olduğunu ortaya koyuyordu.

Arafat'ın polisleri tarafından yaralanan gençlerden biri. Polisler bazen sokağın ortasında insanların üzerine ateş ettiler. Gazze'de HAMAS mensubu Ekrem Selâme adlı bir genç polislerin sokağın ortasında hiçbir sebep yokken üzerine ateş etmeleri sonucu orta derecede yaralandı. 18 Kasım 1994'te yine Gazze'de polislerin, cuma namazından çıkan insanların üzerine ateş açmaları sonucu gerçekleştirdikleri katliam hatıralardan silinmiş değil.

Polis dehşetinden kaçan gençler. Filistin Vatandaş Hakları Bağımsız Heyeti adlı insan hakları kuruluşunun 1999 raporunda, öncelikle özerk yönetimin kontrolündeki bölgelerde 1999 yılı içinde önceki yıllara nispetle herhangi bir düzelme olmadığı ve yapılan tespitlere göre 1999 yılı içinde özerk yönetim tarafından toplam 332 insan hakkı ihlalinin gerçekleştirildiği dile getiriliyordu. Buna işaret edilmesi söz konusu yönetimin önceki yıllarda da benzer uygulamalar sergilediğini ortaya koyması açısından önemlidir.

20 Aralık Perşembe günü Arafat'ın polisleri tarafından şehit edilen Filistinli gençlerden biri. İlginçtir ki özerk yönetimin Filistin halkına uyguladığı baskı ve şiddet her zaman sözde barış görüşmelerine paralel olarak artmıştır. Bu durum ise "Ortadoğu'da barış (!)" başlığı altında lanse edilen şeyin gerçekte ne olduğunu gözler önüne sermesi açısından dikkat çekicidir.

Arafat'ın polislerinin 20-21 Aralık 2001 tarihlerinde Cibaliya mülteci kampında saçtıkları dehşet. Bugün İsrail'e hükmeden siyonist yahudiler insanları birbirine düşürme konusunda yüzyıllar boyunca kazandıkları tecrübelerini Filistin halkını birbirine düşürmek için kullanmak istiyorlar. Bu konuda ellerine geçen her fırsatı değerlendirmeye çalışıyorlar.

Arafat'ın polislerinin 20-21 Aralık 2001 tarihlerinde sivil halka saldırmaları sonucu çıkan çatışmalarda yaralanan bir polis. Arafat yönetimi, imzalamış olduğu anlaşmalarla kendini adeta bir cenderenin içine atmış, zilleti kendi iradesiyle tercih etmişti. O, mücadele ve direniş yolunu terk ederek siyonist işgalcilerle onların arkasında duran uluslararası emperyalizmden merhamet dilenmeye başlayınca bir bakıma boğazına ipin geçirilmesine, ayağına pranganın vurulmasına razı olmuştu.

Arafat'ın sözde barış anlaşmaları Filistinliler açısından zulüm ve işkenceden başka bir şey getirmemiştir. Terimlere verilen anlamların ve kavramların kamuoyu oluşturmada önemli etkisi olmaktadır. Emperyalizm bu etkiyi kendi lehine kullanabilmek için hizmetindeki bütün iletişim araçlarından da yararlanarak kavramları kendi belirlediği şekil ve anlamla kitlelere kabul ettirmeye çalışmaktadır. Emperyalizmin barış, terörizm, aşırılık, demokrasi, insan hakları vs. gibi terimlere verdiği anlamlar üzerinde düşünüldüğü zaman bu durum görülür.

Arafat'ın polisleri işgalcilerin direktifleriyle yine bir İslami kurumu kapatıyorlar. Kapatılan bu hayır kurumları binlerce mağdur ailenin, dul kadının ve yetim çocuğun yardımına koşuyordu. Özerk yönetim onların bu hayır çalışmalarına alternatif olarak herhangi bir çalışma ortaya koyamadığı halde İsrail işgal devletinin dayatmalarıyla söz konusu kurumları kapattı. Bu kurumların kapatılmasının ise bu kurumları ayakta tutanlardan çok buralardan yardım alan mağdur ve yoksul ailelerin, yetim çocukların, dul kadınların zarar görmesine sebep oldu.

Arafat'ın polislerinin işgalcilerin direktifleriyle bir İslami kurumu kapatmaları. Özerk yönetimin işbaşına geldiği tarihten buyana uluslararası güçlerin, bu yönetimin polis teşkilatına birinci derecede önem vermeleri boşuna değildir. Japonya'ya varıncaya kadar birçok ülke yaptığı dış yardımların sadece polis teşkilatında kullanılmasını şart koştu. Bazı ülkeler bu teşkilata teçhizat ve araç gereç yardımı yapma vaadinde bulundular. Ama halkının % 98'i fakirlik düzeyinin altında bir gelirle geçinmek zorunda olan Gazze'deki sivil ekonominin düzeltilmesi, insanlarının hayat seviyelerinin iyileştirilmesi için kimse herhangi bir vaadde bulunmadı. Bu da bugün modern ve uygar dünya olarak tanıtılan dünya için nelerin öncelikli olduğunu ortaya koyuyor.

Arafat'ın polislerinin 20-21 Aralık 2001 tarihlerinde Cibaliya mülteci kampında saçtıkları dehşet. Özerk yönetim polislerinin Filistin halkının bağımsızlık mücadelesini kırmak için yaptığı zulüm ve haksızlık uygulamaları siyonist İsrail askerlerinin yaptıklarını aratmıyor.

Arafat'ın polislerinin 20-21 Aralık 2001 tarihlerinde Cibaliya mülteci kampında saçtıkları dehşet. İşin gerçeğinde Filistin polis teşkilatı Filistin halkına karşı kurdurulmuş olan bir polis teşkilatıdır. Bu teşkilata verilen görev İsrail askerlerinin üstesinden gelemedikleri intifadanın üstesinden gelmek, bu kutlu mücadele ateşini söndürmektir. Bu teşkilata eğer özerk yönetim bölgelerinde güvenliği sağlama görevi verilmiş olsaydı buralardaki yahudi yerleşim merkezlerinin güvenlikleri de ondan sorulurdu.

Özerk yönetim polisleriyle gençlerin çatışması. FKÖ lideri Yasir Arafat, 1987'de HAMAS'ın öncülüğünde başlatılan intifadada işgalcilere taş atan çocuklar için "küçük generallerim" demişti. Onun "küçük generallerim" dediği çocuklar bugün HAMAS'ın askeri kanadı durumundaki İzzettin Kassam birliklerinin saflarında mücadelelerini sürdürüyorlar. Ama bu kez karşılarında sadece işgalci askerleri değil aynı zamanda Arafat'ın "büyük generaller"ini yani özerk yönetim polislerini buluyorlar.

Özerk yönetimin sergilediği şiddetle yaralanan gençlerden birinin taşınması. Geçmişte FKÖ saflarında bağımsızlık duygularıyla yetiştirilenler bugün İsrail polisiyle ve istihbaratıyla işbirliği içinde kendi halklarının bağımsızlık mücadelelerini ortadan kaldırmaya, onların kalplerindeki hürriyet ateşini söndürmeye çalışıyorlar.

Yasir Arafat. Ne yazık ki imzaladığı anlaşmalar vasıtasıyla boynuna ip geçirilmesine izin veren, sonra da bu ipin ucunu İsrail işgal devletiyle onun hamisi durumundaki ABD'ye teslim eden Arafat, işgalci saldırganlara kafa tutma cesareti gösteremediğinden onlardan gelen talimatlara boyun eğmekten, onların emirlerini yerine getirmekten başka bir çıkış yolu bulamadı. Bu yüzden de kendi halkının haklı ve meşru direnişini kırmak için değişik baskı metotlarına başvurmaya başladı.