Bu yazımı kendimi en iyi anlatabildiğim dilde, ana dilimde yazacağım çünkü insanın acısını da sevincini de en iyi anlatabildiği, anlaşılabildiği yerdir ev, olması gerekendir ya da. Yurdu gurbet olanın mutluluğu da uzak olurmuş, olmasın diyedir çabamız. Kimisine göre değişir bu durum, kimisi umursamaz, kimisi kendini bildi bileli hep aynı yönde, hep aynı yörededir. Sahi, kimindir bu yöre, kimindir bu cihan, ya da kime kalmış ola ki bize kalsın. Neyse işte, sözüm o ki insanın yuvası neresiyse orasıdır kalbi. En azından bana göre. Aylar oldu. Ben kalbimin, yuvamın bir yarısını toprağa verdim. İnsan hangi acıya alışıyor bilmiyorum ama ben buna alışamadım. Can dostumun, oğlumun gidişine günler, haftalar, aylar hatta yıllar dahi olsa alışabileceğimi de sanmıyorum. Bugün 9 Temmuz 2025, Saat 02:44. Saniyeler geçiyor, dakikalara karışıyor. Sonra gece, sabaha kavuşuyor. Biz kavuşamıyoruz. Çünkü biliyorum ki bir yıldız gökyüzünden kayıp gittikten sonra o artık ışığı bir daha yanmayacak bir ateş parçası. Hikayeler hep romantize ederdi ya yıldız kaymalarını, ben, Mars gittiğinden beri gökyüzüne ağlıyorum içten içe. Her gece, elimi uzattığım gökyüzüne sadece bakıyorum. Yüzüme defalarca yumruk yemiş gibi hissetsem de fiziksel değil acım. Kırıklık baki. Batıyor, kanatıyor, sonra kuruyor kendi kendine kanayan yerler. Kabuk bağlıyor ve tekrar başka yerden sızıyor. Ömrümün sonuna kadar da bu sızıntılarla devam edeceğimi biliyorum. Bu da bizim yolumuzun şekli diyip geçebilecek güçte olmak için ne kadar daha büyümek gerekiyor? Kaç yaş almak daha lazım tüm bu kayıpları, kırıkları hibe yapıp yürümeyi öğrenmemiz için? Çok fazla soru var, çoğunun cevabı yok. Cevapsız onca şeyin altında hala var olabilmek çabası bizimkisi. Sessizliklere göğüs gerebilmek. Belirsizliğin içinde küçülerek büyümek.
Göğüs kafesimin kemiklerini tek tek hissediyorum nefes alırken. Gittiğinden beri, istisnasız her gün o kemiklerin batışı ile hatırlıyorum seni benden alan bu kara düzeni. Daha çok batıyor, daha fazla alıyorum nefes. Sanki içimde bir yerlerde bir savaş var. Tozu dumana katmış koşturuyor atlılar, nereden geldiklerini bilmeden nereye gittiklerini görmeden. Şövalyeler var kılıç kusanmış, süslü zırhlarının altında korkusuz korkaklar. Halbuki belli bu savaşın kazananı da kaybedeni de. Ben hiç şövalye olmak istemedim hayatımda. Hep Don Quixote olmak istedim misal. Şövalye olma hayali ile yanıp tutuşuyor gibi görünse de bence içinde bir yerlerde yanlış gidene ses olma çığlığı, bilhassa kendini duyurma isteği vardı. Duyurmak istedim. Sesim duyulsun, duyulayım. Kim istemez ki? Kahraman olmak değil, kahramanlar yaratmak da değil. Sadece var olmak. Olduğum için sevilmek. Mars beni olduğum için sevmişti. Mars beni sadakatiyle sınarken bazen kahrolası veteriner kliniğinde keşke gece gündüz onunla bekleseydim de yalnız gitmeseydi diye ağlıyorum. O beni yalnız bırakmazdı çünkü. Hala bırakmadı, hissediyorum. Keşke o koca göbeğinin içinde kaybolsam yine diye yırtınıp duruyorum. Kimse duymuyor. Çünkü kaybolanı geri vermek bazen zor bazen ise imkansızdır. Telafisi olmayanın acısı kopkoyu bir bataklık. İçine çekildikçe çıkışa uzaklık da artıyor. Biliyorum, bunu istemezdi. Ben de istemiyorum. Ama acının da gitmeyeceğini, bitmeyecegini de biliyorum. Ne zor değil mi onca şeyi bilirken bir çok şeyi de bilememek. Misal, nedenleri bilememek. Dışarıdan görememek olan biteni. Uzaktan şöyle bir bakıp, dinlenip, geri gelememek hayatına. Ne çok şey var da yapmak isteyip yapamıyoruz. Özlüyoruz ama kavuşamıyoruz misal. Özleyip de kavuşamamak kadar acı olan daha ne var ki şu hayatta. Bir daha yaşanmayacak, yaşanamayacak olan güzellikleri toplayıp bir kutuya hapsetmenin imkansızlığı var misal. İmkansızlık acıdır çoğu zaman. Acıtır. Sessiz bir çığlık gibi içten içe kemirir. Tüketir, sonrasında orada kurtlar oluşmuş görürsün. Temizlemekle de bitmez. İnsanı bitiren de, yaşatan da aynı yer. Aynı nokta. Acıya bağışıklık var mıdır?