İnen ilk ayetin “oku” emri olduğuna dair ittifak var. Peki bu emrin muhattabı kim? Ümmi, okuma yazması olmayan o yüce Peygamber ve onun vasıtasıyla tüm insanlar. Ümmi birisine oku deniliyorsa, bu, kitap okumaktan daha da derin bir eylem demektir. Tefekkür etmek, gördğüğünü yorumlamak ve Hakk’ı tasdik etmek.
Değerli Wächtersbach halkı, gelin hep beraber okuyalım ve anlamaya çalışalım. Kendimizi okuyalım, toplumuzu okuyalım ve Wächtersbach’ı okuyalım!
Bu sayfada sadece benim naçizane görüşlerim değil, sizin de kıymetli düşünceleriniz yer alsın. Yorumlarınızda kendi fikirlerinizi belirtebileceğiniz gibi, E-Mail yoluyla kendi yazılarınızı da paylaşabilirsiniz. Belki bir hatıranızdan bahsedersiniz, belki bir kitap tavsiye edersiniz, derdinizi dökersiniz ya da sayfamızdaki bir paylaşıma reddiye yazarsınız.
Ben kimim? Wächtersbach Türklerinin ortalamasıyım. Toplumumuzun en sıradan bireyiyim, herbirinizin aile üyesi olabilecek kadar sizdenim, sizim.
İstiyorum ki hep beraber okuyalım ve okuduğumuzu paylaşalım. Okuyarak büyüme dileğiyle
Sizden Biri
Kaç dil biliyorsun? Bu sayfaya yolun düştüyse Türkçe ve Almanca bilmen kuvvetle muhtemel. Okulda eğitim aldıysan, İngilizce’yi de ekleyelim. Biraz daha mürekkep yaladıysan Fransızca, Latince, İspanyolca diye liste uzar.
Toplasan binlerce kelime biliyorsun; derdini karşı tarafa aktarman için sayısız seçeneklerin var. Buna rağmen hiç bu tecrübeyi edindin mi: Gönlünden geçene dilin tercüman olmuyor! Durumunu anlatmak değil mesele. Muhattabının, senin kötü hissttiğini bilmesi neye yarar?! Gerekli olan, aynı hislerin yaşanması ve bu olmadığı müddetçe karşı taraf seninle asla hemhal olamayacak.
Son derece zor hayatlar yaşayan insanlar hakkında konuşulur bazen. Birkaç cümle vahlandıktan sonra sohbetin konusu değişir ve hakkında konuşulan kişi unutulur. Unutulmaya da mahkumdur, zira halini anlayamamışlardır. Atalarımız boşuna “damdan düşenin halini, damdan düşen anlar” dememiş.
Yakın dostların, eşin, ailen – bu insanlar nispeten daha çok anlarlar halinden. Ne var ki bazen içinde kıyametler kopsa bile, annen dahi bunu fark etmez ve sen hislerinle yapayalnız kalırsın.
İşte bu bunalımları yaşayan insanlara yüce Yaratan’ın gönlü ferahlatan bir müjdesi var: “O size şah damarınızdan daha yakındır.” (Kaf 50/16). Rahatlayabilmemiz için başka bir alternatif var mı? Yeri geliyor kendi annemiz, eşimiz, dostumuz anlamıyor bizi. Demek ki insanlar arası yakınlık, bu durumu düzeltmekte yetersiz! Bize, kendimizden de yakın olan gerek.
Herkesle konuşurken, acaba doğru mu anlaşıldım diye tereddütümüz olur içimizde. Fakat söz konusu bizi yaratan olduğunda; o zaten içimizde nelerin olup bittiğini bizden çok daha iyi biliyor! Biz yine daha iyi anlaşılmak için gayret edelim, kelime dağarcığımızı geliştirelim ve bol bol okuyalım. Yine de anlaşılmadığınızı hissettiğiniz zamanlarda üzülmeyin! Unutmayın ki, sizi sizden daha iyi anlayan var.
Sizden Biri
Toplumumuzda emaneti yüklenmiş ve sonrasında akıl nimetini kaybeden değerli insanlar mevcuttur. Bu insanlar zannımca pahabiçilemez değere sahiplerdir. Hangi trajik olaydan sonra akıllarını attıkları, o olaya nasıl tepkiler verdikleri ve sonrasında hangi vaziyete geldikleri son derece ilgi çekici sorulardır.
Bu kadere sahip birçok insan, erdemli davranışları sonucunda akıllarını yitirmiş.
Önceki yazımızda bahsettiğimiz hususlarla çok örtüştüğü için fiktif de olsa bir roman karakterini örnek vermek istiyoruz.
Söz konusu roman, bizleri derinden etkileyen "Yanık Buğdaylar" kitabıdır. Aklını yitirmiş kahraman ise Deli Sinandır. Romanın ana karakteri olmasa da, kilit bir rol oynamaktadır.
Sinan, köyünün mert adamlarındandır. Bir gün büyük bir deprem olduğunda bütün köy halkı paniğe kapılır. Zelzele sonrasında geriye viraneler, ölüler ve yardıma muhtaç, enkazlar altında yaralılar kalır. Bu sırada köy halkı üçe bölünür. Bir kısım sadece kendi canını kurtarma derdine düşer ve başkalarının yardımına koşmaz. Diğer kısım, başkalarına yardım etmemekle birlikte, milletin acziyetinden faydalanarak kuyumcu vb. dükkanları yağmalamakla meşkul olur. Son kısım ise Sinan gibi canını dişine takıp insanları kurtarmaya çalışır.
Sinan, üstlendiği emanete yakışırcasına amel ederken, iki yakın arkadaşının muhtaçlara yardıma koşma yerine yağma peşinde olduklarını görür. Bir yandan muhtaçlarının yardımına koşan Sinan, öte yandan da arkadaşlarının günahlarını engellemeye çalışır. Nafile çabası Sinan'ın gücünü iyice tüketir. İçinde bulunduğu kaos ortamında hem bedenen yoruluşunun getirdiği takatsizlik, hem de şahit olduğu acılar ve hayal kırıklığı, aklını atmasına sebep olur.
Sinan, maddiyattan ziyade maneviyatı seçtiği için, menfaatten ziyade diğergamlığı seçtiği için aklını yitirmiştir. Sinan artık mert Sinan değil, deli Sinan olarak anılır olmuştur.
Deli Sinan aklından oldu, lakin Sinan'a benzer davranışlarda bulunup, aklına mukayyet olabilen insanlar da olmuştur. Ne var ki akıl sahibi olmalarına rağmen, bilmeyenler yine deli demiş bu kahramanlara.
Sizden Biri
"Biz emaneti göklere, yerküreye ve dağlara teklif ettik, ama onlar bunu yüklenmek istemediler, ondan korktular ve onu insan yüklendi. Kuşkusuz insan çok zalim, çok bilgisizdir."
Ahzab Suresinin 72. ayetinde sözü geçen "emanet" için alimlerimiz farklı yorumlarda bulunmuşlardır. Yaygın bir görüş, emanetin akıl için kullanıldığıdır ve böylece mükellefiyeti temsil ettiğidir. İnsanın emaneti yüklenmesinin, acziyetinden kaynaklandığını, rabbimiz vurgulamaktadır.
Akıl sahibi olan insan, dine muhattaptır. Doğru yol olan İslam'a teslim olmak ve bu yol üzere yürümekle sorumludur.
Peki devasa emaneti deli cesaretiyle yüklenen bizler, emanetin hakkını nasıl vereceğiz?
Öncelikle dünyanın haline baktığımızda, emanete ciddi bir hiyanet olduğu görülmektedir. İnsan elinin deydiği alanlarda haksızlık, zulüm ve eziyet zuhur etmiştir. Zengin madenlere sahip Afrika'nın fakirlikle boğuşması buna örnektir. Yanlışları uzakta aramamıza da gerek yok; fındık tarlasında gününü gece edip çalışan onurlu işçilerin, gülünç bir fiyata mahsüllerini satmak zorunda kalmaları da bu bağlamda zikredilebilir.
Fındık üreticisi hakkını alamazken, fındığı marketlere satan aracılar, fahiş fiyatlar talep etmekte. Emin olun ki bu fındık örneğini birçok alana taşıyabilirsiniz. Amaç, herhangibir şekilde kazanmak olmuş. Gözü dönmüşler bu yolda her şeyi mübah görmekteler.
İnsanlık olarak kendimizi tamamen fani şeylere vermiş durumdayız. Materyalizme boyun eğimiş Batı toplumlarına her geçen gün daha da benziyoruz. Netice olarak adeta sekülerleşmiş bir Müslüman sınıfını ortaya çıkardık. Ümmet türlü zorluklar yaşarken, lüks restoranlarda yemek yiyen, daire üstüne daire, yazlık üstüne yazlık biriktiren, evlerini saraylar gibi süsleyip gösterişe sunan bir güruh türettik.
Dinden uzak zenginlerin, yukarıdaki davranışları sergilediklerinden bahsetmiyorum. Kastettiğim, muhafazakar kesimin varlıklı mensupları yani Wächtersbach halkı olarak çoğumuz!
Uzun zamandır hedef, İslam'a fayda sağlamak için güçlü ve zengin olmaktan çıktı. Tamamen dünyevi zevkler ve nefsani arzular için para hırsına dönüştü.
Binaenaleyh genel anlamda emanete riayet edilmeyen bir toplumda yaşamaktayız. Ancak bizim kendimize sormamız gereken asıl soru, bu vaziyette emanete sahip çıkanın tavrının nasıl olması gerektiğidir. "Bir Müslüman bulunduğu ortamda ne tür bir izlenim bırakmalı?" sorusudur.
Hayati önem taşıyan bu sorular üzerine tefekkür etmek için, sizleri yazımızın devamını okumaya davet ediyoruz.
Muksirundan, yani çokça hadis rivayet eden sahabilerden olan Ebu Said el-Hudri hazretleri, Hz. Muhammed (s.a.v.)'den bir söz aktarıyor: “Allah’ı öyle çok zikredin ki, ta - insanlar - size mecnun / deli desinler.”
Yazımızın başında emaneti yüklenen insanın akıl sahibi olduğunu söylemiştik. Lakin kıymetli Peygamberimiz bizden, mecnun olarak isimlendirilmemize kadar Allah'ı zikretmemizi talep ediyor. Dolayısıyla ilk bakışta ortada bir tezat varmış gibi duruyor.
Evvela hadiste geçen zikirden kastın ne olduğunu idrak etmeye çabalayalım:
Hadiste öyle bir zikir talep ediliyor ki, Müslüman, diğer insanlar tarafından deli olarak nitelendirilsin. Bu bilgi sayesinde salt bir tesbihattan bahsedilmediğini anlayabilmekteyiz. Zira öyle olsaydı, sahabe efendilerimiz şüphesiz ömürlerini tesbihata adarlardı. Mamafih tesbihatın yanında devrim niteliğinde işler de gerçekleştirdiklerini biz biliyoruz.
Daha ziyade Hz. Peygamberimiz bir tavırdan bahsediyor olmalı. Allah'ı çokça zikirle sergilemeye muktedir olacağımız, sonucunda deli olarak yaftalanacağımız bir tavır.
Nitekim yaradanımızı zikrederek, asıl mühim hayatın uhrevi alemde yaşanacağı gerçeği insanın aklına gelmektedir. Elbette ameller de, bu değişmez gerçek çerçevesinde şekillenecektir.
Bilhassa materyalizmde boğulan dünyamızda, eşyaya ve mal varlığına taparcasına önem verme hastalığına, Allah'ı çokça zikretmek deva olacaktır. İnsan, dünyevi mallara bir değer yüklemeyi bırakacaktır ve sonsuz hayatını önceleyecektir.
Tasvir ettiğimiz bu tavrı benimseyen kişi, öyle inanıyoruz ki çoğu insan tarafından mecnun olarak görülecektir. Sonuçta çoğu insanın ömrünü adadığı dünyalıklardan göz kırpmadan vazgeçebilen, gafil insanların gözünde olsa olsa bir deli olabilir.
Bahsettiğimiz senaryo, tarihimizde gerçekleşmiştir. Peygamberimize görmeden aşık olan Veysel Karani hazretleri, çevresindekiler tarafından mecnun zannedilmiştir. Zaten Allah yolunda türlü zorluklara talip olan, refaha özenti bile beslemeyen bu zatın örnek duruşunu, imansız kalpler mecnuniyet haricinde neyle açıklayabilirlerdi ki?
Varsın rüyaya dalmışlar deli desinler! SEN uyuyanlardan olma, gözlerini aç ve bizimle oku Wächtersbach!
Osmanlı'nın dokuzuncu hükümdarı, Yavuz Sultan Selim'e isnat edilen bir şiir var:
SANMA ŞAHIM herkesi, sen SADIKHANE yar olur
HERKESİ SEN dost mu sandın? BELKİ OL ağyar olur
SADIKHANE belki ol, ALEMDE serdar olur
YAR OLUR, ağyar olur, SERDAR OLUR, dildar olur
Şair, riyakarlığı ve ikiyüzlülüğü seçkin kelimelerle eleştiriyor ve okurları bu zümreye karşı uyarıyor.
İçeriğinin yanı sıra, şiirin şekli de özel bir tarzı oturtmuştur. Dikkat ederseniz mısralar soldan sağa olduğu gibi, yukarıdan aşağıya okunduğunda da aynı şiir ortaya çıkmaktadır. Paylaşımımızda bu durumu, BÜYÜK ve küçük harfler kullanarak görselleştirmeye çalıştık.
İleride bizlerden de bu tarz şiirler paylaşılacak, takipte kalın!
Sen de bir şiir tanıtmak veya kendi şiirini paylaşmak mı istiyorsun? O zaman bize mesaj atman yeterli!
Dinimizde kabul edildiği üzere, amellerin değerlendirilmesi, niyete göre yapılır. Misafire ikramda bulunup onunla ilgilenmek için evine davet edersen, bundan sevap alırsın. Aynı davet, evindeki süslü eşyaları kıskandıracak şekilde sergilemek için yapıldığında, bu sefer günah işlemiş olursun.
Demek ki dış dünyaya yansıyan fiillerimiz gibi, iç dünyamızda olup bitenler de sevap-günah dengemizi belirliyor. Tam olarak bu noktada sana müjdeli bir haberim var: Sadece içinden geçirdiklerinle bile sevap kazanman mümkün! Bir iyiliğe niyetlenip onu yapamayan insan, sanki o iyiliği yapmışcasına sevabını kazanır.
Bu rahmeti fırsat bilip hem zihin dünyanı temizleyebilir, hem de kolay yoldan birçok sevap kazanabilirsin. Belirttiğimiz düsturu aklında bulunduran herkes, daima iyilik yapmayı düşünecektir. Düşüncelerinde kendini kısıtlama, niyet ettiğim şey gerçekçi mi diye tereddüt etme; sadece iyiliği düşün! En kötü ihtimalle iyiliği gerçekleştiremezsin ve bir hayalden ibaret kalır. Ne olmuş ki?! Rabbin buna bile sevap veriyor!
Sürekli iyilik yapmayı düşünen bir insan, son derece pozitif ve olumlu bir hayat yaklaşımına sahip olacaktır. İnan bunu alışkanlık haline getirdiğinde, iç dünyan çok daha huzurlu olacak! Ayrıca belki de en güzel kısmı: Fikriyatını iyilikle besledikçe, er ya da geç fikirlerin fiiliyata evrilecek, yani niyetini amele dökeceksin. Atalarımız bu konuyla ilgili “fikri ne ise zikri de odur” demişler. Hiç durmadan iyiliği düşünen, iyilik yapmadan durabilir mi hiç?
Sana başka bir müjde daha vereyim: İlk aşamada iyilikleri yapamazsan bile, sadece aklından geçirmekle sevapları topladın zaten. Sonraki seviyeye geçip, güzellikleri hakikaten gerçekleştirmeye başladığında, bu sefer kat kat fazlasıyla sevapların yazılacağı haberi veriliyor. Mesela bir hafta boyunca aileni yemeğe çıkartmaya niyet ediyorsun ve kafanda bu projeyi tasarlıyorsun. Herhangi bir nedenden dolayı aileni yemeğe çıkartamazsan bile, aklından geçirip buna niyet ettiğin için bir hafta boyunca sevap kazanmış oluyorsun. Şimdi bir de tüm engelleri kaldırıp, aileni yemeğe çıkartmayı başardığında, hem iyiliği düşündüğünün sevabı, hem de katlanan şekilde iyiliği gerçekleştirmenin sevabını alıyorsun.
Böyle bir anlayışı benimseyen bir toplum, ne kadar huzurlu, ileri görüşlü ve ince ruhlu olur, hayal edebiliyor musun? Sana belki çok uzak geliyor olabilir ama inan ki örnekleri yaşanmış ve bugün bile hala yaşatan güzel insanlar var. Wächterbach’ta da bu değerli insanlar mevcut. Senin ve benim onlara katılmasıyla sayıları artabilir ve Wächterbach daha güzel bir beldeye dönüşebilir.
Kendi iç dünyanı iyilik ile doldurmakla başlayabilirsin. Unutma, başladığın andan itibaren sevapları toplayabileceğin bereketli bir yoldasın. İyilikle kal!
Sizden Biri