Ruhunuz İçin Bir Adım Atın
Yaşadığınız Çelişkinin Farkında Mısınız?
Alman Filozof Arthur Schopenhauer’un ortaya attığı “Kirpi İkilemi” teorisine kendimce güncelleme getiriyor ve teoriye bir isim de ben kazandırıyorum:
“Yıldız Tilbe Sendromu”
"Hepinizden nefret ediyorum ama yalnızken de canım sıkılıyor."
Yıldız Tilbe
Bu işin şakası olsa da gerçek hayatta ilişkilerimiz arasındaki mesafenin dozunu ayarlamakta hangimiz zorlanmıyor ki? “Fazla samimiyet tez ayrılık getirir” demiş atalarımız. Sütten ağzı yanan yoğurdu üfleyerek yer hesabı, yaşadığınız tatsız deneyimi insanlardan uzaklaşarak, sosyal ortamlardan kaçınarak, istemeden de olsa cezalandırırken bulabilirsiniz kendinizi.
“Pekâlâ da yalnız yaşayabilirim, kalbi kırık yaşamaktansa. Başkasından bir alıp da kendimden on vermekten yoruldum” diyerek kendi köşenize çekilmeyi hayatınızın bir döneminde de olsa yaşamışsınızdır. Ne var ki insan tek başına kaldığında da bu sefer yalnızlığın derin, karanlık ve sivri dikenlerinin acısını çok yakından tatmak zorunda kalıyor.
Lafı daha fazla dolandırmadan bu harika teorinin ortaya çıkış zamanına, 170 sene öncesine götüreceğim sizi. Arthur Schopenhauer’un bir doğa yürüyüşünde gözlemlediği kirpileri aynen şöyle bizlere aktarmıştır:
“Soğuk bir kış sabahı çok sayıda oklu kirpi, donmamak için birbirine bir hayli yaklaştı. Az sonra, oklarının farkına vardılar ve ayrıldılar. Üşüyünce, birbirlerine tekrar yaklaştılar. Oklar rahatsız edince yine uzaklaştılar. Soğuktan donmakla, batan okların acısı arasında gidip gelerek yaşadıkları ikilemi, aralarındaki uzaklık, her iki acıya da tahammül edebilecekleri bir noktaya ulaşıncaya kadar sürdü. İnsanları bir araya getiren, iç dünyalarının boşluk ve tekdüzeliğidir. Ters gelen özellikler ve tahammül edemedikleri hatalar onları birbirinden uzaklaştırır. Sonunda, bir arada var olabilecekleri, nezaket ve görgünün belirlediği ortak noktada buluşurlar. Bu uzaklıkta duramayanlara, İngiltere’de “keep your distance!/mesafeni koru!” denir. Bu noktada, çevrenin sıcaklığını hissetme arzusu kısmen karşılanır ama, buna karşılık okların acısı hissedilmez. Kendi iç sıcaklığı çok yüksek olanlar ise, ne sıkıntı vermek, ne de sıkıntı çekmek için, topluluklardan uzak durmayı tercih ederler.''(1)
Aslında insan kendi kalbine dönüp baktığında yaşadığı bu çelişkiyi daha iyi idrak edebiliyor. Bu ikilem, insanın hep iki durum arasında sıkışıp kalması adeta “arafı” yaşamasıdır. Aynı “şimdinin” gelecek ve geçmiş arasında kalması gibi. Freud da bu durumu "ambivalans" terimi ile açıklamıştır. "Birbirine zıt duygu, düşünce ve davranışların aynı anda yaşanması durumu." Hem insanlarla yakın olmak isteyip hem de insanlardan uzak kalmak zorunda hissettiğimiz gibi. Freud yine bu ikilemine ithafen: “Hiç kimse komşusuna fazla yaklaşmaya katlanamaz.” demiş, kişinin insan ilişkilerindeki çatışmalarını ve rekabetini kirpi ikilemine dayandırmıştır(3)
Kendi İç Sıcaklığım
Arthur Schopenhauer’dan paylaştığım yazının son cümlesinde önemli bir konuya da değinmektedir. "Kendi iç sıcaklığının yüksek olması..." Her insanın yalnızlığa veya sosyal yakınlık kurmaya tavrı farklı olabilir. Kimi insanlar yalnızlıktan çok korkarken kimileri ise sosyal ortamlarda bulunmaktan, birileri ile yakınlık kurmaktan çekinir.
Sizce neden yalnızlık bu kadar korkutucudur insan için, nedendir kalbimizdeki meşaleleri söndürüp de içimizdeki sıcaklığı alıp götürmesi..?
Bu soruyu cevaplayabilmek insanın sosyal bir varlık olmasının da daha ötesinde bir şeydir. İşte kişinin kendi iç sıcaklığını yalnız kaldığında muhafaza etmekte zorlanmasındadır bütün zorluk. Bu yazımın baş tacı olan Arthur Schopenhauer’un sözü aslında bu soruya gayet net bir cevap olacaktır bizim için:
"İnsanları sosyal kılan şey, yalnızlığa ve dolayısıyla kendilerine tahammül edememeleridir."
Arthur Schopenhauer
İnsanlar belki de yalnızlıktan çok içlerinde verecekleri hesaplaşmalardan korkuyordur. Kim bilir? Çünkü yalnız kaldığında insanın iç sesleri kalabalıklaşır, bomboş odada sürekli, susmayan bozuk musluktan damlayan su sesi gibi rahatsız edici, tahammül edilemez bir hale gelir. Yalnızlık, kedinin fareyle oynaması gibi kişinin kendisiyle akıl oyunları oynamasına sebep olur. Yalnızlığı en güzel anlatan kitaplardan birisi de Stefan Zweig'ın "Satranç" isimli kitabıdır:
"İnsan bir şey bekliyordu, sabahtan akşama kadar bekliyordu ve hiçbir şey olmuyordu. İnsan tekrar tekrar bekliyordu. Hiçbir şey olmuyordu. İnsan bekliyor, bekliyor, bekliyordu, düşünüyor, düşünüyordu, şakakları ağrımaya başlayana kadar düşünüyordu. Hiçbir şey olmuyordu. İnsan yalnız kalıyordu. Yalnız. Yalnız."
Stefan Zweig
Yalnızlığın korkutucu tarafından kendi iç sıcaklığı yüksek olanlar az oranda etkilenir, kendini tanıyan, kendine fırsatlar sunan, kendine saygılı olan ve bilhassa da kendisini sevebilmiş insanlardır bu korkutucu yalnızlıktan daha az korkan... Bir de sınırı doğru şekilde çizebilen, mesafeyi olması gerektiği gibi ayarlayan (ne fazla ne de az) kısacası "mükemmel mesafeyi" yakalayabilenler bu ikilemden kurtulabilir. Zaman zaman bu çelişkiye düşmek kaçınılmaz olsa da...
İnsanın nihai aradığı şey şüphesiz "dengedir." Hepimiz birer ip cambazıyız metaforik olarak. Bir o kadar dikkatli ve zahmetli bir iştir o ipte devrilmeden dengede kalmak. Gerektiği zaman karşımızdaki kişiyi hoş görebilmek gerektiği zaman ise doğru mesafeyi koyabilmek demektir dengeli olabilmek. Kimseyi hata yaptı diye hemen silip atmak değildir dengeli olmak, affedebilmek lazımdır bazen o dikenler batsa da canevimize. Verdiğimiz güveni defalarca aşındıran insanları size zarar verdiğini bile bile, sırf yalnız kalmaktan korktuğunuz için bir kez daha yakınınıza almak demek değildir denge. Kendinize saygı duyarak, kendiniz için, kendinizden gitmesine izin verebilmektir denge, böylece kalbiniz çatışmaz aklınızla. Unutmayın, her şeyin sonu ölçünün kaçması ile başlar(2) .