EX OBLIVIONE
Yazar: H. P. Lovecraft | Mütercim: Behçet Koray
EX OBLIVIONE
Yazar: H. P. Lovecraft | Mütercim: Behçet Koray
Ciddi bir sıkıntıdaydım. Acil bir yolculuğa çıkmam gerekiyordu. On mil ötedeki bir köyde ağır hasta bir adam beni bekliyordu. Benim ve onun arasındaki boşluğu şiddetli bir kar fırtınası kapatıyordu. Bir faytonum vardı hafif, büyük tekerlekliydi ve taşra yollarımıza tam uygundu. Kürklere sarılı, elimde eşyalarımla yolculuğa hazır halde avluda bekliyordum. Fakat at yoktu. Atım önceki gece bu dondurucu soğukta aşırı çalışmaktan ölmüştü. Hizmetçi kız köyde birinin atını ödünç alabilmek için koşuşturuyordu ama biliyordum ki bu boşunaydı. Öylece işe yaramaz bir şekilde duruyor, gitgide karla kaplanıyor ve her an biraz daha hareketsizleşiyordum.
Kız kapının önünde belirdi, yalnızdı. Fenerini sallıyordu. Elbette, kim böyle bir yolculuk için atını verir ki? Avluyu bir kez daha geçtim. Ne yapacağımı bilemiyordum. Dalgın ve ızdırap halinde yıllardır kullanılmayan domuz ahırının çatlak kapısını tekmeledim. Kapı, menteşelerinden sallanarak kapanıp açıldı. İçeriden atlardanmışcasına bir koku ve sıcaklık dışarı çıktı. Hâlâtla tavana asılmış loş bir ahır feneri sallanıyordu. Aşağıdaki bölmede büzülmüş duran bir adam iri, mavi gözlü yüzünü gösterdi. ‘‘Bağlayayım mı?’’ diye sordu dört ayak üstünde emekleyerek. Ne diyeceğimi bilemedim ve bölmede başka neler olduğunu görmek için eğildim. Hizmetçi kız yanımda duruyordu. ‘‘İnsan evinde ne sakladığını bile bilmiyor,’’ dedi ve ikimiz de güldük.
"Hey abim, hey ablam!" diye haykırdı seyis. Güçlü butlarıyla iki at, biri diğerinin ardından kapıya sıkışarak, gövdelerine yakın bacaklarıyla deve gibi başlarını eğerek içeri daldılar. Ancak güçlü kıç hareketleriyle kapıdan geçebildiler. Uzun bacakları ve buharlı gövdeleri ile hemen dikildiler. ‘‘Adama yardım et’’ dedim ve kız itaatkâr bir şekilde koşumları seyise uzattı. Ama kız adama yaklaşır yaklaşmaz seyis kızı kucakladı ve yüzünü kızın yüzüne dayadı. Kız çığlık atıp yanıma koştu. Kızın yanağında iki sıra kırmızı diş izleri vardı. ‘‘Vahşi herif,’’ diye hiddetle haykırdım, ‘‘kamçılanmak mı istiyorsun?’’. Ama hemen hatırladım ki bu bir yabancıydı, nereden geldiğini bilmiyordum ve bana yardım ediyordu, hem de kimsenin yardım etmediği bir anda. Sanki ne düşündüğümü biliyor gibiydi. Tehdidimi önemsemedi ama atlarla ilgilenirken bana doğru tekrar döndü. Ardından, ‘‘Binin,’’ dedi. Her şey hazırdı. Fark ettim ki hiç bu kadar güzel atlarla yolculuğa çıkmamıştım, neşeli bir şekilde bindim.
‘‘Ama dizginleri ben tutacağım. Yolu bilmiyorsun,’’ dedim. ‘‘Nasıl istersen,’’ dedi; ‘‘Nasılsa ben seninle gelmeyeceğim, Rosa ile kalacağım.’’ Rosa, ‘‘Hayır!’’ diye çığlık atıp kaderinin kaçınılmazlığını sezerek eve koştu. Zincirin sesini duydum, kapıyı kilitledi. Koridordan koşarak geçip tüm lambaları söndürerek kendini görünmez kılmaya çalışıyordu.
Seyise ‘‘Benimle geliyorsun,’’ dedim, ‘‘yoksa her ne kadar acil de olsa yolculuktan vazgeçerim. Bu yolculuğun bedeli olarak kıza sahip olman niyetim değil.” ‘‘Deh,’’ dedi ve ellerini çırptı. Fayton akıntıya kapılmış bir kalas gibi hızla savruldu. Seyisin saldırıları sonucu evimin kapısının kırılışını duydum, sonra gözlerim ve kulaklarım bir anda bütün duyularımı altüst eden bir uğultu ile doldu. Fakat bu uğultu bir anlığına duyuldu. Sonra kendimi çoktan hedefe ulaşmış olarak buldum. Sanki kapımın hemen önünde hastamın çiftliği duruyordu. Atlar sessizdi. Kar dinmişti ve ay ışığı her yeri sarmıştı. Hastamın anne babası evden dışarı fırladı, kız kardeşi de onların arkasındaydı. Beni faytondan neredeyse sırtlayıp götüreceklerdi. Karışık konuşmalarından hiçbir şey anlamadım. Hastanın odasında nefes almak zordu. Açık unutulmuş soba hâlâ tütüyordu. Camı açmak istiyorum ama önce hastaya bakmalıyım. Zayıf, ateşi yok, ne sıcak ne soğuk, gözleri boş, gömleksiz genç adam yorganın altından doğrulup boğazıma dolandı ve kulağıma fısıldadı: "Doktor, bırak öleyim." Etrafıma bakıyorum. Kimse duymamıştı. Ailesi sessizce başlarını eğmiş ve fikrimi bekliyordu. Kız çantam için ufak bir tabure getirdi. Çantamı açıp eşyalarıma baktım. Genç adam sürekli yatağından bana uzanıp talebini hatırlatıyordu. Birkaç cımbız alıp mum ışığında denedim ve geri koydum. "Evet," diye düşündüm küfrederek, "bu gibi durumlarda tanrılar yardım eder. Eksik atı gönderdiler, acilse ikincisini bile yollarlar. Hatta üstüne bir de seyis de hediye ederler.”
İlk defa Rosa’yı yeniden düşündüm. Ne yapıyordum? Onu nasıl kurtarıyordum? On mil ötedeki seyisin altından faytonumun önündeki kontrol edilemez atlarla onu nasıl çekip çıkaracaktım? Atlar her nasılsa dizginlerinden sıyrılmış, başlarıyla pencereyi itiyorlardı. Her biri başını pencereden içeri uzatmış, ailenin ağlayışına aldırmadan hastayı izliyordu. "Hemen geri döneceğim," diye düşünüyordum, sanki atlar bana geri dönmemi emrediyormuş gibi ama gene de sıcaktan sersemlediğimi düşünen genç kızın kürkümü çıkarmasına izin veriyordum. Hastanın babası bana bir bardak rom koydu. Başımı salladım. İhtiyarın dar düşüncesine göre ben iyi birisi değildim. Bu yüzden içkiyi reddettim.
Annesi yatağın başında durup beni çağırıyor, ben de tavana doğru kişneyen bir atın sesiyle peşinden gidiyorum ve ıslak sakalımın altında titreyen genç adamın göğsüne başımı koyuyorum. Bu sayede bildiğim şeyi doğruluyordum: genç adam sağlıklı. Şefkatli annesinin kahvesiyle doyduğu için kan dolaşımı biraz bozuk ama sağlıklı ve en iyisiydim onu yataktan iterek çıkarmak. Ben dünyayı düzelten biri değildim, yatmasına izin veriyordum. Beni görevlendiren devletti ve görevimi, kimi zaman fazla fazla da olsa, tastamam yapıyordum. Maaşım az ama cömerdim ve yoksullara yardım etmeye hazırdım. Hâlâ Rosa’yla ilgilenmem gerek, bu yüzden genç adamın istediğini yapmasına izin veriyordum. Ben de ölmek istiyordum! Şu bitmek bilmeyen kışta ne yapıyordum! Atım ölmüştü ve köyde kendi atlarını bana ödünç verecek kimse yoktu. Bineklerimi domuz ahırından almak zorunda kaldım. Eğer içeride atlar olmasa domuzlarla gitmek zorunda kalacaktım. Aileye başımı eğdim. Hiçbir şey bilmiyorlardı, bilseler de inanmazlardı. Sonuç olarak ilaç yazmak kolaydır ama insanlarla anlaşmak da bir o kadar zordur.
İşte bu noktada ziyaretim bir sona ulaşabilirdi, beni yardımım için yine boşa çağırmışlardı. Buna alışıktım. Gece zilimin yardımıyla bütün bölge bana işkence ediyor ama bu kez Rosa'yı, bütün yıl evimde yaşayan ve neredeyse hiç fark etmediğim bu güzel kızı, feda etmem gerekmişti. Bu fedakârlık çok büyük. Bir şekilde bu durumu kendi kafamda bir an için sinsice meşrulaştırmalıydım, yoksa bana Rosa’yı geri veremeyecek bu aileye öfke kusacaktım. Ama ben çantamı kapatıp kürkümü istediğimde, aile hep birlikte ayakta duruyor, baba elindeki kadeh dolusu romunu kokluyor, anne muhtemelen benden hayal kırıklığına uğramış bir şekilde gözyaşlarıyla dudaklarını ısırıyor, genç kız da kanlı bir el havlusu savuruyordu. Bu insanlar daha ne bekliyordu ki? Bu koşullar altında, genç adamın belki de gerçekten hasta olduğunu kabul etmeye hazır hissediyordum kendimi.
Yanına gittim. Bana gülümsedi, sanki ona en besleyici çorbayı getiriyormuşum gibi. Ah! Şimdi iki at da kişnemeye başladı. Bu gürültü, yukarıdan gelen bir ilham gibi muayenemi aydınlatıyordu. Ve evet, şimdi fark ediyorum ki genç adam gerçekten hasta. Sağ tarafında, kalça bölgesinde avuç içi kadar bir yara açılmış. Gül rengine, farklı tonlarda, derinlerde koyu, kenarlarda daha parlak, narin dokulu, düzensiz kan lekeleriyle, ışığa açık bir maden gibi. Uzaktan bakınca böyle görünüyor. Yaklaşınca karmaşa daha kesin ortaya çıkıyor. Kim bu yaraya bakıp da ıslık çalmaz? Kurtçuklar serçe parmağım kadar kalın ve uzun, kendileri de gül renkli ve kanla lekelenmiş, çok sayıda uzuvlu beyaz gövdelerini yaranın iç kısmındaki kalelerinden ışığa doğru kıpırdatıyorlar. Zavallı genç adama yardım etmek imkânsız.
Senin büyük yaranı buldum. Yanındaki bu çiçek yüzünden ölüyorsun. Aile, bir şeyler yaptığımı gördükleri için mutluydu. Genç kız, annesine; anne babaya; baba da açık kapıdan ay ışığında kollarını yana doğru açıp dengede duran ve ayak uçları ile içeri giren misafirlere söylüyor. Yarasındaki hayatla kör olmuş genç adam “Beni kurtaracak mısın?” diye ağlayarak, fısıldıyor. Bölgemdeki insanlar işte böyle. Hekimden hep imkansızı isterler. Eski inançlarını yitirmişlerdir. Rahip evde oturur ve dini giysilerini sırayla parçalar. Ama hekim her şeyi hassas cerrah eli ile çözmelidir. Eh, en azından onlar böyle düşünüyor. Bunu ben teklif etmedim. Eğer beni kutsal amaçlar için kullanacaklarsa buna da izin veriyorum. Hizmetçi kızını yitirmiş bir ihtiyar köy hekimi olarak daha ne isterdim ki?
Ve geliyorlar, aileler ve köy ihtiyarları kıyafetlerimi yırtıyor. Başlarında öğretmenleriyle bir okul korosu evin önünde durup aşırı sığ bir melodi ile şu şarkıyı söylüyor:
Soyun onu, o zaman iyileştirir,
İyileştirmezse öldürün onu.
O sadece bir hekim; sadece bir hekim.
Beni soyup çıplak bıraktılar. Sakalımda parmaklarım, başım yana eğik, sessizce insanlara bakıyorum. Tamamen sakinim, her şeyin farkındayım ve bu bana fayda etmese de öylece duruyorum çünkü şimdi beni baş ve ayaklarımdan tutup yatağa taşıyorlar. Beni duvara, yaranın yanına uzatıyorlar. Sonra hepsi odadan çıkıyorlar. Kapıyı kapattılar. Şarkıyı bitirdiler. Bulutlar mehtabın önünden geçiyor. Yatak örtüleri sıcakça etrafımı sarıyor. Pencerelerin açık boşluğunda atların başları gölgeler gibi hareket ediyor. Birisinin kulağıma ‘‘Biliyor musun,’’ dediğini duydum, ‘‘sana güvenim çok az.’’ ‘‘Ayağa kalkmadın. Yardım etmek yerine bana ölüm eşiğinde daha az yer bıraktın. En iyisi gözlerini oymam.’’ ‘‘Haklısın,’’ dedim, ‘‘bu bir rezalet. Ama ben yalnızca bir hekimim. Ne yapabilirim ki? İnan bana işler benim için de kolay değil.’’ ‘‘Bu özrü kabul mü etmeliyim? Ne yazık ki, muhtemelen bunla yetinmek zorundayım. Hep idare etmek zorundayım. Dünyaya güzel bir yarayla geldim; sahip olduğum tek şey buydu." ‘‘Genç dostum,’’ dedim, "hatanız, bakış açınız. Ben her türlüsünden hasta odasında bulundum, sana söylüyorum, yaran o kadar da kötü değil. Bir baltanın iki darbesiyle sıkışık bir köşede açılmış. Birçok insan ormanda onlara doğru yaklaşan baltanın sesini duymaz ve bacaklarını feda eder." ‘‘Gerçekten öyle mi yoksa beni hasta halimle kandırıyor musun?’’ ‘‘Gerçekten öyle. Bir hekimin yeminine inan.’’ Sözümü dinledi ve sakinleşti.
Şimdi kaçışımı düşünme zamanı. Atlar hâlâ sadık bir şekilde aynı yerde bekliyor. Kıyafetleri, paltoyu ve çantayı hızlıca aldım. Giyinerek vakit kaybetmek istemiyordum; eğer atlar gelişteki gibi koşarlarsa, bir yatağa yatıp ötekinde uyanmış gibi olacağım. Bir at itaatkâr şekilde camdan geri çekildi. Eşyaları faytona fırlattım. Palto biraz fazla uzağa uçtu ve yalnızca bir kolu çengele takıldı. Yeterli. Ata sıçradım. Dizginler gevşek, bir at ötekine zar zor koşulmuş, araba arkadan sallanıyor, kürk karda sürünüyordu. ‘‘Deh,’’ dedim ama hiçbir dehleme yoktu.
Karlı çölde yaşlı adamlar gibi sürüklendik. Uzun bir süre çocuk korosunun taze fakat hatalı melodisi kulaklarımızda çınladı:
Eğlenin hastalar,
Doktor da sizinle yatakta.
Bu gidişle asla eve varamam. Gelişen mesleğim mahvoldu. Bir halefim var, beni soyuyor ama önemi yok çünkü yerimi alamaz. Evimde o iğrenç seyis ortalığı yakıp yıkıyor. Kurbanı Rosa. Bunu düşünmeyeceğim. Çırıl çıplak, mutsuz çağın buzuluna terkedilmiş şekilde, dünyevi bir faytonda ve uhrevi atlarla yaşlı bir adam olarak yalnız başıma dolaşıyorum. Kürküm arabanın arkasında sallanıyor ama ona ulaşamıyorum, hastalardan oluşan kalabalıktan kimse de parmak kıpırdatmıyor. İhanete uğradım! İhanete! Sahte bir haberle gelen gece çanına cevap verdin mi hiçbir şeyi telafi etmenin yolu yok! Asla yok!
Dipnotlar:
Ex Oblivione: Bu ifade Latince’de ‘’unutuluştan’’ gibi bir anlam taşır. Yazarın İngilizce yazdığı bu öyküye bu Latince ismi vermesine saygı gösterdim ve tercüme etmedimse de manasını aktarmaktan da kendimi alamadım.
Grotesk: Eski Çağ Roma yapılarında bulunan tuhaf, gülünç figürlerden oluşmuş süsleme üslubu.
Yayınlanma: Gizil Dergi, 5. Sayı.
*Görsel, Freepik tarafından sağlanmıştır.