hakkani9
Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani
K.S.
Sohbet 9
1977, Acıbâdem, İSTANBUL
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
İmam-ı Âzam Hacca geldiği vakitte hiç bir zaman bâb-ı selâmdan ileriye geçmemiştir. İmam-ı Âzam’a;
«Niye siz Mekke’de, Medine’de mücâvir olmuyorsunuz?» dediklerinde «Kalıbım burada olup kalbim Basra’da olmaktan ise, kalıbım Basra’da olup kalbimin burada olması daha güzeldir» demiş.
Hakîkaten bizim umum insanların halini güzelce beyan etmiş. Burada çok âşıklar var ki, oraya gidince âdeta mahpus gibi duruyor;
· Aman memleketim,
· Aman yerim,
· Aman yurdum,
· Aman evim,
· Aman evlatlarım,
· Aman ahbaplarım,
· Aman işim gücüm!
Diyerekten sıkılıyor, daralıyor, her şey orada aklına geliyor. O zaman burası kıymetli oluyor, buraya gelince oranın hasreti kalbine düşüyor. Oraya da gidince vatanın hasreti, yerinin, yurdunun, ehlinin hasreti kendini yakıyor. Onun için o mübârek zat;
«Basra’da olup kalbin burada olması, burada bulunup ta kalbin Basra’da olmasından daha yeğdir» diye söylemiş, bize çok güzel bir yol tarif etmiş.
Şimdi bu tarafların insanı Avrupa’yı bir şey zannedip de o tarafa meylediyor. Onlar ise bu şark ülkeleri, doğuya, gün doğuya çok dikkat ediyor. Kalbin bu tarafa bakması, o bakış esnasında imanı avlamasına vesile oluyor. O nura rast geldi mi, bir defa kalp o tarafa bakarken o nur tesadüf etti mi, bitti. O saadete girer. Doğu ismi de güzel, hakikati de güzel. Çünkü bütün enbiyanın doğdukları yer de, enbiyalar sultanının doğduğu tarafta orasıdır. Onun için kalpler fıtraten doğuyu sevmektedir ama içinde yaşayanlar takdîr etmezler. Kalıplarımız burada oluyor, bizde o tarafa bakıyoruz. Bereket kalıplarımız üzerine inen rahmet bizi kurtarıyor, yoksa kalp o tarafa baktığında imanı da kurtarması zor olacaktı. Lakin biz boyuna inen o rahmet tecellisi ile kurtuluyoruz. Öteki millet ise ümmetü’n da’ve; dâvette olan ümmetlerin de bu tarafa muhabbetleri oluyor.
─ Neden muhabbet ediyorlar?
Çünkü burada bütün enbiyanın cezbesi vardır. Bütün enbiyalar şarktan doğup yetişti ve onların üzerine boyuna inen rahmet kesilmedi. O peygamberlerin (Aleyhimüs selâm âlâ Nebiyyina aleyhimüs selatü vesselâm),
· Nereye adım attıysa,
· Nerede yürüdüyse
· Nerde oturdu,
· Nerede kalktı,
· Nerede hitâb etti,
· Nerede yaşadı,
· Nerede defnoldu ise
Üzerlerine rahmet inerdi. O inen rahmet, ALLAH’ın açtığı rahmet kesilmez. Onun için bu kadar kuvvetli isyan, küfür, ilhat, zulüm, zulümât olsa da, o rahmet bu milleti tutuyor. O rahmet kesilmedi, o rahmet ile yaşıyoruz. Evet, o rahmet boyuna iniyor. Binaenaleyh o rahmetin cezbesi, o rahmetlerin envarları, insanın fıtratını, ruhaniyyetini muhakkak çekiyor. Kalıbı ne kadar uzak olsa, ruhaniyetine tesir yapıyor, tesir altına alıyor. Döndürdüğü vakitte, o taraftaki milletin kalpleri kendi ihtiyarlarının dışında olarak buraya bağlanıyor. Onların kalben olan bağlılıkları, akıbette onların iman etmesine vesîle oluyor. Bu da sırlardan bir sırdır.
Bizim de kalplerimiz hâzır olması bile kalıplarımızın burada oluşu saadete sevk ediyor. Onların kalıpları uzakta, kalpleri bu tarafa bakıyor. Kalp ile o nur ile birleştiğinde, dünyada imanlarını izhar etmeye fırsat bulamasalar bile, neticede dünyadan çıkma anında, o rahmetten o iman meydana çıkar.
Cenabı Allah cele ve ala’nın insanoğluna kurbiyyeti, tekrim-i ilâhi dün verilmiş mesele değil, yevmül ezelde verilmiştir. Cennet mekân Şeyhimiz Hazretleri:
“Elestü birabbiküm kâlû Belâ hitabı, o zerrelere olan hitap, dünkü haberdir” buyuruyor. “Onun ötesinde olan haberler vardır ki, o sırrü’l-sır makamında, ondan ileride hafâ, ondan ileride ahfâ makamlarında olan sır vardır.”
Allah (azze ve celle) Hazretlerinin huzurunda «Küntü kenzen mahfiyyen»[1] de biz mevcut idik, o Kenz’in içerisinde idik. «Ben gizli bir hazîne idim» dediği vakit Allah (Azze ve celle)’nin, o “küntü” hitabına mukabil, peygamberi zişan da “küntü nebiyyen” dedi. Allah’ın (Azze ve celle) “küntü kenzen: Ben bir kenz idim” dediği yevmi ezeldeki hitâbıdır. Peygamberin de “küntü nebiyyen” deyişi ezeldeki ahdidir, peygamberin sözüdür.
Elestü birabbiküm kâlû belâ’ ya ait olan hitap bu evliyaların indinde dünkü habere benzer. Onun gerisinde, onun ötesinde olan hakikat vardır ki o meydana çıkarsa kalpler eriyip gider. İstidat yok, istidat olmadığı için onu kapalı tutuyor. Tâ ki, dünyadan çıksın ve dünyadan çıkacak vakitte yedi nefes kaldığında yedi kuvvet aşılanır. O vakit, o yedi nefesin içerisinde peygamber-i zişan'na “Sen şimdi dur” denir. Peygamber Aleyhisselatü vesselam, ümmetin hizmetini tekvin eder. Ondan sonra tam yedi nefes kaldığında peygamber Aleyhisselatü vesselam aradan çıkar. O zaman, o ruhu Allah (Azze ve Celle) teslim alır. O yedi nefesin içinde, Allah (Azze ve Celle)’nin kuluna yaptığı muameleyi, ona verdiği kuvveti, aşıladığı sırrı kimse orada bilemez. Her nefes ne kadar infaal eder, bir nefesten ötekisine geçinceye kadar nefesin içerisinde neler girer, neler sığar. İlahi envarın ona giydirilmesi, o muameleye ait sır kaplıdır. Peygamber de ona muttali olmadan, orada durdurulur. Cenabı Allah kuluyla muamelesini o vakit tamamlar.
Nereden iblis girecek araya, ibliste araya girecek hal mi var? Aslanların durduğu yere (Hâşâ minel huzur) kelp araya mı sokulacak? Bir pençede bin tanesini parçalayıp atar. Hem orada duran derecesi dûn olan veliyullahtır. Bir kimsenin ruhunun kabz olunması halinde, onu derece derece hazırlayıp peygamberi davet eden hususi Kutbûl Mutasarrıf vardır. Zamanın Kutbûl Mutasarrıfı kimse orada bir defa hazır olup, o kulu noksaniyyetten temiz yapıp ikmal eder. Sonra “Ya Resulâllah bu ümmet hazırdır” deyip peygamberi davet eder. Peygamber huzura gelir, o zaman ruhaniyyeti hazırdır.
«Bana bak. Beni tanı» der.
«Tanıdım ya Resulâllah.»
Müşahadeten bakıp görüp ondan ahdini alıp iman telkin eder. Hazır olduğu o vakitte, o yedi nefes tamam olduğunda peygamberin vazîfesi tamam olur. Her ümmet hakkında o hizmeti yapan peygamberdir. O peygamberin hizmeti her ümmetini Huzûr-u Rabbü’l âlemine takdim etmektir ve bu onun vazîfesidir.
Tamâm oldu ya Rabbel Âlemin, ya Rabbel izzeti velazame!
Yedi nefese kadar tamam, yedi nefeste Allah teslim alır. O anda vahdaniyet denizlerin envarlarını üzerine açar, yedi nefeste, yedi kuvvet aşılar, yedi sırdan ona verilir ve o kula tayin olunmuş olan makamı da açar. Bundan sonra dünyadan çıkmasına izin verilir, öyle çıkar. Nerede iblis oraya sokulacak, yaklaşacak. Böyle müjdelerle bu ümmeti Cenabı Allah tazim etmiştir. Sen zannetmeki senin amelinden kurtulacaksın. Sen zannetme ki senin amelin âhir nefeste sana imanı kazandırmaya yetişecektir. Lakin bizim amelimiz, Allah Azze ve Celle’nin o bize olan muamelesine karşılık olup orada bize hayâ olmaması için, burada edep gözetmesi bize vâcibtir. Bütün Enbiya da o edebi bize bildirmeye gelmişlerdir. Edep dâiresini gözetmek için bu teklifât gelmiştir. Şeriatın, şeriatların gelmesindeki hikmet budur. Şeriatların bize teklif etmiş olduğu hizmetlerin hikmeti, bizi Allah’a karşı edep dâiresinde durdurmak içindir.
«Herkes terler» diyor. Evliya da terler; Enbiyalar da terler, orada. Peygamber-i zîşanın mübarek cismi şerîfine giymiş olduğu gömlek, dünyadan çıkarken su içinde kalmıştı. Onun da Veysel Karanî Hazretlerine verilmesini vasiyet ediyor ve Hırka-i Şerif Câmisinde olan Veysel Karanî Hazretlerine verilen hırkadır ki, o gül gibi koku mübârek terinin kokusudur. Yüzbin, yüzmilyon sene geçse o koku üzerinden gitmez, onu koklayana şekavet olamaz. Hırka-i Saadeti koklayan kimseye şekavet olamaz. O adam cehennemin kokusunu koklamaz.
Peygambere, Aleyhisselatü vesselam Efendimize ait olan bir esere yüz süren, Saka-lı şerifi ziyaret eden, Hilye-i saadeti gözüne süren o gözleri cehennemin ateşi yakmaz, diyor. Onu ziyaret eden kimseler, oradaki o hilye-i saadetin üzerine inen rahmetin altına giren cibilli münâfık olsa, âhir nefesinde imana dönecektir, diyor. Peygamberin tâzimatıda bu. Evet, Cenabı Rabbül Âlemin bu Habibin ümmetini böyle tâzim ediyor. Herkes terler o zaman. Allah’ın (Azze ve Celle) ona göstermiş olduğu iltâfına, ihsanına bakıp kendi yapmış olduğuna kahren utanıp üzerinden ter akar;
Böyle Allah’a ben böyle mi kulluk yapacaktım, ah bana yazıklar olsun diyecek. O zaman demeyecek insan yok, ruhlar orada utanıp hayâ teri döker diyor. Ruhlar utanacak. Allah’a sığındık,
─ Ne yapalım?
Bizim dikkat edeceğimiz meseledir; insan cinsine kıymet vermek, Allah’a tâzimdendir.
─ Miraç gecesinde Allah (Azze ve Celle) Habibini neye dâvet etti?
“Ey Habibim! Zâtımı sana tarif için çağırdım, Zâtımı bildirmeye seni çağırdım, seni gönderen Rabbini göresin, tanıyasın diye çağırdım” diyor.
Allah (Azze ve Celle)’nin doksandokuz İsmullâhı, Esmâü’l Hüsnâ’sı ile tecelli açıp zâtını tarif eyledi. İsm-i Âzâm’ın tecellisi açıldığında, öteki doksandokuz ismin tecellisi o İsm-i Âzâmın tecellisinin içerisinde kaybolup gidiyor gibi oldu. Böyle zâtını Mirac gecesinde tarif etti.
Bu kelam, Hazretin bizim kalbimize vermiş olduğu ulum, esrar, sırrûl hikmetlerdendir. Kitaptan, defterden söylenen mesele değil, bu hakîkat membaından açılan ulum, peygamberin kalbine Allah’ın döktüğü ulumdandır. Ümmî Şeyhimizin o silsileden, onun kalbinden, o yoldan alıp bizim lîsanımıza, kalbimize vermiş olduğu esrarlardan bir noktadan ibâret bir işarettir bu. Bize söyletiyor. Allah, size dinletiyor. Bu hitâbı, kim dinler, kim itikad eder ve onu kalbinde saklarsa ona göre onun bu gibi hakîkate mazhar olması, o envarları giymesi, o şerafete mazhar olması muhakkaktır.
Cenabı Allah zâtını doksandokuz Esmâsı ile Mirac gecesinde bildirdikten sonra,
“Ey habibim! Beni yine Hakkı marifet ile bilmek istersen, Beni kullarıma böyle bildir; bir kimse Benim kullarımı, benim hürmetimde tutmadıktan sonra beni hakkı ile takdîr etmiş olamaz. Beni nasıl tâzim ediyor, Beni nasıl hürmet ve ihtiram üzerine tutuyorsa benim kullarımı da aynı tâzim, aynı ihtirâm ile onların hürmet ve edebini gözetmedikten sonra, beni hakkıyla takdîr etmekten uzak olduklarını bildir” diyor. İnsanlar çeşit çeşit olduğu halde bütün insanlara “Benim kullarım” dedi Allah. Hayra tayin olunan insanlar da var, onlar hayır işlemeye tayin olunmuştur. Çünkü bu âlemde bu insanlar iki şandadır:
1. Hayrıhi
2. Şerrihi
Hayrıhi ve şerrihi minellahi teâla.
Allah Azze ve Celle, bir kabza âdemin zürriyetinden aldı,
“Bunlar ehli cennettir, bunları cennete koyduğum takdirde, onlara verilecek şeylerden Ben müstağniyim, Ben Ganiyyu Mutlağım, onlara veririm, veririm, veririm. Ve o verdiğim şeyler Benim gözümde yoktur, ne kadar versem de bir kabzada alıp bunlar ehli nardır derim. Bunların ehemmiyeti yok, bunlar Benim fadlıma mazhar olanlar, bunlar Benim adlime mazhar olanlardır. Mülk Benim, adl Benim dir, mutlak tasarruf Bende dir. Siz edebi gözetiniz, Bana niçin demeyiniz. Sizi fadlıma, ihsanıma ehil kıldığımda siz onu kendinizden zannetmeyiniz.”
Ona karşı şükran manası bu edebi gözetmektir. Allah bizi fadlına mazhar kılıp hayra memur kılmış, bizi hayırda kullanıyor. Cenâbı Allah Âlimdir,
“Adlimden şerre alet yaptıklarıma karışmayınız. Hikmeti bana aittir. Siz Fadl ihsanıma mazhar kullarımsınız, edep üzerine olunuz, korkunuz. O fadl libasını sizden alıp, adl libasını giydirebilirim. Bana karşı bunu ne için yaptın? Diyecek kimse yoktur.”
Onun için bir zâtın birisi bir gün giderken karşıdan bir yahudi geliyormuş.
«Bu yahudidir» dediklerinde aklı başından gidip de bayılıp düşmüş. Ayıldığı vakitte,
«Efendimiz size ne oldu ki o yahudiyi gördüğünüz vakitte bayıldınız?»
«Ey evlatlar! Allah’tan hayâ ettim ve o hayâ ile beraber havf-u haşyet, sultanû’l havf beni öyle bir bastırdı ki; o korkunun heybetinden aklım başımdan gitti, düşüp bayıldım. O hitap geldi ki; “O kuluma sen aksi bakma, onun sırtındaki Benim adlimin tecellisidir. Sana verdiğim fadl-û ihsan libasını senin üzerinden çıkarıp ona giydirmeye; onun üzerindeki adl libasını sana giydirmeye kadirim. Onu reddedecek hal var mı sende? O kuluma hor bakma.” O hitap geldiğinde Allah’tan korkudan, hayâdan aklım başımdan gitti» diyor.
Onlar mühim noktalardır. Biz Allah’ın fadl-û ihsanına mazhar olup Allah bizi hayra, hayır yoluna kullanıyorken şükür lazım. “Ötekileri aşağı tutma” diyor, belki ondan o adl libasını alıp sana, sendeki fadl libasını ona giydirir. Öyle yaptığı takdirde senin ona karşı söyleyeceğin var mı? Yoldan çıktı derler, sapıttı derler, kaçırdı derler. Azgınlıkta kalıp gider. O idraki çekip aldığında, o his senden kaybolduğunda, o adl libasına sen layık olursun. O zaman her şey adliyle ve fadliyledir. Şeyhimiz Sultanü’l evliyâ Hazretleri onu da îzah etti;
Bir müride halvette iken levh-i mahfuz keşfolmuş. Bakmış, şeyhini şekavette görmüş. Ehl-i cehennemden yazılı görmüş. Hemen secdeye kapanıp:
“Ya Rabbel izzeti ve’l azame! Sen, beni bu rütbeye yetiştiren şeyhimi, ehl-i nâr olmaktan kurtar, ehli cennet kıl yâ Rabbi!” demiş.
Zaten o tecelliye mazhar olan kimsenin duası geri çevrilmez. Cenabı Allah, icâbet buyurdu cevap verdi.
«Şekavetten saadet tarafına, ehl-i cennet yazıldı»
O mürid sabah şeyhinin huzuruna vardığında:
«Ya seyyidi! Bir zuhurat oldu: Elhamdülillah zâtınıza ait olan şekâveti saadete döndürmeye muvaffak oldum.» Demiş. Şeyhi hemen oradan bir cop almış da elinde tutmuş:
«Ya veledi! Otuzyedi senedir ki, ben orada benim şekâvedimi görüyordum. Sen onu orda görmeye bir gece dayanamadın. Ben otuzyedi senedir orada o yazıyı görüyorum ve ubudiyeti terk etmedim! Benim vazifem o Allah’a ubudiyettir, kulluktur. Oradaki yazı beni alâkadar etmez, o Allah’ındır. Kulunu ister cennetlik yazar, ister cehennemlik yazar. Kul, kulluk yapacaktır, kul kulluğunu yapar, Rabb Rabb’lığını yapar. Orası bana ait mesele değil. Çabuk! Eskisi gibi yaptırmazsan böyle seni koparır, tarikatı âliyyeden dışarıya atarım! »
Diye şiddet yaptığında o titremiş hemen tekrar secdeye kapanıp:
«Yâ Rabbel izzeti vel Azame, benim şeyhimi eskisi gibi yap. Aman yâ Rabbi, eski yazısını yaz.» diye şeyhi cehennemlik yazılsın diye secdede iyice dua yaptı ki; o tecelliyi şeyh de huzurunda gördü. Tekrar şekavet yazıldı, yazıldığı anında Hitâb-ı Rabbanî geliyor. O, doğrudan Allah Azze ve Celle’den gelen hitaptır;
«Yâ abdim! Sen benim muhlis kulumsun, Hakken kulumsun. Şimdi ben siliyorum. O müridin müracaatı münacatıyla değil, Ben azimüşşan, seni sildim. Orada senin şekâvedin sıfır, seni sâidlerin başında yazdım» diyor.
İşte abd, Allah’a kuldur. Bizi kulluğumuz alakadar eder. Kimsenin kulluğu alakadar edemez. Herkesi Mevlâsı nasıl yazdıysa yazmıştır, sen onu değiştiremezsin. Levh-i mahfuzda bizim yazımız bize görülse bile, cehennemlik diye yazsa bile, kulun edebi nedir? Kulluktur. Onu bırakıp ta başkasına yapacak kulluk var mı bizde? Onu bırakıp kime kulluk yapacağız? Cehennemlik yazsa bile o Allah, biz kuluz. Bir kısım insanlar hayır işlemeye tayin olunmuştur. Bir kısmı da şerri işlemeye memur kılınmıştır.
İmamı Şarani Hazretleri, bu benim sözümü de burada söyle diyor bana. (Kalallahü teala ve derecatihi dâima)
O Evliyalar, Nakşibendî sadatının meclisinde isimlerinin zikrolunmasını arzu ederler. Onların isimlerinin zikrolunması onlara şeref ve derece kazandırır. Onun için diri bir kimsenin onların ismini anmalarını çok isterler.
Geçmiş olan kimselere; rahmetlik babam, rahmetlik anam diye söylenen; hatta cennet mekân Şeyh Efendi Hazretleri öyle buyurdu;
«Dil alışkanlığı ile ‘rahmetli’ desen, o meyyite ne kadar fayda var. Dirilerden bir kimsenin, avam sıfatında ölüp gidene ‘rahmetlik babam rahmetlik anam, rahmetlik filan’ diye söylemesinden: üzerine toprak çöküp te altında bir adam kalsa, o adamı o toprağın altından çıkardığımızda ne kadar rahatlık duyarsa; o kadar rahatlık verir.»
Allah’ın evliyasını söylediğimiz vakitte, onları muhabbetle dinlediğimizde, onlara o kadar şerafet vardır. Onlara şerafet olduğu gibi;
«Sizin isminiz zikrolunan meclise bir hizmette bulunacaksınız» diye peygamberden evliyaya emir var. Onlar isimleri anıldığı meclise ya ruhaniyetleri ile hazır olurlar. Onun için bazı zatlar, «Edep üzere olunuz, filan zatın ruhaniyeti hâzır oldu» diye meclisi edep üzerine oturtturur. Ruhanî hazır olduğu vakitte o mecliste cibilli münâfık bulunsa îmana tebdîl olacaktır. Onlar öyle bir kavm, öyle bir kimseler ki onların meclisinde oturanlara şekâvet olamaz. Onlar cennetlik olur, cehennemlik olamaz diyor, onlar. Veyahut onlara emir olur, müsâid değilse o zaman o meclisteki kimselere berzahtan bakarlar diyor. O meclisteki kimselere baktıkları zaman, onlar nazar altına girer. Onların nazarında Allah’ın (Azze ve Celle) nuru var. Bizim gibi boş nazar değil. O nazarın altında olan kimseler, o âna kadar mahşer gününde mesul olacakları her günahtan, o yükten temiz olurlar.
Onun için şimdi burada Ebul Vakt Şaranî Hazretlerinin bize işareti de oldu, “benim bir sözümü de söyle” dedi. Onun çok telifâtı vardır. O telifâtın içerisinden o kahpe kadınlara, yolsuz kadınlara bile zikretmiş olduğu bir sözü var.
─ Onlar hakkında ne söylerdi?
«Cenabı Allah bu kimseleri mağfiret etsin. Allah bunlara rahmet etsin. Bunlar olmasaydı namuslu kadın kalmayacaktı. Azgın, kızgın, yoldan kaçkın erkeklerin şerrinden, onların azgınlığına dalga kıran, dalgayı kırıyor gibi onların karşısında kendilerini fedâ eden kimseler bunlar» dermiş, o mahalden geçerken.
─ Onlar nasıl nazardan bakar?
Evliyalar yolsuz bir şey görür mü? Bak o yolsuz kadınlara da yol veriyor. Onların da vücudu böyle büyük bir hikmete bağlıdır, o kadınlar kendilerini fedâ etmişlerdir, namuslu kadınlar için fedailerdir onlar diyor. Mahşer gününde,
«Ey namuslu hanımlar! Bize de bakın bakalım. Siz namuslu kaldınız, biz sizin için fedai olduk, biz sizi gözettik. Biz fedai olduk, biz namussuz olduk, siz namuslu kaldınız. Biz o namussuzluğu yüklenmeseydik, siz namuslu kalamayacaktınız. Bize merhamet edin, şimdi Allah’ın huzurunda şefaat edin bakalım.» Diye onları söyletecek.
Ne hikmetler var… İşte böyle böyle herkes bir vazîfe yüklenmiştir, Hacı efendiler, hoca efendiler, mü’min kardeşler. Herkes bu âlemde bir vazîfe yüklenmiştir. O vazîfesini yapmaktadır, sen ona karışma, sen kendi kulluğuna karış, bak.
Efendimize zehirlenmiş kuzu takdim ettiler. Eline aldığı anında Cibril, o zehirli koyunu haber verdi. Cibril haber verdi ki, ağzına koyma bu zehirlidir diye. Bizim Şeyh Efendi Hazretleri.
“O peygamber Aleyhisselatü vesselam bir lokma yese ona dokunurdu, Hz. Ali Efendimiz, hepsini yese bir şey olmazdı. Bırak o zehirli koyunu, bütün dünyadaki ne kadar zehirler varsa Hz. Ali hepsini yese, hepsini yakar bitirirdi, onun kılına bir şey olmazdı. Peygamber-i zîşan ona tahammül edemezdi.”
─ Eh şimdi Hz. Ali’nin derecesi daha mı fazla?
Hayır! Şimdi sizin sorunuza karşı ona münâsip hikâyeyle cevaptır bu. Peygamber-i zişanın o tevhidi kuvveti âzâdan kalbe toplanmış bulunuyordu. Hz. Ali Efendimizin daha bütün âzâsında olduğu için ona tesiri olmazdı. Onun her azada hal kuvveti var, yakar, ona o zehirin hükmü yok. Lakin dıştan kemal aldık sonra, kemal makamına doğru o kuvvet kalbin içine indiği vakitte, vücut yine eski halinde olur.
Onun için evliyanın kemâli; kendisinde harikulâde bir hal olmayan, görülmeyen, sırf bütün avam gibi kendisini gösterebilen evliyadadır. O pır-pır eden hal kuvveti ile çeşit türlü kerametler gösterene itibar etmez onlar. Millet ile beraber aynı kendi de onlardan gibi olduğunu onlara da gösteren; lakin bütün dünyayı alt-üst edecek kuvveti kalbinde böyle tutan adamlardır onlar. Zâhirde avam, bâtında Allah’ın yeryüzündeki hilâfetini giyen zattır, kuvvet ondadır. Onun için veli, avam sıfatından başlar, yürür, yürür, yürür, yol alır, kemâle geldiğinde bu başlangıcına gelir. Ama başlangıcı ile sonu birleştiği zaman veli, kemâl makamını alır. Bu yola yürüdüğü vakitte, hepsinde harikulade kuvvet var. Tâ o daireyi tamamlayıp başlangıç noktasına geldiğinde avam sıfatı ile görülür. Tâ ki görünüşte avamdır, hakikatinde kemale ermiş olan kimsedir. Onun için Hz. Ali Efendimizde daha o dıştaki seyri sulûk halindeki kuvvet vardı. Yakar, o ona dokunamaz.
Peygamber (S.A.V.) Miracta rütbeyi aldıktan sonra, buradaki zuhuriyyet beşer sıfatındadır. Daha keskin ifade ile Ulûhiyyet sıfatını orada giydi. Lâhutta orada durdu. Nâs’ın sıfatında burada göründü. Peygamber (S.A.V.) ben, sizin gibi kimseyim dedi. Ona dokundu. Hz. Ali’ye dokunmazdı.
Seyri sulûkta olan kimsenin hâli başlangıçta olan kimseninkine benzemez. Tabî o boyuna taşıp dökülüyor, genç insandaki hal başka.
Yürüdük, sonra o oturmaya doğrudur, durulmaya doğrudur. Nihayet o kuvvet, kalbin üzerinde durdu mu tamamdır. Bu Hakku’l hayatı aldığında o vücut artık çürümez. Allah o gibi makamlara bizi de nasîb eylesin. (Âmin). Mühim olan meseledir o. İşte kemal, olgunluk, o müşâhede ile mücâhadenin ateşlerine dayanan kimse de olur.
Yunus, «Çiğdik, piştik Elhamdülillâh» demiş. Herkes çiğdi pişebilene aşkolsun. Pişmeden gidenleri de orada pişirmeye büyük kazanlar hazır etmiş. Bazısı sekeratta kemâli alır. Dünyada kemali alanlar ise,
· En yüksek olan rütbe sahipleridir,
· Allah huzurundan hiç ayrılmayacak olan sınıftır onlar,
· «İnnel muttakine fiy cennâtin ven-nehâr» hitabına mazhar olanlardır,
· Meliki muktedir olan Allah huzurunda, dâim duranlardır onlar.
Oraya, dünyada iken varlığını pazara koyup satan adamlar girer. Varlıkla oraya giren yoktur. Peygambere has olan makamı, peygamberin sünnetini tam tutan adamların yoludur. Yüzyirmidörtbin sahâbenin içinde o mertebede olan Sıddıktı.
─ Cibril, Sidretül Müntehâda niye durdu?
“Bu benim son durağım, makamımdır, bundan ileri tecavüz edemem, bu benim hududumdur. Bu hududu geçtiğim vakitte varlıktan silinmen lazım gelir. Allah Azze ve Celle’nin, cemâlinin, celâlinin tecellisinin envarları beni yakar. İkinci defa îcâd olmaya sıra vermeyen yokluğa atar. Ben buradan bir adım bile atamam yâ Habib! Buradan ilerisi size aittir. ” demiş.
O peygamber «Sen dur, orada sen varlığını tut da dur» dedi. Kendi varlığını fedâ etmeyen kimse, bir şeye yaramaz. Benim varlığım fedâ olsun onun yoluna. Ben yokluğu kabul ettim deyip tevhid deryâsına oradan daldığı gibi, o masivanın sonudur, daldı bitti. Orada Muhammed arama.
O zaman Allah Azze ve Celle ona dedi ki,
«Sen kimsin ey Habibim!»
«Sensin ya Rabbi! » Dedi. Bitti. Orada sen - ben olamaz. İşte orada peygambere (S.A.V.) giydirdiği rütbe.
─ İnsan için kemâl nedir?
Yokluğu kabul etmektir, varlıktan geçmektir.