hakkani8
Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani
K.S.
Sohbet 8
1977, İSTANBUL
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Hepiniz, hepimiz. Biz kendimizi sizden ayırt etmiyoruz. Buraya mahsus toplandık. Cemaatimiz söyleyeni gördüğü vakitte daha rahat oluyor. Herkeste söyleyeni görmek ister. Onun için bu yüksekçe yere oturmayı tercih ediyorum, yoksa ben sizinle beraber, sizden daha aşağı oturup durmayı tercih ederdim.
Hepimiz buraya Allah için gelen, Allah’ın kullarıyız. Hepimizin muhabbeti de Allah içindir. Başka bir maksat için gelen kimse boş çıkar. Onun için biz, hepimiz Allah için gelmişiz. Allah’a olan muhabbetle buraya toplanmışız.
Yâ Rabbür Rahîm, yâ Rabbe’l-Kerîm, yâ Erhamer Rahimîn, yâ Ekreme’l Ekremîn! Senin kapından başka hangi kapıyı biz kastedebiliriz. Nahnü âbiduk, senin kullarınız.
· Ente Rabbunâ,
· Ente hasbunâ,
· Ente veliyyunâ,
· Ente Mevlânâ.
Rabbimiz Sen, Mevlâmız Sen, bize her hususta kifâyet edicimizsin. Biz Seninle varız. Biz yoğuz, hakîki varlık Senindir. Yâ Rabbi! Buraya bizi toplayan Sensin. Bu muhabbetle burada bizi durduran Sensin. Bize Senin muhabbetinden aşıla. Bizim kalplerimizde Senin muhabbetinden, habibinin muhabbetinden maada, Senin sevdiklerinin muhabbetinden başka bir şey bırakma. Ağyarı bizim kalbimizden sür ya Rabbi! Bizi muhlis kullarından eyle. Biz tâlip olarak geldik. Bizim muhtaç olduğumuzu bizden iyi bilirsin. Onu bekleyip duruyoruz, Sen söylet ve dinlet.
Euzübillâhimineşşeytanirracîm Bismillâhirrahmanirrahîm. Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyûl aziym.
Şimdi bizde olan noksaniyetleri ikmal edecek ve huzur-u Rabbûl âlemine yüz akıyla bizi çıkartacak usul ve ıstılah üzerine, bize lâzım geleni dinleyelim.
Bir defa delilsiz Allah’a kimse varamaz. Delîl olmadan şu vaazı bile geçirtmezler. Allah’a giden yolda delilsiz gidilebilseydi, Cenabı Rabbû’l âlemin peygamberlerin hiç birini göndermeyecekti.
Onun için her kimse ki kalbi uyanmıştır; Allah'ı bilmiştir. O kimselerin kalplerine verilen uyanıklık ki, ilk aradıkları kendilerine hak yolunda delil olacak bir kimsedir.
─ Dünya ne gibidir?
Simsiyah, kapkaranlık bir yer gibidir. Hususiyle bu bizim bulunduğumuz günler ki; onun hakkında Cenabı Peygamber aleyhi efdalü’s selatü vesselâm buyurdu ki:
«Benim ümmetlerime hiç ay mehtabı olmayan, hatta yıldız bile görülemeyen öyle siyah gecenin zulmet ve karanlığı gibi bir zaman gelecektir.»[1]
Lâ şek velâ şüphe, biz o günlerin içerisindeyiz ki; bu karanlığın içerisine şimdi burada ışık olmasa, ben bu elimde tuttuğum ne renktir? Diye size soracak olsam kimse bilmeyecek. Ben bu elimde tuttuğum nesne,“beyazdır” desem kimisi tasdik edecek, kimisi,
“Canım, beyaz dediğini biz görmüyoruz ki tasdik edelim? Göster ki tasdik edelim” Diyecekler.
Şimdi öyle bir günlerde bulunuyoruz ki hakla bâtılı seçmekte bütün insanlık şaşkın duruyor. Bir kısmı “inandık” diyor, yeri geldiğinde “zaten görmüyorum ya diyor” geçiyor. Bir kısmı büsbütün, “öyle şey yok, ne ak var, ne kara var” diyor. Doğrudan doğruya “ne hak, ne bâtıl, öyle şeyleri hiç bize söyleme” diyorlar. Bazıları da daha ileri gidip “Allah mı var?” diyor.
Şimdi, o simsiyah karanlığın içerisinde hiçbir eşyanın rengini ve şeklini göstermeye imkân olmadığı gibi bu zamanda en büyük hakikat Allah’ın varlığı olduğu halde, artık o karanlığın şiddetinden onu bile inkâr edecek hale düşmüş.
Bu zamanda herhangi bir veliyullaha elindeki o velayet nurundan açmaya izin de yok. Elindeki velayet nurunu bir açsa o zaman herkes akla karayı kolay seçer. Lâkin imkânı yok, izin yoktur. Bir veliyullah İstanbul’u kaynatır. Lâkin o izin olmadığı vakitte ne yapacak? Gelip geçen yirmidört saat zarfında onlardan bu beldeye yedi veliyullah girer. Bunlar İstanbul’a birer saatten hizmet görür. Bu memleketin üzerindeki yükü alır, gider. Bu da bir müjdedir. Onlar o vazifeyle buraya gelip, o hizmeti tamam etmese müminlerin kalbinin üzerine biriken zulümattan, o kahırdan millet çatlar, iman sahipleri erir gider. O yükü almaya o yirmidört saat zarfında yedi veliyullah vardır. Onlar buraya hazır olur, o hizmeti görür. Kimse de onu bir şey yerine saymaz. Bazısı göstertmeden o mukaddes yerlerden birisinde gelip bir saat oturur. Gecede ve gündüzde o hizmeti yapar, ümmetin üzerinden o zulmeti sıyırıp alır, götürür. Bu bize müjdedir.
Ben her şeyi biliyorum diyerekten dava ederdim. O her şeyi biliyorum diyenden daha ahmak adamda yok. Öyle ahmaklardan idim. Ne yapalım ahmaklığı kabul edip, uyanık zâtı bulmasak, onu kabul etmeyenlerde o tekebbürlük onları olduğu yerde bırakır. Şimdi buradan mühim meseleler sıralanıp gelecek İnşallahurrahman.
Bir gün Sultanül evliya Şeyhim Hazretleri; bir gece sülûsül âhirde, seher vaktinde huzurunda onun sohbetini dinlerken:
“Sana bir şey söyleyeceğim, dedi. Bu kadar senedir benim huzurumdasın, bu söylediğimi sen daha işitmedin.”
“Bak, nazar üçtür dedi, Bakışlar üç türlüdür. Birisi farz olan, onun bakması vâcip olan kimseler vardır, o bakacaktır. Orada en kalabalık noktada, köprü üstünde diyelim, köprü üstünde yirmidört saat zarfında en kalabalık, en zil-zurnalı zamanda orada bir tane duran vardır. Onun gözleri oradan gelip geçenleri görmeye vazifelidir. Bu kimselerin bakması vâcip, farz kâbilindendir. İkinci türlü bir bakış vardır, o da sünnettir. O mertebede olan kimselerin bakışları sünnettir. Üçüncü türlü bir bakış ta haramdır.”
Birinci bakış sahipleri ki; kendilerine Allah kullarına bakmak, onlara nazar etmek vâcip olan bir sınıf vardır.
─ Onlar kimlerdir?
Onlar, Fahr-i kâinat eftalüs selatü vesselam Efendimizin varisleridir. Onlar, gözleriyle ibâdullahı ümmeti Muhammedîyi temizleyecek nur sahipleridir. Onların nazarı değen kimse, temize çıkar. Üzerinde ne kadar zulmet varsa, mahşer gününde alacağı mesuliyet, ne kadar zulmet üzerine bindi ise, onun nazarının altına giren kimseler temize çıkar. Onun için onların vazîfesidir. Onlar böyle, ümmet-i Muhammediyeye bakar. Evvel zamandaki ve bizim zamanımızdaki evliyaların halini de söyledi bana Hazret. Bu söylediği sözü, geçmiş evliyalar için söyledi. Dedi ki;
“Geçmiş evliyalardan, o hizmete tayin olunan vâris-i Muhammedî olan evliyalar, baktıkları kimseleri temize çıkarırlardı ve kıyamet gününde onların üzerinde hiçbir mesuliyet bırakmazlardı.”
─ Şimdiki evliyalarda ne kuvvet var?
Şimdi herkes zanneder ki dünya boştur. Onlardan bir tanesi noksan olursa bu dünya duramaz. Dünyanın bütün maslahatı durur. Onun için Fahrü kâinat âleyhi efdalüs salâtü vesselâm Efendimiz: «Bihim Tumtarûn bihim tünsarûn bihim turzakûn»buyurmuş: O Allah’ın veli kullarının bereketine size rahmet yağdırır, onların yüzünden Allah size inâyet buyurur ve sizi rızıklandırır. Lâkin gizlidir, onların kendilerini izhar etmeleri mümkün değildir. Onlara izin yoktur.
─ Neden Efendimiz 1400 sene önce kıyametin geleceğini ve kıyametin alâmetlerini, nişanlarını, bir bir; ‘bu da olacaktır, bu da gelecektir, bu da çıkacaktır’ diye saymıştır?
Peygamber (S.A.V.), Muhbir’un sâdık’tır, yani haberi doğrudur. Günden güne o peygamberimizin haber verdiği şeyler meydana çıkıyor. Şimdi bir veliyullah kendi velayet kuvvetini kullanırsa, bu alâmetleri durdurur. Bir veliyullahın durdurmaya kuvveti var. Lakin onlar Peygamber-i zîşan dan hayâ eder. Milet; “Demek ki peygamberin haber verdiği şeyler doğru çıkmıyor” diyecek diye evliyalar durur. Yoksa bu âlem gibi sıra sıra yüz tane olsa, bir teveccühte ya hepsini dünyadan azleder atar, ya hepsini velâyet makamına oturtur. Şimdi böyle kuvvet sahibi evliyalarda var.
Eski evliyalardan Alâeddin-i Buharî[2] Hazretleri, Şâh-ı Nakşibendî Hazretlerinin halifesiydi. Öyle dermiş,
«Eğer şeyhim Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri teveccüh yaparsa, yeryüzünde ne kadar insan varsa hepsini velâyet makamına oturtturmaya kuvveti vardır.»
Teveccüh kuvveti, velâyet sırrı; tâ sen veli oluncaya kadar onun hakîkatini idrak edemezsin. Âlim başka, veli başka; dünyada ne kadar âlimler varsa o âlimlerin hepsinin ilmini, bir velinin ilim denizine atarsan gayb olur. Velâyet sırrı ile onlara açılmış olan ledünnîdir. Cenabı Allah, Estaizübillah;
وَعَلَّمْنَاهُ مِن لَّدُنَّا عِلْماً
«Ve allemnâhu mil ledünna ilma»[3] : «Biz, veli kullarımıza ledünnümüzden, bizim has ilmimizden ilim vermişiz» buyurmaktadır.
Öteki ulemaların okuduğu ilimleri, onların okudukları kitapları, Avrupa’nın papazları da okur. Onlar bizden fazla okurlar. İngiliz’in sekiz tane üniversitesi var, bir kaç defa oldu, Allah oraya gönderiyor, gidiyorum. Sekiz üniversitesinde de İslâmî ilimleri okutan profesörleri var. Bizim âlimlerimizin okuduğunu onlar da müşterek okuyor, bizim âlimlerimizin bildiğini onlar da biliyor. Âlimü’l lîsan olan, ilmî dilinde olan kimselerin bildiğini, onlar bizden fazla biliyor. Lakin onlar, ilmi kalbinde olanların ilminden bîhaberdir. Kalpte olan ilim ledünnî ilimdir. Ledünnî ilmi papazlar alamaz. Ledünnî ilim bakımından onlar İslâma müşterek olamaz ama âlimlere müşterek olur. Evliyalara müşterek olamaz, evliyanın kalplerine verilen ilim kendi şahıslarına aittir. Sana verilen ötekine verilmez, onun sırrı başka senin sırrın başkadır. Sen, Allah yolunda, Allah’a giderken geri dönmeden cihad ettiğin vakitte; nefis, hevâ, şeytan, dünyanın davetine kulak asmadan, Allah ve Resulünün davetine doğru gidersen o zaman senin kalbine de Allah-û Zülcelâl, o ilmi verir.
─ Ne gibi ilim? Sana kim muallim olur?
Allah muallim olur: «Ve allemnâhu mil ledunnâ ilma» «Biz ona talim ettik, ledünnî ilmi.»
─ Onu kazanmaya sebep nedir?
Cenabı Allah onu da bildiriyor. Estaizübillah,
وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ
«Vettekullahe va’lemu ennellah»[4] Takva sahibi ol. Allah’tan kork. Allah’ı say. Allah sana muallim olur, Allah herkese muallimlik yapmaz.
─ Kime muallimlik yapar?
Allah’ı sayan, Allah’tan sakınan, takva sahibi olan kimseye Allah kendisi muallim olur, o ilmi kalbine döker. İşte velinin ilmi, velayet nuruyla onlara verilmiş olan ilim, onların kalplerine verilmiş olan kuvvet, manevi kuvvetler;
Ø Hakikatü’l-feyz,
Ø Hakikatü’l -irşad,
Ø Hakikatü’t-tayy,
Ø Hakikatü’t-tevessül,
Ø Hakikatü’t-teveccüh,
Ø Hakikatü’l-cezbe.
Bu altı kuvvet olmayan veli olmaz.
─ Bu altı kuvvetin hakikati kendine verilmiş olan kimselerin sıfatı nedir?
Estâizübillâh:
وَسَخَّرَ لَكُم مَّا فِي السَّمَاوَاتِ وَمَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعاً
«Ve sahhara leküm ma fissemavâti ve ma fil ardı camian»[5]
O zaman yerde, gökte her şey musahhardır. İşte onun halifesi olan Alâeddin-i Buharî Hazretleri,
“O şâh-ı Nakşibendî Hazretleri bir teveccüh yapsa hepsini velâyet makamına yetiştirmeye muvaffak olurdu” diyor. Onun yapacağı hizmet mahşerde belli olacak. Her velinin yapacağı hizmetler ayrı ayrıdır. Şimdi gelelim, bu zamandaki kuvvet sahiplerine. Bu zamanda:
«Men ahyâ sünneti inde fesad-i ümmeti felehu ecrun keriym»[6]
«Benim ümmetlerimin fesat zamanında bir sünnetimi tutan dirilten kimseye yüz şehidin sevabı vardır» diyor, Aleyhisselâtü vesselam Efendimiz.
Niçin herkes bu zamanda peygamber sünnetlerini katlediyor, öldürüyor, yaşamasın diyor? Kim onların kesip attıkları o sünnetleri ihya ederse, gözetirse, onlara yüz şehit sevabı verileceğini peygamber şahâdet yapıyor. İşte biz bu zamanda, bu fazîletin içerisindeyiz. Avâm-ı nas olan kimselere, bir sünneti ihyâ ettikleri vakitte bu kadar fazîlet verilirse, evliyalara olan rütbe ve kuvvet daha fazladır. Onun için bu zamandaki bir veliyullah bize nazar ettiğinde, o nazarı vâcip olan zatlar bize bir baktıkları zaman bizi de temize çıkarırlar. Seni de temize çıkarır, senin sulbünden geleni de temize çıkarır. Senin sulbünden gelenin sulbünden geleni de temize çıkarır. Bizim evlatlar ne olacak diyerek merak etme. Peygamber, ümmetini kolay kolay iblise teslim edecek peygamber değildir. Sen merak etme.
─ Peygamberin ismi niye ‘Muhammedül Emin’dir?
Sen çobanına bin baş davar teslim etsen, akşamüstü bir tane noksan getirse o çobana sen emin der misin? Bir milyon veya bir milyar davar teslim etsen bir tane noksan getirse emin der misin? İsterse trilyon verip bir tane noksan getirse, emin olamaz. Peygamber bBu ümmetleri ne zaman teslim aldı? Peygamber (S A.V.), doğarken ümmetim ümmetim diyerek doğdu. «Tüfliken ümmeti» demiyor muydu? Demek ümmetini daha evvelden biliyordu.
─ Peygamber (S. A.V.) ümmetini ne zamandan biliyor?
Elestü birabbikum kâlû belâ el ervahu cünûdun müzenne’de, ruhlar âlemindeyken o peygamber peygamber değil miydi? Nasıl peygamber değildi! O peygamber söyler ki:
«Kûntû nebiyyen ve Âdemü beyne’l-mai ve’ttîyn.»[7]: «Daha Âdemin çamuru yoğrulurken ben peygamberdim» diyor. Nasıl öyle olmasın ki. Âdem (A.S.) ilk gözünü açtığında arşın üzerinde La ilahe illallah Muhammedün Resulullah yazıyor gördü. Demek Allah’ın indinde ne zamandan beri Muhammedün Resulullah’dır? Tâ o zamandan beri ki,
وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا
Vekefâ billahi şehidâ! [8] Muhammedün Resulullah!
─ Ne zamandır o zaman?
O zaman yevmül ezeldir. O peygamber dünkü peygamber değil, Allah olduğu vakitten beridir. İşte öyle bir peygamberdir. Evet, 570 tarihinde doğdu, 40 yaşına geldi, peygamberlik verildi; bu, çocuklara Elif-be okuttukları kitapların ilmidir.
─ Bu şahâdeti ne zaman yaptı Allah?
Kelâm-ı kadîminde yaptı.
─ Kelâm-ı Kadim ne demek?
Ezeldeki Allah’ın şahadetidir o. Allah yok şeye mi şahâdet ediyor? Ve kefâ billahi şehidâ, Muhammedün Resulullah derken Allah yoka mı şahitlik yaptı! O peygamber yok olsa idi, Allah nasıl şahâdet eder!
İşte, peygamberin şânını böyle bileceksin. Peygamberin şânı için, sırrû’l Kur’ân’ın içerisinden gelecek hakikatleri dinleyecek olanlara ne mutlu.
Acâib şimdi görülecektir, bu bindörtyüz tarihine şimdi yaklaşıyoruz. Sağ olanları seyreyle sen. Bu dünyanın üzerinde La ilâhe illallah diye tevhit çekilirken cezbe saldığı vakit, İstanbul’u değil, Anadolu’yu değil, dünyayı sallayacak. O peygamber (S.A.V.), öyle kolay kolayına iblisin eline ümmet verecek peygamber değildir. Emindir O. O günkü günde Allahû Zülcelâl;
« Yâ Habib, ümmetlerini eline teslim etti isem, öyle teslim alırım. Sana ümmetlerini temiz pak veriyorum, temiz pak alacağım » Dedi.
Elestü birabbikum kâlû belâ ahd-i misak gününde, bizim zerrelerimizi Cenâb-ı Allah halk edip, o meydanda onlara hitap ettiğinde peygamberimizin ümmetini teslim etti.
“Günahsız veriyorum, temiz veriyorum, temiz alacağım. Mahşer gününde bana temiz, tamam, verdiğim sayıda teslim edeceksin, verdiğim adette alacağım” dedi. “Sen Eminsin” dedi. Allah’ın eminliğine şahadet ettiği zat, şeytanın elinde ümmetini mi bırakacak? Hâşâ, sümme kellâ! İşte onun için bu söylediğimiz kelâmı sen çok büyük görme, daha çok büyükleri var. Daha sen yavrusun yutamıyorsun diye vermeyiz onları, dahaları var. O dahalarına ya yüksek âlim mertebesinde olan adam ize basacak, ya hiçbir şey bilmeyen adam ize basacak. Arada o boş tenekenin içine biraz su koyup ta böyle böyle çalkaladıktan sonra ses çıkaranlar, onların öyle şeylere idrakleri yaklaşamaz. Boş tenekeden ses çıkmaz; bir o kolay, bir de dopdolu olan ses vermez. Sükût ikrardan gelir, ses vermez. Tenekesinin içerisinde bir avuç su varsa, o vakit şak şak diye söylediğimize bin kulp takacak.
Bu zamanda olan Allah’ın veli kullarının nazarı, seni temize çıkardığı gibi senin sulbünden geleni de, onun da sulbünden geleni de temize çıkarır. Bu kuvvet vardır.
Ey mümin, Allah Azze ve Celle Âdem peygamberi affettiği vakitte, Âdem peygamber kimin için üçyüz sene ağladı? Senin haberin var mı? Kendi nefsi için mi ağladı? Üçyüz sene Rabbena Zâlemnâ çekti, Âdem peygamber (A.S) Serendibe indiği vakit tek ayaküstünde durup üçyüz sene ağladı. Sübhanallah. Allah’ın hikmeti onun gözyaşlarından o mıntıka yakuttan, elmastan, zebercetten dolu. Âdem babamız tek ayak üzerinde üçyüz sene ağladı,.
─ Kendi nefsi için mi ağladı? Kendi zürriyeti için mi ağladı?
Bir ata bütün evlatları hapse düşse kendi evinde tatlı tuzlu bir şey yiyebilir mi? Yüz evlâdın olsa, doksan dokuzu yanında bulunsa, bir tanesi esir olsa ya da hapsolsa, sen doksan dokuz evladınla sofrada yemek yiyip te yediğini içerine sindirebilir misin?
Peygamber demek, şefkat madenleri demektir. Onlar merhamet denizleridir, merhamet denizleri olmasa, onlara peygamberlik mi verilir? Kendi nefsini düşünen adam mü’min olmaz, nerde kaldı nebî olsun. Âdem ata, üçyüz sene kimin için ağladı? Kendi için ağladı diyene yazıklar olsun! Zürriyeti için ağladı, bizim için ağladı. Affı geldiği vakitte, Allah; «Seni affettim» dediğinde bu sulbünde ne kadar evlâdı varsa hepsini affetti. Öyle cennete girdi. O vakittir ki, Allah-u zülcelâl ona hitaben, buyuruyor. Estâîzûbillah,
وَلَقَدْ كَرَّمْنَا بَنِي آدَمَ
«Ve lekad kerremnâ beni âdem»[9]: «Şânım hakkı için âdemoğlunu mükerrem kıldım» ; hiçbir kimseye verilmeyen kerâmet ve ihsânıma onları gark eyledim diyor, Allah-u zülcelâl. Ve ne diyor?
«Ey kullarım, siz daha Benim size olan ihsanımdan keremimden, lütfümden neyi gördünüz?» diyor. «Bu dünyada daha siz ne gördünüz? Gördüğünüz hiç bir şeydir. Daha Dâru’l kerâmetimi görmediniz. Dâru’l kerâmet; ne gibi lütfü kerem sahibi olduğumu keramet yurtları olan Benim lütfü keremimin nihayetsiz verildiği cennetlerime girdiğiniz vakitte göreceksiniz. Şimdi ne var ki, daha hiçbir şey görmediniz ».
Dünya ehli, dünyaya bayılır. Dünyada neler bulur? «Daha hiç» diyor. Dünyadaki hiçtir. «Daru’l kerâmet olan cennetlere dâhil olduğunuz vakitte bileceksiniz! Benim size olan in’âmımı, ihsanımı, lütfü keremlerimi nihayetsiz olarak, nihayetsiz kalacağınız o yurtlarda göreceksiniz» diyor. Daha şimdi hiçbir şey yok.
İnsan bunu bir düşünse, bu dünyanın bütün yükü üzerinden kalkar gider. Bunu bana sultanım söylediği vakitten beri, o kalbimin içindeki ferahı dünyaya açarsam dünyada hüzünlü adam kalmaz. Bu, öyle bir müjdedir.
O vakit Allah, Âdemi ve zürriyetini affeyledi. Sen de zürriyetisin. Onun için sen zannetme ki o peygamberler iblise adam verecekler. Mahlûkatın sayısı kadar iblis olsa bir tekini ümmet-i Muhammedî’den zapt edemez.Veli kuvvetini söyleyeyim:
Cennetmekân Şeyhim Hazretleri; Şâm-ı şerifteydi de onun bir hadîmi, hizmetinde bulunan bir dervişi vardı. Kırk sene onun hizmetinde durdu. O da Dağıstanlı. Hasta olmuş, hasta olduğu vakitte zaviyeye, tekkeye bir gece Berzahtan bir kimse geldi.
“Ebu Bekir’i alıp götüreceğim” demiş Hazrete.
“Ebu Bekir’i gönderecek zaman bana aittir. Senin gelmenle onu alıp götüremezsin. Git karşımdan!” demiş.
“Yok, illâ götüreceğim”
“Onu ben tuttum, kolundan böyle bir salladım,‘sen değil, Berzahtaki bütün adamlar gelse benim elimden onu alacak adam yoktur, git karşımdan!’ diyerek onu öyle gönderdim” diyor, Şeyh Efendi Hazretleri.
O velâyet sahiblerinde olan kuvvet manevi kuvvettir. İblis ne?
Ø İblisin yaratılışındaki hikmeti bilmeyen adam, âlim olamaz.
Ø İblisin üzerine binemeyen kimse âlim olamaz.
Ø İblisin yaratılışındaki hikmete vâkıf olmayan kimseye hikmet bâbı açılmaz
Ø İblisin yaratılışındaki hikmeti bilmeyen kimse onun boyunduruğundan da çıkamaz.
Ø İsterse dünyadaki kitapların hepsini ezbere bilsin, iblisin üzerine binemez.
İblisin bizim eşeklerimiz olduğunu sen bil. Yanlış muamelede bulunup da sen onu üzerine bindirme, binicinin sen olacağını bil. Biz iblise binmeye ve onunla mesafeleri kat etmeye mükellefiz, iblis bize binek olacaktır. Biz iblisi tanıyacak değiliz, iblis bize Allah yanındaki makamları kazandıracak, o makamlara bizi yetiştirecek bineğimizdir. Böyle, hikmetini bileceksin.
Bir gün Hz. Ali Efendimiz sabah namazına çıkıyor. Sabah namazına giderken kapıyı açtığı gibi önünde bir ihtiyar bulunmuş. Hz. Ali Efendimizin edebi, ihtiyar olan kimsenin önüne geçmezdi. O sallana sallana adım adım yürürken Mescid-i Saadetin kapısına vardığında Peygamberimizin «Allahû Ekber» diye ikinci rekâta kalktığını gördü. O ihtiyarın da mescide değil de diğer tarafa saptığını görünce anladı ki o iblistir. Onun şeytan olduğunu bildi. Hz. Ali Efendimiz öfkesinden onu tuttuğu gibi orada bulunan büyük taşın altına kıstırdı. İçeriye girdi namazı kıldı. Dışarı geldiklerinde (A.V.S.) Efendimiz baktı ki dışarıda taşın altında kıstırılmış bir alâmet var. O tarafa bu tarafa dönüp harman savurmuş, ortalığı darmadağın etmiş, onun altından kurtulamıyor. Efendimiz bu işe bakmış, bir de Sahâbelere bakmış. Sahâbeler böyle duruyor. Anladı ki bu iş, Hz. Âli’dendir.
“Yâ Seyyidî yâ Resulâllah! Bu melânet bana bu gün bu hileyi yaptı. Ben bir rekâtı kaybettim onun için bunu buraya hapsettim, ilâ yevmil kıyâmete kadar ümmetler buna tükürsün.” Peygamberimizin ona cevabı,
“Yâ Ali! Yol kesici olma. Benim ümmetlerim buna mücahade ederek indallahtan olan bütün rütbeleri alacaklar. Sen onu burada hapsettiğin vakitte hiç bir kimsenin bununla mücadele etmesine, muharebe etmesine, mücâhade etmesine hiç bir ihtiyaç kalmayacak. Bütün rütbelerin hepsi duracak. Bunu Allah’ın ne hikmetle yarattığını biliyorsun. O hikmetleri sen men edersen, ümmetlerime yol kesici olursun. Hepsi, bu kadar rütbelerden mahrum kalacak, koyuver” demiş.
O zaman bütün Sahâbe birikse onu yerinden oynatamaz. Hz. Ali Efendimiz o sütunu kaldırmış. Bir de iblisin arkasına öyle bir çarpmış ki arkasına kapaklanıp oradan koşaraktan bir kaçmış. Bir kere daha ya ihtiyar ya genç sıfatında Hz. Ali Efendimizin önüne çıkmamış.
İşte orada Peygamber (A.S.V.) iblisin, şeytanın vücudundaki hikmeti, yani oluşundaki hikmeti bize bildiriyor. Kimileri:
«Yahu! Allah cezâsını versin! Bu şeytan olmasaydı ne iyi olacaktı» diyor. Ne olacaktın? Melek olacaktı! Maşallah!
Şimdi şeytanın ne için olduğunu bil. Onun yüzünden ona olan mukavemetimizden, onunla olan çarpışmamızdan, o uğraşmamızdan boyuna bir rütbe kazandırıyor. Basamaklar gibi basa basa biz yükseliyoruz. Onun bize olan hizmetini hiçbir kimse yapamaz, iblis ümmete hadim olmasa peygamber onu çoktan azlederdi.
Yine bir hikâye daha söyleyeyim. O da lüzum eder.
Sultanü'l ârifîn Beyazıd-ı Bestamî Hazretleri Kâbe-i Muazzama’nın kapısının halkasını tutmuş,
«Yeter ya Rabbi! Yeter bu şeytanın bu ümmetlerin arkasında koşup onları azdırdığı. Bu şeytanı artık azlet. Bu, Senin kullarını rahat bıraksın. Kullarının arkasına düşmesin,» O sözü o söyledi, Hitâb-ı izzet geldi ki,
“Yâ Beyazıd! Yukarıya bak!”
EbuYezid yukarı baktığında orada aklı başından gidip baygın düştü. Tâ ayılıncaya kadar, ayılırken:
“Tubtü ve reca’tü ileyke yâ Rab! Tövbe Rabbi! Bunu söylemekten. Sözü ben geri aldım, davadan vazgeçtim ya Rabbi! Karışmam ya Rabbi!” Dedi. Cenabı Allah Arş altında bir rahmet denizi açtı, Ebu Yezid el Bestamî Hazretleri velâyet kuvveti ile ucu bucağını bulamadı. Bir rahmet denizi…
“Yâ Ebu Yezid! Bu rahmet denizini bana âsi olan kullar için ayırmışım. Ben bu rahmete veya hiçbir şeye muhtaç olan değilim. Bu rahmetleri burada âsilere vermek için tutuyorum. O kullarım bana âsi olmasa kime vereceğim? Senin dediğini tutup ta ben bu kulları, o günahlardan, o isyanlardan, o şeytana uymalardan tutacak olsa idim, bir başka kavim yaratacaktım ki; onlar bana âsi olsunlar, bu rahmetleri onlara vereyim. Benim hikmetimi anla, karışma.”
«Tubtü reca’tü ileyke yâ Rabbi! » «Tövbe ya Rabbi vazgeçtim karışmam» dedi. Bir mesele daha kaldı, uzatmıyorum. Bitecek deniz değil amma orada kapatalım da yerinde dursun, açarlarsa yine başka vakit açarız.
İbrahim Edhem Hazretleri; o, saltanatı bırakıp ta Allah’ın kulluğundaki şerefi anlayıp, dünya saltanatını terk eden adam. İbrahim Edhem Hazretleri Belh Sultanı[10], yalnız sürülerini bekleyen çoban köpeklerinin sayısı onikibindir ki hepsi altın zincir tasmalıydı. Bu kadar saltanat sahibi iken saltanatı da terk edip Allah yolunu, Allah’a kulluk yolunu tuttu. Onun hakkında söyleyecek olursak sabahı buluruz. Kestirme söyleyelim, bütün mülkü teslim edipte gelmiş, onun arkasından anası da onu ararmış.
Lazkiye yakınlarında Ceble denilen sahile yakın bir memleket vardır. Onun kabri üzerinde bizim ecdâdımızın yaptırdığı İstanbul câmileri gibi büyük bir câmi vardır. Makâmı da çok güzel, etrafı hep imâretlerle bahçelerle donatılmıştır, orada ile’l-yevm fakir fukâraya yemek çıkar. Yine anasının da ayrı bir câmide bir kabri var.
İbrahim Edhem Hazretleri deniz kıyısında oturmuşta elbisesini yamarmış, üstünde çok yama varmış. Anası dolaşa dolaşa onu bulmuş yetişip gelmiş. Böyle bir yatsı vaktiymiş.
“Oğlum, bu kadar saltanatı bıraktın, şimdi bu pejmürde halinle böyle perîşan dolaşırsın. Gel gene saltanatına, tahtına otur, gene yolunda git,” demiş.
O sözü söyler söylemez elindeki iğneyi deryaya attı. Atmasıyla «iğnem!» demesi bir oldu. O iğnem dediğinde deryâdaki bütün balıklar ağızlarında birer cevherle su yüzüne çıktı. Denizin yüzüne çıkan cevherlerin parlamasından şimşek çakmaya başladı. Arasından bir tanesi de iğnesini kendisine uzatıvermiş.
“Ey anacığım, bu saltanat mı ileri, yoksa o senin beni çağırdığın saltanat mı? Ben saltanatı kullukta buldum. O saltanatta ben köle idim, bu Allah’a kullukta sultan oldum” demiş.
Bir kimse Seyr-i sülûkta Allah yoluna giderken Allah’a aşk ve muhabbetinden çeşit türlü ahvâle mazhar olur, hâl sahibi olur. O sülûk sahibi olan kimselerin Allah’a olan aşk-u şevkinden çeşit türlü hal üzerinden geçip gider. İbrahim Edhem Hazretleri o hâl üzerinde iken;
“Yâ Rabbi! İsmet istiyorum.” Demiş. İsmet dediği, yani hiç günah yapmamak isterim, benden hiç günah olmasın.
“Yâ İbrahim! Benim Gâffar’lığımı unuttuğundan söyledin, Gaffar oluşum kimin için olacaktır? Bağışlayıcılığımı kime yapacağım? Sen masumluk istiyorsun, Benim Gaffarlığım kime olacaktır?” Demiş. O zaman istiğfar fazîlettir, Allah’tan mağfiret talep etmek kul için büyük bir fazîlettir.
“Binaenaleyh, sen kendini bu fazîletten mahrum etmek istiyorsun. «Allahümmağfirlî» «Ya Rabbim! Sen beni mağfiret et» demesi kula şereftir. Sen bu şereften kendini mahrum etmek istersin. Masum olduğun vakitte, sen Bana el açmayacaksın. Hangi günahın için Bana Allahümmağfirli diyeceksin? Bu hitâbın lezzetinden sen kendini mahrum edeceksin. Benim yanımda istiğfar fazîlettir. Kulun beni mağfiret et deyişi, beni bağışla deyişi kuluma fazîlet, kuluma şereftir” demiş.
O zaman; Allahümmağfirlî dedi.
“Yâ İbrahim! Niçin onu kendine tahsis ettin? Niçin Benim kullarım için istemedin? Niçin yalnız beni mağfiret et dedin de, ümmeti Muhammedi kullarını bağışla ya Rabbi demedin? Yâ İbrahim, eksilmez. Yalnız kendin için isteme umum için iste.” O vakit İbrahim Edhem Hazretleri:
“Yâ Rabbi! Seni bilenler bu hale düşerse, bilmeyenlerin hali nice olur?”
“Bilmeyenlerin haline sen karışma, Bana aittir, bilmeyenleri muhakeme edecek Benim,” dedi.
Mahşer gününde o peygamber (S.A.V.) Allah’ın huzurunda duracak, makâm-ı Mahmudda secde edip Yâ Rabbî, ümmetlerimin hesabını ben göreyim, bana bırak, hesaplarını ben göreyim, ben muhakeme edeyim.» Allah Azze ve Celle,
«Sana bırakmam Ey Habibim! Sana göstertmem. Senin ümmetlerinin hesabını benden başkası görmeyecektir. Çünkü sende beşersin. Olabilir, onların hareketlerinden sana tesiri olacak muamele vardır; o kulların, ümmetlerin yaptığı işlerden senin de kalbine dokunabilecekler olur. Sana da göstermeyeceğim. Ben yapacağım. Sana da göstertmem, ey Habibim!» Diyor.
Hay hay, yâ Rabbi! Ey Mevlâm, ganî Padişah, Rabbimiz. Allah O. Bu kulların hareketi ona ağır gelirse, O Allah mı olur? Bize darılırsa Allah mı olur? O Allah’tır (Celle ve âlâ). O Allah’ın kulları olduğumuza sevinin, sevinin sevinebildiğiniz kadar. Ümmeti Muhammedin hepsine saadet yazılmıştır.