hakkani7
Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani
K.S.
< xml="true" ns="urn:schemas-microsoft-com:office:office" prefix="o" namespace="">Sohbet 7
1976, İSTANBUL
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Temiz hoş rızıklar temiz hoş kimseler içindir. Çoğa tamah etmeyin, dünyanın çoğu insana yüktür. Aza kanaati olan rahat yaşar. Cenabı Allah, hikmeti iktizası, az olan şeye bereket ihsan eder. Siz çoğun talibi olmayınız.
Ya Rabbi! Bize bereketli rızık ver deyiniz, bize çok dünya ver demeyiniz. Yâ Rabbi bereketli ömür, bereketli rızık, senin yolundan bizi meşgul etmeyecek hizmeti bize nasip eyle. İlk Senin hizmetini ileri tutanlardan, Senin kulluğuna ikdâm edenlerden eyle bizi yâ Rabbi!
Bu çarşıda yeri olan kimse kalbini kiraya verir, ikinci bir çarşıda bir mağazası daha olursa kalbinin bir kısmını da oraya bağlar. Fatih te bir başka mağazası olsa, bir parçayı da oraya aktarır. Üsküdar da bir başka yeri olsa kalbinden bir şuayı da oraya bağlar. Ankara da şubesi olursa kalbini oraya da uzatır. İzmir de olur bir de İzmir e. Dışarı ülkelerde olursa ona da, böyle kalbini taksim eder. Gece yattığı vakitte de onların telâşesinden, onların kalbine verdiği sıkıntıdan rahat uyku, güzel rüya görmekten mahrum olup sabah kalktığı vakitte, o gam kasavetin o sıkıntının içerisine akşama kadar tekrar düşer. Gece de rahatsız uyku ile bütün hayatı böyle zincirleme rahatsız geçer.
Peygamberi zîşan aleyhi efdalüs’salatü vesselâm Efendimiz, sahâbe-i kiramlar ile Uhud dağına, sabah namazından sonra ziyarete gidiyormuş. Oraya şehit Hamza’ya (R.A.) vardıklarında yolda bir vadi göstermiş, demiş ki;
«Âhir zaman ümmetleri bu vadi dolusu altınları olursa, bu bize yeter demeyecekler, ikinci bir vadi daha dolduralım diye çalışacaklardır.»[1] Bu âhir zaman ümmetlerinin hâlinden şânından beyan etmiş.
Güneşin ilk doğuşu anında insanın gölgesi tabi uzun olur. Peygamber-i zîşan sahâbe-i kirama emredip onları bir saf olaraktan durdurmuş;
“Şimdi şu karşıya doğru herkes koşup, kendi gölgesinin başını tutsun” demiş. Tabi gölgeler bu tarafa, onlar da o tarafa koşuyorlar. O Sahâbe-i Kirâmlar ha gayret, ha gayret diyerekten, kendi gölgelerinin başını tutmaya koşmuşlar. Gölge durmuyor, gölge de koşup gidiyormuş. Ha gayret, ha biraz daha fazla gayret ediniz derken nefes nefese kalmışlar. Yorulduklarında,
“Şimdi durunuz, hanginiz tutabildi?”
“Hiç birimiz ya Resulallah! Bizden kaçtı.”
“Peki, şimdi bana doğru koşunuz” demiş.
Peygamber-i zişân, bana koşunuz dediğinde bütün sahâbe-i kiramlar o tarafa koşarken; “Şimdi geriye bakınız” demiş.
Geriye baktıklarında o kaçan gölgeler onlara tabi olup koşturup geldiğini görmüşler.
“Bu burada oyun oynamak için, koşu yaptırmak için değil; size de, benim ümmetlerime de ders almak için Allah’ın emriyle size yaptırmış olduğum bir tekliftir.”
Oradaki Sahâbeler gölgenin tutulmayacağını biliyorlardı. Lakin Sahâbenin sıfatı «Amenna ve saddaknâ» diyen kimsedir. Onlar peygambere karşı, «doğru söylersin, Hakk gerçektir» der. Orada kendi aklını kullanmaz, böyle şey olur mu, olmaz mı dedi mi, olduğu yerde kalır.
«Alâmet-ül imân ettasdikun»: Söyleneni tasdik etmek müminin alametidir. Şüphe arız oldu mu imanın noksaniyyetine, içerdeki hastalığa delalettir ki; bu zamanda çok kimseler der ki;
─ Bu hadis sahih midir, zayıf mıdır, şişman mıdır?
Yahu hadis olduktan sonra uzun boylu ne soruyorsun? Amenna ve saddaknâ! De. Boyuna soru sormak, araştırmak, insanı daima her şeyden şüpheye düşürür. Feylesofların içerisinde bir meslek sahipleri vardır ki, her şeyden şüphe ederler. Hatta kendilerinden de şüphe ederler; “acaba biz var mıyız?” diyen şaşkın feylesoflarda var.
O sahâbe-i kiram, «Amenna ve saddaknâ» deyip, peygamberin emridir diye koşturup gittiler. Gölge tutulmaz amma, emir Peygamberin emridir. Sonra Peygamberimiz (S.A.V.) hikmetini bildirdi:
“Ey ashaplarım, ey ümmetlerim! Bunu size niçin yaptırdım? Bir kimse bu dünyanın arkasından ne kadar koşarsa, yetişmesine imkân yoktur. Bu, onun temsilidir. Lakin bana doğru gelenlere, niçin bana doğru geliniz dedim? Onda iki işaret var. Peygambere doğru gidenlere bu dünya Cenabı Allah’tan ‘Benim Habîbimin yoluna gidenlerin arkasından gideceksin, arkasından koşacaksın! Onlar ne kadar süratle ona doğru giderlerse o kadar süratle onlara yetişeceksin’ diye emir almıştır.”
«Ya dünya yehdinî men hademeni vestahkimi men hademek»[2] Hadisi kutsiyle Allah Azze ve Celle dünyaya böyle hitâbetmiş. Ehli hakikat mağripten maşrığa bu yazıyı görür okurlar. Bu dünyanın üzerinde kudret hattıyla yazılmıştır.
«Yâ dünya yehdinî men hademeni»: Benim hizmetimde, benim kulluğumda bulunanlara sen hadim ol, ey dünya! Ona hizmetçisin.
«Vestahkimi men hademek»: Senin hizmetine koşup, benim hizmetimi tutmayanları kendine hizmetçi yap, kendilerini yorult, durdurtma. Mağripten maşrığa kadar böyle yazın diyor.
Dünyanın üzerine hakikat gözüyle bakan kimse, onu görüyor. Birinci vazife; Allah'ın emrini ileri tutup Allah’a ve Peygamberine doğru yürüyüşte bulunan kimsenin arkasından gelmeye memurdur. Cenabı Allah o peygamberlerin yoluna kendi kulluğuna yürüyen kimselerin dağınık işlerini toplayıverir. Bu Allah’ın vaadidir,
“Beni düşünen kimsenin dağınık işini toplarım, Beni düşünmeyenin toplu işini de dağıtırım.”
İyi koşsun toplamaya, o da boş kalmasın. Onun için daima Allah’ın kulluğuna vakit ayırınız. Hiç olmazsa delikanlılar sabahleyin evden çıkmadan sabah namazını niyet yapıp iki rekât namaz kılsın. İster güneşten evvel, ister güneşten sonra beş vakti yetiştiremeyen, kılamayan hiç olmazsa bu vakti gözetmesi vaciptir. Onu gözeteni Allah gözetir. Bu zaman fitne zamanıdır, evden selâmetle çıkıp selâmetle döneceği şüpheli olan fitnelerin zamanındayız. Onun için iki rekât kıldığı vakit, bir kimsenin üzerinde olan himaye onu her fitneye karşı saklar. Onu kılmayan kimseyi yedi düvelin askeri bekleyecek olsa, orada o intikam ona yetişir. Onun için o iki rekâta dikkat ediniz. Sabah kalktığınızda elinizi yüzünüzü yıkayın. Bu, ihtiyar hoca efendilere değil delikanlılara ki, “Bizi de beş vakitten bir vakte mi erdirecek acaba?” diye bizim Hacı Mehmet Efendi Hazretleri şüpheye düştü şimdiden. Yok! Beş beş daha kılacaksınız siz, beşe beş daha. Hatta sizin gibi kimselere bu teblîğâttır.
“Benim muhlis ümmetlerim, beş vaktini muhafaza eden ve üzerinde kazası olmayan kimseler yirmidört saat zarfında, bulundukları memlekette secde yapmayan kimselerin yerine vekâlet iki rekât kılsınlar” diyor. Böyle, ümmete şefkat şefaat göstermek lazımdır. Onlara vekâleten ben secde ettim,
“Ya Rabbi onlar bilmiyorlar, kısmet ettin, kılalım.”
Bendenize Londra da bulunduğum andan itibaren, secde etmeyen kimselerin yerine iki rekât kılmak için bana emir vardı, yirmidört saatte onu tamam ederdim. Buralarda, İslâm ülkelerinde başka vazifeli olduğum için bize teklif olunmadı. Ama orada Allah’ın hikmeti, âhir zamanda İngiliz milletinin hepsi Müslüman olacaktır. Muhyiddin Arabî Hazretleri istidracında bunu Kur’ânı Azimuşşân’dan alıp bildirdi. Onlara manevi bir kuvvet aşılamasında, o iki rekâtın içerisinde bir tecelli vardır.
Şimdi bu söylediğim gençler içindir: Beş rekâtı yetiştiremeyen her genç iki rekât kılsın sabah öyle çıksın. Allah kendisi gözetir, işinde bereket olur. İnsan hasta olduğu vakit, kendine lazım olanı bilmez. Hangi ilacı alacağını hekim bilir, sana hekim söyler. Sen hangi ilacı alacağını bilemezsin, senin malumatın yok. Onun gibi bizim muhtaç olduğumuz sözleri ve hakikatleri ve irşadı bizim büyüklerimiz olan evliyaullah bilir. Bir yerde oturduğun vakitte zaten kalb onlarla her zaman için doğruda ittisal halindedir, kavuşmuştur.
─ Mezun olan kimsenin salâhiyeti nedir?
İzin verilen kimse; size bir telefon bağlandı demek manasıdır. Hem alıcıdır, hem vericidir. Kalpten kalbe yolun olmasının manası budur. Evliyalar izin sahibi olan kimsenin kalbine lüzum edeni bildirir, kalbine konuşur. Kalbine söyleneni hazır olanlara söyleyebilir, alıp verebilir. Öyle salahiyet olmasa, o kimse başına adam toplayıp ta idare edip, onları Hakk yolunda yürütmeye iktidarı olmaz. İşte o Hazret, bize bu mezuniyeti vermiştir. Mezun olduğumuz vakitte biz yoğuz. O ruh onun, o zaman her şey ona ait. Bize onun imzası ile gelen lüzum eden kaç bin mesele var. Bizi cemal denizlerine, kemal ummanlarına yürütecek nice bin lüzum eden meseleler var. Lakin işte ilk hangisi lüzum eder onu bilmek gerekir. Bir bina kurulacağı vakitte veyahut bir motor monte edileceği vakitte veyahut bir saati yerli yerinde yerleştireceğin vakitte, onun bir sürü aletleri, bir sürü levazımatı olur, hangisinden başlayacağını ustası bilir. Gelişi güzel korsa, o radyolar, teypler bozulur. Bana getirse ben ne bilirim, ben onu çalıştırmayı bilmem. Nerede kaldı ki bozulduğu vakitte onu tamir edebilelim, değil mi?
İşin ilk başlangıcı yol göstericiyi bulmaktır. Öyle değil mi ya? Yol göstericiyi bulmadıktan sonra delil olmasa, Hicaz’a gitsek, öyle alık alık bakacağız. Ne indiğimiz yerde yol buluruz, ne bindiğimiz yerde. Madem ki Allah’a yürümek istiyoruz, varlığımız Allah içindir, işimiz de Allah için, hedefimiz de Allah’a varmaktır. Allah için, Allah’a varmak için yola çıkmışız. Peki, hedefimiz Kâbe olsa, Kâbe yi bulmak için, “Sen çok defalar bu yolu çekmişsin, gidip gelmişsin. Seninle gidersek rahat ederiz, çünkü yol sokak bilirsin” diye Hacı Cevat Efendiyi gelip bulurlar.
Herkes evvela arkadaşını yoldaşını bulacak. Sonra yol bulup çıkacak. Mühim olan mesele işte budur.
“İlk yol göstericiyi bulunuz, ondan sonra yola çıkınız.”
Yol gösterici olmadıktan sonra ne kadar zahmet çekiyor insan. Onlar Hicaz’da; bulamadık, kaybolduk, ezildik, üzüldük, çalındık, çağrıldık diyerekten ne kadarda öfkelenirler. Onların başına gelmedik hal kalmaz. Onun için mühim olan yol göstericiyi bulmaktır. Onu ara bul, ondan sonra yürü. Onların içerisinde;
§ Adamı yaya yürütende var; (kendisi yolu bilir, lakin bindirecek vasıtası yok, yürütür.)
§ Bazılarının traktörü var, (arkasına bir şey bağlar, onun üzerinde adam tartar.)
§ Bazılarının arabası vardır,
§ Bazısının atı var,
§ Bazısı atsız,
§ Bazısı tren sahibi,
§ Bazısı vapur sahibi,
§ Bazısının tayyaresi var,
§ Bazı yol göstericilerinde «elimi tut, gözünü yum aç» diyenleri de var,
§ Arşa bastırtacak adamda var.
Hangisini istersen bul bir tane de, ne yapalım ağır ağır yol keseriz. Yolda yayan giderken, arabalı rast gelirse arabalıya bin.
“Yok, canım işte bizimki var ya, nasıl olsa aynı yolda yürüyüp gidiyoruz”
“Yahu arabalı da var!”
Arabalıyı bulursan parayla değil ya bu, o yolda sefer Allah rızası içindir,
مَا سَأَلْتُكُم مِّنْ أَجْرٍ
«Ma seeltüküm min ecr»[3] sınıfındandır onlar.
O sürücüler; “Sizden bir karşılık istemem, buyurunuz” der. O yoldakiler,
“Yok, canım işte biz gidiyoruz nasıl olsa, çok yol kalmadı ya” der, kendi hesabında “yürüyelim vesselam” der. Terler, yorulur lakin o araba geçer gider. Bazılarında bir adımda ufka bastıranda var, öyle yol kestirende var. Ondan kuvvetlisi o Tayy sahibi olan evliyalardır ki, onlar mesafeleri yutar. Zamanı yutan, mesafeleri yutan evliyalardır. Elhamdülillah, onlardan bulmuşum, benim bulduğum o cinstendir. Şeyh Efendi Hazretleri bana,
“Mühim olan, o yol göstericiyi ara” dedi. Aradığın vakitte bulunur. Yoktur deme. Çok kimselerden de işitiyorum
“Aradıkta bulamıyoruz” diyor.
“Yalan söyleme” diyorum, “aradık” deme. Arayan Allah’ı bulduktan sonra kulunu mu bulmaz? Nasıl lakırdı söylersin? Arayan Mevlâ’sını bulduktan sonra kullarını niye bulmasın. Bu hacı efendiler bana,
“Hızır'ı göremedik” diyor.
Eh aradın mı? Niye bulamıyorsun? Hızır (a.s.) kibirli bir zat mıdır? Kibirliyse istemeyiz gelmesin. Kibirsizse, bizim gibi en külüstürlerin yanına da gelir.
«Ey mübârek, yakın geldiğin vakitte haber ver, haber ver de benim de meclisin yükünü bir parça alıver.» Dedim. Hızır,
«Senin Şeyhin yetişmedi mi?» dedi.
«O da yetişir amma sizle sizinle de beraber olduğumuz vakitte başka bir hava olur» dedim.
«Bizim maiyetimizden kuvvetli, sizin şeyhinizin maiyeti varken o da lüzumsuz, o kuvvetten size nazar eden kimseler var » dedi.
«Pekiyi onu da kabul ettik » dedim.
Şimdi, bu mühim meseleden sonra bize lazım olan nedir? Aradık, hakikaten ararsak buluyoruz. Söyleyeceğimiz mesele oydu, arayan kimsenin bulmamasına imkân yok, lâkin dediğimiz gibi bazen huzuruna gelir de daha farkında değil. Daha ötelerden arar, yanında oturandan haberi yok, daha başkalarına bakar. Bazı defa bir işaret verir, onların işaretleri var. Ya bir nuru zâhir olur veyahut onların her birerlerinin kendi ruhânilerinin güzel kokusu vardır, o kokudan anlaşılır. Kendi görünmese de onun güzel kokusundan, onlar kimin hâzır olduğunu ayırt ederler. Bu bizim buradaki oturmamız öyle bir mübârek celse oldu. Şimdi o yol göstericiyi de bulduktan sonra, yol göstericinin ilk vasiyetini de söyleyelim de artık bu işi, sohbeti o kadarla durduralım. O da nedir?
“Yola çıkan kimse, ya sağa ya sola, kimseyle meşgul olmadan, kendine meşgul olup yürüsün”
O sağ seyrederek bunlar ne yapıyor, sola seyrederek bunlar ne istiyor diye meşgul olmadan kendinden başkası kendisini meşgul etmesin, kendine bakıp, o yolda kendi yolunda olanlar içindir. Kimseye, kendi yolunun dışında olanlara bakmadan, onların ayıplarının arkasına düşmeden, onların yaptıklarını araştırmadan, kendi yolunda yürümeye başlasın.
Üçüncü olaraktan da,
“Kendi yolunda olanlarla râbıtayı kaybetmesin.”
Aynı yolunda yürüyenlerle bağlantıyı kaybetmesin. Şimdiki askerin çoğunda ve Londra’da polislerinin hepsinin omuzlarında telsizleri vardır, merkezleri ile boyuna konuşurlar. Koca şehrin içerisinde nereye gitsen adım attıkça; “Filan yerde yürüyor, filan kimse yanından geçti, filan yerde filan geçti” diye ifade vererek yürürler. O teşkilatta duran polislerin nasıl ki merkeze sımsıkı rabıtaları varsa bu yolda olan kimselerinde birbirine böyle muhkem bağlantıları, rabıtaları olacaktır. O vakit siz bir şey söylediğinizde hepsi onu işitebilen, hepinizi alakadar eden bir mesele oldu mu anında bundan malumatı olacaktır.
“Ben filan yerde yürüyorum, filan makamda yürüyorum, filan tecelliye dâhil olmuşum” diyerekten o Allah yolunda adımlayıp yürürken, o yolda olan bütün kardeşlerimizden haberimiz olacak. Unutulmaya bir kimse bırakmayacaksın. O kendisini unutturmaya mahkûm etse bile biz unutmayacağız, unutulmuş bırakmayacağız. Biz öyle bir bağda, öyle bir rabtiyyetle, o delillerle Haziretü’l Kudüs’e yürüyeceğiz. Haziretü’l Kudüs’e rabıtasız gidilemez. Haziretü’l Kudüs, kulların yetişeceği en yüksek makamların erişeceği en yüce devlettir. Sonsuz sürür makamıdır, sonsuz şeref makamıdır. Biz oraya yürüyüş yapıyoruz. Oraya dağınık kabul etmezler. Nasıl ki inci taneleri ipeğin üzerinde dizili duruyorsa öyle kabul eder, tek tek kabul etmezler. Orada dağınık incilerin itibarı yok. İnci avuçta takdim olunmaz, gerdana konulacağı vakitte gerdanlık olarak takdim olunur. Onun için biz Hakk yolunda yürürken, böyle birbirini tanıyıp birbirini bilip râbıta üzerine aynı yolu yürümeye gayret edeceğiz. Bu da vazifedir. Evliyaullahın bizim üzerimize olan nazarlarının tecellisiyle; o muhabbet, o aşk-ı şevk lahzadan lahzaya ziyade olur ve biz o yolda her lahza terakkî olan makamlara ulaşıp matlab-ı âlâya yetişeceğiz.
Bu âlemdeki içtimalar ne kadar tekerrür etse de ikinci ictimâdır. Üçüncüsü o nihaî ve ebedî olan o ictimâ, ayrılığı olmayan ictimâdır. İşte asr-ı saadet ve surur-î kemâl ondadır ki, âşıklar toplandığı vakitte ayrılmayacaklardır. Burada ayrılıkta iştiyakları artar, orada buluştukta iştiyakları artacaktır. Oradaki her şey bu âlemin aksidir. Buradaki noksaniyyete doğru gider, oradaki dâim kemâle doğru gider, artar, kemâlden ekmelü’l kemâlât makamlarına yürür. Allah’ın bitmeyen durmayan atâsına nihayet yoktur. Biz, o aşk muhabbet ummanlarının içerisinde, Allah Azze ve Celle’nin vahdaniyet denizlerinin içerisinde ebediyyü’l ebede dalıp gideriz. O denizin içerisinde ağzını açıp giden balık deryayı yutmak ister, derecede onun aşkı vardır. O deryayı yutmakla bitirebilir mi? O doymaz, o bitmez. O zaman biz Allah Azze ve Celle’nin vahdaniyet denizlerinin içerisindeki yüzen samekler gibiyiz, ne doyarız, ne o deryadaki lezzet biter, ne onun sonu gelir. O âlem başka âlemdir. Allah’ımız bizi orada da cem etsin