hakkani3
Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani
K.S.
Sohbet 3
1975, İSTANBUL
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
─ Bismillahirrahmanirrahim’in hikmeti nedir?
Seddimiz, kılıncımız, aynı zamanda bütün manevi füyûzat kapılarını bize açacak bir taht, zahirî ve batını gazalara karşı bizi muzaffer kılacak Allah’ın inayeti manasınadır. Biz, Bismillahirrahmanirrahîm deyip ondan ibret alıyoruz. O peygamber (A.S.V.), bize öyle vasiyyet etmiş. Her işte o Besmele-i şerife, size o işi ikmal etmek hususunda lazım gelen zahirî ve manevî bütün esbabı hazırlamaya ve ikmal etmeye vesiledir. Maddî ve manevî bütün hazain, bu Bismillahirahmanirrahîm'in içerisindedir. Fahri Kâinat Aleyhi Efdalussalatü vesselam Efendimiz, her defasında Sahâbe-i Kirâm’a bir şey söylemek istediğinde bir izah olarak,
اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ اَلدِّينُ النَّصِيحَةُ
«Eddînûn nasiha, eddînûn nasiha»[1] diye buyururdu.
─ Fahrü Kâinatın her hadisi şerifinin kıymeti nedir? Hadis dediğimiz vakitte nasıl bilmek lazımdır?
Mürşidim Hazretleri bu hadisin hakîkatine dair öyle mana veriyordu; Efendimizin her hadîs-i şerîfi, “ulumû’l evvelîn vel ahirinin camî” dir diyor. Her hadîs-i şerifte ondan, hakikat ehli peygamberimizin varisi olan evliyalar, ulumû'l evvelîn ve’l ahirin bir tek hadisten olabilir. Hepsi, bütün geçmişlerin ve geleceklerin ilmi bir hadiste topludur. Peygamber (A.S.V) o kuvvetle veriyordu. Allah’ın kelamına yaklaşma daha. Peygamber kelamını biz anlamaya, dünyanın evvelinden ahirine bize ömür verilse bir tek hadisin hakîkatine inemeyiz. Bir tek hadisin hakîkatini bilen peygamber olur. Peygamber bir tanedir, iki tane değil ki. Peygamber de, lâ şerikeleh’tir. Allah’ın şeriki olmadığı gibi peygamberin ikincisi yoktur.
لاآله الا الله محمد رسول الله
Lâ ilâhe İllallah Muhammedün Resulullah (S.A.V.).
وَكَفَى بِاللَّهِ شَهِيدًا محمد رسول الله
«Ve kefâ billahi şehidâ,[2] Muhammedün Resulullah»
Orada Resul dendiği vakitte mutlak manasıyla Peygambere aittir, ikinci peygamber yok. Allah bir, Muhammed (S.A.V.) bir. O, Muhammedün Resulullah’ın sırrını Allah’tan gayrı kimse bilemez. Onun için Peygamber-î zîşanın mübarek kelâmında, evvelkilerin ve geleceklerin ilmi haşrolunmuş, cem olmuştur. İkinci olarak, Efendimizin her hadisinde yüksek rütbe olan nübüvvetle ikiz manasına gelen, manevi kuvvette vardır. Bir kimse bir hadisi amelle hıfz eylese, ona âmir olarak o hadisin gösterdiği yola sülük edip yürüse; nübüvvetin ikiz manası demek olan ve kulların yetişebilecekleri en yüksek vilâyet mertebesi olan ferdâniyet makamına kadar yol verilir. Biz hangi hadîse tabi olursak, hepsine tâbi olmadan bir tanesine hakkını verip tâbi olsak, o hadis o kimseyi o rütbeye yetiştirir, o rütbeden sonra Peygamberlik gelir. Peygamberlik kesbî değil vehbidir, bizim çalışmamızla elde edilen bir makam değildir. Nübüvvet, Allah’ın ezeldeki tayin ve tahsisidir. O nurları onlara giydiriyor. Nübüvvet payeleri çalışmakla kazanılmaz, lâkin vilayet mertebeleri kulların gayret ve iştikakına bağlıdır.
Bir kimse bir hadîs-i şerîfe kendisini uydurup ittibâ ile onu takip ederek, onu amel ederek yürüyecek olursa muhakkak o hadîs-i şerif onu ferdanî makamına kadar yetiştirir. Bütün hadisler de yetiştirir. Peygamberin hadislerine böyle kıymet vereceksin, böyle takdîm edeceksin, böyle tâzim edeceksin ki;
· Onun bereketine eriveresin,
· Onun zarafetini üzerine giyebilesin,
· Ondaki manevi kuvveti temsil edebilesin.
· Peygamber-i Zişan’ın hakiki ümmeti olmuş olasın.
Eddînün nasiha, «din, nasihat demektir»
Bu bir denizdir. Denizden çıkan cevherlerin nihayeti bulunmaz ki; onun gibi bu peygamber sözünün içerisindeki manalardan olarak Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri de öyle demiş. Onun içerisinden bir cevher almış, bizim idraklerimize göre onu bize bildirmiş:
«Tarikatinâ es-sohbe ve'l hayru'l fi'l-cemiyye» demiş. «Bizim yolumuz sohbetle kâim ve hayrı da cemiyetledir, cemaattedir » buyurmuş. Hayatı boyunca Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri, onikibin defa bunu söylemiş. Ehemmiyetine binaen bu mübârek sözünü onikibin defa tekrar etmiş. Yolumuz sohbetle kâimdir.
─ Sohbet nedir?
Hakîkat ehli, bizim daha iyi idrak edebileceğimiz sûrette manasını veriyor. Biz saati kurmasak, saat çalışır mı? Bu saati yirmidört saatte bir kurmak lazımdır. Bazıları haftalık, aylık, yıllık, bazıları ömür müddetince olur, lakin kurulmaya muhtaçtır. Bu saat kurulduğu takdirde çalışır.
Sohbet; hazır olan müminleri kurmak yerinedir. Kalpler, Allah yolunda olan hizmete kuruluyor. Böyle tabir ediyorlar, böyle mana veriyorlar.
─ Sahâbe-i Kiram, nasıl Sahâbe-i Kiram oldular?
Fahr-û Kâinat Efendimizin sohbet’i seniyyelerinde otura otura Sahâbe oldular. Sahâbe manası, sohbet’i peygamberî de bulunmuş olan zatlar demektir. Peygamber (S.A.V.) onları kalem kâğıtla talim ettirmedi, onları sohbetle terbiye edip sahâbe rütbelerine oturtturdu. Ve her sahâbe, o sohbet’i peygamberî bereketine ilimde deniz oldular. Sahâbe-i Kirâmın olduğu mecliste hiçbir kimse ağzını açmazdı. Onun için bizde de usûl, Sahâabede olan ilme ihtiram ederekten kalpleri uyandıracak sohbetle o meclisi ve mecliste olanları ihyâ etmektir.
Cemiyet de hayır ve bereketin zuhûruna vesiledir. Tek başına olmuyor da, iki kişi olduğu zaman o hayır ve bereket oraya inzâl olur. İki kişiden itibaren ne kadar fazla olursa, bizim cemiyetimiz iki kişiye münhasır kalmaz. İki kişi ile beraber bütün dünyada ne kadar peygamber yolu, Allah’ın yolunu takip eden kimse varsa o zaman hepsi bizimle beraber oluyor. Onların üzerine inzâl olan rahmet ve inayete biz de müşterek oluyoruz. Onun için «Ve’l hayru fi’l-cemiyye»:«Hayır cemiyettedir» Hakk üzerine olan cemiyette mabeyne’l mağribi ve’l-maşrığın arasında olan ehli Hakk üzerine gelmekte olan inayet ve füyûzatın hepsi bizim üzerimize de aynen gelir. O inayete müşterek ve müşerref olunur, bizi terakki ettiren odur. Onun için olur ki, bir kimse yüz sene halvette ibadet eder de, yüz senede alamayacağı rütbeyi bir saat içerisinde olan sohbetten alır. Sultanü’l ârifin Ebu Yezid el Bestâmi Hazretleri diyor ki:
«Benim asrımda binlerce mükâşif olan, keşif hakîkatine yetişmiş bulunan evliyalar var iken kutbaniyyet makamı, kutubluk, henüz keşfe ermeyen bir demircide idi. » diyor.
─ Kutup ne demektir?
Kutup: Bütün inâyet üzerine inzâl olup içinden gerek ulvî âlemlere, gerek süflî âlemlere, gerek semâvata, gerek yerlere dâir ve içerisinde olan bütün mahlûkatı yaşatacak, gayelerine döndürecek, onları vücutta tutacak inâyeti taksim eden zat demektir. O asırda binlerce evliya olsa da, o bir tek olur. Vaktin kutbu odur
“Allah’ın hikmeti kutupluk o demirci zatta idi, henüz keşfe varmayan okuryazar değil ümmî kimse idi” diyor. Onları okutanlar başka, onlar hepsini okutur.
Bir gün Beyazıd-ı Bestâmi Hazretleri,
«O kutbu ziyarete gideyim diye kalbime geldi, gittim Beni görünce hemen dövdüğü demiri bırakıp bana koştu, elime sarıldı, ellerimi öpmeye başladı. Ben dedim ki»:
« Sen benim elimi öpme, ben senin elini öpeyim»
«Ah sultanım benim elimi öpmekle benim içerimde olan ateş sönmez ki»
«Sendeki ateş nedir?»
«Ya sultanûl ârifin, ya Ebu Yezid, Ya Seyyidenâ, ey Sultanımız; benim içimde olan, beni bir lahza rahat bırakmayan, kalbimi dâima mahzun eden alev alev tutuşan ateş, mahşer gününde bunca isyanları ile ümmeti Muhammedî kullarının hali nice olacak?» Diyerek başlamış küçük çocuk gibi hüngür hüngür ağlamaya.
“Benim kalbimi tutuşturan alev, kıyâmet gününde bunca isyan ve tuğyan ile bu Allah’ın kulları, Habibullahın ümmetleri ne çekecekler, neler başlarına gelecek, ne sıkıntıya uğrayacaklar, onları o sıkıntılardan ne yapsam, nasıl etsem kurtarsam diye benim kalbim o ateşle yanıyor. İçerimde yangın var.”
Diyerek hüngür hüngür ağlamış. O zaman o anda Hatîfü’r Rabbâni geldi. Evliyalara Hatîfü’r Rabbâni ile hitap olunur. Veli dedin mi; Allah’ın hitâbını işiten kimsedir.
«Yâ Eba Yezid! Bunlar nefsî nefsî çağıran değiller, bunlar ümmeti ümmeti diye çağıranlardır»
“Diye hitap geldi. O ümmî demirciye niçin kutupluk verildiğinin sırrı o zaman bana zâhir oldu, kutbun ne gibi bir yaratılışta olduğu, bu kimsenin bu kutupluk ile taksir oluşu bana zâhir oldu” dedi Ebu Yezid-i Bestâmi Hazretleri.
Her insanın bir sırrı vardır. Allah(C.C.), her insana bir sır vermiştir.
· Kimisinin sırrı zâhir olmuştur.
· Kimisinin zâhir olmaya doğrudur.
· Kimisinin sırrı kapalıdır.
Lakin muhakkak ve muhakkak herkeste olan sır;
ü Dünyada sırrı zâhir olmasa dünyadan giderken,
ü Dünyadan giderayak sırrı zahir olmasa kabrinde,
ü Kabrinde sırrı zâhir olmasa mahşerde
Muhakkak o insanlara verilmiş olan sır zâhir olacaktır. Biz henüz kendi sırrımıza agâh değiliz. Biz henüz kendimizi tanımış değiliz.
─ Kendimi tanıyorum!
─ Kimsiniz siz?
─ Ben filancayım
─ Sen kimsin ve nesin, sırrın nedir? Allah ile olan muaheden nedir? «Elestü, Birabbiküm kâlu belâ» da Allah-u zülcelâl seni çağırdığı günde, hangi isimlerle çağırdı seni, biliyor musun? Kaç isimle çağırdı?
Trablusşamda bir kimse âlimim diye cevap verdi,
─ Âlim misin? Dedim.
─ Evet, Ezher’den mezun âlimim.
─ Şu ağacın kaç yaprağı var söylesene bana? Dedim, söylemedi.
─ Bilemiyorum, dedi.
─ Bilemiyorsan, biliyorum diyerek o ismi nasıl taşıyorsun? Âlim demek bilici demektir. Onu bırak, kendinde olan sakalının tüylerinin sayısını söyle bana. O ağaç sana uzaksa sakalında olan tüyler kaç tanedir? Sakalında kaç tel var? Onu haber ver,
─ Saymadım.
─ Öyle beleşten âlimim deme bana.
─ Ne diyelim Hoca Efendi? Ne diyelim Şeyh Efendi? Dedi.
─ Tâlibim de. Hiç olmazsa tâlibim de, âlimim diye iddia etme!
Öğrenmeye tâlibiz, peyderpey öğreniyoruz. Bizim öğrendiğimiz bu taraftan gelirse, o taraftan fazlası çıkıyor. Yani unutuyoruz, içeride birikmiyor.
─ Âlim kimdir?
Âlim; ârif-i billâh olan kimsedir.
─ Ârif kimdir?
Bütün masiva, bütün yaratılmış olan her şeyi adedi ile hikmeti ile ihâta edebilen kimsedir. Çünkü mahlûku bilmeden hâlıkı bilmeye yol yok ki. Nasıl ârif olacaksın? Yarattığını bilmezsen, o azamet ve kudret sahibi Allah azze ve celle’ye nereden yol bulacaksın? Bu âlemleri bileceksin, içerisinde olanları tanıyacaksın. Zerre be zerre, cüz’ün lâ yetecezza’yı da bileceksin, ismiyle, hikmetiyle tanıyacaksın. Ondan sonra onu yaratana yol bulursan ârif olursun. Âlimlik kolay değil. O, velî olan kimse ve onların içerisinden bu kutbâniyyet makamında duran zatların hepsi; nûr’u Nübüvvetten kendilerine tahsis olan nurlarla kalpleri böyle açılan kimselerdir. Eğer onlar bu derecede ümmeti Muhammedîyeyi şefkatle kucaklamayacak olsalardı, peygamber vârisi olup kutup makamına oturamazlardı. Kutup dediği vakitte, kendi asrında olan ümmeti Muhammedî’nin yerine kendisini fedâ eden kimsedir. Mahşer gününde:
“Bunlara olan suali bana, bunların cevap veremediği meselede bana sual edin Ya Rabbi! Bunların noksanını bana yükle. Bunlara verilecek azabı bana yükle. Bunların yerine beni cehenneme koy!”
Diye habibin ümmetlerini bu derecede kayırmayı kendilerine fedâ etmese o rütbeyi onlara giydirmezler. Onlar, Estaîzübillâh,
وَمَا أَرْسَلْنَاكَ إِلَّا رَحْمَةً لِّلْعَالَمِينَ
«Vema erselnâke illa rahmetel lil âlemin»[3] sırrında olanlardır. Peygamberler (A.S.V.) bütün âlemlere rahmet olarak geldi. Kutuplar ve evliyalar onlar da ümmetlere rahmettir.
Sultânü'l ârifin Beyazid-i Bestâmi Hazretleri öyle söyler. Der ki:
“Âlimlerin bu insanlara bakışları ilim gözüyledir. Evliyaların nazarı hakîkat gözüyledir. İlim gözüyle halka bakan, bu insanların kabahatlerini görür. Kabahatleri hep onlara yükler ve onları kabahatli bulursa onlara buğz eder, onlara karşı hep kinleşir. Eğer onların eline teslim olunursa, onların hepsini birden cehenneme doldurur. Bu ilim gözüyle baktığı vakittir” diyor.
Evliyalar hakîkat gözüyle baktığı zaman halkı mazur görür, mazurdurlar der. Mazur olduğu vakitte; biz bile mazur kimse gördüğümüzde zararı yok mazurdur, kendine malik değildir deyiveririz. Mazur olduğunda şefkat olunur, kalbine merhamet gelir. Evliyaların nazarı bütün bu halkı mazur görerek onlara şefkat etmelerini gerektirir.
Sırf ilim gözüyle bakan kimseler halkı kabahatli görür, onlara şiddet gösterir ve onlardan intikam almak ister ve onları cezâlandırmak isterler. Bu peygamberde var mı? Peygamber’in sıfatı böyle mi? Eğer (A.S.V.)’ın sıfatı öyle olsa idi,
«Şefaati ehlü’l kebâir-i ümmeti»[4] demeyecekti.
«Ümmetimin kebâire sahibi olan ferdlerine şefaat edeceğim» diyor. Eğer peygamberin bakışı da bizim bu günahkâr diye saydığımız kimselere bakışımız gibi olsaydı, bırak cehennemin dibine kaynatsınlar diyecekti. O peygamberin hadîs-i şerîfi yazılmayacaktı. «Şefaati ehlü’l kebâir-i ümmeti», bu hadis Hakk değil mi? Efendimiz ümmetlerime şefaat edeceğim buyuruyor.
─ Kime şefaat edecek?
“Ağır günah, kebire günah, büyük günah sahiplerine şefaat edeceğim, onları kayıracağım, ya Rabbi! Cehenneme atma bunları diyerek, bağışla diyerek duracağım” diyor. Peygamberin Allah’ın huzurunda şefaat dilemesi o manadadır. Bizde o sıfat var mı? Biz ne kadar darılırız; yolda, sokakta gezenlere, kendimize darılırız. Onlar elimize verilse, hepsini akıntıya atacağız. Yok, o değil. Niçin Allah Azze ve Celle Peygambere, Estaizübullah,
وَإِنَّكَ لَعَلى خُلُقٍ عَظِيمٍ
«Ve inneke lealâ hulukin aziymin»[5] dedi? Allah-û Zülcelâl,
«Hiç şüphesiz ey Habibim, senin şânın hakkı için, pek azim bir ahlâk-ı seniyye üzerinesin » diyor.
Peygamber ahlakı bu, peygamber kılıçtan geçirecek olsaydı, Mekke-i Mükerreme’nin fethi gününde hepsini kılıçtan geçirecekti.
“Ne ümit ediyorsunuz ey Kureyş böyle?”
Kureyşliler, Harem-i şerifte toplanıp hem acâletten, hem utanmaktan, hem korkmaktan başlarını nereye saklayacaklarını bilemeden yer bizi yutsa da görünmesek diyorlardı. Peygamber-i zîşanın bir işaretine bakıyordu. Kılıç ile mimbere çıkıp makamı teşrif ettiklerinde,
“Ne ümit ediyorsunuz Ey Kureyş? Benden size ne muamele edeceğimi bekliyorsunuz?” dedi, Allah söyletiyor onlara.
“Ehlü’l kerîm, kerim olan bir kardeşimizsin, senden lütf-u keremden, aftan başka bir şey ümit etmeyiz” dedirtti Allah Azze ve Celle.
Onlar öyle söylediği vakit, öyle zannettiği vakit onları yalana çıkartması peygamberin şanından değildir.
“Ben de Yusuf’un kardeşlerine söylediğini size söylerim.”
Estaîzübillâh :
قَالَ لاَ تَثْرَيبَ عَلَيْكُمُ الْيَوْمَ يَغْفِرُ اللّهُ
«…Kale la tesribe aleykumül yevm yağfirullah»[6] dediği gibi. Size serzenişte de bulunmam. Yani sizin yaptığınız kabahatleri sizin yüzünüze vurarak sizi azarlamam. Allah sizi affeylesin, herkes affolunmuştur, herkes hürdür” dedi.
O peygamberin ahlâkı budur. Hepsinin başını orada almak elinden gelmez miydi? O peygamber ki : «Kavmimin bana verdiği eziyeti, zahmeti hiçbir kavim kendi peygamberine çektirmedi. Bütün enbiyaların içerisinde zahmet çeken, ezâya, cefâya uğrayan ben oldum» diyor. Böyleyken Peygamber (A.S.V.) burada intikama durmadı, hepinizi affettim dedi. Bunların hepsi benim ümmetimdir dedi.
Demek ki peygamberde ilim gözünün o sertliği yokmuş. Peygamberinki evliyalarda olan nazardır. Evliyaların nazarı peygamberden almadır. Sonra biz, “evliyalar mazur görür” dedik. Onu nerden icat ettin? Derlerse, onu da gene Peygamberimizin sözlerinden, peygamberimizin hal-û şanından bildiriyoruz.
Uhud gazasında Peygamber (A.S.V.) Efendimize, Sahâbe-i Kiramlar açılıp düşman hücum ettiğinde yağmur gibi taş ve ok yağdırıyorlardı. Zırhın demiri mübarek vech-i şerifine battı, dudağı yırtılıp kan yere damlıyordu. Dişi şehit oldu. Allah Azze ve Celle, Cebrâil (A.S.)’a,
«Çabuk! Ya Cibril acele yetiş, Habîbimin o kanından o damla yere düşmesin! Düşerse yere yeşilliği, bir şeyin oradan çıkmasını haram ederim» dedi. Cebrâil (A.S.) ellibin senelik makamından, bir boyluk mesafeden yere düşmeden onu almak için süratle indi. Cibril; «o derecede süratle hareket ettim» diyor. Peygamberi (A.S.V.) kıbleye karşı elleri açık gördü.
“Ya Cibril, Habibimi nasıl gördün,?”
“Ya Rabbe'l izzeti ve’l-azameti ve’l Ceberut, nasıl gördüğüm Sana malum. Münacatta gördüm”
“Ne diyordu peygamber?”
“Allah’ım! Beni bilmeyen kavmime sen hidayet ver. Ya Rabbi bilseler yapmazlar” dedi.
Cenabı peygamber bilmiyorlar diye mazur saydı. Sende öyle de. Gönlündekini yapmıyorlarsa, yanlış yolda iseler, isyan ediyorlar, zina ediyorlar, şunu yapıyorlar, bunu yapıyorlarsa, de ki,
“Bilmiyorlar, bilmiş olsalar yapmayacaklar” de. Mazur gör sen de. İşte o da şeriattan, o da Peygamberimizden delîli, hücceti. Onu da getirdik. Peygamber mazur gördü, evliyalar onun için hepsini mazur görür. Peygamber (A.S.V.), “Ya Rabbi bilmezler, bilmiyorlar, bilseler yapmayacaklar” diyordu, onun üzerine Cenabı Rabbül âlemin bütün ümmeti mazur saydı. Allâhu zülcelâl yalnız o kavmi değil, bütün ümmeti de mazur saydı. Allahu zülcelâl;
“Bilmeyenleri mazur sayıyorum, sen şefaat et, ben kabul ederim” dedi. Burada bir şey kalbime ilham olunuyor; şimdi, onlar bilmiyorlar, yapıyorlar. Ey nefsim! Sen bildiğin halde ne yapıyorsun? Diye tembih et, sen kendi nefsini azarla bakalım.
─ Peki, sen bildiğin halde onlardan farkın ne oluyor?
Peygamber (A.S.V.) ümmetleri için fedai idi. Peygamber (A.S.V.) o kadar zahmet çektiği halde, kendisiyle muharebe ettikleri halde, onların azaba düşmesine razı olmuyordu. Hidayetlerine dua yapıyordu. Mahşer gününde onları isteyecek,
· Sen ne yaptın ey nefsim?
· Sen bildin, ne yaptın?
· Ümmetin içerisinden kaç kimseyi kayırdın?
· Kimin için kendini feda edebilirsin?
Kıyâmet gününde, Mahşer gününde hep evliyalar gelir.
“Ey Habib! Biz senin ümmetin fedaileriyiz, bizi takdim et. Bütün ümmetler için bizi takdim et. Biz cehennemi dolduralım, sen ümmetlerini al.”
Mahşer gününde anasının babasının yanına gittiğinde anası babası oğlunu kovacak. Bir amelim noksandır, bir amelinizi verin de tamamlayayım dese anası vermeyecek, babana git diyecek. Babasına gitse, git kardeşine, kardeşine gitse, git ailene diyerekten en sevgililer birbirinden kaçacak. Bir ameli en sevgilisine vermeye kıyamayacak. Babası da, sevgilisi de, evladı da, kardeşi de o günkü günde;
“Oğlum! Benim amelim yetişecek mi yetişmeyecek mi diye ben kendi başımla korkudayım. Cehennem kükreyip duruyor. Bu ateşin şiddetinden ben korkuyorum. Her ne kadar karnımda yatıp göğsümde senelerce seni emzirmiş olsam, bağrıma bassam da can tatlı oğlum, ateşten kendimi kurtarmaya bakıyorum, tek amel veremem” diyecek. Bu evliyalar ümmetin önünde fedai gelip peygamberin huzuruna kendini takdim edecek. Ebu Yezid öyle derdi:
«Ya Rabbi! Sen kadirsin, muktedirsin. Benim vücudumu büyült, yedi cehennemi dolduracak kadar büyült. Yedi cehennemi benimle doldur. Kullarının hepsini dışarıya at. Ne ümmeti Muhammedîden olanları ne gayrilerini, hepsini dışarıya at, benimle doldur» diyor.
“O günü bekliyorum, bütün millet mahşerde Allah Azze ve Celle’nin huzurunda hesap vermekten titreyip dururken, o günde «Ya Ebâ Yezid!» dediğini işiteyim habîbimin ben.”
“Ya Abdi! Hesaba gel dediğini işiteyim. Onu işittikten sonra yedi cehennem bana dokunmaz. O zaman yedi cehennemin içerisine beni atarsa benim kalbimin içerisinde yedi cehennemi söndürecek ferah var.”
─ Neden?
“Rabbim Azze ve Celle’nin «Ya Abdi» hitâbı geldikten sonra ferah ve sürûrun haddi hesabı, haddi payanı olamaz, o benim ferahımdan yedi cehennem söner, beni içeri atsın. O saati, o anı bekliyorum ben. O an ki; Rabbim Ya Abdi desin bana, yeter! Başka ferah, başka şenlik aramam. O hitabı işittirsin, Rabbim bana Azze ve Celle, «Ey kulum» desin. Bu kulaklarım onu işitsin. Ebedî ferahtayım ben, yedi cehennem değil, yetmiş cehennem olsa; benim içerimdeki ferahın, sürürün, aşk-ı şevkin şiddetinden söner…”
İşte onlar da böyledir. Böyle olmaya Allah-u zülcelâl, bize îman hakikatinden aşılasın.
Âmin.