hakkani16
Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani
K.S.
Sohbet l6
1982, Beylerbeyi, İSTANBUL
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
«Cem’an mefrurâ, ic’al teferrukânâ min mâlihi teferrukan masuma»
Allah bizi iyi meclislerde kendinin râzı olacağı meclislerde bulundursun. Bu güzel bir duadır. Bu meclisimizi, bu toplantımızı güzel Senin yanında makbul olan bir toplantı kıl. İyi kimselerin toplantısından kıl ve buradan kalktıktan sonra dağıldığımızda masumiyet tecellisi ile hatalardan, günahlardan gözetilen bir tecelli ile bizi buradan dağıt, Ya Rabbi! Âmin...
Bu çok hoş bir duadır. Toplantımız hayırlı bir toplantı olsun. Böyle hayırlı bir toplantıdan çıktıktan sonra da dışarının pisliğine bakmayalım, temiz kalalım. Cenabı Allah bizi masum tecelli ile dağılanlardan etsin. Kul; âcizdir, zayıftır. Düşmanın kendisi zayıf olsa da fendi kuvvetlidir. Cenabı Allah düşmanın zayıf olduğunu bildiriyor. Lâkin biz ona karşı hiç mukavemet etmiyoruz. Hiç mukavemet etmediğimizden şeytan çok kuvvetli gibi geliyor. Azıcık mukabele etsek, azıcık karşı gelsek, derhal inâyet-i Rabbaniye yetişecektir. Öyle karşılaştığı vakitte, bil ki, Estaîzübillah,
إِنَّ رَبَّكَ لَبِالْمِرْصَادِ
«İnne Rabbeke lebil mirsâd.»[1] Cenabı Hakk öyle nazar ediyor; şeytan seni azdırmak için geldiği vakitte Cenabı Allah “Bakalım Şeytan geldiği anda, o kulumun hâli nasıldır? Hemen teslim olacak mı?” Diye gözetiyor, gözlüyor, bakıyor. Hemen teslim olan adama çare yok. Ama orada bir parça tereddüt edip «ona bir karşı koysam» diyebilirse derhal inâyet-i Rabbanî yetişir, karşı kor. Ama biz kuzu gibi gideriz, mukavemet etmek aklımızdan geçmez. Biz artık günahları tabii bir şey sayıyoruz. İşte belâ o, zaten belânın inzal olmasının sebebi de o. Günahlara alışmışız, kanıksamışız. Bizde alışkanlık haline gelmiş. Milleti, cemiyeti, cemaati harap eden budur; günaha alışmak, alışkanlık haline getirip umursamamak. Bütün belânın, azabın sebebi o aldırmamazlıktır. Hâlbuki sen her defasında o muameleyi çirkin göreceksin. Her defasında çirkin gördüğünde, Cenabı Allah o çirkin işlerden uzak tutacak. Lâkin alışkın oluyor, aldırmıyor, «artık olağan işlerden olmuş, böyle geçer, böyle gider» diyor. O zaman kalbe bir siyah nokta, bir daha tekrar eder bir siyah daha. Bir daha tekrar eder, bir siyah daha. Bir bir derken kalp simsiyah olur. O zaman ne nasihat tesir eder, ne başka şey. Onun bunun sözüne göre, “Îsa’yı aç koyup, merkebi besleme!”
İsa Aleyhisselâtü vesselâm merkebe binermiş. Merkebin önüne yem sürerler, Îsa Peygamberi aç bırakırlarmış.
─ ‘Îsa’yı aç koyup, merkebi besleme’nin manası ne?
Hikmet burada: o, bizim gibi cismaniyetimizi toplayıp, besleyip, ruhâniyetini aç bırakanlara temsildir. Îsa Aleyhisselâtü vesselâm bizim ruhâniyetimizin temsîli, merkebi de bizim nefsimizdir. İnsanların umumu nefsini besliyor da ruhâniyetini ihmal ediyor, aç koyuyor. İbadetten kaçan herkes Îsa’yı aç bırakıp Îsa’nın eşeğini besleyen adama benzer. Sen eşeğini iyi toyluyorsun. Misafirin, eşeğinin sahibi olan Îsa Aleyhisselâm’ı da aç koyuyorsun.
Adalet, hiç olmazsa cismanî hayata göstermiş olduğun ihtimâmı ruhun için de kabul etmekliğindir. Aynı hakla hiç olmazsa aynı derecede hak tanıyacaksın. Cismine ve ruhuna adalet en az mertebede bunu iktiza ettirir. Hâlbuki bu dünya ölçüsüne göre adalettir. Âhiret ölçüsünde ruhu takdim etmek ve merkebin olan nefsini ondan geri bırakmak adalettir. Öyle ya, senin eşeğin Hâşâ minel huzur merkebin seni bu muvakkat hayat içerisinde taşır. Ruhâniyetin ise, o dâimidir, sen dâima onunla olacaksın. Binaenaleyh ona olan ihtimamın, dikkat ve itinanın çok daha fazla olması lâzım. Belki bütün itinanı, bütün dikkat ve ihtimamı ruhâniyetine versen yine adaletsizlik etmiş olmazsın. Cismâniyet için hiç bir şey tanımasan, bir su içirip bir lokma yedirip de bıraksan, bütün ihtimamını, ruhun ferahladığı, ruhun ve ruhaniyetinin kuvvetlendiği ibadet zikir ve fikre versen, adaletsiz sayılmazsın sen. Belki aynı adaleti icrâ etmiş, adaleti hakkıyla yerine getirmiş adam sayılırsın.
Şeyh Sâdi Hazretleri o müridlere ve boğazına düşkün olan kimselere böyle darılırmış;
« Yahu! Sen küp müsün? Boyuna, o küpü doldurmaya uğraşır mısın? Dipsiz küp dolar mı? » dermiş.
Bir kimsenin eline evvel zamanda iki dinar geçmiş. Bir tanesi ile gidip şehvet membaından nefsini toylamış, bir altınla da kendi midesine ziyafet çekmiş; «iki altını bitirdim» demiş. Birisi sormuş,
« Ne yaptın, nasıl bitirdin? » O,
« Bir tanesi ile keyif ettim, bir tanesi ile de karnıma ziyafet çektim, lâkin ey kardeşim! Ne nefsim doydu, ne karnım doydu! »
İbret bu. Ne nefsimi doyurabildim, ne de karnımı doyurabildim, demiş. Bunda büyük ibret var. İnsanın ne nefsi doyar, ne de karnı doyar ve insanoğlu aksine bütün hayatı boyunca «Nefsimi doyurayım ve karnımı doyurayım» diyerek koşturur.
─ Bütün hareketlerin bütün işlerin netîcesi nedir?
İşte bu meseledir. İnsan bir şehvet membâının arkasından koşturur, bir de midesinin arkasından koşturur. Bütün işlerin, bütün başların, didişmelerin, yorulmaların hülâsası bu iki meselededir;
· Nefsini tatmin.
· Karnını doyurmak.
Dünyadan çıkan o kimse iki membâdan da aç çıkar tatmin olunmaksızın çıkar. Hiç bir kimse, bu dünyadan ne nefsini doyurup, ne de karnını doyurup çıkmıştır. Ancak bu hakîkati bilip nefsinde de doyan, karnın da da doyan kimse; onlar dünyadan çıkarken, rahat çıkmışlardır.
─ Ölümün acı gelmesinin sebebi nedir?
Hiç bir cihetten tatmin olunmayışın hicran ve hasret ateşlerinin yanması netîcesinde o kimseye ölüm acısı dehşet oluyor. Hâlbuki o mârifeti bil; bir kaç lokma insanın midesini tatmin eder, o bir kaç lokmaya kanaat gösterse hepsinden hayırlı olur, diyor Efendimiz. Lâkin dediğimiz gibi insan daima şehveti için, onu tatmîn etmeye atılır, bir de karnının doyması için uğraşır, uğraşır, uğraşır. O kimse « bir altın ile karnıma ziyâfet çektim» diyor. O zaman bir altın, bir konak satın alacak gibi kuvvetli para «yine de karnım da doymadı» diyor. İşte dünyanın fitnesinden dünyanın hakîkatini bilemeyenler kurtulamaz. Dünya en büyük fitnedir. Dünya;
ü İnsanoğlunun,
ü Müminin de,
ü Fâsıkın da,
ü Fâcirin de,
ü Kâfirin de
Düşmanıdır, hepsinin yolunu kesicidir.
· Enbiyaların yolunu kesmek ister.
· Evliyaların yolunu kesmek ister.
· Mü’minlerin yolunu kesmek ister.
Kâfirlerin yolunu kesmiş, onları küfrettirmiş, kendine bent etmiş. «Ben seninim, ben seni rahat ettiririm, beni iste» diyerek uğraşır o. Öyle demiyor mu, dünya? “beni iste, ben seni rahat ettireceğim” haydi bakalım iste. İstedik sonra rahatsız oluyor.
“İnsanın açlığını teskîn edici birkaç lokma onun için hayırlıdır” dedi Aleyhisselâtüvesselâm.
Fazlasına tamah insanı perîşan eder, onda rahat huzur bırakmaz. Bu şimdi umumî hastalıktır. Tamah atına binmiş olan kimse, zapt olunmaz bir ata binmiştir. Ya onu sırtından yere çarpacak, ya uçurumdan atacak ikisi beraber gidecek. Tamah atına binen kimse muhakkak onu bir belâya sardırmadan o attan inmeyecek. Bu çok mühim olan bir noktadır. Aza kanaat edebilmek çok az kimseye nasîb olur da, çok kimse bu dünyadan ben doyacağım diyerek dünyayı toplamaya atılır. Ne kadar atılsa gene der ki; ucunu bulamadım yine doymadım. Dünyanın hakîkatini peygamber aleyhisselâtüvesselâm bildirmiştir.
Efendimiz bir gün Uhud şühedâsı Hz. Hamza r.a. efendimizi Uhud dağına sabah namazından sonra ziyârete vardığında güneş yeni doğuyordu. Âshâb-ı Kirâm-ı saf yaptırmış sonra onlara buyurmuştu,
“Şimdi gölgelerinizin ardından koşunuz ve herkes kendi gölgesinin başını yakalamaya gayret etsin”
Ha gayret derken ne kadar Sahâbe-i Kirâm koşturup duruyorsa da gölge durur mu? O çok koştuğu vakit gölge de önce çok koşturur. Sahâbe-i Kirâm epey gitti, gölgesine yetişen olmadı, nefesleri yarılandı. O vakit efendimiz,
“Şimdi durunuz! Tutabilen oldumu?”dedi,
“Yok, orada duruyor gene orada bekliyor biz durduk oda durdu. Biz arkasından bir yıl koştursak o yine koşacak”
“Peki, ey ashâbım! Bana bakınız bana doğru koşunuz” deyince onlar Efendimize doğru koşmaya başladı. Sür’atle, hızla, bir parça daha kaldı diyerek koşturuyorlardı. Efendimiz,
“Geriye bakınız” dedi, baktılar
“Nasıl, gölgeler sizden kaçıyor mu?”
“Yok, gölgeler bizim arkamızdan koşturuyor bizi bırakmıyor. Biz ne kadar ondan kaçsak bizden ayrılmadan arkamzdan koşup geliyor.”
Aleyhisselatü vesselam Efendimiz bir kıssadan bu kadar ümmetin hepsine birden bütün insanlara bir hakîkat dersi veriyor, diyor ki,
“Ey ashâbım bakınız, benden kaçıp benden uzaklaşıp kendi gölgelerinizi tutmak için koşturduğunuz gibi dünya da beni bırakıp dünyanın arkasından koşandan o kadar kaçacaktır, tutmasına imkân yoktur, tutamaz. Lâkin bana dönün bana koşup gelin, bana ne kadar sür’atle geliyorsanız dünya sizin arkanızdan o sür’atle koşmaya mecburdur. Kaçmayacak arkanızdan koşup gelecektir.”
İşte dünya, peygamber a.s.’a doğru gidenlerin ona koşanların arkasından koşan hizmetkârdır, onların hizmetine koşmaya memur olmuştur. Efendimize yüz dönüp te dünyanın arkasından koşanlara, onlardan da kaçmak üzere uzaklaşmak üzere emrolunmuştur, onlardan kaçacaktır. Dünya Efendimizden kaçanların hiçbirisinin eline giremez.
“Sizin elinize girmem. Siz belki milyarlar sahibi olursunuz am ben sizin elinizde değilim.” Diyor. Bankalarda ya? Cebimizde değil, cebinize girmez, karnınıza da girmez.
Ne cebinize sığarım, ne karnınıza, o zaman bana cebiniz de dar olur, karnınızda dar olur. Elinize girmem girmeyeceğim. Bana emir var, iki cihan serverinden kaçanların cebine de girmem, karnına da girmem. Bunların yiyip içebilecekleri birkaç lokmadan ibâret. Bir çok görünür, sonra azaltır, azaltır, azaltır, kendilerine bir lokma da fazla gelir.
Sonra peygamber a.s. dünyanın hakîkatinin dersini bütün âleme vermiş;
“İşte budur, dünyada tamah edip arkasından «hepsini ben alayım» diyerek koşturduğunuz vakitte, o sizden daha uzak kaçacaktır, bana gelin” diyor.
Külfetsiz dünya «al beni!» diyerek arkasından koşacak, lâkin «al beni» dediğine mü’min iltifat etmez. «Senin neyini alayım?» der. «Neyini alacağım, taşınmazsın, burada kalmaya mahkûmsun» der. Dünya, sen istemeden sana gelir.
Mümin, hikmetle tasarruf eden bir kimsedir. Cenabı Allah, maksud-u ilâhi, hikmet-i ilâhi mü’min kulunu yorultmamaktadır.
«Ey benim hizmetimle şereflenen kulum! Benim hizmetimi tercih eden kulum! Ben seni dünya meşguliyetiyle yormam. Dünya senin arkandan gelir ve sen onu lüzum eden yerinde harca.»
Mü’minin eline dünya ne kadar girse kenz olmaz, yani yere gömmez, bankada da biriktiremez. Belki enine boyuna gelen, arkasından koşup akan dünyayı, Li ma hulika leh[2] ile yakında harcanması gerekir. O yolda derhal sarf eder, durdurtmaz. Yığıpta kalbine yük etmez. İşte manası odur. Yoksa dünya eline girdiği halde, onlar o dünyayı kullanmadan bırakmaz. Lakin Cenabı Allah onları kulluk hizmetlerini serbest ve rahat olarak huzur içerisinde yapabilmeleri için dünya ile meşgul etmez. «Nasıl kazanacağım, nasıl geçineceğim?» derdinden onları azade kılar. Bir saat çıksa kendilerine bir aylık erzak açar,
ü Bir aylık idarelerini verir,
ü 15 günlük verir,
ü Bir haftalık verir,
ü Nihayet bir günlük verir.
O idaresini aldıktan sonra gelen fazlayı fisebilillâhta infak etmek için alır ve onların çoğu akşam her tarafa bakıp
«Yanımızda dünyalıktan bir şey kaldı mı? Bugün Allah’ın hazînesinden bize gelip yarına beklettiğimiz bir şey var mı?” Der.
─ Yarına niye bekleyeceksin?
«Yevmul cedid, rızkul cedid»: Her yeni günde yeni rızık kapıları açılıp iniyor. Çoğu öyle bakar ne varsa dışarıya çıkarır. Şâm-ı Şerifte Şeyh Yahya Sabbah Hazretleri vardı. Meczup halinde bütün Şam ehlinin intilâbı olan bir kimse idi. Muhiddin-i Arabî Hazretlerinin (Allah sırrını takdis eylesin) kitaplarını anlayan ve anlatabilen fütuhat sahibi bir kimse idi. Cuma namazından sonra çıkış kapısına yakın otururdu. Heybetli oturup sonra sohbet ederdi. Muhyiddin-i Arabî Hazretleri’nin kitaplarındaki hakîkatlerden söylerdi. Şeyh Efendi Hazretlerinin geldiğini görünce ağır olduğundan yerinden kalkamaz, iki kişi bu taraftan, iki kişi öbür taraftan koltuğuna girip de kaldırırlardı. Şeyh Efendi Hazretlerini ayakta selamlardı. Sohbeti durdu mu ayağa kalkar hemen kucaklar, Şeyh Efendi Hazretleri selam verir, ondan sonra Şeyh Efendi Hazretleri çıkıncaya kadar bakar, çıkıp gidince otururdu. Bir gün bana,
«Ey oğlum! Şeyhin kimdir?»
«Sultanül Evliya Şeyh Abdullah Dağıstânî Hazretleri’dir» dedim.
«Hakkan ve Sıdka» dedi. «Oğlum! Onun kapısına mülâzım ol. Bu Şam’da Aleyhisselâtü vesselâm Efendimizi yakazan uyanıkken gören zat odur» dedi, bana.
Rüyada gören çok olur da, uyanıkken görmesi, o kadar kolay mesele değil. İşte o eve gittiği vakitte yatsıdan sonra eve gider, oraya buraya bakar. Ne var evde, diye. Bir şeyler varsa onları verecek yer bulursa verir, hiç kimse bulamazsa. O giderken arkada bir tayfa köpekler de gelirmiş döner içerde ne varsa, ekmektir, ettir, hepsini çıkarır onların önüne atar. Sabah ezânı olunca kapıyı açar, onlar kapının önünde bekler.
«Bekliyor musunuz?»
Bunların hepsi kalkar, kuyruk sallamaya başlar, câmii şerife beraber gelirken, arkasından gelip kapının önünde beklerler.
«Bakınız!» diyor, (Hâşa min'el-huzur) « kelpler nasıl dışarda bekliyor? Bir lokma attım, bana bağlanıp geliyorlar. Bir kemik için, arkamdan gelip ayrılmıyorlar. Size ne kadar söylüyorum, bu kadar cevherler veriyorum, nefsin arkasından koşarsınız, benim arkamdan gelemezsiniz » diye azarlarmış onları.
Bunlar o kimselerdir. Geleni yerine göndermeye erbâb olan kimse. Büyük Şeyh Efendi Hazretleri, Şeyh Şerafeddin Hazretleri’nin halîfesi Şeyh Abdullah Dağıstânî Hazretleri için ihvanlara, ulemalara şöyle söylermiş:
«Bir kimse, üzerinde Cibril’in sureti bulunan bir cevher getirip vasiyet etse, üzerinde Cebrâil Aleyhisselâmın nakşı bulunan cevher, zamanın cevheri ki, o elmas gayet nâdirdir. İsmi işitilmiş kendisi görülmüş değildir. Bir kimsede bulunsa, yedi kralın hazînesi onu bozamaz. Onun pahasını ödeyemez, o kadar pahalı. Dese ki,
«Bu cevheri bu asırda, Cihadün Ekber’de en ileri adımı atan zâta verilsin» diyerek vasiyet etse hiç şüphesiz Abdullah Efendiye verirdim. Cihadün-Ekber’de, onun ayak bastığı yere bir evliya ayak basamaz » demiş Şeyh Şerafeddin Hazretleri.
Millet şeyhliği kolay zannediyor. Şeyh dendiği vakitte inanıyor.
«Yine bu cevheri takdîm için bir kimse vasiyet etse, onun parasını yine Abdullah Efendiye verirdim. Bu asırda neyin nereye verileceğini ondan daha iyi bilen bir kimsede yoktur» diyor.
İşte o «Li mâ hulika leh» mü’minin sıfatıdır. O sana ne için gelmiştir, o yolda sarf edersen korkma. O zaman o kimsenin hâli deryanın üzerinde akıp giden gemi gibi olur. İçeriye biriktirmeye başlarsa gemi su almaya başlar, tehlike var. Şeyh Efendi Hazretleri onu da böyle ifade ederdi,
«Anam bana öyle söylerdi. Oğlum! Elini açık tut, sıkı tutma. Elini açık tuttuğunda burada bir şey varsa, ihtiyacı olan alır; bir şey koymak isteyen koyacak yer de bulur. Elini sıkı tutarsan ne almak isteyen alabilir, ne koymak isteyen koyabilir, Elin açık olsun» dermiş.
O birdenbire olmaz. Subhul nefis dediği nefsin gizliliğinde yatan bir bahillik, pintilik, cimrilik vardır. Gayet gizlidir, çok kesilip atılır insandan. Ondan Cenabı Allah’ın himâye ettiği kimseler selâmeti bulur. O kimse hubbul hünya derdinden kurtulur. Gemisi su almayan adam odur, serbest seferini tamamlamıştır, o korkmaz. Gemi su almaya başlarsa tehlike vardır. Yol uzunsa, muhakkak su alıp batacak. Ona da dikkat etmek lâzımdır.