hakkani11
Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani
K.S.
Sohbet l1
1980, Sultançiftliği, İSTANBUL
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Eûzübillâhimineşşeytanirracim Bismillahirrahmanirrahim.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billahil aliyyül azîm.
Kul, âcizdir. Aczini bildiği kadar ona imdat gelir. Kendisini gördüğü kadar da imdat ondan geri çekilir. Maşallah, kendine yetiyorsun! Senin ilmin sana yeterse, sana başkası lazım değildir. Senin kuvvetin sana yetiyorsa sana kuvvet lazım değildir. O imdat yetmeyene yetişiyor. Ya Rabbi! Diyoruz “Biz, muhtacız. Bizi bildiğimize bırakma. Bizim amelimize bizi bırakma. Bizim kuvvetimize bizi bırakma.”
Estâizübillâh :
وَخُلِقَ الْإِنْسَانُ ضَعِيفًا
«Ve hulika'l insane daifa»[1] «İnsan zayıf yaratıldı.»
Kâvi olan Allah (Celle ve Celâluhu), biz zayıfız. Bakma bizim bazımıza; Allah bir parça kuvvet verirse, kendimizi görmemize veyahut biraz servet verirse veyahut mülk verirse kendimizi görüp küçük dağları ben yarattım deyişimize aldanma. Bir gün gelir, o kendisinde çok kudret, kuvvet gören kimse, en küçük, en zayıf bir kimsenin önünde zebûn olur.
Ebu Cehil’i, biz zikrettiğimiz vakit onu ayıplamak kastı ile söylemiyoruz. Yalnız, insan nefsinin insanı nerelere kadar sürükleyip helâk ettiğinin bir misâlini söylüyoruz ki ondan ibret alalım. Kimseyi ayıplamaya izin yok. Peygamber Aleyhisselâtü vesselâm,
«Men âbe, îybe» diyor. «Ayıplayan, onunda ayıplanacağını bilsin.» diyor. Sen birisini ayıplarsan, aynı hataya kader seni de düşürür, seni de iter, seni de başkaları ayıplar.
ü Ayıplayan, ayıplanır.
ü Çalma kapısını, çalarlar kapını.
ü Gülme komşuna, gülerler sana,
Sana da sıra gelir. Onun için, en sakınılacak bir şeydir bu ayıplamak meselesi. Ayıplama, bir kimsenin ayıbını görürsen gözünü ondan çevir.
Hicaz’dan geliyoruz. Şeyhim Hazretleri Sultanûl Evliyanın mahiyetindeyim. Vapurda Hicaz’dan memlekete dönüş yapan hacılardan birisi orada bulunduğu müddetçe sakal-ı şerifini bırakmıştı. Oturmuş sakalını tıraş ettiriyordu, tabî memur kişi. Gözüm oraya değdi, baktım sakalını tıraş ettiriyordu. Şeyh Efendi Hazretlerine dedim ki:
«Ya Seyyidî! Sakalını tıraş ettiriyor.» Hemen bana dedi ki;
«Nâzım efendi! Oraya bakma. Gözünü ondan çevir. Ayıp işleyen kimseye bakmak ta ayıptır. Haram işleyen kimseye bakmakta haramdır, şahit olma oraya, bu tarafa bak.»
Bu söz insana mekârim-i ahlâkı aşılamaya yetişir. Bir kimsenin ayıbını görme, mânâsına. Kazara gözün oraya değerse, hemen gözünü çevir.
─ Ne gibi çevir?
Harman mevsimlerinde küçük bir sinek olur. Ansızın insanın gözüne girer de, biber gibi yakar. Gözünü açamazsın, müthiş yakar. Köylüler bilir, gözünü kapayıp ovuşturup da onun acısını dindirmek ister insan.
Allahu zülcelâl bize buyurur: Estâizübillah:
قُل لِّلْمُؤْمِنِينَ يَغُضُّوا مِنْ أَبْصَارِهِمْ
«Kul lil mü'minine yağuddu min ebsarihim»[2]
«Ey Habibim! Mü'min kullanma söyle gözlerini harama bakmaktan sakınsınlar.»
─ Ne gibi sakınsınlar?
O, gözüne sinek girdiği vakit nasıl yakıyor da, yaktığı vakit nasıl kapatırsın? Aç desende açamazsın zaten, onun gibi sen ona bakmaktan sakın. Oradaki o emir; ‘yalnız ecnebî olan, sana helâl olmayan kimselere bakmaktan değil; o haram olduğu gibi, herkesin ayıplarına da bakmasınlar’ mânâsınadır. Kimse kimsenin ayıbına da bakmayacaktır, yasaktır; « ondan gözünü sakın!» diyor. Çünkü harama bakan, herkesin ayıplarıyla uğraşan o gözlerde zulmet biriktiği vakitte; kıyamet gününde onu akıtmak için o kimselerin gözüne ateşten çiviler çakılıp ameliyata tâbi olacaklar. Çok baktın, onlara baka baka çok lezzet aldın, şimdi ameliyat lazım. Harama bakan gözlerle Cemâlullah’a bakmak haramdır, onu bil. Öyle göze, haram ile dolu olan gözlere Allah’ın cemâlini seyretmek haramdır. Bütün âlem çıplak gezse de, bakmaya izin yoktur. Bir kişi gelip, Şeyh Efendi Hazretlerine dedi ki:
«Hep dışarıda açık seçik geziyorlar!»
Şeyh Efendi Hazretleri celâlli idi, dedi ki:
«Nerde gördün! Nasıl gördün? Demek bakıp da görüyorsun. Bakmasaydın görmeyecektin, «el-aynanî tezniyen» demedi mi Peygamber? Allah bakma demedi mi? Sen nasıl gördün? Sen Allah’ın hududunu çiğnedin! Şimdi benim karşıma gelip açık seçik gezenleri mi söylemeye sana sıra geldi? Utanmaz herif! Sen Allah’a karşı saygısızsın. Onlara niye baktın, şimdi bana açık seçik geziyorlar diye milleti şikâyete gelmeye sana kim hak ve salâhiyet verdi? Huzurumdan çık!»
“Nerde gördün?”
“Baktım da gördüm.”
“Maşaallah... ! Allah, bakma! Diyor, sen Allah’ın hududunu çiğniyorsun.”
“Hoca Efendi İstanbul’da çok açık seçik gezenler var...!”
“Ey Müslümanlar! Ben görmedim, dahası, açık seçik gezenleri görmedim.”
“Nasıl görmedin?”
“Bakmadım ki göreyim.”
İşte, Allah’ın hududunu çiğner, ondan sonra şöyleydi, böyleydi, açık geziyorlar diye başkasına hüküm kesmek ister. Nasıl isterse gezsin, sana ne vazîfe? Allahu Teâlâ bilmiyor mu?
Bu zamandaki insanlar sıcaktan bunalıpta açık gezecekler diye Peygamber buyurmadı mı: «Tasiyâtün ariyâtun mümilâtün mailât»[3] «âhir zaman ümmetlerim, giyinmiş oldukları halde çıplak gezecekler.» Peygamber aleyhisselâtü vesselâm bilmiyor mu? Gelen âyet nasıldır? «Bakma! Gözünü sakla!» Hutbelerde boş lakırdı söyleyip duruncaya kadar böyle emirleri bildirmek gerekir.
─ Bizimkilerin tâlimatı ne?
Geçen gün birisini dinliyorum, vaaz ediyor: «Kur’ân’a tabi olacaksınız, İslâm’ın yolunu gözeteceksiniz.» Böyle söyleyip duruyor. Peki, şimdi biz desek ki millete;
“Karaköy’de okyanuslar aşan yüzbin tonluk büyük bir gemi vardır. Ey müslümanlar! Selâmet isteyen o geminin üzerine çıksın. Oraya bineceksiniz, o gemi sizi selâmete çıkaracaktır.” Ve hepimiz oraya dalsak, bütün İstanbul ahâlisi oraya binse; o geminin kaptanı olmasa, ben senin yüzüne bakacağım, sen benim yüzüme bakacaksın. İtip mi götüreceğiz, kürek mi çekeceğiz? Transatlantik yürütmesi kolay mesele mi?
· Bunu hareket ettirecek kaptan lâzım.
· Hareket ettirdikten sonra, onu sevk edecek kaptan lâzım.
· Gideceği istikameti ve yolcularının her birinin nereye ineceğini bilen kaptan lâzım.
· Herkesin hal ve şanına göre; o gemide onları yerli yerine durduracak, herkesin vazifesini gösterecek kaptan lâzım.
«Kur’ân’a tabi olun!»
Kur’ân: deniz, deryâdır.
· Nereden başlayıp nasıl yürüyeceğini sana tâlim edecek kimse lâzım.
· Hocaların hepsine, bütün vaizlere muallim lâzımdır.
· Onlara talimat gösterecek meşâyıh-ı i’zam lâzımdır.
· Onların teslim olacağı kimse lâzımdır.
Hep umumi olarak bir şeyler söyleyip duruyorlar. Yâhu! İşin neresinden başlayacağız? Ne yolla yürüyeceğiz? Anlat bize bakalım. İşte anlatmak için bu söylediğimiz meselelere dikkat et. Yapacağın işi sana tâlim ediyor: Allah Celle ve Âlâ; «Bakma!» dedi, peygamber-i zîşan da haberini verdi. Böyle insanlar olacaktır, sen onların üzerinde hâkim de olma. Peygamber Aleyhisselâtü vesselâm, “Kâfirlerden gelecek” demedi, “Benim ümmetlerimden” dedi, onlara “kâfir” de demedi;
«Benim ümmetlerimden öyle kimseler gelecek, kırıla döküle yürüyecekler ve giyinmiş oldukları halde, o giyimleri onları setretmez de sanki çıplak dolaşıyor gibi olacaklar» dedi.
Peygamber Aleyhisselâtü vesselâm “onlar kâfirdir” demedi. Ama biz hükmü verecek kuvveti, salâhiyeti kendimizde buluruz, Hâşâ! O hüküm Allah’ın elindedir, senin elinde değildir. Âsi olup kebâir sahibi olur, kebîre günah işlemiş olur lâkin kâfir denmez. Efrâdı, âilesini kumanda edemeyen bir kimseyi, ümmetlikten tard etmeye, kâfir demeye bizde salâhiyet yoktur. Nefsine mağlup olmuş, erkeği ona baş edememiş, muzdar, mecbur kalmış ve onu serbest bırakmış. Onda özür var, ötekisi zaten özürlü. Binaenaleyh bu gibi yerlerde şimdiki Müslümanların çoğu kendilerini hâkim hesap edip hüküm keserler. Hâkim değiliz, abd’iz. Hâkimiyeti Allah bize verse bile, «Sen kullarımın üzerine hâkimsin» dese bile, o hâkimin edep gözetip Ahkâmû'l Hakimin’e hükmü havâle etmesi lâzım, «Hâkimler hâkimi sensin ya Rabbi! Bizim işimiz buraya kadar» deyip edep gözetmesi lâzımdır.
Şimdi sen, gözünü sakın. Sen, kendi nefsine de hâkim olacaksın, ayıplamayacaksın. Ayıp işleyen kimseye de bakmayacaksın. Bak, Peygamber ne güzel edep tâlim ediyor, peygamberin vârisi olan evliyalar ne güzel yol gösteriyor; “Ayıp işlere bakma, şahit olma!” Biz bakmadığımız halde, işittiğimizde de kabul ederiz, naklederiz, aynı zamanda haramın içerisine düşeriz. Onun için Allah bizi nefsimize bırakmasın, diyoruz. Nefis dâima kötülüğe meyleder, kötülükten hoşlanır, nefsin işi bu;
Ø Kötülüğü seyretsin,
Ø Kötülüğü söylesin,
Ø Kötülüğü işitsin,
Ø Kötülüğü düşünsün,
Ø Kötülüğü emretsin.
Ebu Cehil’i söyledik. Ebu Cehil’in hâlini söylerken biz onu ayıplamak kastıyla söylemiyoruz. Ebu Cehil’de netîce itibarı ile bir insan, netice itibarıyla Allah’ın kulu. Onda da bir nefis vardı, bizde de bir nefis var. Yalnız biz, Ebu Cehil’i ayıplamak kastı ile değil, insanlara nefislerinin neler yaptırabileceğine dâir bir örnek olarak göstermek üzere söylüyoruz. Tâ ki biz de nefsimize mukayyet olalım, nefsi kendi havâsına bırakıp, keyfine yürütmeyelim.
Ebu Cehil, kendi nefsine çok düşkün bir kimseydi. Kendi nefsinin bir dediğini iki etmezdi, onun emrinde yürüdü. Binaenaleyh, öyle alışmış. Nefsi, Peygamberin huzurunda boyun eğmedi ve Ebu Cehil’i sürükledi. O kavmi içerisinde bir cebbar kişi idi, çok zorba bir kimse olarak hakkın karşısına çıkıp, bâtılı temsilde ısrar etti. Kendisini her şey saydı ve
«Ben Hakkı Hakk olarak kabul etmiyorum, Hak kendimdedir.» Diyerek bâtılı Hakk görüp, Hakka kafa tuttu. Nefis onu sürüklüyor şimdi,
«Bütün kuvvet bendedir. Ben elbette ki bu kendisini peygamber ilân eden kimsenin bu davasını iptal ederim. Onu bu yurttan izale edip, ortadan kaldırırım, bende bu kuvvet, bende bu şecaat var» diyerekten nefsinin davasına inanıp nefsiyle beraber yürüdü.
Şimdi bu hikâyeyi de Hazret benim kalbime veriyor,
Bir defasında Huzur-u Peygamberiye’ye bir kadın geldi ve dedi ki;
«Ya Rasûlullah! (S.A.V.), Bir rüya gördüm. İki aslan doğurmuşum. O iki aslan doğdukları anında, minâre gibi bir ejderhaya hamle edip parçalayıp attılar.»
«Ey mü’mine!» diyor Peygamberimiz, «Sen iki evlat getireceksin ki, onlar dinin en büyük düşmanını katledecekler. Senin rüyanın tâbiri budur.»
Rüyayı nasıl târif ederse öyle çıkar, peygamber tâbir ediyor. Hakikaten o kadın iki evlat doğurmuş. Evlatlar yetişip onüç - ondört yaşlarına geldiklerinde Peygamber aleyhisselâtü vesselâm müşrik ordularına karşı yürürken, Cebrail Aleyhisselâm gelip emri bildirdi,
Küçük ve genç kimseleri bırak manasına, «sakalı tarak tutmayanı askere alma» Bir o mana var, bir de sünneti seniyyenin üzerine inzal olan rahmet, inâyet vardır. Bunlar hep öyle olduğu vakitte, gökten melâikeler inzal olur. Öbürlerini kabul etmiyor. Bu emir üzerine, sakalı tarak tutanları ayırıp askere sevk ederken, o onüç-ondört sularında iki delikanlı peygamberimizin huzuruna gelmişler;
«Ya Rasûlallah! Bizi de yaz, bizi de gönder sefere, sizinle gazaya çıkalım» Peygamber-i zîşan buyurmuş ki:
«Ey evlatlar! Sakalı tarak tutmayan kimselere izin yoktur, siz durunuz.» Hemen onlar geri dönerek, çarşıya gidip demir taraklar almışlar ve biri böyle, biri böyle batırarak, huzur-u peygamberîye varıp;
«Bizim de tutuyor, ya Rasûlallah!» dediklerinde Cibrîl-i emîn gelip;
«Ya Rasûlallah! Bunlara izin ver, bunlar hakikaten sakalı tarak tutan aslanlar. Bunlar, o senin vakti zamanında rüyasını tâbir ettiğin kadın mü’minenin getirdiği aslanlardır. Bunların vazîfeleri var, bunları kabul et.»
Onları diğer sahâbelerle beraber gönderiyor. Sonra onlar karargâhtan ayrılıp, «Nerde Ebu Cehil? Nerde Ebu Cehil?» Diyerek orayı burayı arayarak müşriklerin ordugâhına girdiler. Burada şurada diyerekten meşalelerle onu işaret ederken onlar zâhip olmuşlar ki, bize haber getiren askerler geldi. Çünkü peygamber Efendimizin askeri hep sünnet-i seniyye üzereydi. Orada sakalsız insan olmadığı için onlar tahmin etti ki, bunlar bize haber getiren adamlar. Burada orada derken, o da «Kimdir, ne var?» diyerek kalkmış. Bunların ikisi de kılıcı çekip, «al» diyerek, diğeri öbür taraftan «al» diyerek onu vurup, düşürmüşler. Onların üzerinde olan heybetten, onların arkasına düşecek adam bulunamamış. Allah’ın onlara giydirdiği heybete bak sen. Yaş ile değil o. Cenabı Allah o tecelliyi giydirdi mi isterse bir karış olsun, titretir. İş çoklukta değil, Allah’ın inâyetinin yetişmesindedir.
İbn Mes’ûd (R.A.), kendisi ufak tefek zayıf cüsseli bir sahâbe-i kirâm idi. Sure-i Rahman inzâl olduğunda, Efendimiz mecliste onu okuduğunda;
«Bunu şimdi Kâbe’nin havlinde oturan Kureyş’e okuyacak kim var?» dediğinde,
Her sahâbeden evvel o, «Ben varım, ya Rasûlallah!» dedi. Peygamber-i zişan onu bırakmış. Yine sual etti, ötekiler dururken yine o kendisini ileri takdîm etti. Üçüncü defâda izin verdi;
« Gelen ayât-ı beyyinâtı git ve oku! » dedi. O okuduğunda Ebu Cehil kalkıp da ona o gülle gibi eliyle bir tokat vurmuş. İbn Mes’ûd hazretlerinin kulağını koparmış, kan akaraktan gelirken, huzur-u peygamberîye yaklaştığında Efendimiz aleyhisselâtü vesselâm onun o hâlinden mahzun oldu. Cibril-i emîn gülerek gelmiş;
«Ya Cibril! Biz ağlarken bu gülmenin hikmeti nedir?»
«Ya Rasûlullah o benim gülmemdeki hikmeti bilirsiniz» demiş. Onun hakîkatini bilse de, izhar etmedi, bıraktı peygamber aleyhisselâtü vesselâm.
O muharebeye güçlü kuvvetlileri ileri sürdükten sonra, bu ufak - tefek İbn Mes’ûd’a (R.A.) sonunda peygamber-i zîşan izin verdi.
«Şimdi sen muharebe meydanına yürü. Orada henüz ölmeyen küffardan kimse varsa, sen de onları katleyle, sen de o gaza fazîletini alırsın» diyerek gönderdiğinde; Allah’ın hikmeti oradan buradan derken, bakmış Ebu Cehil dağ gibi yatıyor orda. Bak, Cenabı Hak ne yapıyor? Zebûn eder, Cenabı Allah. Kimse kendisini görmesin; kendim, ben kuvvetliyim, ben kudretliyim demesin. Allah sonunda çok kimseleri zebûn eder.
O (Ebu Cehil), dev gibi yerinde yatıyor. İbn Mes’ûd Hazretleri yaklaştığında, ibtidâ elindeki mızrakla uzaktan onu dürtmüş. Mızrakla dürttüğünde, baktı ki gözünü açıyor. Hiç kıpırdayacak hâli yok. O vakit doğru gelip göğsüne oturmuş. Gözünü açıp:
«Bu dağın üzerinde bir güvercin gibi konan kimdir?» demiş.
İbn Mes'ûd Hazretleri onun üzerinde çocuk gibi kalmış.
«Ben İbn Mes’ûd’um, senin kafanı kesmeye geldim.» demiş.
«Senin çocuk oyuncağı gibi olan bıçak ile kesilmek için ben bu ensemi beslememişim. O elindekini at, o işi benim kılıç ile tamamla» demiş ve «O yetime söyle!» diyor.
Lâ havle velâ kuvvete illâ billâhi’l aliyyîl aziym. Allah bizi nefsimize bırakmasın. Nefsin edepsizliğine bak. Nefse ön verme, seni tâ oraya kadar çeker. Bak; nefsine uya uya, Ebu Cehil’i nereye düşürtmüş. Daha ne diyor:
«O yetime söyle!» diyor, peygamberi kasdediyor. «Ebu Tâlib’in yetimi» dermiş. «Muhammed» diyemiyor. «Muhammed» İsm-i celîli medholunmuş, şerefli kişi manasınadır. Onu diline getiremiyor «yetime söyle!» diyor. Allahûmme Âlâ Seyyidinâ Muhammed.
«Onun kalbine gelir ki; dünyadan gidecek zamanında, keşke onun yanında olsaydım, belki bana inanırdı, iman getirirdi. O yetime söyle! Ben hayatta olduğumdan ikibin derece daha şiddetli ona buğzu adâvetle gidiyorum. Ona ben nerde inanırım?» demiş.
Nefsi ifâdesine bak. Nefisteki habisliğe, mel’ânete bak sen. Hepimizde var o nefis. Çok dikkat etmek lazım, «Sen daha söylenir misin?» diyerek kafasını kesmiş onun. Bak o ne gibi bir kimseydi? Ne gibi ululanıp kendisini gören adamdı? Cenabı Allah nasıl zebûn etti?
İbn Mes’ûd Hazretleri onun koca kellesini yerden kesmeye imkân bulamamış. Kucakta, sırtında torbaya koyup ta taşınacak hal değil. Başında koca demir miğfer de var, kulağından delerek bağlayıp, sürüye sürüye yokuşta epey zorlanmış. İnişte kelle de ondan önce koşturur, onu koştuttururmuş. Bu hal ile giderken Cibrîl-i emin tekrar gelmiş:
«Ya Rasulallah! İşte o günde gülmemin hikmeti, bugünkü bu manzara içindi. Cenabı Allah İbn Mes’ûd’a kulağa kulak da verdi, başı da ziyâde etti» diyor.
İşte insan bu gibi kıssalardan hisse almalıdır. Nefsin hakîkatine inmedikten sonra biz nefsin elinden, şerrinden kendimizi gözetemeyiz, kurtaramayız. Bu gibi kıssaları bize bildiriyorlar ki, sen de ne var bilesin. Sendeki ejderhayı da bilesin. Şimdi burada yavaş durduğuna bakma, fırsat kolladığını bil. O nefsin seni sokup, seni zehirlemek için fırsat gözettiğini bil. Nefse her istediğini verme.
«Hemen bir cigara yak, bir tütün sarıver » diye emrediyor. Çok köylerde ne kadar var, sakallı dedeler; câmiden çıkar, dışarıdaki kütüklere oturur ya kahveye girer;
«Sar yâhu bakalım bir tütün. Bir bana bir de sana »
─ Ne oldu o?
O, nefsine hizmet eden hizmetçi oldu. Dışarı çıkıp, yaptığı hizmeti berbat etti. Yani bu cigaradan da böyle olur mu? Hay, hay!
İmam-ı Şafi Hazretleri bir yavru çocuk görmüş. Öteki çocuklar oynarken o kenarda otururmuş:
«Oğlum, sen niye onlarla oynamıyorsun?»
«Ben kendi halimi düşünüyorum, Rabbimin en ziyâde gazaplandığı mahşer gününde başıma ne gelecek? Cehennemin ateşinin köpürdüğü o günde ne olacağım diye düşünüyorum» diyor. İmam-ı Şafi,
«Yavrum, sen yavrusun, sana öyle bir korku yok»
«Ya Şeyh! Ben görüyorum; annem odunları tutuştururken altına küçük oduncukları sıralıyor da büyükleri onlarla tutuşturuyor. Allah beni de o küçüklerle atmasın diye, ondan korkuyorum» demiş.
İmam-ı Şafi Hazretleri der ki; «Büyük günahlar, küçüklerden başlar.» Küçük günaha alışa alışa, sen büyük günahlar işlersin. Sen küçük günahları işlemekten korkmuş olsaydın, büyüklere hiç yaklaşmazdın. Lâkin küçük günahtır, zararı yoktur diye ona cesaret bulup ta büyükleri işlemeye sana şeytan ders veriyor. Sen gözünle harama bakmasaydın ondan kendini menetseydin, şeytan seni kolay kolay zinaya çekemeyecekti. Lâkin sen gözden bakışı küçük saydın da, onun zinanın postacısı olduğundan gâfil oldun da, Allah seni büyüğüne düşürttü. Ona fırsat verdin, şeytan sana fırsat buldu.
Binaenaleyh, nefsine o tütün nedir? Deme. Tütün içmek bizim yanımızda haramdır. Lâkin ulemalar mekruh diyor. Mekruh, küçük günah manasınadır. Küçük günaha sen devam edersen, o küçük günahı ısrar ile üç defa tekrar ettiğinde büyük günah olur. Nefsinin seni mahkûm etmesine sebep olur. Tütün, onun için namaz kılan adama hiç yakışmıyor. Ehli nâr, cehennem ehli ona teşebbüh eder. Ağızlarından vücutlarından ateş çıkacak, ağızlarında ateş taşıyacak, dumanda gelecektir. Tütün içen kimseler ağızlarından ateş saçar, savurur. Ona mahkûm olan kimse bir defa o ateşin içine girecek;
«Sen dünyada ateşe doymadıydın, şimdi doyasıya gir» denecek. Bir defa oraya girmeden cennete giremezler. Şeyh Efendi Hazretleri:
«Tütün içen, bırak âlimi yedi başlı evliya olsa kurtaramıyor» dedi. Hocalar içiyor deyip bana söz söyleme. O hoca nefsine tâbi olmuş, sen tâbi olma. Nefse kuvvet verecek, nefsi senin üzerinde hâkim kılacak her şeyden sakın. Ufak deme, kapı aralığında da o içeriye girer, aralık bırakma. Şeytan oradan içeriye sıyrılır, girer. Nefse fırsat verme.
Ø Bu, bana da nasihattir,
Ø Size de nasihattir,
Ø Bütün duyanlara da nasihattir,
Ø Hacımıza da nasihat, hocamıza da nasihattir,
Ø En baştakinden en sondakine kadar,
Ø Bütün rütbe sahiplerine nasihattir.
Bu Hakk kelâmıdır. Her nefis sahibine muhkem bir nasihat vardır. Bunu tutan, tâ dünyadan gidinceye kadar başka nasihat dinlemese de bu nasihat ona da yetişir. Peygamberin duasını tekrar edelim:
«Ya Rabbi! Bizi nefsimize bırakma, nefsimize fırsat verme»