hakkani10


Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani 

K.S.

Sohbet l0

14 Mart 1978,  ŞAM

بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم

 

 

Şâh-ı Nakşibendî Hazretleri onikibin defa,

 «Bizim yolumuz sohbet ile kâim, hayrı da cemaatle beraber­dir» demiştir. Bir peygamberimizin (S.A.V.) hadîs-i şeriflerinin mana denizlerinden alınmış olan hikmetli bir kelâmdır.

İnsanoğlu bugünkü günde ıstırap içinde bulunu­yor. Bugünkü hayat bütün insanlığa, adeta taşınma­sı çok ağır olan bir yük haline gelmiştir. Her sınıf istisnasız şikâyet halindedir. Ancak kendilerini Rüknu-Şedîd’e dayamış olanlar, Allah’a (C.C.) kalplerini ve­renler, Allah’a (C.C.) ne derece iman ve itikat ile bağlanıyorlarsa o derecede onların o yükü kaldırılı­r. Onlar hayatlarından memnunlar ve huzur bula­biliyorlar.

Bu sabah şöyle bir haber yayınlandı. Allah’ın hik­meti, bazı defa ne var ne yok zâhirden haberdar olayım diye bu haberlere kulak veriyorum da, Cenabı Allah (C.C.) illâ oradan bir hikmet talep ettiğim için o membâından bir kelâm işittiriyor ve Hazret onun hikmetini kalbime açıyor.

 Bu sabahki haber neydi?

 Otuz üç âlim içlerinde büyük âlimler varmış. Bu dün­ya ilimlerine vâkıf olan, yüksek mertebede olan âlimlerden otuz üç âlim. Amerikan Cumhurreisine bir çağrıda, bir müracaatta, bir ricada bulunuyorlar.

Ne gibi bir rica?

Bir bomba varmış, ona Nötron bombası diyorlar. Nötron bombası dediği vakitte, bu  «ve sahhara lekum ma fissemavati ve ma fil erdı cemiam»[1] âyet-i kerîmesinin verdiği salâhiyetle insanlığa musahhar kılınmış olduğundan, kudretli silah. Kudretli silah diyorum, bütün şimdiye kadar, îcâd olmuş olan silahlardan daha korkunç. Öteki atom bombaları, daha bilmem neleri, bunun yanında zurna kalıyor; korkunçluğu­nu bu âlimlerin lisanından anlamak daha kolay.

Ne diye müracaat etmişler Amerikan Cumhurreisine?

«Aman bu nötron denen silahın yapımını durdurunuz! Bu nötron denilen silahı yaptırmayınız. Bundan vazgeçiniz.»

Neden?

«Çünkü bu insanlık için müthiş bir tehlikedir. Belki insanlığın kökünü kazıyıp tüketecek ve sonunu getirecek derecede bir silahtır. Ricaederiz!» diyorlar, Allah aşkına” diyemiyorlar. Allah’a inanmıyorlar ki. Âlim olup ta âlemin sahibini itiraf etmeyen adamın ilmini biz kabul etmeyiz. O, bomboş kimsedir. Onun için onlar «rica ederim» diyorlar.

«Aman bu bombayı yapmayın, insanlığın kökünü kazırsınız, bu silahı eline alırsan sonunda sana da zararı dokuna­cak» diye otuz üç âlimin imza edip Amerika Cumhur reisine bir arzıhâl gönderdiklerini bu sabah işittim. Bugün 14 Mart 1978 Salı sabahı. Ta­bii ondan «insanlığın kökünü kazıyacak bir silah» di­ye korkuyor, sakınıyorlar. Bakalım, bunun üzerine kalbe gelen mesele nedir?

Biz, inandığımız hakikat üzerine bu âlemde hiç­bir hareket ve sükûnun, Allah’ın (C.C.) iradesi ve il­minin dışında cereyan etmediğine inanıyoruz. Her hareket Allah’ın (C.C.) iradesi ve ilmi dâhilinde cereyan eder. Yani şunu demek isteriz ki; deminki oku­duğum âyeti kerîmede Allah-u zülcelal,

 «Ey insanlar, size yerlerde ve göklerde ne gibi kuvvet membâı var­sa musahhar kıldık» diyor. Yani Alah-u zülcelâl; size zâhiri kuvvet membâımdan olsun veyahut insanlara mânevi kuvvet membâından olsun, yerlerde ve göklerde olan kuvvet membâlarından, tasarruf etmeye izin verilmiştir di­yor. Binaenaleyh, «talebenâ vecedenâ» yani, bir kimse bir şeye tâlip olursa, verilir. Lâkin talepte sıdk şarttır. Sıdk ile tâlip olacaksın. Sıdk ile sen talep ettiğin şeyi alacaksın.

Sıdk ile ta­lep nedir?

Tâ o şeyi elde edinceye kadar, ondan yo­rulmamak, o yolda yürümekten, aramaktan bıkma­mak, usanmamak. Sıdk’ın manası bu; «Ben bu şeyi elbette ki ele geçiririm» diyerek, onun arkasından ne kadar dikkatle, gayretle gidiyorsa, «Bunu da bula­madım» demedikten sonra illâki onu bulacaktır. Ne zaman ki yorulup kesildi, o kimse matlubunu bulamaz.

Allah’ın büyük evliyâsından Abdulhalik Gocduvâni Hazretleri (K.S.) ki, Hatmi Hâce de imamdır. Onun bir kelâmı var, bize yol gösteren bir kelâm;

 Evliyalar kılavuzlardır. Saadet yolunun kılavuzlarıdır. Allah'a (C.C.) giden yolların kılavuzlarıdır. Peygam­bere ulaştıran yolların kılavuzlarıdır. Onun bir sözü var;

 «Duran da bizden değildir, yorulan da bizden değildir»

 Ne duranı kabul ederler, ne de yorulanı kabul ederler. Çünkü yorulan durmağa, duran da ge­rilemeye mahkûmdur. 

Her an ve her lahzanın içerisinde bir parça daha ilerde olmak lâzımdır. Bu İslâm’ın kanunudur. Bu tarikatların bize tâlim etmiş olduğu edeptir. Olduğun yerde durma, ileriye doğru yürü. Velev ki tırnak mik­tarı bile olsa, ileriye doğru atılmaya bak. Yorgun ol­ma, gayretli ol. Gayret kuşağını kuşan, tâlip ol. Çün­kü sen daha matluba erişmedin ki. Sen, yerleri ve gökleri fethedinceye kadar yürüyeceksin. Bütün içindekiler sana musahhar olacak.

İnsanoğluna hitap bu; «Sen, yeryüzünde halîfesin.»

Onun için Cenabı Allah (C.C ). «Yerlerde ve göklerde her şeyi size musahhar kıldım, sizin emrinize bıraktım.» Diyor. Eğer ehil olursanız, o emanetleri size teslim ederler, ehil olmazsanız o başka mesele.

O Avrupalılar tâlip olarak bu silahı buldular. Bütün inancımız, her hareket ve sükûnun Allah’ın (C.C.) iradesi ve ilmi dâhilinde cereyan ettiğidir. Allah (C.C.) izin vermeden bu silahlardan hiçbirisi meydana çıkamazdı. İzin verilmiştir. Bu Amerikalıların buldu­ğu silah, Allah’ın (C.C.) onlara vermiş olduğu salâhiyetle bulunmuş olan bir silahtır, korkunçtur. Allah (C.C.) onun korkunç olduğunu bilmiyor mu? Biliyor; lâkin talip oluyorlar. Mâdemki taliptir, Allah (C.C.) vericidir. Sen de tâlip ol, sen de bul.

Lâkin mühim olan nokta; Al­lah (C.C.) bu korkunç olan silahı, netice korkunç ol­duğu halde, bu devletlerin eline, bu kullarına niye veriyor? Bu insanlığın kökünü kazıyacak ve insanlı­ğın imhasına sebebiyet verecek derecede korkunç silahı ne için bunlara bırakıyor? O otuzüç âlim, be­şeriyet hakkında telâş gösteriyorlar, insanlık fena bulup, yok olup tükenecek, diye korktular.

Şimdi biz, onları korktukları ile baş başa bırakıp, bundan bindörtyüz sene evveline, Peygamberimizin haberine bakalım. Bugün bu insanlık, tükeneceğinden korktuğu­muz veya korktukları insanlık, hemen hemen azami kısmı Allah (C.C.) ve Peygamber mevzu­larında hiçbir inanç taşımamaktadırlar. Taşıyan bir zümre varsa da hakkıyla kabul etmiyorlar. Peygam­berimizi (S.A.V.) lîsanen kabul edip tatbikat cihetin­den sıfır halinde kalıyorlar. Ender-i kadîm kabilinden dünya üzerinde pek nadir kimseler, Allah’ı ve Peygamberini (S.A.V.) hakkıyla kabul edip emirlerini canlandırmaya, ihyâ etmeye ve o yoldan yürümeye ferd olarak gayret ediyorlar. Lâkin bütün dünyadaki insanlık, cemiyet olarak toplum hayatında Allah (C.C.) ve Peygamberinin (S.A.V.) emirlerini tamamıyla tutup da yürüyecek bir toplum veyahut yürütecek bir cemi­yet, bir millet, bir devlet mâlesef yoktur. Varsa ha­ber versinler, ben oraya gideceğim. Evet, bunu dinleyenlerden bilenler varsa haber versinler ki; ora­da serbest ve hür olarak Allah (C.C.) ve Peygambe­rinin emri icrâ olunuyor, Allah ve peygamberinin ya­sakları tutuluyor, ben o memlekete gideceğim. Bu silahların istimali karşısında bütün insanlık ve beşeriyetin yok olacağı tahmin olunuyor. Bu silah­lar kullanılırsa tükenecek diye korktukları beşeriyetin ben resmini çizmişim, bakıyorum.

Ne gibi bir insan­lık bu dünyayı kaplamıştır? Allah (C.C.) ve Resulü karşısında, bu insanlık neye mahkûm olmuştur?

«El ceza min cinsül amel » «İnsanlara ceza­ları kendi amellerinin cinsinden olarak verilir» Yani amelleri ile cezalandırılır. Bu hüküm üzerine, bu za­manda yaşayan beşbuçukmilyar insanın sıfatlarının, onların Hakk karşısında tavırlarını îzâha çalıştık.

Peki, bu insanlık bu hal üzerine olduklarında Al­lah (C.C.) ve Resulü (S.A.V.) huzurunda bunlar neye müstahak oluyor? Allah (C.C.) kullarına hak ve müstahakını verebilir. Hakkı olan hakkını alır, müstahak olan müstahakını bulur. Bu insanlar, neye müsta­hak olmuşsa Allah (C.C.) bu 20. asır insanını ona mahkûm etmiştir.

Peygamber kimdir ve nübüvvet nedir?

Nebiler, insanlara istikballerinden haber veren kimselerdir. Nübüvvet kuvveti ile insanüstü bir kuvvete delâlet­tir. Kimde nübüvvet kuvveti varsa, onda istikbale bakan gözler vardır.

Âhir zaman Peygam­beri bütün insanlığın medarı iftiharı, Fahr-î Kâinat olan Efendimiz (S.A.V.) bindörtyüz sene öncesinden hâl ve şânından haber vermiştir. Alelâde bir insan olacak olsa, bin­dörtyüz sene öncesinden onun sözünün bize ulaşması, sesinin bize gelmesi mümkün olamazdı. Dün­yanın ücrâ bir yerinde bir kimse çıkmış, bir kimse yaşamış ve o kimse bindörtyüz sene sonra bir milyar insanın tasdikini kazanmış olsun. Eğer onda insan­üstü vasıflar bulunmamış olsa, bugün onun doğrulu­ğunu, bir milyar insanın tasdik etmesine imkân ve ihtimal olamazdı. Demek oluyor ki, Peygamber (A.S.V.), manevi kuvvetle insanların vicdanları üzerinde hüküm ve saltanatını devam ettirmektedir.

Manevi kuvvet, ilâhi kuvvet demektir. O peygam­ber, ümmetlerinin tâ kıyamete kadar geçirecekleri devirlerini, hâl ve şanlarını, sonra kıyametin ahvâlini ve kıyametten sonra olacak vukuatı, tafsilen bize bil­dirmiştir. Şimdi biz, o peygamberin mucize olarak istikbalden haber vermiş olduğu bugünkü insanlığın hâl ve şânından bahsedelim. Ve Peygamber sözüyle, bugün îcâd olunmakta bulunan bu korkunç silah­ların vücudunun hikmetini görelim.

Peygamber (A.S.V.), kendisinden sonra ne olaca­ğını soran sahâbesine,

 «Benden sonra hülefâ devri gelecektir»[2] buyurmuştur. Hülefâ devri, Hazreti Ebu Bekir, Hz. Ömer. Hz. Osman, Hz. Ali’nin devirleridir ki, bu devre Hülefâ-i Râşidin devri denilir. 30 sene olacağını da Peygamber haber vermiştir. Bu devir İslâm’ın en parlak devridir. Sonra bu devir veya de­virleri sual edenlere karşı Efendimiz (A.S.), Ümerâ devri geleceğini bildirmiştir. Ümerâ, lakapları Emirül Mü’minîn olan hükümdarların geleceğine de­lâlettir ki; bunlar iki kısımdır. Bu ümerâ, yani Emirül Müminîn lâkabı ile İslâm devletini idare eden hüküm­darlardan Emevî hükümdarları, Şâm-ı Şerif’te hüküm sürdüler. Onları takiben Abbasî Ümerâsı, Bağdat’ta İslâm devletinin başında Peygamber sancağını ve emirlerini gözeterek devam ettiler. İslâm'ın bütün dünyaya karşı müdafaasını ve hizmetini gördüler.

Sonra sahâbe-i kiramlar, bu devrin kıyamete ka­dar devam edip etmeyeceğini sordular. O zaman aleyhisselatü vesselâm buyurdular ki:

«Bu devir daha kıyamete varmaz, ondan sonra arada başka bir devir olacaktır» Diyerek ümerâdan sonra mülûk sıfatı ile mülûk-u Osmaniye’nin geleceğini haber ver­di.

Mülûktan murad Osmanlı Padişahlarıdır, bun­lar yediyüz sene Devlet-i Âliyye olarak İslâm devle­tini gözettiler ve Osmanlı İmparatorluğunun şahsında İslâmiyeti gözetip, bütün güç ve kuvvetleriyle ilâ-yı Kelimatullâhı, Allah’ın kelimesini yüceltmek için mağripten maşrığa dünyanın en muazzam İslâm devletini üç kıta üzerinde kurup şerefle Peygamber sanca­ğını taşıdılar.  Ve onu gözetmek üzere İslâm’ın haysiyet ve şerefini müdafaa ehl-i İslâm’ı muhafaza için asır­lar boyunca kanlarını dere gibi akıttılar, mukaddes emâneti gözetip durdular. Peygamber’in «Mülûk» diye haber verdiği kimseler bunlardır. Bunların da devri tamam oldu.

O zaman Sahab-i kiramlar yine sual etti, ki:

«Mülûktan sonra kimler ümmete bahş olur? Onlardan sonra ümmet hangi devri idrâk edecektir. Kıyamet kopacak mı, yoksa daha başka bir devir var mı ya Resulallah?»

 Resulullah «Daha kıyametin kopmasına arada bir zaman olacaktır. Bu mülûkten sonra gelecek devir Cebâbi­re devridir.» Diye buyurmuştur.

─ Cebâbire Devri’ nin manası nedir?

Peygamber emâneti tek İslâm devletinin vücudunun ortadan kal­dırılacağını, bütün dünyayı alan ehl-i Sâlihin ve ehl-i Kitâbın gerek yahudiler yoluyla, gerekse hristiyanlar yoluyla ne kadar İslâm’a düşman insanlar, fırkalar varsa iştiraken, hep el birliği ile bu İslâm’ı toplayan yegâne devleti parçalayıp, binbir parça ya­pıp her birinin üzerine birer reis ile birer hükümet yaparak, Peygamber sancağını da hapsettirip, Pey­gambere ait bütün emânetleri de hapsettirip, herkesi kendi başına buyruk yaparak İslâm’ı müdafaa edecek tek bir mercii ve baş bırakmadan, hepsini darmadağın edip cebâbire devri hâsıl olmuştur. Olacağını da, bundan bindörtyüz sene evvel peygamber haber vermiş, o devir, mülûkten sonra girmiştir.

İşte, bütün dünya üzerinde ahalisi Müslüman olan belki kırk belki elli devlet vardır. Lâkin bunların hiçbirisi, öteki­sine tabi olarak hareket etmemektedir. Herkesin kendisine ait bir yolu vardır, bir tutumu vardır. Bunların hepsi Müslüman oldukları halde her birileri kendini diğerlerinden farklı görmektedirler. Kendilerine göre kanunları ile nizamları ile kendi idarelerini düşünmektedirler. Al­lah’ın Müslümanlara olan ilk emri; Peygamberin san­cağını ve emanetini taşıyacak ve bütün insanlar üze­rinde hükmünü yürütecek tek bir başın, bütün Müslümanları kumanda etmesini vâcip, farz olduğundan gâfil olarak, hepsi günahkâr bir halde bulunmaktadır­lar. Bir milyar Müslüman vardır. Hepsinin üzerinde tek bir başın bulunması, Allah’ın emri ve farzıdır. Bunu kimse durduramaz. Bu Allah’ın emridir. Buna kimse hayır diyemez, derse günahkâr olur. Geçmiş ola.

Şimdi bu Müslümanların hepsi; «Biz bir tek baş istiyoruz, onu seçeceğiz» deseler, hangi devletin idaresinde iseler, devlet zaten hepsini sürgün eder hepsini de tüketir. Çünkü hiçbir devlet, bunu istemiyor. Hiçbir reis, diğer bir reisin emri altına girmeyi istemiyor. Aslen, bütün bu reisler üzerinde reislik yapacak vasıfları taşıyan bir şahsiyet, bir manevi kuvvet sahibi kimse meydanda zaten yok. Onun için onlarda emâneti teslim alacak zat gelinceye kadar bekliyor, şöyle böyle ellerinin altındaki Müslümanları idare etmeye uğraşıyorlar.

Lâkin Sübhânallah, Allah’ın hikmeti hiçbir memleket rahat ve huzur içinde değildir. Evet, hiç bir İslâm memleketi rahat ve huzur içinde değildir Allah’ın bu Müslümanlara verdiği cezâ olarak, her memleket kendi içinden ikiye bölünmüştür. Her mil­let kendi kendisiyle muharebe etmektedir, kendi kendisiyle çarpışmaktadır, bu hakîkattir. Evvel zamanda İslâm milleti düşman ile çarpışırdı. Onlarla çarpışarak şehit olup giderdi veya gâzi olurdu. Şimdi İslâm’ın emrinden dışarı kaldıkları için, bizzat her millet kendi içinden bölünüp dıştaki düşmanı değil de birbirlerini düşman tutaraktan, birbirlerinin kanı­na susamış hale geldiler. Birbirlerini öldürüyorlar. Dışarıdaki düşmanı bırakıp ta birbirlerini vuracak, öldürecek hale düştüler.

Peygamber-i zişân «Cebabire devri gelecektir» dedi. «O zamanda hiçbir yerde Allah’ın emir ve ya­sakları tatbik olunmayacaktır. O zamanda Müslü­manlar mahkûm vaziyette olacaklardır ve idarecileri Müslümanlığın idaresinde kendilerine yakıştıramayacaklar da, ya şarktan veya garptan, başka millet­lerin örf ve adetlerinden, ‘onların kendi nîzamların­dan biz de alalım’ diye alıp tatbîke çalışacaklar. Lâkin hiçbirini uygulayamayacaklar, çünkü uygun değil.»

Uygun olmadığı vakitte ne yapacak?

Bir adamdan bir adama kan verileceği vakitte bile hekimler kan grupları tutuyor mu tutmuyor mu diye kan gruplarını arıyorlar. Bir adama kan ve­receğin zaman, alelâde bir insanın kanı ona uymu­yor. Eh nasıl olur da başka milletlerin kanunu, on­lara uyan şeyler, bambaşka bir kabiliyette olan, bambaşka bir hilkatte olan, bambaşka bir yaratılışta olan bir millete tatbîk olunur? Asla olunamaz. Olunamadığı şimdi meydanda, millet karman çorman olmuş, ne haklı belli ne haksız belli. Ne «hakkımı ver» diyen adam hakkını bulabiliyor, ne «bana hak­sızlık yapıldı!» diyen kendisine haksızlık yapanın şer­rinden kurtulabiliyor.

Millet böyle bir hale düştü. Bunun sebebi o cebâbire devrini yaşatan kimselerin İslamdan uzak tu­tumlarının neticesidir. Onlar nazarında İslâm’ın vakti geçmiştir, İs­lâm’ın kanunlarının hepsi eskidir. Yâhu, İslâm’ın ka­nunları eski deyip İslâm’ın kanunundan evvel Roma kanunu okutuyorlar, Roma kanununu ana esas tutu­yorlar. Roma Hukuku İslâm’dan ikibin sene önce olan mesele. O nasıl eskimiyor da İslâm’ınki eski­yor? Veyahut İslâm’ın kanununun içerisinden bugün tatbik olunamayacak bir tek madde göstersinler ba­kalım. İnsanları idare için, Allah’ın göndermiş oldu­ğu kanunlardan bir tanesi, bugün insanlar için uy­muyor veyahut adil bir hüküm değildir denecek bir tek nokta göstersinler. Gösteremezler, göstereme­dikleri halde onu da söyletmezler.

§        Çıkın bakalım bu işin içinden dersek: çıkamazlar.

§        Çözün bakalım bu düğümü: çözemezler.

§        Halledin bakalım bu meseleyi: Halledemezler.

§        Peki, bize bırakın, biz halledelim: «Hayır, siz yapamazsınız» derler. 

§        Yahu bırakın bir tecrübe edelim bakalım: O da yok!

Ne diyor o zaman Peygamber (A.S.V.)

 «İşte o zamandaki insanlar ki, onlar ümmetimden dâvet olunan kimselerdir. İki fırkaya bölünerek birbirlerine musallat edilmesi ile orada Melhame-i Kübrâ’yı (En büyük harbi) meydana getirir.»[3]

Bundan 1400 sene evvel Peygamber (A.S.V.) haber veriyor; “o en büyük insan kıranının içinde yedi kimseden bir kişi sağ kalarak altısı dünyadan gidecektir.

 İşte o okun fırtınası için bu alet, bu bombalar, bu korkunç silah­lar îcâd olmaktadır. Onun için bu insanlık tükene­cektir, bu âlimler onu görüyor. Hâlbuki bu insanlık mahkûm edilmiştir. Mahkûmiyet Allah’tan ve Resulünden gelmiştir. Bu insanlar birbirlerini imhâ ede­ceklerdir. Bu, cezâdır.

Peygamber, yedi insandan altısının gidip birinin kalacağını bildirdi. 1400 sene evvel Melhame-i Kübrâ’yı haber vermiştir. O peygamber dünyanın iki fırka olacağını bilip söylemiştir. Alelâde bir insan olsa, bilir mi? Hadisi görmek isteyen; Buhâri ye de bak­sın, Muslime de baksın, Altı sahih kitabın hepsine baksın. Kitabü’l-Hikem de âhir zamanda olacak bü­tün alâmetleri peygamber söylemiştir. Bu muharebe­nin olacağını da söylemiştir. Bu muharebesi, Ameri­kan ve Rus’un arasında ve onların yanlarında olan milletlerin de beraber birbirleri ile olan bu çarpışma muhakkak olacaktır. Bu kaçınılmaz bir meseledir. Ellerinde olan silahları da kullanacaklardır ve bu âlem tedvîr olacak, bu ümran harabiyete dönecek­tir. Bu insanlar, kitapta olan zulmü kendilerine şiâr edinmiş olan insanlardır.

─ En büyük zulüm nedir?

En büyük haksızlık bu kâinatın sahibini, bu kâinatın yaratıcısını inkâr etmektir. Bu insanlar mahkûm ola­caktır. Mahkûm olan bu kadar insan vardır. Yediden bir kişi sağ kalır, onlar kalplerinden zulme ve haksızlığa karşı daima isyan eden kimseler­dir. Kalplerinden zülüm ve haksızlığa isyan eden kimseler o zamana yetişecekler. Bu dünyada ya­şayan her insanın hakkı vardır. Lâkin bir insan bü­tün insanların haklarını gasp edemez. Herkes kendi hakkına râzı olacaktır. Bu dünya bir insanın olamaz, bir grubun olamaz, bir milletin olamaz. Allah (Azze ve Celle), bu dünyayı insanlık için yurt kılmıştır ve her­kes hakkına râzı olacak, komşusuna tecavüz etme­yecek, hakkı gözetecektir. Gözetmedikleri takdirde haksız olanları, zalim olanları, birbirlerine düşmanlık yapanları Allah (Azze ve Celle),  gelecek olan fırtınanın içinde hepsini süpürecektir. İşte bu bombalar, o fırtınaya ha­zırlık, o ölüm fırtınasına hazırlıktır. Öy­le otuzüç âlimin, kırk âlimin, milyon âlimin itirazıyla geri duracak, bu silah yapılmayacak değildir. Bu iş ileri gidecektir.   Çünkü onu Amerikan îcâd etmese de Rus îcâd etmiş olsaydı,  Amerika’nın âlimleri kal­kıp aman atma, yapma! Diyeceklerdi. Şimdi Allah (C.C.) bu tarafa fırsat vermiş, bu taraf fırsat verdiği cihetle şimdi bunlar Aman etme! Yapma! diyorlar. Çünkü bunun korkunçluğu kendi ellerindeki silahtan daha fenâ.

Şimdi bize lüzum eden Hakk tarafına meyledip, kalpten zulüm ve teadiyi kaldırmak, herkes için Hak­kı itiraf etmek lâzımdır. Bu muayyen zümreler için değildir, herkesin hakkı vardır. Beyazın hakkı vardır, karanın hakkı vardır.

Her hareket ve sükûnun bir fayda meydana ge­tirmesi matlubdur. Faydasız iş ve hareket malayâniden sayılır, malayâni yasak olan bir iştir. Mü’min olan, inanan bir kimsenin malayâniden uzak olması lâzımdır. Faydasız iş ve hareketi bırakmak imanın şânındandır. Binaenaleyh Cenabı Allah’a niyâzım şudur ki, bu sözlerimiz ümmete bir fayda versin.

Mü’min olan kimse iman dairesine girdiğinden itibaren bütün insanlığa faydalı olmak niyeti ile o daireye kabul olunur. İman eden her kimse gerek kendine, gerek muhitine, gerek bütün insanlığa fay­dalı olmak üzere kendisini hazırlayan ve takdîm eden kimsedir. Mü’min bütün tavır ve hareketleri ile insanlığa faydalı olan bir kimsedir. Mü’minden insan­lığa fayda gelir, zarar gelmez. İnsanlardan zararını menetmeyen kimse mümin sayılamaz. Evvela kendi şahsında zararı menetmeye, ikinci olarak başkaları­na zararı menetmeyi çalışmak mü’minin şanıdır.

Bizim her hareketimiz ve sözümüz bir faydaya vücud vermelidir. Bizim vazîfemiz hatırlatmaktır, teb­liğdir. Tebliğden ileri bizim elimizde bir şey yoktur. Tatbikata herkes kendi şahsında memurdur. Kendi­sine tebliğ edileni tatbik etmek dinleyicinin vazîfesi­dir. Aslında bütün peygamberler de tebliğe memur kimselerdi. Ümmetleri, tatbikata memur kimseler de onların yanındadır. Dünyada hak ve bâtıl olan iki şey mevcuttur;

ü     Bir hakk olan yol,

ü     Bir de bâtıl olan yol vardır.

 Hakk olan yolda bulunan kimseler, hakkı kabul edenlerdir. Her­kesin hakkı vardır. Bu dünya, Allah’ın (C.C.) kulları­na muayyen bir süre içerisinde, muayyen bir zaman­da bulunmaları için ve ondan istifâde olmaları için kurulmuş olan bir yurttur. Binaenaleyh bu dünyada herkesin hakkı vardır. Yurt Allah’ın, ziyafethâne Allah’ın, kul Allah’ındır. Buraya gelen kimseler kendilerini bu misafirhanede hakları olduğunu kabul ettik­leri gibi herkesin aynı sûrette hakkının bulunduğunu kabul etmeleri lâzımdır.

Bu âlemde bir zümrenin, bir sınıfın, bir tâifenin dünyadan istediği gibi istifade edip sâir kimselerin mahrum kalmaları olamaz. Bir sınıf haklı diğer sınıf haksız, bir sınıf hâkim başkaları mahkûm olamaz. Bu âlemde yaşayan her insan;

v    Rengi ne olursa olsun, cinsi ne olursa olsun,

v    İster beyaz ırk, ister sarı ırk, ister kırmızı ırk olsun,

v    İster kadın ister erkek, ister genç ister yaşlı olsun,

v  İster okumuş, ister okumamış olsun,

v  İster mümin ister kâfir olsun,

v    İster Türk, is­ter Arap olsun,

v    İster sağcı ister solcu olsun,

Bütün insanlığın insan olarak, bu dünyada hakları vardır. Allah (C.C.) gönderdiği hak nizamında her şeyden önemli olan bir hak ve hukuktur. İslâm'a dâvet olu­nan her kimse evvelâ hakkı dâvete kabul olunur. Evvelâ Cenabı Allah’ı kabul eden kimse­nin, onun kullarının her birine ait olan haklarını da kabul etmeleri lazımdır. Onun içindir ki, İslâm’a ilk giren kimseye;

“Kendi hakkını nasıl gözetmek ve göze­tilmek istiyorsan başkalarının hakkını da öyle gözet­meye ve gözettirmeye mükellefsin”

Diye teklif olunur. O da böylece İslâm dairesinden içeri girer. İslâmi­yet Allah’ın (C.C.) dinidir. Hak sahibinin hakkını vermekle korunmuş, bu esas üzerinde yükselen binadır, İslâmiyet.

─ Bu esas üzerine adaletin zirvesi ne­dir?

Haklı olana hakkını vermek, haksızlık yapana da müstahak olduğunu vermektir. İslâm’ın getirmiş ol­duğu adalet bundan ibarettir. Bunun içinde başka bir dinin üzerinde yükselecek bir kâide bulamazsın. Her sınıfın, her şahsın hakkı vardır. Bir sınıf haklı olacak, her şey onun elinde bulunacak, ondan maadası ona mahkûm olacak, böyle bir şey olamaz. İn­san, kâinatın içerisinde şerefle yaratılmış, kâinatta şeref makamı kendisine verilmiş olan mahlûktur. Al­lah’ın (C.C.) şereflendirdiği bu şerefin üzerinde baş­ka bir şeref düşünülemez. Bu insanlığa verilmiş bir şereftir.

İnsanı şerefsiz yapan nedir?

İnsanı şerefsiz ya­pan, şerefi düşüren, kendi hakkına râzı olmamak ve haksızlık yapmaktır. O zaman ona müstahak olduğu­nu vermek lazımdır.

İlk halife olarak Hz. Ebu Bekir (R.A.), Peygambe­rimizden sonra mukaddes emaneti teslim alıp hut­beye çıktığı zaman şöyle buyurdu:

«Bugün en iyiniz olmamakla beraber, bu vazifeyi yüklene­rek buraya çıkmışım»

Sıddık-ı Ekber, kendi yanında halktan en iyisi idi. Hakken o makamda duruyordu. Lâkin kendi yanında, kendisini iyi görmeden, “en iyi­niz olmamakla beraber” diyor. Kılıç elindeydi, kılıç alma­dıktan sonra bu iş lafla yürümez. İslâm’ın kılında beraber yürüdüğü vakitte, İslâm hakkını bulmuştur. Kılıç İslâm ile beraber yürümediği vakitte, İslâm hak­kını bulmamıştır. Onun için bu din, bu esas üzerine kurulmuştur. Kılıç olmaksızın, sözle bu din yürüye­mez. Dinin yürümesi zahiri kuvvetin refakatinde, be­raberliğinde olacaktır.

Bir cemaatin içinde zayıf ta var kuvvetli de var. Zayıf dediğimiz vakit, zâhirde bir kuvveti olmayan ve mâli kuvvete mâlik olmayan kimse. Kuvvetli ise, pazusu kuvvetli olan veya malı mülkü olup, mal-mülk ile kendisini kuvvetli hisseden kimse demek­tir.

─ İslâm’ın vazîfesi veya devletin vazîfesi nedir?

İslâm'ın vazîfesi, zayıfı kuvvetliye ezdirmemek; za­yıfın elde edemeyeceği hakkını elde edip ona teslim etmek, bu hakkın zâyi olmasını önlemektir. Devletin vazîfesi bundan ibarettir. Devletin gücü zayıf olan kulların üzerinde olacaktır. Zayıflar eziliyor mu, yok­sa himâye var mıdır? Devlet zayıfları himâye edecek­tir. Kuvvetlinin zaten arkası kuvvetlidir. Sen zayıfı kayırmadığın vakit senin devletinin itibarı olamaz. Mazlumun hakkını zâlimden alamayan devlet, dev­let sayılamaz. O, muhakkak zevâle mahkûmdur. Dinin esasını mübhem olarak Sıddık-ı Ekber ilân ediyor:

«Ey sahâbe-i kiram, Ey ümmeti Muhammed; sizin içinizde hak talep eden zayıf, hakkını bulunca­ya kadar en kuvvetlinizdir. Bütün kuvvetimle onun hakkını alıncaya kadar onunla beraberim. Devlet onunla beraberdir. Kendisini kuvvetli sa­yan ve hakkı gasbeden kimse, gasp ettiği hakkı bana teslim edinceye kadar, benim nazarımda, hükümetin, devletin nazarında en zayıf olanınızdır. Bütün kuv­vetimle onun üzerinde döneceğim, böyle biliniz. Zayıf mahzun olmasın diye, meyus bulunmasın diye bütün kuvvetimle yanındayım » di­yor.

 Devlet ola­caksan böyle olacaksın. Hak sahibinin zayıflığına bakacak değilsin. Za­yıfı kayıracaksın, hakkını hak edeceksin. Bu insanlardan hiçbir kimse lüzumsuz yere karıncayı da incitmez.

 Koskoca sultanû'l ârifîn, Beyazıd-ı Bestâmi Hazretlerine hitap geldi.

─ Kimden?

Bir karıncadan. Bir yerden geçerken, bir karıncanın ayağını ezip geç­miş. Sonra «Al­lah’ın huzuruna takdîm olunacak iki rekât sağlam bir namaz kılayım» diyerek niyet yapıp iki rekât kıldıktan sonra Hitâb-ı Rabbanî geliyor;

«Ya Tâlip! Zulüm ile ibadet bizim kapımıza uğramaz.»

 «Aman Yâ Rabbi, ne gibi bir zulümde bulun­dum?» diye kendi ahvâlini teftiş etmiş, bir türlü bu­lamamış. Aczini izhâr edip:

 «Yâ Rabbi! Sen bilirsin.» O zaman,

«Yâ Beyâzıd! Filan vadiye in, orada sen zul­münün hakîkatini bilirsin.»   Oraya yaklaştığı vakitte, o karıncayı böyle bir tarafını ezmiş, yerde buluyor. Onun Rabbü’l Melâini, kulağına geliyor:

«Ya Beyâzıd! Sen daha bastığın yeri bilemeye­cek haldeyken ben Rabbime terte­miz ve makbul olacak bir namaz kılayım diyorsun. Sen daha ayak basacak yeri bilmiyorsun. Neyin üze­rine bastığını bilmiyorsun. Allah’ın bir zayıf mahlûkunu çiğneyip geçiyorsun. Ona dikkatin yok, nasıl oluyor da sen o dava ile Allah’ın huzurunda duru­yorsun. O malzeme, o zülüm boynunda iken, ya Beyâzıd!» diye hitap geliyor.

Bu vicdan sahiplerinin vicdanını titreten meseledir. Allah’ın mahlûkatına karşı sen de onları incitecek sıfat varken sen iman dâiresine giremezsin. Ancak intikam dairesinde duran adam olursun. Her an içinde bir intikam oku, o kimseyi vurmaya hazırdır, emniyet yok. Evet, hak bu derecede gözetilecektir.

Bugün dünyanın içinde bulunduğu keşmekeş ne ile önlenebilir?

Herkesin hak ve müstehakını bildire­cek, gösterecek bir zatın meydana gelmesi ile mümkün olur. Yani bu hazır olan insanlığın üzerinden yükselecek.

Ne ile yükselecek?

Tayyare ile değil, roket ile değil, bu insanlığın ufkunda duracak manevi yükseklikte olan bir zâtın bu insanlığın haklarını ve müstehaklarını onlara göstermesi, bildirmesi ve kabul ettirmesiyle bu dünyanın hali düzelecektir.

Nasreddin Hoca’nın bir hikâyesi vardır. Nasreddin Hoca’nın kadılık ettiği günlerde adamın biri yanına gelmiş. Adam, komşusundan şikâyetçiymiş. Mahkeme huzurunda derdini anlatmış. Cennet Mekân Kadı Nasreddin Hoca, (k.s.), adamı evvela güzelce dinledikten sonra:

“ Haklısın!” diyerek göndermiş.

Biraz sonra adamın şikâyetçi olduğu komşusu çıkagelmiş. O da az önce gelen komşusundan şikâyetçi olup derdini anlatıp, hakkının verilmesini istemiş.
Hoca onu da güzelce dinlemiş,

“Haklısın!” diyerek onu da yollamış.

Mahkemeyi takip eden Nasreddin Hocanın hanımı dayana­mamış perdenin arkasından seslenmiş,

“İlâhi hoca efendi, nasıl hükmediyor­sun? Davacı haklı, dava olunan da haklı olduktan sonra böyle mahkeme mi olur, iki tarafı da haklı bulmak olur mu?”

Hoca, bir süre düşündükten sonra ona şöyle demiş:

“Hatun, sen de haklısın!”

Hakikaten haklı olan, iki tarafında haklı olmasının haklı olamayacağını söyleyen taraf­tadır. Şimdi bu dünyada öyle bir keşmekeş hüküm fermandır ki, hâkimlik yapmaya duran kim varsa iki tarafı dinleyince sen de haklısın, sen de haklısın de­meye mecbur oluyor. Hiçbir taraf haksızlığını kabul etmiyor. Herkes haklı! Yahu, herkes haklı olursa niye işler düzelmiyor? Demek ki haksız olanlar var.

Peki, bu haksız olanı nasıl meydana çıkaracağız?

Şimdi elde olan kanunlarla, elde olan mahkemelerle haklı ile haksızı ayırt etmeye im­kân yoktur. Bu mümkün değildir. Bu pek dakik olan bir adalet sistemine muhtaçtır ki, kılı kırka yararak haklıyı çıkarsın, haksızı da kulağından tutup terbi­yesini versin, müstehakını versin. Şimdi, yeryüzün­de bunu icrâ edecek bir adalet mekanizması olamaz, kalmamıştır.

İnsan, bütün yaratılmışların içinde ruhu itibariyle en şerefli olduğu halde nefsi itibariyle de en korkunç olan, en cüretli olan mahlûktur. Binaenaleyh, insanlar ruhâni cihete ne kadar meyl-i muhabbet gösterebilirlerse, o meyl-i muhabbet nisbetinde yük­selebilirler. Nefsaniyetlerine mağlup olup ta o cihetten hareket ettikleri sürece de boyuna düşüş kaydederler, alçalırlar. Alçaldıklarına bir kıyas, al­çaklıklarına bir ölçü bulunamayacak derecede düşüş kaydederler. Binaenaleyh insan Allah’ın (C.C.) yeryüzünde adalet ve menfaatini temsîl etmeye ve tat­bik etmeye memur bir varlık olduğu halde, bugünkü günde yaşayan insanların ekseriyetleri kendi nefsâniyetlerinin esiri olaraktan adâlet ve merhamet sıfat­larından tamamıyla soyulmuşlardır. Çok insanlara dikkat ederseniz hareketlerinde adâlet ve merhamet sıfatlarından bir eser göremezsiniz. Tamamıyla so­yulmuşlardır. Bunun neticesi olarak bütün dünya birbirlerine karşı amansız bir mücadeleye düşmüş bulunuyorlar.

Peygamber (A.S.V.) bunun vukûnu 1400 sene evvel haber vermiştir. Kur’ânı Kerimde Allah (C.C.), peygamberine ümmetleri hakkında insaf ve iman dairesinden çıktıkları ve haddini aştıklarında, onları terbiye için üzerlerine gökten azap indirebile­ceğini, buna kadir olduğunu bildiren âyetleri indir­diği zaman Efendimiz (S.A.V.):

«Aman ya Rabbi! Benim ümmetleri­min üzerlerine gökten azap indirerek helâk etme.» Azabın şiddetini düşünüyor.

«Etmem ya Habibim!» diye cevap geliyor. Lâ­kin yine Rabbimiz:

«Ümmetlerin hadlerini taşırdığı zaman zu­lümde müteaddide, son hadde vardıkları zaman on­ları yine terbiye ve tenvir için ayakları altlarından da bir azap göndermeye de kadir bulunuyorum» diye buyurdu.

Efendimiz (A.S.V.) «Aman ya Rabbi! Senin azabın şiddetlidir. Ya Rabbi! Onları yer altından gele­cek, ayakları altından gelecek bir azapla helâk etme »  deyince o zaman Cenâbı Hak (C.C.) onu da kabul ey­ledi;

«Ben onları ne başları üzerinden, ne ayakları altından bir azap ile helâk etmem.   Lâkin Ey Habibim!  Onlar hak ve hududu aştıklarında küfür ve tuğyanda son dereceye vardıklarında onları bıraka­cak değilim. Yine onları terbiye için,    tenvir için o zamandaki insanları fırka fırka yapacağım. Onları birbirlerine zıd olan zümrelere böleceğim ki; onlar zıd görüşle birbirine zıd fikirlerle, birbirlerine aman­sız düşman kesilecekler ve merhametsizce birbirleri­ne saldıracaklar ve birbirlerini tenvid ve tenzir ede­cekler,  helâk edeceklerdir.»

 «Yâ Rabbi! Senin hükmün yerini bulacaktır. Cezâlarını birbirlerinden bulmaları ehvendir, Ya Rabbi!diyor Peygamber (A.S.V.).

    Onun için ümmetin arasında bu büyük ve bir­birine zıt görüşler, zıt duygular,  zıt hareketler tâ kıyamete kadar devam eder ki, cezalarını birbirleri­nin elinden bulsunlar. Doğrudan doğruya azap ile Cenabı Hakk onları helak etmeyeceğine dair teminat vermiş lâkin birbirlerinin elinden bulsunlar diye de ferman buyurmuştur.

Şimdi, Allah (C.C.) kelâmının gün ve gün meyda­na çıktığı bir zamandayız. Görüyorsunuz, bugün is­tisnasız her memleketin içinde birbirine zıt olan gö­rüşler vardır. Bırakınız İslâm olmayan ülkeleri, İs­lâm olan ülkelerin içinde aynı milletlerin fertleri, bu­gün birbirlerinin boğazına sarılıyor, birbirlerine düş­man gözüyle bakıyor, birbirlerini tüketmek hırsıyla doluyorlar. İşte bu bizim aksi hareketlerimizin neti­cesi olarak gelen bir cezâdır. İlâhi bir cezâdır bu, ön­lenemez. Çekiyoruz ve çekeceğiz.

Ne zamana kadar?

O büyük muharebe çıkıp o büyük kıranla bütün insanlar birbirlerini kırıncaya kadar. O üç ay kadar devam edecektir. O Melhame-i Kübrâ denen, hadislerde geçmiş olan en büyük muharebe üç ay devam edecektir. Sonra onu dur­duracak.   Çünkü küçük devletler muharebe ederse büyükler dur der,  durmaya mecbur olurlar.

Peki, büyükler tutuştuğu vakitte kim durduracak?

 Küçük­lerin mesâbesi okunmaz. Büyükler toslaştığı vakitte, birbirlerine tosladıklarında onları durdura­cak kim var? Zâhirde hiç bir kuvvet yok. Dünya üzerinde hiçbir kuvvet yok. Lâkin dünyalara hükmeden insan­oğlunu, yeryüzünde mahkûm eden ilâhi kuvvet vardır. O daha kendisini belli etmeden duruyor.

Neden?

Şimdi belli etmeye lüzum yok. Kendi kudretini taşı­mış olduğu ilâhi kudreti, o büyük harbin en kızıştığı zamanda,  insanoğlunun bu elindeki îcâd etmiş olduğu silahları ile en iftihar ettiği, zirveye ulaştığı bir zamanda onların kuvvetlerini sıfır yapacak kuvvetle o kendisini meydana atacaktır.  Ne kadar ken­dini büyük gören insanlık varsa ki, bu asırda yaşayan insanların hepsi kendi tabî ha­cimlerinden çık­mışlardır. Tabî hacmimiz, bir iki metre lâkin her birimiz ken­dimizi kâinatı dolduruyor gibi görüyo­ruz. Bu asırda yaşayan insanlar o kadar gurur ve kibr-û azâmete bürünmüştür.

Neden dolayı?

Îcâd etmiş oldukları üç beş aletten dolayı. Bunların elindeki kuvvet üç beş aletten fazla değildir. Allah’ın (C.C.) kendilerine fırsat vererek buldukları bu silah­ları, bu kuvvet gösterileri üç beş kalemden ibarettir. Bunlarla gururlanıp şimdi yeryüzünde yaşayan bu insanlar Ay’a da çıkıyoruz, göğe de çıkıyoruz diyerek çıktıkları yere kadar kendilerini büyük görüyor­lar. Bu boş gururlarını,   akılsız büyüklüklerini yıkmak için bir tekbir alacaktır, «Allahu Ekber, Allahu Ekber, Allahu Ekber» deyip tekbir almakla, bütün insanlığı, bir lahza içerisinde kendi hacimlerine indi­recektir. Tabî o insan­lar olmayınca yeryüzü de kalmayacaktır.

Hakîki Kibriyâ, azamet ve kudretin Allah’a (C.C.) âit olduğunu ilân ettiği vakitte, Allah’ın (C.C.) ona aşıla­yacağı o nefes-i kudsiyye ile ki o kudsî nefesle İsrâfil bir üfürmede bütün kâinatı yıkacaktır, bitirecektir. Allah (Azze ve Celle) vaktin sahibi olan Hazreti Mehdî’ye o cinsten bir nefes aşılayacaktır ki, o tekbiri aldığı anın­da, bütün kâinatta gurur ile başkaldıran insanoğlu­nu müteberriz, kendi hacmine düşürecektir.

Nasıl düşürecek?

Ellerinde olan bütün silahların salâhiyeti ellerinden alınacak işlemez hale gelecek. Akılları, fikirleri, hepsi, bütün alet, edevatların hepsi kül olacak. Allah’ın (C.C.) azameti ora­da zâhir olacak.  Allahu Ekber! İşte, bu kuvvet, bu bir tekbirin üzerindedir. Al­lah’ın (C.C.) kendisini temsil edecek olan zat, Vaktin Sahibi, bu tekbir ile bütün dünyadaki bu gösteriş kuvvetlerinin hepsinin canını alacaktır. Bunların si­lahlarının hepsinin Azrâili; Allahu Ekber, bu lafız­dır. İşte buraya dayanıyor.

Şarkta ve garpta tüketmeye mü­kellef olarak tâyin olan o Sahip meydana çıkıp o tekbiri aldığında; bu cebâbirleri, cebbar olan kimseleri, bütün insanlı­ğa muzır olan kavmi, üç ay zarfında bütün şiddeti ile devam edecek olan insan kıranını anında bitiverecektir.

İşte şimdi büyük devletler horozlar gibi saldırmaya hazırlanıyor. Allah, irade eden O. Bu, önlenemez. Bu hareket, bir gün, sabaha veya akşama beklenmektedir. 1398 senesinin son günlerin­de bulunduğumuz şu andan 1400’e kadar tecrid seneleridir deniyor. Bu iki sene, üç sene tecrid,

·        İnsani­yeti edep dairesine çekmek için,

·        Fazla yükselen baş­ları indirmek için,

·        Çok büyüklenenleri kendi hacim­lerine indirmek için,

 Olacak olan tecrid hareketleridir. Ondan sonra yeryüzünde kalacak olan insanlar, tes­lim olan ve o zamandaki tecelliye hazır olan saadetli zümre bir olacaktır.

Attıkları toplarla, zehirli bom­balarla bütün yeryüzünü zehirleseler bile, yeryüzü ne kadar zehir olsa da, o muhafaza edilmesi ya­zılmış olan, kalması mukarrer olan kimselere o zehir dokunamaz. Ondan sonra, o tekbirin bereketine yeryüzünde o zehirlerin eseri de kalmayacak, onun tesirini de sıfıra getiriyor. Tekbir silahları mahvettiği vakitte onların tesiri mi kalacak?

Şimdi bunların hesabına göre, “kaç sene insan yaşamaz, kaç sene ot bitmez, kaç sene bilmem ne olmaz” bunların hesabı o. Bizim hesabımız böyle başlar. Yalnız onların hesabı mı yürür? Başka he­sap da var.

 Başka hesap?

Allah’ın (C.C.) tarafında olanların hesabı var. Bir tekbirle bu yeryüzünde, o silahları da, on­ların tesirini de sıfır edecek. İşte o vakit, o tevhidin sesi meydana çıkar. Üç ayın içinde, insanlardan giden gidecek kalan kalacak. O kalanlar o zaman hakîki, ilâhi adaletle tevzîn olunmuş bir dünya bulacaklar. Bu dünya kurulalı görülmeyen, bilinmeyen, bulunmayan günler ve nurlara erişeceklerdir. O günlere erişmeye arzu eden kimseler bir defa en evvel kalplerinde zulmü kötü niyet ve başkalarına zarar vermek ahlâkını atmaları lâzımdır. O bir kimsenin kalbinde,

·     Herhangi bir şeye karşı bir zarar yapmak,

·     Kötülük yapmak,

·     Kötü bir iş yapmak,

·     Kötü bir iş işlemek,

·        Ve zulme meyil bulunuyorsa,

O günlere yetişemez. Muhakkak onların üzerine ilâhi intikamdan bir ok dönmüştür. O çarpacaktır. İsterse yedi düvelin ordusu onu muha­fazaya gelse o muhafaza edilemez. Allah (C.C.) Kur’an’da bildirmiştir:

وَقُلْ جَاء الْحَقُّ وَزَهَقَ الْبَاطِلُ إِنَّ الْبَاطِلَ كَانَ زَهُوقاً

«Ve kul câe'l Hakku ve zehakal batıl, inne’l Bâtıla kâne zehûka»[4]

«Hak geldi, bâtıl mahvoldu. Bâ­tıl aslında mahvolmaya mahkûmdur.» Bâtıl kalamaz, bâtılın devamı yok. Devam Hakk’ındır, minel evvel ilelebet.

Şimdi insanlar iki kutba doğru dağılmakta, iki kutup etrafında bir toplanma görünmektedir. Bir kıs­mı Hakk kutbunun etrafında toplanmaya başlıyor ki, onlar haksızlığa isyan edenlerdir. O isyanını meydana veremeyenler, işte onlar Hakk kutbuna doğru kaymaktadırlar ve o kutbun etrafın­da toplanıyorlar. Bir kimseye, haksızlığa isyan etmek yeter. Lâkin onu kuvveden fiile çıkarmaya imkân yok. Bu fazîlet o adam için yetişir.

Bir de hakkı çiğneyenler, haksızlığı kendilerine meslek edinenler, mezhep edi­nen, din edinenler vardır. Herkese zarardan doy­mayanlar vardır. Yalnız kendisini düşünüp başka­sından kendisine hiçbir alaka görmeyip başkaları ne olursa olsun yalnız kendi nefislerini düşünenler, onlar batılın kutbuna doğru kaymaktadırlar. Onlar, batılın et­rafında şuuru olmaksızın o tara­fa kayıp toplanmaktadırlar. Binaenaleyh hıfz-ı emân, Hakk ve Hakk’ın etrafın­da toplananlar, Allah’ın (C.C.) kudret elinin altında mahfuz bulunacaklardır. Diğerleri tamamıyla inti­kama kendilerini mâruz bırakıyorlar. Bunlardan hiç birisinin kurtarılmasına imkân ve ihtimal yoktur. De­diğimiz gibi dünyadaki bütün askerler onlardan bir tek ferdi gözetmeye memur olsalar kadir olamayacaklar. Mahkûm olanlar da gidecektir, kalben on­larla beraber olanlar da gidecektir.

Cenabı Allah şimdi kulların kalplerine bakıyor. Bizim birimizin söylediğine veya yapmacık hareketlerimize de bakmıyor. Allah (C.C.) doğrudan doğru­ya kulun kalbine bakar. Ne tarafı gösteriyor?

Ø   İşareti Hakk tarafına mı?

Ø     Yoksa haksızlığa, zulme doğru mudur?

Hak tarafına oldu ise, yetişir, himâye olu­nacaktır. Haksızlığa, zulme doğru ise imkân yok. Hakk’ı arayalım ve Hakk’a tâbi olalım, haksızlığa tâbi olmayalım. Haksızlık en büyük münkirdir.

Bizim ilim sahiplerinin cemaatlerine, bu millete ilk öğretecekleri şey nedir?

İnsanların hepsinin birer hakka sahip olduklarını onlara telkin etmektir. Vaizin nasihatlerin aslı insanlara hakkaniyeti öğ­retmek olacaktır. Biz insanların fik­rine her şeyden önce hak ve hakkaniyetine ve ona riayeti yerleştirebilirsek, bu insanları Hakk yoluna çekmeye muvaffak oluruz. Çok kimselerin dünya ve âhiret saadetlerine mazhar olmalarına sebep oluruz.

Bu gün herkes Hakk’ı arıyor gibi görünüyor, lâkin Hakk’ın ne olduğunu tarif edemiyor, tarifini yapamıyor. Hakk nedir, bunu bu milletin dimağına girdir­mek lâzımdır. Başka şeyi bırak, hiçbir şey teklif et­me.  Ve Minallahi Tevfik.