hakkani1
Şeyh Muhammed Nazım Adil el-Hakkani
K.S.
Sohbet l
1974, İSTANBUL
بِسْــــــــــــــــــــــمِ اﷲِارَّحْمَنِ ارَّحِيم
Eşhedüenlâilâheillallah ve eşhedüenne Muhammeden abduhû ve resulûhu.
İşte bu, Estaizübillâh:
« ve men dehalehu kâne amina ve lillâhi alen nâsi…» [1]
وَمَنْ دَخَلَهُ كَانَ ءَامِنًا وَلِلَّهِ عَلَى النَّاسِ
«… men dahale hısnî emine’l azâb »
Hem âyet-i kerîme, hem hadîs-i kudsî. Bu kelime-i şahâdet, ümmet için, bütün ben’i âdem için emn-ü eman dairesidir ki Ve men dehalehu kâne amina: Bu daireden içeri girene emn-ü eman var. Alel ıtlak, o hiçbir şey kendisine tesir etmeyen daireye girdi.
Lâ ilahe illallah hasni; lâ İlahe illallah kelâmıdır.
Vemen dahalehu kane aminen; Allah-u Zülcelâl, “o kelamdan içeri girene emn-ü eman verdim” diyor. O kal’adan içeri girdikten sonra, o kal’anın içindeki adam emin olur.
─ O kimin kal’asıdır?
Allahû Zülcelâl bizzat kendisine nispet edip söylüyor: “Benim kal’amdır.” O Allah’ın kal’asının içerisine girip, Allah’ın emn-ü emâna koyduğu kulu oradan çalacak kim olabilir? Kimde salahiyet var? Bir iblis değil, kâinattaki zerrât miktarında, adedinde ebalise, ins ve cinnî ile beraber şeyâtîn mevcut olsa; o kal’adan içen giren kimseyi dışarı alamaz, bitti. İster şaka yoluyla söylensin, ister ciddi söylensin Lâ ilâhe illallah dendi, bitti. Bu, mühim meseledir. Zahire bakma, “oraya batmış, şuraya batmış” deme, Lâ ilâhe illallah dedi mi, bitti. Allah-u Zülcelâl, “Ben’im kal’amdır, bir defa ben onu aldım” diyor, itiraz edecek adam var mı? Dışarı çıkartmaya ne hak ve salâhiyetimiz var. Manası açık;
« ve men dehalehu kâne amina ve lillâhi alen nâsi…»
Bir kerre söyledi mi, isterse şaka yoluyla söylesin, bitti. Şakayla tetik atan adamın attığı kurşun vurmaz mı? Öldürmez mi?
“Yahu ben şakayla tetiğe dokunmuş idim!”
Şaka diye vurmadan, tesirini göstermeden kurşun kalır mı? Sen ne zannettin lâ ilâhe illallah demeyi? Peygamber-i zîşan’ın lâ ilâhe illallah dediği bir tevhidini, mizanın bir kefesine koysalar, bütün ümmeti Muhammedî’nin ve onunla beraber bütün geçmiş ümmetlerinin hepsinin günahını öbür kefeye koysalar; tüy gibi tartar, hiç ehemmiyeti kalmaz. Daha Peygamber-î zîşan o mizana nelerini koyacak. Peygamberi ne zannediyoruz? Peygamberi bizim gibi zannediyoruz. Daha peygamberi tanıyamadık.
İmam el Busayrî (Rahimehullah) Hazretleri[2], onunla bizim aramızdaki farkı fikrimize bir parça yaklaştırabilmek için bize en ednâ bir tabir yapmış,
Bismillâhirrahmanirrahîm,
“Muhammedün beşerün veleyse kelbeşeri, bel-hüve yakutun ve'n-nasü kelhukerü.”
O da beşerdir. Yakutta taştır amma çakıl taşlarının arasında yakut taşının kıymeti neyse, öteki beşerin arasında da en edna olaraktan, o peygamberi öyle bil.
─ Yakut ile kara taşın arasında ne fark var?
O peygamberin beşer oluşu ile senin beşerliğini, yakut ile ne kadar kıymet farkı varsa, sende öyle bil” diyor.
DUA
Hiçbir şeye mâlik olmayan, kendi nefsi üzerinde hiçbir hükmü olmayan abd’ler sıfatı ile senin bâbına geldik ya Rabbi! Senin kapına talip olarak yöneldik ya Rabbi, hepimiz Senin inâyetine, senin hidâyetine muhtâç olarak hem ellerimizi, hem kalplerimizi sana açarak geldik ya Rabbi! Senin bâbına gelip el açanları, gönül açanları boş geri çevirmeyen Mevlâ’mız Sensin. Habîbin hürmetine, habîbin ümmetlerine tahsis buyurduğun mânevî olan mâidelerden bize lütfeyle.
«Allahümme elhimnâ ruşdenâ ve iznâ min sururî enfüsinâ.»
Habibinin bu duası ile senin huzuruna geldik ya Rabbi! Bizi rüşde, hayrın kemâline, Senin kulluğunun şerefine ulaştıracak ilhamdan bizi mahrum eyleme ve bizi nefsimizin şerrinden sakla ya Rabbi! Aczimizi ikrar ederek senin kapına geldik; Sen, huzurunda aczini ikrar edenleri seversin. Sen kapına boş gelenleri seversin, sen kapına yoklukla gelenleri, varlıkla şenlendiren Hakk’sın. Ya Rabbi, burada bulunan kullarını toplayan Sensin, toplatan Sensin, söyleten Sensin, dinleten Sensin, bizi dinleyicilerden kıl ya Rabbi! Dinleyip de en iyisine tabi olanlardan kıl ya Rabbi! Bizim lisanımızı sen doğrult ya Rabbi! Ya Seyyidî. Ya Resûlullah medet, medet ya Sultanû’l Enbiya, medet ya Resûlullah, sizin şefkat ve şefaatiniz olmadan, o ezelî inayet kimseye ulaşamaz. Sizin huzurunuzda da sizden şefaat dilenerek geldik ya Ekreme’l Halkallah. Ey bütün mahlûkatın içerisinde lütfü kerem denizi olan şanlı Nebi! Bize şefkat, şefaat nazarınızdan lütfen bir nazar kılınız. Esselatü ve’sselamu aleyke ya Seyyidî, ya Resulûlah.
Ya seyyidenâ, ya tabîbe’l kulûb, ya hayate’l vücud, ya sâdatinâl kiramu cemîa.
Bu beldede tasarrufa müvekkel olan zat, size de teveccüh edip sizden de destur talep ederek burada hazır olan cemaate lüzum eden mâideyi talep ediyoruz. Evvela kendi nefsime ya Seyyidenâ, sonra huzuruna,
“Eşhedüenlâ ilâheillalah vahdehu lâ şerikeleh ve eşhedü enne seyyidenâ Muhammeden abduhu ve habibuhu ve resulûhu (S.A.V), Mevlânâ hadiynâ kelimeteyni şehadeten indeke ya rasullullah.”
İmam-ı Şa’ranî Hazretleri[3] buyurdu,
“Hiçbir zaman cemaate bir söz söylemek üzere oturmadım ki, o asırda o beldede bu vazifeyi asaleten uhdesinde tutan mutasarrıftan destur talep etmeyeyim.”
Bu da bütün vaizlere olan edeptir. Kim bir yerde bir şey konuşacak olursa o vazife üzerinde asaleten bulunan oradaki ümmeti Muhammediyeyi irşada zahir ve maneviyatında himayeye müvekkel olan bir veliyullah bulunur. Edep, o makamda oturan kimseden derhal destur talep etmektir. O desturu verdikten sonra onun söylediği kelâmı hazır olan cemaatin kalbine nakşetmesi o zatın vazifesidir. Bizim vazifemiz yok. Santral nasıl fişi takar gibi oradan fişi takar o cereyan artık kalplere gelir, kalpten kalbe gider. Buradan gelen yine oraya çarpıp döner, kalpten çıkan söz kalbe girer. O olmadıktan sonra işimiz havadır. İşte o, imamı Şaranî Hazretlerinin bize talim etmiş olduğu mükemmel bir edeptir. Evvela söyleyen kimsenin tevazu makamına ermesi lazımdır. Ne kadar aşağıya tenezzül ederse o kadar aşağıya füyuzat iner. Sular dağın tepesine doğru yürümez en aşağıda olan vadilere doğru akar gider. Yukarıdakiler mahrum kalır ama aşağıdakiler o feyzi alır.
Onun için ilk oturan kimse o feyzi üzerine çekebilmek için edeple oturması lazımdır. Kendinden söylemeye başlayan kimse kendine bırakılır. Kendi kendisindeki ile iktifa eden kimse ihtiyaç arz etmeyen kimsedir. Kendini yeterli gören kimseye başka yerden bir imdat verilmez. Lakin imdat arayan kimseye talip olan kimseye boyuna verir. Her taraftan onun için ilk edep burada kendimizi boş bilerek, hiçbir şey bilmeyici muhtaç sıfatında olup onlardan bize gönderilecek füyuzatı içmek ve içirtmektir, maksadımız odur. Biz, bilici olarak oturduğumuz vakitte onlardan bir imdat bize gelmez, o yolu keserler. Aman bize bir imdat diyerek münacat edip yalvaran kimselere o imdat boyuna yetişir. Peygamberi zişan çağırıyor ( S.A.V);
“Fela tekulna ila enfusina terfeteayn”: Gözü açıp yumuncaya kadar beni nefsime bırakma ya Rabbel âlemin diye çağıran peygamber.
ü Öyle olduğu vakitte bize ne Hakk ve salahiyet vardır,
ü Allah’ın rahmetinden maada nereye güvenebiliriz biz?
ü Peygamberin şefaat ve şevkatından mâada nereye güvenebiliriz?
ü Neyimiz var?
Hiçbir şeyimiz yok.
Daim muhtaç durana inayet hiç kesilmeden ulaşır. Bir kimseye Allah’ın inayeti yetiştikten sonra onun sırtı yere gelmez. Kavî’dir buraya bizi toplayan O’dur, kimse değil O’dur. Sizin bereketinize bizde bu manevi maideden yedik, manevi olan bu sofradan da yediriyor. Cenabı Allah Îsa (a.s.)’a maide indirdi.
─ Peki, Îsa (a.s.) ümmeti mi efdal? Habibullah’ın ümmeti mi?
Habibullah’ın ümmeti elbette ki bütün ümmetlerden efdaldir. Her ümmet kendi peygamberinin kadrinde Allah yanında takdir olunur, onun için Efendimizin ümmetleri de Habibullah’ın şerefleri ile şereflenir. İndallahta onun kadri ile takdir olunur. Efendimizin ( A.S.V.) sâir enbiyâ üzerine rüchanı, üstünlüğü ne derecede ise ümmetlerinin de sair ümmetler üzerindeki üstünlüğü de aynen öyledir. Peki, Îsa peygamberin ümmetine Cenabı Allah maide indirdi, gökten sofra indirdi.
─ O sofra kimin hürmetine indi? Îsa peygamber hürmetine mi indi?
Habibullah hürmetine, Habibullah ile tevessül edip de indi. Îsa peygambere maide, Habibullah hürmetine indir dediği vakit indi, bu da sırdır. Enbiya kiminle tevessül ediyordu? Peygamberi atlatıp ta Allah’tan bir şey istemesi Enbiyânın makamına layık mıdır?
Yeni çıktı bu moda, peygamberi bir tarafa atıp da Allah’tan bir şey isteyecek. Maşallah! Bütün enbiyanın tevessül ettiği Habibullahtır. «Habibullah aşkına ümmetlerime mâide indir» dedi, Îsa Peygamberin ümmetine öyle indi. Hayır! Öyle değildir diyen adam çıksın, çıkamaz. Cenabı Rabbû’l âlemin, Habibullahın, peygamber-i zişânın hürmetine Îsa (A.S.)’nın ümmetlerine maide indirdi. O, üzerinde zahiri dünya nimetlerinden üç-beş sınıf nimet ile indi. Peki, İsa peygamberin ümmetlerine o maide indiği vâki, ümmet-i Muhammediye’ye o maide inmez mi? Mahrum olur mu? Ümmeti Muhammediye’ye, hem zahirde, hem manevi olan maideler boyuna hiç eksilmeksizin iner.
Şimdi bulunmuş olduğumuz bu toplantı, seksiz ve şüphesiz o manevi olan mâidenin inmiş olduğu toplantılardan birisidir. O manevi olan, manevi mâide inmiş olan bir mecliste bulunup şereflendik. Biz sizinle şereflendik, biz cemaatle şerefleniyoruz. Hâzır olan cemaatin her bir ferdî bu cemaatle şerefleniyor.
Buna dikkat ediniz. Âlimin birisi
“Peygamber mi büyük ümmetleri mi büyük?” Demiş. Karşısındaki zat cevap bulamamış. Ehli Hakk’tan olan bir zat demiş ki:
“Ey kimse, peygamber mi büyük, ümmeti mi büyük diyerek düşünmeye hacet yok. Peygambere peygamberlik, ümmetleri için verilmiştir.”
Ümmetleri olmasa peygambere peygamberlik ne lazım, o kime peygamberlik yapacaktı? Ümmetler, peygamberi ile şereflenir. Peygamberler ümmetleriyle şereflenir.
Şimdi, Cenabı Rabbû’l âleminden niyaz ettik, peygamber-i zişan’dan niyaz ettik. Hâzır olan bir beldeye müvekkel olan bir tek kimse var, burada sarıca-î şerifi bekleyen zat var. Peygamber sancağı buradadır. Onu beklemeye müvekkel bulunan vazifeli bir veliyullah var ki yüzyirmidörtbin peygamberin kıdeminde olan zattır. İstanbul hududuna ondan destur almadan hiçbir veliyullah içeri giremez, illâ ondan destur alacak. Gelirken ona göre izin verirse içeri girer, izin vermezse edeben tâ izin verilinceye kadar durur. Burası, bu makam boş yer değil.
Onların makamından da kendilerinden de niyaz ettik. Bizim kalplerimize nakş olacak hakikatten bize tasadduk etsinler, bize ihsan etsinler, bize ikram etsinler. Öyle bir ihsan, öyle bir ikram ki ebediyyü’l ebed, bizim kalplerimize imanın İslâm’ın nurunu ve sürurunu doldursun. Hiçbir dünya hemmu gammı bizim kalplerimizi karartmasın, zulmete almasın, hemmu gamla meşgul etmesin. Öyle bir şey talep ederek burada oturtuyor bizi.
Kul, Allah’ın iradesinde gölge gibi giden kimsedir. İradesi yok;
ü Buradan kaldırır buraya koyarsa, orada durur.
ü Oradan kaldırır buraya atarsa, burada durur.
ü Buradan kaldırır yukarıya fırlatırsa, orada durur.
Allah’ın iradesinin önünde hiçbir irade, hiçbir ihtiyar taşımayan kimse Abdullah’tır; Allah’ın kuludur.
─ Peygamberin hakîki ümmeti kimdir?
Peygamberin iradesinin önünde iradesi olmayan kimsedir. Peygamberin iradesinde vücudun arkasında gölgenin yürüdüğü gibi yürüyen kimse, peygamberin has ümmetidir. Ne kadar inhiraf ederse, o kadar ümmetlikten dışarıya çıkar. Evliyaların da etbâı, peygamber varislerine tabi olan kimseler de, Hakka tabi olan kimsenin sıfatında. Yine vücudun arkasında gölgenin hareketi gibi, kendi iradesinden, vâris-i Muhammedî olan zatın iradesinde yürüyen kimse, hakiki etbadandır. Kendi irademizi izhar etliğimiz yerde kulluktan, hakîki kulluktan, hakîki ümmetlikten düşeriz, hakîki etbâ olabilmekten düşeriz. Onun aşağıdan yukarıya doğru için alıştırıyorlar; acemi neferleri bile evvelâ onbaşının eline teslim ederler, onbaşı talimata sokar, ondan sonra ileriye doğru hizmete muvaffak olur. Onbaşıdan büyük amirlerin verdiği emri duymaya, yerine getirmeye ancak o zaman muvaffak olur. Onun için en aşağı onbaşısına tâbi olmayı bilmeyen adam ne Allah’a, ne peygamberine ittiba etmeyi nereden bilecek?
“Talebenâ vecedenâ”
Eğer talip olmasa idi, bu hazır olan cemaatin, bizim, hepimizin ruhaniyeti bu hakikatlere talip olmasa idi, nereden bize söyletecekti. Cenabı Hak, dilerse taşı da söyletir. Söyletene bak; söyleyenin ne ehemmiyeti var, söyletene bak.
Talebenâ vecedenâ; talip olan maksadını bulur, bulmamak mümkün değildir. Hesapta olmadığı halde belki rüyada görmüş, belki de görmemiş. Lakin hakîkat; işte burada bize söyletiyor, sizin bereketinize ben de dinliyorum. Ben de nefsimi burada oturtturup “sana söylüyorum” diye şiddetle ona hitap ediyorum. Sizin hepiniz bilirsiniz. Hepiniz,
أَلَسْتُ بِرَبِّكُمْ قَالُوا بَلَى
Elestü birabbiküm kâlû belâ [4]ahdi misak gününde, Allah’a vermiş olduğunuz söz üzerinesiniz. Böyle itikat ederim, kendi nefsime çağırırım. O, Elestü birabbiküm kâlû belâ hitabı kulaklarında olmayan kimse kulluk yapamaz. Kul değildir o. Onu duyuncaya kadar gayret yap sen, noksanda olduğunu bil. Öyle söyler ehli hakikat: Elestü birabbiküm hitabı kulaklarımızda çınlıyor kesilmiyor. Allah’ın kelamı kesilmez ki, Allah'ın kelamı kadimdir.
Mısır’da bir merkez var, orada yirmidört saat tertib ile Kur’ân-ı Kerîm okunur. Ne zaman düğmeyi çevirip o istasyonu açarsan Kur’ân-ı Kerîm çıkar, hiç kesilmez. Onun gibi, o bir temsildir. Cenabı Rabbül âleminin bir kelâm-ı kadîmidir, kesilmez. Hitab dâimdir, beşer kelâmı değildir. Allah’ın kelâm-ı kadîmi; kelam, ezelî ve ebedîdir. O hitap; Elestü birabbiküm hitabı dâimdir, hiç kesilmez.
Allah’u Zülcelâl’ın her hareket ve sükûnumuzda bize boyuna «Elestü birabbiküm» hitabı vardır, bizden tasdik bekliyor. Yalnız orada bizim intisab ettiğimiz makamdaki ile kalmıyor iş. Oradaki hitâbı dâimdir. O hitap ehli hakikatin kulaklarından kesilmez. Allah-u zülcelâl bizden boyuna o tasdîki, o ikrârı bekliyor. Orada verdiğimiz ikrâr ile bırakmıyor. Orada nasıl ki, « kâlû belâ, Evet Rabbimizsin» dediğimiz gibi, şimdi mükellef olduğumuz andan itibaren de Allah’ın her lahzadaki o hitabını işitmen lazımdır. Allah-u zülcelâl her hareketinde sana soruyor:
─ Ey kulum! Nasıl, Beni Rab olarak tanıyor musun?
Mâ Câebihim Nebî veyahut münkîrat bize rast gelir. Gün içinde ya Allah’ın emrinden bir iş karşımıza çıkar veyahut Allah’ın yasak ettiklerinden bir şey tesadüf eder. Ya memur olduğumuz iyi bir mesele, ya da haram ettiği bir mesele karşımıza çıkacaktır.
─ Her ikisinde de nefsin ne yapmak ister?
Nefis, memur olduğu şeyden kaypaklık yapıp kaçmak ister, işte o zaman Allah’ın sana olan hitabını düşün. Elestü birabbiküm; Beni sen Rab olarak tanımadın mı? Kâlû belâ de! Hemen kalk o işe, nefsini dinleme. Nefsini rab tutma. O zaman eğer o sözünde isen, sen sadıklardan isen, hemen orada duy. Cenabı Allah sana hitap ediyor, hemen o işe orada Elestü birabbiküm kâlû belâ de, hizmete başla. Münkir olan bir şey, yasak olan, haram olan bir söz, bir bakış, bir hareket sana karşı geldiği zaman, nefsin hemen oraya dalmak ister. İşte orada da duy. Allah’ın sana ezeli hitâbı var; Elestü birabbiküm: Beni Rab olarak kabul etmedin mi? Sana bunu yasak ettim dediğimi işit de dur, kork! İşte Abd odur, değilse,
ü Abdü’ş-şeytandır.
ü Abdü’n nefis,
ü Abdü’d-dünya,
ü Abdü’l-hevadır o.
Yüzde doksandokuz nispette en eşed olanı, insanın kendi hevasına tapmasıdır. Bu hevaya tabi olduğumuz mesele demek ki bu kadar. Senin, Allah-u zülcelâl’in Elestü birabbiküm kâlû belâ demiş olduğu hitabı her an için işitecek temizliğe gelinceye kadar, ne sağına, ne soluna bakmaya sana salâhiyet yok. Lakin biz bu aslî olan vazifemizi bırakıp kuvvet vereceğimiz yere kuvveti vermeden, kuvveti etrafa dağıtıyoruz. Şimdiki Müslümanların işi bu, hepimizin vazifesi böyle, yaptığımız iş: bütün kalbimizdeki dikkati dışarıya veriyoruz.
“Kendi nefsimizde bir noksaniyet duyup da dıştaki kuvveti içeriye toplayalım, daha bizim keseceğimiz yol var, alacağımız menzil var” diye aklımıza gelmiyor.
“Şunlar böyle geziyor, bunlar böyle yapıyor, onlar şöyle ediyor...!”
Sana nereden salâhiyet verildi? Sen kendi vazifeni bitirdin mi? Sana vazifeni bitirdiğine dair nişan verildiğinde ki; onun alameti işte o Elestü birabbiküm kâlû belâ hitabını işitmeye başladın mı? Başladıysan tamamdır işin. O zamana bak ve ötekilere de işittir, değilse sen kendi nefsine ağla.
─ Öbürleri inanmıyorlar!
İnanmayana mükellefiyet yok, inanmayan adama ne teklif edeceksin? İnandıktan sonra mükellef olunur. Aslında inanmayan adama bir şey teklif olunmaz. Lakin sen kendini inanmış sayıyorsun, mahşere çıkacağını biliyorsun, inanıyorum! Diyorsun. Allah’ın huzuruna varacağım, Allah bana soracak diyorsun. Buna inandıktan sonra sen Elestü birabbiküm kâlû belâ hitabını işitiptemi yapıyorsun, yoksa ezbere mi yapıyorsun? Karanlıkta yazı yazan adamın yazdığı nedir? Ne görür? Ne okur?
Mühim olan mesele budur. Bundan, bu zamanın Müslümanları gâfildir. Başkalarını ıslah etmeye koşturuyor, kendi nefsindeki noksaniyyeti kâle almıyor. Canım, kendi hanendeki yangına bakıver, onu söndür, sonra başka taraftaki yangına bak. Başka tarafta yanan ormandır, boş yerdir. Amma senin varlığın tutuşmaktadır, sen ona dön, ilk onu söndürüver. Söndürdükten sonra başkalarına imdat etmeye hakkın var. Lakin biz daha yolu kesemedik, biz daha o makama o mertebeye yetişemedik.
─ Cenabı Allah, Levh-i Mahfuz’u ne için yarattı?
ü Levh-i Mahfuz üzerinde dünyada bütün olacak her şey yazılıdır.
ü Elestü birabbikum günü Allah’a vermiş olduğu kulluk sözleri yazılıdır,
ü Orada nasıl kulluk yapacağı da yazılıdır.
Cenabı Allah Levh-i mahfuza bakmaya muhtaç değildir, onu kendisi için yapmadı. O, Levh-i Mahfuza bakmaya muhtaç olsaydı Allah olmazdı (hâşâ), Allah’ın ilmi ezelisini ihâta etmez.
Şimdi mekteplerde ne gün ne ders okurlar diye program var, çocukların eline bir program veriyorlar, çocuk ona bakar ne yapacağını ne okuyacağını bilir. O Levh-i Mahfuz da bizim gündemimizdir. Elest gününde Cenabı Allah’a icmalen ve tafsilen vermiş olduğumuz bütün ahitlerimizin kaydolduğu makamdır. Levh-i Mahfuz; Allah’ın bakması için değil, bizim bakmaklığımız için, kulların bakması içindir. Melâike baksın bakmasın, melaikeninki yazılı değil. Orada yazılı olan benî âdemin ahitleridir. Demek ki, asıl bize program olarak verilmiştir. Sana bakman için yazılmıştır, bakıp ta hareket edeceksin.
─ Ey Hoca! Ona biz nasıl bakalım?
Sen mümin değil misin? Mümin olan kimse nasıl bakacak? Allah, peygamberin lisanından ne diyor?
«İttakû min feraseti mü'minin, felnnehu yenziru binurillah.» [5]
Peygamber-i Zişan; «Müminin ferâsetinden sakınınız çünkü o Allah nuruyla bakar.» diyor. Nasıl bakmayacaksın, sen bu makamda iken bakacaksın, değilsen haline ağla. O nuru almaya bak. Allah nûru sende varsa, bakacaksın ve göreceksin. Yoksa ne beklersin? Var mı senin o nurun? Varsa göreceksin, Levh-u mahfuzu görmene mâni yok. Peygamber böyle söyledi, bu yalan kelâm değil, hüccet ile söylenen sözdür bu; “Mümin Allah nuruyla bakar”, Allah nuruyla baktığı vakitte,
ü Yedi kat yerin altındakini de görür,
ü Yedi kat göğün üzerindeki bütün hakikatleri de seyredebilir,
ü Arşı da görür,
ü Levh’i de görür,
ü Cenneti de görür,
ü Cehennemi de görür.
Mümin dediğimiz vakitte, sen onu az bir şey zannetme. İşte mümin; Allah’ın nuruna sahip olan kimsedir. Allah’ın nuru ile bakan adama,
ü Hicap mı var?
ü Allah’ın nuruna perde mi var?
ü Mani mi var? Mesafe mi var?
ü Karanlık mı men eder? Ağaç mı men eder?
ü Uzaklık mı men eder?
Sendeki Allah’ın nuru nerede? Niye göremiyorsun? Görmüyorsan, o nuru aramaya, bulmaya bak. Allah-u Zülcelâl;
فَالْتَمِسُوا نُور
«Feltemisu nura»[6] diyor. Bu emri ne için söylüyor? Allah’u Zülcelâl Kur’ân-ı Kerim’de «Nur arayınız» diyor.
─ Nuru nerden arayacaksın?
Nuru, kendisinde nur olan kimselerden aramalısın. Öyle boş mum tutandan arama. Ucunda nuru olandan arayacaksın. Peygamber-i zişana hem Kur’ân indi, hem Kur’ân-ı Kerîmle beraber nur indi. O nur, Peygambere inen Kur’ân lafzı ile beraber okundu. Lafzı ile o sözü alanlar oldu. Lakin bir de Sıddık-ı Ekber’in kalbine, Peygamberin kalbî Muhammedî’sine inen nurdan Sıddıkı tutuşturdu. Sıddık, bütün Sahâbe-i Kirâm’ın kalplerindeki mişkâtın tutuşmasına vesile oldu. Ondan sonra o nur intikal ede ede, ede ede, ilâ yevmil kıyamete kadar, kalplerinde nur olan kimseler eksik olmadı. Eksik olsa, hemen iman membâı zâhirde de tükenir, bâtında da söner gider. O nur, erbâbı ile yevmil kıyâmete kadar mevcuttur. Allah onu vaat etmiştir. O bitmez, O nuru taşıyan kimseler ilâ yevmil kıyamete kadar ümmetin arasında mevcut olacaktır.
İşte onları arayınız. O hemen hazır bulunmaz, aranmadan meydana çıkmaz. Kolay bulunan şey, ucuz olur, beleş olur. Çakıl taşını beleş topla, amma yakut, zümrüt, elmas, öyle kolay kolay ele geçmez. Kolay ele geçmedikleri için pahalıdır zaten. Ötekileri çok bulunduğu için hemen ayağının ucuyla tepip geçersin. Kıymetsiz bir şey diyerekten kimse cebine alıp koymaz. O, nur sahipleri «Kibrîtü'l Ahmer» dir. Kibrîtü'l Ahmer dediği; ismi duyulup kendisi görülmeyen, en kıymetli cevherden kinâye olarak söylenen cevherdir. Onlar hemen ele geçmez, çok araştırdıktan sonra, çok talip olduktan sonra ele geçer. Allah-u zülcelâl tâlip olan, sıdk ile talep eden kulunu boşa bırakmaz, illâ buldurur, illâ söyletecek, illâ dinletecektir. İşte o gibi kimselerden nur alırsak, işte o zaman o Levhi Mahfuz’u bize gösterirler. O nurlar Bizim çerağımızda yandığı zaman, biz de bakarız, bizde görürüz. Levh-i Mahfuz’daki sözümüzü biliriz, ona kendimizi takdîm ederek kulluğumuzu ifa ederiz. O zaman biz her lâhzada, « Elestü birabbiküm kâlû belâ » hitâbı ile beraber yürürüz. Ehlü’l sıdkı ve’l safa onlardır. İşte onun için,
«Ashabı ke’nnücûm bieyyihim iktedeytüm ihtedeytum.»[7]
Sahâbe-i Kiramların hepsi, o Allah-u Zülcelâl’ın kendilerine olan hitâbını işitip o nur ile nurlanan kimselerdir. Gökteki yıldızlar gibi; onlara ihtida eden hidâyete erer. Mühim olan mesele budur.
İmam Nevevî Hazretleri[8] büyük muhaddistir, kendisi Hicaz’a gittiği vakitte 8 veya 9 yaşlarında küçük bir delîl[9], elinden tutmuş kendisini ziyârete götürmüş. İmam Nevevî Hazretleri,
“Buradan gidelim” demiş. O küçük delil demiş ki:
“Hayır, buradan başlayacağız!”
Çünkü İmam-ı Nevevî Hazretleri Menâsık-ı Hacc kitabında, nereden başlanması gerektiğini söylemiştir. O küçük delîlin hücceti ne? İmam-ı Nevevî Hazretleri kendisinin kitabından buradan yürünür, buradan girilmesine amil olduğundan dolayı biz buradan ziyarete ve tavafa başlayacağız diye bizzat hüccet ile ilzam etmiş. O, kitabı kendisi yazdığı halde, yerinde tatbikatını görmediği için 8-9 yaşındaki o delîl onu ilzam etmiş.
─ Bundan ne mânâ alacağız?
Yalnız kitaptan okumakla kimse delil olamaz. O, imam olduğu halde orada şaşırdı, 8-9 yaşındaki o delîle muhtaç oldu.
ü Sen istersen allâme-i cihan ol,
ü Bütün Kur’ân-ı Kerîm’i tefsirleriyle beraber ezber et,
ü Bütün Ehâdisi Nebeviyye’nin hepsini iç,
ü Dört mezhebin imamının bütün ahkâmını ezberinde tut,
Lâkin onunla sana şart olamaz. İllâ o yolu yürüyüp geçmiş varmış olan kimselerin elinden tutmaya sen mecbursun, değilsen olduğun yerde kalırsın.
İstanbul’a geldik, harita pusulayla yolu da şaşırdık. Geldiğim gece sabah oluyordu. Biraderin evini bulmak için Bağdat caddesinde sahil yolunda üç aşağı-beş yukarı gittik geldik, gittik geldik, kaç kişiye sorduksa da bulamadık. Nihayet Cenabı Hakk arayan bulur deyip bize bulduruverdi. Şu İstanbul’da bile insan delîle muhtaç oluyor da, sen Allah’a giden yolda delilsiz nasıl gideceksin? Eğer delilsiz gidilseydi doğrudan kitap inzâl olacaktı, peygambere lüzum kalmayacaktı. Hâlbuki Allah-u Zülcelâl, peygamberi gönderiyor ki; peygamber-i zişan, Kur’ân-ı Kerîm’i şahsında temsil eden zattır. Peygamberi görüyorsun, tutuyorsun. O sana konuşan Kur’ân’dır. O, şahsiyeti ile Kur’ân’ı temsil ettiği için sahâbe-i kiram Peygamber-i zişan’a baka baka Sahâbe oldu. Önlerinde peygamber olmasaydı, onlar nasıl Sahâbe olacaktı? Okuyarak mı Sahâbe olacaklardı? Okuyarak kimse Sahâbe olamaz. Görerekten, uyaraktan Sahâbe oldular. Onun gibi peygambere vâris olan zatlar, ilâ yevmi’l kıyâmete kadar mevcuttur.
Binaenaleyh onları görerek, onlara uyarak sende peygamberin Sahâbesi gibi rütbe alır, nur alırsın. Değilse hava alırsın. Sonra sen de o İmam Nevevî Hazretleri’nin Kâbe’nin havlinde şaşırıp kaldığı gibi orta yerde kalırsın. Ahdini bulamadan, ahdine varamadan, avam sınıfında dünyadan çıkarsın. Avam sıfatında çıkan kimse de mahrumlardan sayılır. Onun için hususiyle bu zamanda en çok dikkat edeceğimiz iki nokta:
1. Bütün dışarı salıverdiğimiz kuvveti kendimizde toplayabilmek.
2. Şahsında Kur’ân’ı temsil eden nur sahibi kim varsa onlar ile beraber onlara uyaraktan yürümek.
Başka kimseye bakmadan, sağın, solun, herkesin harekâtı seni meşgul etmesin. Sen dikkatini kendine ver. Kendinin vazifesi ne ise sana gösterdikleri şekilde onunla meşgul ol. Allah’ın hukuku var, en birinci Allah’ın hukukunu yerine teslim eyle,
ü Hakk sahiplerine hakkını ver.
ü Allah’ın hakkı var, Allah’ın hakkını ver.
ü Peygamberin hakkı var, peygamber hakkını ver.
ü Devletin hakkı var, devletin hakkını ver.
ü Evladın hakkı var, evladın hakkını ver.
ü Ailenin hakkı var, ailenin hakkını ver.
ü Komşunun hakkı var, komşunun hakkını ver,
ü Milletin hakkı var, milletin hakkını ver.
ü İnsanoğlunun hakkı var, insanoğlunun hakkını ver.
ü Mahlûkatın hakkı var, mahlûkatın hakkını ver.
Senin bileceğin budur. Bunu kemaliyle yaptıktan sonra peygamberden sana izin geldiğinde, o zaman başkalarına da yardım etmeye, o sende tutuşan nurdan onları da tutuşturmağa izn-i peygamberî gelir, onunla iş görürsün. Değilse vazifeni bil.
─ İnsanlığı insanlığın şerefinden mahrum eden kabahat nedir?
Kendi üzerine vâcip olan vazifeyi bırakıp, üzerine lazım gelmeyen vazifelere bakmaktır. Şimdi bizi kendimizden maada her şey alâkadar eder. Kendimizi biz cennetin ortasında hesap ederiz. Ondan sonra kendimizden maada,
ü Ne hükümeti bırakırız,
ü Ne dünyanın devletlerini bırakırız,
ü Ne yeri bırakırız, ne göğü bırakırız.
Hepsine de müdahale eder, hepsine de akıl öğretir, hepsine de ilim tâlim ederiz.
─ Ne deriz?
«Bütün bu kâinata Rab benim! Talimat öğretmeye mükellef olan benim! Hepsine Allah’lık yapmağa kuvvetim var, varken bana vermiyorsun ey Allah! Ben sana dünyada vekillik yapayım»
Böyle diyor bizim nefislerimiz. İşte onun için nefse fırsat verme.
─ Nefsimizin sıfatı nedir?
Nefis lâ ilâhe illallah demez. Onu bil. Nefsin; Lâ ilâhe illâ ene, der; benden başka ilah yoktur der. Nefsimiz böyle der. Ona Lâ ilâhe illallah dedirt. Ondan sonra lâ ilâhe illâ ene diyenlere de derman yapma ilacını bilirsin. Kendi nefsinde ilacı yaptıktan sonra, tatbikat ettikten sonra, başkalarına ilaç yapmaya sana izin verilir.
Bu bir denizdir, bu denizin sonu gelmez. Lakin bu söylenen sözün içerisinde evvela kendi nefsime hitap var, kendi nefsime edeb ve talim vardır. Sizin bereketinize bu mübarek kelâmı, Cenabı Allah’ın, Peygamberinin şefkat ve şefaatiyle ve hâzır olan mutasarrıfın izni ile bize söyletti. Allah füyuzat-ı Rabbaniyesinden bizleri feyizyâp edip, bizim harab olmuş olan batınlarımızı ihyâ edecek ilâhi nazarına ve peygamberinin şefkat ve şefaatine ve evliyanın himmet nazarlarına mazhar kılsın.
Bi hürmeti habib bi hürmeti’l Fatiha.
[1]Âli Îmran Sûresi: 97
[2] İmam el Busayri: ( 1212 Mısır, Busayr - 1295 İskenderiyye) Hadis ilminde, hattâtlıkta ve bilhassa şiirde çok ileri seviyelere ulaşmıştı. Resulullaha (a.s.) olan sevgisini, aşkını anlatan Kaside-i Bürde isimli şiiri ise en meşhur olanıdır.
[3] İmam-ı Şa’ranî Hazretleri: (Mısır, 1493-1565) Evliyanın büyüklerindendir. Saçını uzattığı için şa’ranî lakabıyla tanınırdı. Mizan-ı Şar’anî adlı eseri çok meşhurdur. Allah sırrını takdis etsin.
[4] Âraf 172
[5] Hadis-i Şerif: Ebu Said r.a.’dan rivayet edilir.. Kütübü sitte. Hadis no: 672
[6] Hadid Sûresi: 13
[7] Hadîs-i Şerif: Said İbnü’l Müseyyeb r.a’tan rivayet edilir. Kütübü sitte. Hadis no: 4368
[8] İmam Nevevî Hazretleri: Şam'ın bir kasabası olan Neva'da doğan bu büyük evliya, hadis ve fıkıh gibi İslâmî ilimlerin bütün şubelerinde çok yüksek bir salâhiyet kazanmıştır. Zamanında Şâfiî mezhebini o temsil ediyordu. 42 yi aşan eser bırakmıştır (Vefatı:H 671). Allah ondan râzı olsun.
[9] دليل Delîl: rehber